Friday, January 31, 2014

28 Kânunsani’yi Elbette Unutmadık

Cuma, 31 Ocak 2014 18:14
Yalçın Yusufoğlu
28 Ocak 2013 Türkiye Komünist Fırkası kurucuları Mustafa Suphi - Ethem Nejad ve arkadaşlarının Ankara’dan Kemal Paşa’nın emriyle, Erzurum’dan Kâzım Paşa’nın da dahliyle, Pontos’lu Rumların, Ermenilerin (sonra da Koçgiri’li Alevi Kürtlerin) katili MAH’çı eşkıya Giresunlu Osman Ağa’nın organizasyonuyla, infazcı katil diğer bir MAH’çı Yahya Kâhya ile adamları tarafından öldürülmelerinin 83. Yıldönümüdür.
Bu toplu suikasti 2007’de Ocak ayında Hrant Dink’in öldürülmesine benzetebiliriz. Nasıl ki, Hrant Dink suikasti devletin (merkezi ve mahalli) kolektif bir cürümüyse, bu suça devletin gizli açık idari ve adli kurumları iştirak etmişlerse, Suphi-Nejad ve arkadaşlarının katlinde de Ankara Hükümetinin, --o yıllarda adı TSK olmayan-- askeriyenin, gizli teşkilat MAH’ın ve şehir eşrafının-- dükkânları kapattırıp gösteri yaptıran hacı-hoca takımının işbirliği vardır.
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği raporda cinayeti Osman’ın işlettiğini yazmıştır.
Bugünkü terimlerle konuşursak, Kemalistler, Özel Harp’çiler ve dinciler ortak düşmanları komünizme karşı el birliği ve suç birliği etmişlerdir.
BMM henüz 1 yaşına bile basmamışken işlenen cinayetin ortakları arasında sonradan siyasi nedenlerle ayrışma çıktığında, Kemal Paşa’nın fedaisi Osman Ağa, Meclis’teki 2. Grubun başı ve Kemal’in muarızı Ali Şükrü Bey’i evine kahve ve nargile içmeye davet edecek, boğdurarak öldürtecekti.
Osman kimdi? Kemal Paşa’nın Mayıs 1919’da Samsun’a geldiğinde Havza’da ilk görüştüğü kişilerden birisiydi, Osman’ın çetesiyle birlikte Rumları, Ermenileri kitle halinde öldürdüğünü öğrenmiş ve onun çetesinden faydalanmak istemiş olan Paşa “bundan sonra seninle birlikte çalışacağız, sana itimadım tam” demişti.
Bu çok güvenilir şahıs 1. Dünya Harbinde mazbatayla ordudan aldığı buğdayları 100.000 Liraya Giresun Nokta Kumandanlığına satmış, Rumların ve Türklerin arazilerine el koyarak yakınlarının veya kendisinin mülkiyetine geçirmiş, kendisini zorla Giresun Şehir Emini (Belediye Başkanı) ilan etmiş birisiydi. Yöre halkı ondan yaka silkmekte, “ aman bizi bu adamdan kurtarın” demekteydi.
Dahası da, aynı kişi Ermeni tehciri sırasında işlediği insanlık dışı suçlar yüzünden gıyabında verilmiş idam kararı ile aranmaktaydı. Saklandığı Şebinkarahisar’dan getirtilip taltif edilen eli kanlı haydudun çetesi Nisan 1920’de BMM kurulduktan altı ay sonra Çankaya’ya muhafız birliği yapılmış, hiçbir tahsili olmayan, haydutluktan ve insan öldürmekten başka bir işlevi bulunmayan Osman da Muhafız Birliği’nin başına geçirilmişti.
Yeni devletin temelleri Osmanlı’nın Ermeni katliamından mahkûm ettiği kişiyi Reis’in yanı başına getirerek atılıyorsa, sonraki kanlı tarihe bugün şaşmamak gerekecektir.
1921’de ise Koçgiri İsyanını bastırmaya giden Sakallı Nurettin Paşa’nın yanına Osman destek olarak gönderilmişti. Eşkıya başı, Koçgiri’de 60.000 koyun ve sığıra el koyarak Giresun’a getirmiş, kente et girmesini yasaklayarak halka fahiş fiyatla et satmış, ayrıca tefecilik yaptığı için banka şubesi açılmasını silah zoruyla engellemişti.
Mart 1923’te Kemal Paşa artık muzaffer kumandandır. Ama Meclis’de aynı derecede güçlü değildir. 2. Grup ve onun reisi Ali Şükrü Bey sert muhalefet yapmaktadır. Bir oturumda Gazi kürsüde konuşurken Ali Şükrü bağırarak kürsüye doğru hamle yapar, silahına davranır, Gazi de elini silahına atar. Oturumu yöneten Ali Fuat (Cebesoy) Paşa anılarında “Baktım ki birbirlerine silah çekecekler, elimdeki çıngırağı aralarına fırlattım” diye yazar.
İşte bu olaydan çok kısa süre sonra Osman evinde Ali Şükrü’yü adamlarına boğdurtur ve bir çukura atar.
Muhalefet büyük tepki gösterince kolluk kuvvetleri Osman Ağa’yı yakalamak üzere harekete geçer, o da adamlarıyla birlikte Çankaya’yı basar, ama Paşa kadın çarşafı giyerek Köşk’ten kaçar. Osman kendisine Gazi tarafından hediye edilen köşkte kıstırılır, yaralı ele geçirilir, tedavi edilmediği için ölür, böylece yargılanması ve konuşması önlenir. Başı kesilmiş cesedi Meclis’in önünde ayaklarında asılı olarak teşhir edilir.
Aradan 90 yılı aşkın zaman geçti, ama Suphi – Nijad ve arkadaşlarının devlet tarafından öldürülmeleri unutulmadı. Tıpkı Sabahattin Ali’nin de, Musa Anter’in de devlet tarafından öldürüldüğünün unutulmadığı gibi. Tıpkı daha sonraki toplu ve tekil öldürmelerin de merkez tarafından yapıldığının unutulmadığı gibi.
Yukarıda anlatılanların gösterdiği bazı olguları sıralayalım:
Türkiye Komünist Partisi’nin kurucularının öldürülmeleri “Kurucu İrade”nin tarihinin aynı zamanda siyasi cinayetler ve komplolar tarihi olduğunu gösterir. Bu suikastler Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Rıdvan Özden gibi rütbeli subayları da hedef almıştır. Suikastler siyasi iktidarın paylaşıldığı hükümeti düşürecek olaylar sürecini başlatmak için Yüksek Mahkemeyi basıp Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürme tertibine kadar varmıştır.
Bu komplocu, hilekâr yapı Malatya’nın keskin anti-komünist Belediye Başkanı’nı bubi tuzaklı bir posta paketiyle öldürüp, suçu Alevilerin ve solcuların üstüne yıkarak Alevi-Sünni çatışması başlatacak kadar aşağılıktır.
Kendi adamlarını bile öldürecek bir yapı ve onun komplocu - katil zihniyeti elbette Komünistleri, devrimcileri hedeften uzak tutacak değildi. Hele hele Ankara C. Savcısı Doğan Öz’e, Adana Em. Md. Cevat Yurdakul’a hiç tahammül edemeyecekti.
Onbeşler Suikastini de, sonrakileri de hiçbir resmi yetkili ya da devlet tapıcısı gazeteci, yazar ya da benzeri kişi ikrar etmiş değildir. Bu suçlar üstlenilmediği ve toplumun bilincine kazınmadığı müddetçe başkalarının işlenmemesi için sebep yoktur.
Sayılarını bilemediğimiz kadar çok “fail-i meçhul” cinayetler gerçekte faili meçhul değil, faili malûm suçlardır.
Yukarıda andığımız Onbeşler Cinayetini ve diğerlerini unutmadığımızı söylüyoruz, fakat söylediğimiz olgu sadece demokrasi ve adalet bilinci taşıyanlar içindir Yoksa umumun bunlardan haberi yoktur, olsa bile ilgilendiği yoktur. Hatta bilgisi ve ilgisi olanların çoğunluğu için devlet yapmışsa, elbet bir bildiği vardır.
Onbeşler Suikasti konusunda söylememiz gereken bir başka husus toplu cinayeti kabul eden aydınlarının önemli bir bölümünün olaydan Atatürk’ü tenzih etmeleridir. Onlar katliamın Ankara’nın bilgisi dışında işlendiğini öne sürmeye çalışırlar. Çünkü Önder o denli Uludur ki böyle şeyler ona asla yakıştırılamaz.
Nitekim aynı tipler Ali Şükrü Bey cinayetinden de Köşk’ün haberinin olmadığını iddia ederler, hatta daha da ileri gidip, “Osman Ağa’nın Ali Şükrü Bey’e husumeti vardı, çünkü Onbeşleri öldürttü diye M.Kemal’e rapor yazmış olan oydu” derler.
Oysa Osman baş fedaiydi, baş tetikçi’ydi, Suphi- Nejad ve arkadaşlarını emirle öldüren de oydu, Ali Şükrü Bey’i boğdurtan da. Hatta onlar Osman Çankaya’yı bastığında Kemal Paşa’nın kadın kılığında kaçtığını söyleyenlere de çok kızarlar, Önderlerini kadın kılığına girmesini maçoluk zihniyetlerine yakıştırmazlar, olayı anlatanlara (örneğin “Latife” kitabını yazan İpek Çalışlar’a) ateş püskürürlerdi.
Kemak Paşa 1925 yılında Giresun Kalesinde Osman Ağa için anıt mezar yaptırarak bu haydudu, infazcıyı öldükten sonra dahi taltif etmiştir. Günümüzün Veli Küçük Paşası ise Atası’nın izinden giderek Osman’ın heykelini yaptırmıştır.
Atatürk tapıncının olayımızla ne ilgisi mi var?
Hrant Dink’in de öldürülmesinin nedenlerinden bir, belki birincisi aynıdır. Çünkü Dine Atatürk’ün evlatlığının, köken olarak bir Ermeni olduğunu açıklamış, sonra da iki MİT görevlisi tarafından İstanbul Vilayet’inde Vali Muavinin huzurunda “haberini yalanla” diye tehdit edilmiştir.
17 Aralık 2013 sonrasında “devlet ne hâle geldi?” diye ah-vah edenler, devleti gözlerinde büyütenlerdir, oysa devlet şimdi çürümemiştir. Zira çürüme sadece rüşvet ve yolsuzluk değildir. Çürüme aynı zamanda tertiplerdir, suikastlerdir, pogromlardır, işkencelerdir, insan haklarını ve evrensel demokrasiyi çiğnemektir.
Siz Osman Ağa gibi aşağılık yaratıklarla devlet kuruyorsanız, ona anıt mezar yaptırıyorsanız çürümeyi bugünlerde aramak beyhudedir.
Yüzleşmek, yüzleşmek diyoruz, bırakalım Komünistlerin katlini, acaba 60 milyon kadarı Türk olan nüfusun içinde 24 Nisan 1915 soykırımıyla, 1937 Dersim katliamıyla, 6-7 Eylül 1955 Rum, 19-26 Aralık 1978 K. Maraş Alevi pogromuyla, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamıyla yüzleşmiş ne kadar Türk vardır?
Yani toplum kendi tarihiyle yüzleşme noktasından çok uzaktadır. 24 Nisan’ın 100. Yıldönümünü anma sürecine girildiği önümüzdeki aylarda bu sorunun yanıtını daha açık ve sancılı bir biçimde göreceğiz.

Wednesday, January 29, 2014

“Kardeşçe Hayat”ın Savunucusu Şeyh Bedrettin





 
Tacim Çiçek
Xenobiotica and cialis take together viagra I quite like long foreplays to have my woman ready to the popular trend but when i aged I stumbled upon harder to stay hard that long so as soon as intercourse was due I had been not stiff enough from cialis india tadalafil. You may want to use less prior to deciding to stop the medication completely or cost a walgreens does at cialis how much viagra.

Seyh_bedrettinYazının sonunda verdiğim kitaplardan ( zaman zaman yaptığım okumalardan ) ulaştığım sonuçlara göre, Şeyh Bedrettin ( ölümü 17/18 Aralık ) çok kanlı bastırılan bir halk hareke ti lideridir. Onun felsefesini daha iyi anlayabilmek için, yaptığım üç saptamayı göz ardı etmemek gerekiyor görüşündeyim. Aslında bu üç saptamanın bütünüyle benim ulaştığım bir sonuç olarak görülmesini de istemiyorum. Çünkü böyle bir sonuç belirtilmese de Bedrettin'in gerçekliğinde var zaten. Ben, en azından bu yazı çerçevesinde düşüncelerimi daha iyi açıklamak için böyle bir bölümlemeyi gerekli ve zorunlu gördüm.
Gerçekten de "kardeşçe hayat"ın ilk sevdalılarından olan Şeyh Bedrettin'in devrimci çizgisini, halktan yanalığını ve toprakta ortaklığı esas alan düşüncesini, kavgalarını ve yenilgilerini daha iyi anlayabilmek için şu üç gerekliği iyi bilmek hepimizin hakkı. Bu yüzden onun la ilgili düşünce üretenlerin daha çok hakkı. Nesnel olmak istiyorsak bu yöntemi veya düşün sel yaklaşımı göz önünde bulundurmalıyız.
Şimdi bu üç gerçekliğe geldikte:
1. Onun yaşadığı sosyoekonomik, siyasal koşulları.
2. Düşüncesini oluşturan kaynaklar.
3. Şeyh'in düşüncesini, eylemini somutlayan yapıtları ve yaşamı.
1. ONUN YAŞADIGI SOSYO-EKONOMİK VE SİYASAL KOŞULLAR:
Başlangıçta Osmanlılar, yoksul yığınlara dayanarak, onlardan her türlü destek alarak ve onların canlarını ortaya koymasıyla varlıklarını geliştirmişler ve amaçları için kök salmaya başlamışlar. Süreç içinde, belirli bir yığının çıkarlarının koruyucusu biçiminde ve büyüme, güçlenme hızlarına koşut olarak, başlangıçta 'her şey'leri olan halkın karşısına dikilivermişler. İşte bunun sonucunda, yoksulların bayraktarlığını ve öncülüğünü yapan başlangıçtaki ilerici yönü ve bu yöndeki kimliği zamanla değişmiştir. Böylece güç aldığı halkından kopmuştur. Özüne, kendine ve başlangıçtaki söylemlerine yabancılaşmıştır. Kısacası aslından uzaklaşmıştır. Dilini, törelerini, insanlarını küçümsemiştir. Varlık nedeni olan tüm gerçekliklere ve yığınlara karşı "düşmandan" bile düşmanca davranmıştır. Talanı, zorbalığı ve ilhakı esas almıştır. Çevresine "terör" estirmiştir. Yani egemen sınıf doğasına uygun olarak geleceği için Egemen Osmanlı öğretisini ayrıcalıklı yapmıştır.
Yıldırım Bayezit ile Osmanlılar, dönemin güçlü ve etkin devletlerinden biri olmayı başarmıştır. Osmanlı Devleti, dönemin "emperyalist" devletlerinin lideri durumundaki Timur egemenliğinin dışında kalmak, egemenliğine boyun eğmek istememesi yüzünden zorluklar çekmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti sınırları içinde egemenlik haklarını yitiren Beyliklerden bazıları Timur'dan yardım istemişlerdir. Eski güzel ve rahat günlerine, zulümlerine, saltanatlarına kavuşmak için. Timur, böyle beklenti ve istek içinde bulunan Beyliklerin isteğini de gerekçe göstererek Anadolu'ya gelmiştir. Anadolu'ya gelen Moğol orduları Ankara Savaşı'nda Bayezit' i yenmiştir. O ihtişamlı padişahı da esir etmiştir. Timur, egemenliğinin devamı için çağrılısı olduğu Beyliklere topraklarını vermiştir. Kendisinden sonra, başını ağrıt acak sorunlar çıkmasın diye de Bayezit' in oğullarına da yurtluklar bırakmıştır. ( Edirne'yi E mir Süleyman'a, Bursa'yı Musa Çelebi'ye, Balıkesir'i İsa Çelebi'ye ve Amasya'yı Mehmet Çelebi'ye. ) Kısacası, Osmanlıların halkına yabancılaşarak ve onları köleleştirerek kurdukları 'cennet' bir cehenneme dönüşmüştür. Bölünmüştür. Timur'a bağlanmıştır. Timur egemenliği böylece bir belayı kendince kontrol altına aldığını ve Osmanlıyı köleleştirdiğini sanmıştır.
Anadolu'da işini tamamladığını düşünen Timur, Türkistan'a dönmüştür. Fakat Timur daha Türkistan yollarındayken Anadolu'da iktidar savaşları başlamıştır. Gerçekten çirkin ve bir o kadar da kanlı geçen bu iktidar savaşlarına tarihçiler FETRET DEVRİ ya da FASILAL SALTANAT demiştir. Bu süreç tam bir kaostur. Kardeşler arasındaki savaşlar, Bizans oyunları, düzenler ve tuzaklar müthiştir.
Mehmet ÇELEBİ, hem kardeşlerinin arasındaki ayrılıklardan, hem de kardeşlerine karşı onların düşmanlarından onlara karşı gelebilmek için yararlanmıştır. Osmanlıların bir tür gelenek, görenek ve töre gibi algılayıp uygulaya geldikleri kardeş vs. katliamları başlamıştır. Önce, Musa ÇELEBİ'nin İsa ÇELEBİ'yi yok etmesine göz yummuştur. Hatta bu konuda güçlü olandan yana tavır almıştır. Fakat beklediği gerçekleşmeyince de Musa'nın güçleriyle birlikte olmuştur ve kendince bir tehlikeyi yok etmiştir. Bakmıştır ki rüzgârlar Musa ÇELEBİ' den ya na güçlü esmektedir. Bu rüzgârın kendisini de oraya buraya savurup köklerinden, düşüncelerinden koparmasından korkmuştur. Güçlü ve lider birisinden destek ve yardım almayı düşünmüştür. Bu yüzden Timur'a haberciler göndermiştir. Onun için yapmak istediklerini belirtmiştir. Ona bağlılık ve düzenli vergi önermiştir. Bağlılığı ve vergi önerisi kabul edilmiştir. Karşılığında da al damgalı beraat, taç, kemer ve hırka almıştır. Bağımlı bir egemenliğin sem bolü olan bu eşyalarla Mehmet ÇELEBİ padişahlığını ilan etmiştir. Bir tür ruhunu şeytana sat mak olan işlere soyunmuştur. Örneğin, Timur'la aynı yüzde resmi bulunan sikkeler kestirmiştir. Timur destekli güç ile Karamanoğlu Mehmet Bey'i anlaşmaya ikna etmiştir. Böylece kandaşı İsa ÇELEBİ'yi dolduruşa getirerek Süleyman ÇELEBİ' yi katlettirmek istemiştir. Fakat Musa, Mehmet ÇELEBİ' nin ikiyüzlülüğünü ve kalleşliğini çok geçmeden anlamıştır. Bu yüzden onu tanımadığını duyurmuştur. Ardından da kendini gerçek padişah olarak açıklamıştır.
Musa ÇELEBİ'nin padişahlığı ve egemenlik sınırlarını genişletmesi Bizans imparatoru MANUEL'i kaygılandırmıştır. Çünkü Musa görülmüş, duyulmuş bir padişah değil ona ve onun gibi düşünenlere, yaşayanlara göre. Bedrettin'den etkileniyor. ( Yazımın son bölümünde yaşamını anlatacağım için burada söz etmiyorum. ) Şeyh'in düşüncelerine uygun olarak Beylerin topraklarını ellerinden alıyor. Bu topraklardan yoksullar yararlandırılıyor. Kulaktan kulağa aktarılan bir tür "kardeşçe hayat"ın etkileri MANUEL'in topraklarındaki yoksullara kadar ulaşıyor. Bizans topraklarındaki yoksulların gözleri açılıyor, bıçakların dahi açamadığı ağızlarını açıyor. MANUEL'in iktidarı sarsılıyor. Ve MANUEL, Musa'nın egemenliği altında ki gelişmeleri varlıkları için en büyük tehlike olarak görmüştür. Çünkü Musa ÇELEBİ, Şeyh'in düşüncelerinden etkilendiği, uygulamaya çalıştığı yetmezmiş gibi, bir de Şeyh'i kazaskerliğine getirmiştir. "Kutsal Mülkiyet Hakkı"na karşı çıkan bir kazasker kolay kolay sindirilmiyor. Çünkü, söylediği başka pratiği başka birisi olmamak için Şeyh önce kendi mülkünü halkın ortak malı ( vakıf ) haline getirmiştir. Düşüncesiyle, pratiği ile Musa ÇELEBİ'nin ilgi merkezi olmuştur. Musa ÇELEBİ fırsat buldukça onunla konuşmuştur. Ondan yeni ve özgün bilgiler edinmiştir. Gücüyle bunları gerçekleştirmek istemiştir. Bu yüzden önce, kendi egemen liği alanındaki derebeylerinin mülklerini ellerinden almıştır. Halkın ortak malı yapmıştır. Bu gibi eylemlerin gerçekleşmesi MANUEL'i rahatsız etmiştir. Egemenliği altındaki yoksulların zayıf bir ihtimal de olsa ayaklanması olasıdır çünkü. Bir bulaşıcı hastalıktan daha hızlı yayılan bu tür düşüncelerin yarattığı şok yetmezmiş gibi, bir de İstanbul'u kuşatıyordu Musa ÇELEBİ. Önceliklisi ilki olmak üzere her iki beladan kurtulmak isteyen MANUEL, Mehmet ÇELEBİ ile anlaşmıştır. Kardeşi kardeşe kırdırmak için Manuel, gemilerini ve savaşçılarını MEHMET ÇELEBİ'nin emrine vermiştir. Müthiş oyunlar, düzenler ve tuzaklara karşın yenilmemiştir, Musa ÇELEBi.
Hemen hemen tüm ansiklopedilerin ve resmi tarihçilerin, “ÇELEBİ Mehmet, Musa ÇELEBi'nin buyruğundaki bazı beylerin gizli çağrısıyla yeniden Rumeli'ye geçti.” dedikleri olayın aslı şu olmalıdır: Mülkleri ellerinden alınan "bazı beyler" (soylular) Bedrettin'indü şüncelerini gerçekleştirmeye çalışan Musa ÇELEBİ'den kurtulmak istemişlerdir. Bu yüzden saf değiştirmişlerdir. Toprakları ve küçük egemenlikleri(!) için anlaşmalar yapmışlardır ve karşılığında çok şey vaat etmişlerdir. Sonunda hesaplarda anlaştıklarından ÇELEBİ Mehmet' in safında yer almışlardır. “Mübalağasız cenk” olmuştur. Musa ÇELEBİ kendisine inananlar la, Bizanslı gönüllüler, kendinden kaçan dönekler / beylikler ve Çelebi Mehmet kuvvetle riyle çarpışmıştır. Ve Musa ÇELEBİ katledilmiştir. Bedrettin ise bin akçe aylıkla İZNiK'e sürülmüştür. Bedrettin, burada şu dersi çıkarmıştır: Hanedanlarla amaca ulaşmak olası değildir. Aslolan kitlelere, halklara yönelmektir. İznik'te hatalarından ders çıkaran Şeyh, düşüncesinin alt yapısını sağlamlaştırmak ve kalıcılaştırmak için yapıtlar oluşturmuştur. Yandaşlar, yoldaşlar yetiştirmiştir.
Osmanlı devletinin ikinci kurucusu olan ve tarihe Mehmet 1 olarak geçen ÇELEBİ Mehmet, Anadolu'ya yerleşen Türk boylarıyla sömürü ve haksızlık karşıtı kurulan Osmanlı Devleti'nin kökleşmesiyle birlikte gelişen yabancılaşmayı iyi biliyordu. Aslından uzaklaşmak, ona yabancılaşmak 've amaç için her yolu doğru bilmek, işte çıkış ve dayanak buydu, ona göre. Zaten halkını ezmek ve sömürmek aslında yeni değildi. Önemli olan yerinde ve zamanında yapmaktı bunu. Bir şey daha yeni değildi, bu kanlı tarihte. O da şuydu: Kendi halkını, kardeşini bir başka halkın egemen kesimiyle birleşerek ezmek, yok etmek ve sömürmek. Bu nu, Mehmet ÇELEBİ'nin kimden öğrendiğini yine tarihten biliyoruz. Yeryüzünde benzeri ne yazık ki çok. Kendi halkını, bir başka halkın egemen kesimiyle birleşerek ezenler Selçuklulardır. Bu erksel davranış, Mehmet ÇELEBİLER'e toplumsal bir kalıttır denilebilir. Bu süreç Alparslan-Melikşah ile doruğa çıkmıştır. İlk ve en büyük işbirlikçi Alparslan'dır. Ol gerçek böyledir çünkü. Ol gerçek tarih de... Yoksul halka ve azınlıklara yapılanlar, halkta ve azınlıklarda kurtuluş çarelerini, yöntemlerini de oluşturmuştur. İşte bu gibi sosyal ve siyasal gelişmelerin, ortamların sonuçlarıdır Şeyh Bedrettinler ve eylemleri. İlk yenilgisinden ders çıkaran Bedrettin İznik'te boş durmamıştır. Adamlarını Batı Anadolu'ya yönlendirmiştir. Güvendiği ve inandığı adamları gittikleri yerlerde devrimci önderlerinin görüşlerini, amaçlarını yaymışlardır. Taraftar edinmişlerdir. Bu ilişki zorla kurulmamıştır. İstek ve karşılıklı güven bu ilişki ye dayanak olmuştur. Özellikle, aynı zamanda Bedrettin'in KETHUDASI olan Börklüce Mustafa Aydın-Karaburun'da, Torlak Kemal ise Manisa çevresinde yoksullar arasında iyi örgütlenmişlerdir.
( Ara başlıklara aldırmaksızın bu yazı bir bütün olarak da okunabilir, fakat yazının başında belirttiğim üç gerçek daha iyi anlaşılsın diye bir başka bölüme bir girizgâhla geçiş yapmak istiyorum. )
 2. BEDRETTİN'İN DÜŞÜNCESİNİ OLUŞTURAN KAYNAKLAR:
Bir kere ideolojiler, yaşama egemen olmak isteyen düşünceler dizgesidir. Bu yüzden ideolojik yapılanmaların temelini oluşturan düşünceler şu ya da bu kişilerce yoktan var edilmiş veya düşünüle düşünüle oluşturulmuş söylemler değildir. Onlar, yaşamın zihinlerdeki yan sımalarıdır o kadar. Ve ideolojiler birbirinden kopuk veya özerk bütünlükler değildir. Kesinlikle, bir ideoloji, diğerinin ebesidir, hazırlayıcısıdır. İşte, benzer biçimde Bedrettin'in de düşünce sistemi, ideolojisi bu bağlamda salt kendisine özgü değildir. Bir çeşit içselleştirme, bir çeşit yaşama egemen olan düşüncelerin ortamından kaynaklanan dizgedir. Eklenebilir ki özgünlüğü söz konusu edilmek istendiğinde, kendisi gibi Oratçağ' da örnekleri sıkça görülen sosyal halk ayaklanmalarının liderlerinden ve görüşlerinden bir sentez oluşturmayı başarmıştır. Benzer görüşlerden soğurulan Bedrettin felsefesi günümüzde de çok az değişikliğe uğrayarak savunulan insanca yaşamın doğrularındandır diyebiliriz. Çünkü o, bunu hak ediyor.
Bedrettin'in ideolojisini oluşturmasında yararlandığı veya esinlendiği, etkisinde kalarak ve kendine göre dönüştürdüğü sosyal kaynaklar şöyle özetlenebilir. Bu arada bir gerçeği dillendir mek istiyorum. Okuduğum kitapların içinde, en çok bu konuya önem veren RIZA ZELYUT olmuştur. ( Rıza Zelyut’un bugünkü düşüncesiyle Bedrettin’e uzaklığını bir kenarda tutacak olursak…)
Onun düşüncesini oluşturan kaynaklara geldikte:
1. Mısır'daki Şii-Fatimî düşüncesi, Karmetilerden gelen etkiler.
2. Horasan'daki Bektaşilik ve bunun Anadolu'da görülen biçiminden kaynaklanan düşünceler.
3. Hıristiyanlık, Museviliğin ahlaksal görüşlerinden kazandığı düşünceler ve deneyim ler.
4. Yunan felsefesi ve Batlamyus'un etkisi.
5. İslamiyet'in bağımsız yorumu.
3. ŞEYH' İN DÜŞÜNCESİNİ, EYLEMİNİ SOMUTLAYAN YAPITLARI VE YAŞAMI:
Bedrettin'in niteliklerinden biri de halkının daha iyi yaşaması uğruna verdiği savaşımdır. Çünkü, o böylesi bir ereğin ve isteğin savaşçısıdır. Doğrudur. Fakat aynı zamanda, o günkü toplumun “Rum gemiciyi ve Yahudi esnafı” kendisine kardeş ilan edebilmeyi de başaran bir insandır. Başka ulusları ezmeyi düşünmemiştir. Evrensel özgürlük bilincini taşıdığı için o günün koşullarındaki "Irkçılık"ların karşısında olabilmiştir. O, böylesi özgün ve o dönem için gerçekten de oldukça ileri düşünceleri yukarıdaki kaynaklardan oluşturmuştur. Yaptığı bir çeşit kolaj değildir.
Bu kaynaklar, bize onun çok okuyan, araştıran, kılı kırk yaran bir düşünürdür. Bu yüz den de çağdaşı, yaşıtı nice düşünürden ileride olduğunu kanıtlıyor. Ki onun bu alandaki yetkinliğini yeri geldiğinde düşmanları bile dile getirmekten geri durmamışlardır.
Bedrettin'in yapıtları, kendisinden sonra, önemini korumuştur. Özellikle hukuk alanın da yapıtlar vermiştir. “Kendi fetvasıyla kendisiyle astılar” sözü, onun bu alanda ne denli etkin ve yetkin olduğunun kanıtıdır.
Onun bilinen yapıtları şunlardır:
1. Maksud'a Ukuü'l Cevahir Şerhi
2. Letaif-ül işarat
3. Camü-ul Fusuleyn
4. Teshil
5. Nürü'l Kulüb Tefsiri
6. Varidat
Yapıtları sistematik olarak korunmamıştır. Her yazar, bir yapıtından söz etmiştir. 3. ve 4. sıradaki yapıtları hukukçuların vazgeçemedikleri yapıtlar olmuştur. Yeniden temize çekile çekile varlıkları korunmuştur. Bugün çok yaygın olan ve Bedrettin'in adıyla özdeşleşen yapıtı Varidat ise 17.yy'a dek yasaklanmış yapıtıdır. Bedrettin'in hukuksal ve siyasal görüşleri, TESHİL'in önsözünde belirir. Onun toplumsal görüşlerini bu yapıtından öğreniyoruz ne yazık ki. Hukuk görüşünü, ÖZGÜRLÜK-BAĞIMSIZLIK ve ADALET ilkelerine oturtmuştur. Yar gı alanında özgürlüğü çok önemsiyor: “Birtakım kadılar, kendilerinden önce gelmiş büyük yorumcuların yorumlarından dışarı çıkmıyorlar. Bu, bir bağımlılıktır. Çağa göre değişmiş olabilir onların yargıları,” saptaması bunun kanıtı. Bugünün yargı anlayışıyla kıyasladığımızda değişen bir şeyin olmadığını anlamak olasıdır.
Tasavvuf konusunu işleyen Varidat onun çağlara kalmasını sağlayan yapıtıdır. Burada da hukuk ve toplumsal alandaki görüşlerine yakın bir dinsel yorum söz konusudur. Yeni açıklamasını yapmaya çalışmıştır. İslâm’ı Aristo felsefesiyle açıklamıştır. Şeyh bu yapıtıyla diğerlerinden daha çok tutucu olduğu görüşü de onun üzerine araştırma yapan, kitap yazan araştırmacı / yazarların ortak görüşleri arasında yer alıyor. İslâm söylemleri dışında bir şey söylemeyen Bedrettin'in Varidat'ı bize bu konuda onun neler düşündüğünü belgeliyor. Burada ondan örnekler sunalım:
Bedrettin, her ne kadar ölen şeyh i Şeyh Hüseyin Ahlâti'nin yerine geçtiyse de, her fırsatta şeyhlikle ilgisi olmadığını, asıl amacının dünya düzeni ve adaleti olduğunu belirtmiştir. Ve şeyhliği reddetmiştir. Yeryüzünde "kutsal" sayılan bir şeyin bulunmadığını söylemiştir. O diyor ki: “Tanrı her şeydedir, her şey ondadır. Bu bakımdan herhangi bir varlık, “Ben Tanrı' yım” diyebilir. Çünkü Tanrı'nın özüyle yaratılanlar birdir, arada fark yoktur.” “Evren Tanrı'yla bir ve aynı olduğu için yaratılmış değildir, öncesiz ve sonrasızdır. Bundan dolayı da kıyamet kopmayacaktır.”
“İlahi irade yanlış yorumlanan bir kavramdır. Tanrı iradesi varlığın özünde “oluş gücüyle” sınırlıdır. Bir varlığın özünde de bulunmayanı Tanrı da isteyemez, istese de yaratamaz.”
“Varlık âlemi birdir. Dünya, ahiret iki ayrı varlık değildir. Ölümden sonra dirilme yok tur.”
“Tanrı her şeyin yeteneği neyse onu diler, başka bir şey dileyemez.”
“Meleklerin ve şeytanın birer varlığı yoktur. Çünkü melekler insanı iyiliğe yönelten güçlerdir, şeytan ise kötülüğe yönelten şeylerdir.” “Cennet, cehennem birer kavramdır. Her ikisi de insanın dünyadaki mutluluğu ve mutsuzluğu ile ilgilidir. Mutlu olan cennette, mutsuz olan ise cehennemdedir.”
“Dinler, mezhepler arasında hiçbir fark görmemek gerekir. Çünkü Kur'an'da geçen bü tün kavramlar, buyruklar, birer örnektir. Gerçek amaç insanlara, doğruyu, ayrı ayrı nitelikleriyle anlatmaktır.”
“Yaşam doğumla başlar, ölümle biter. Ruh, bedenden ayrı, bağımsız bir varlık değildir. Bedenle ruh da göçer gider. Ruhun özel bir hayatı yoktur.”
“Tasavvuf'un sonu iki yüzlülüktür, demişlerdir, çünkü tam bir tasavvufçu gözlerin görmediği, kulakların işitmediği bir takım gizli halleri anladığı hâlde bunların çoğunu söylemez. Herkesin aklına ve doğasına uygun olanları açıklar.”
“Bütün manevi varlıklar insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Bu yüzden gerçek o lan, yüceltilmesi gereken insandır.”
Bedrettin'in ön gördüğü "kardeşçe hayat"ın dayanakları ve görüşleri TESHİL adlı yapı tının önsözündedir. Bunları da şöyle özetlemek olasıdır.
Tanzimatçılar, Resmi Osmanlı ve günümüz burjuva tarihçileri ile konformist aydınlar (!), Bedrettin'i "devlet olanakları"yla padişah olmak istemekle suçlamışlardır. Bunu yalanla yan gerçeklerden biri de şu: "Tebriz'de, Timur'un önünde yapılan tartışmalarda bilgisinin derinliğini kanıtlayan Bedrettin'e, Timur; hem kızını hem de bir ülke emirliğini vermesi ve onun da bunları reddetmesidir.
Adaletli ve eşitlikçi bir devlet öngördüğünden, din farkını ortadan kaldırmak isteme sinden, mülkiyeti ortadan kaldırarak bütün mal ve mülkün halkın ortak malı olması gerektiğini yaymasından dolayı zamanında taraf bulmuştur Bedrettin. O, birbiriyle uzlaşır çelişkiler içinde bulunan yoksul yığınlar arasındaki çelişkileri çözümleyerek onların sömürülmesine son vermek için sömürücü yığınların baskı aracı olan Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının görev ve zorunluluk olduğunu yüksek sesle haykırmıştır. Ve o demiştir ki: “Yoksul halka, toprağın eşitçe paylaşıldığı bir toplum düzeni gerekmektedir. Çünkü Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Böylece, dünyanın toprağı ve bu toprağın tüm ürünleri, insanların ortak malıdır.” Yine “İnsanlar eşit olarak yaratılmışlardır. Biri mal toplayıp ötekinin aç kalması, Tanrının amacına aykırıdır.” diyen de odur.
“Ben, senin evinde, kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü, bütün bunlar hepimizin içindir ve hepimizindir.”
“Kıyan ve zorba bir yönetimin buyruklarına uymamak gerekir.”
“Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep zorbalığın ürünüdür. Bu zorbalığa boyun eğilmemelidir. İnsanca yaşamda köleliğe yer yoktur asla.”
“BÜTÜN DÜNYA MALLARI ORTAKLAŞA YARARLANMAK İÇİNDİR, YERYÜZÜNDE TABİİ SINIRLAR, SENİN BENİM DİYE GERÇEKTEN BÖLÜNMÜŞ TOP RAK PARÇALARI YOKTUR. ANCAK NİKÂHLI KADINLARI BU MAL ORTAKLIĞI NIN DIŞINDA TUTMAK GEREKİR.”
Göçebe Türkmenlerin, Hıristiyanların, Musevilerin ve Ermenilerin de aralarında bu lunduğu pek çok yandaş kazanan Bedrettin daha fazla İznik'te kalamaz. Gizlice oradan ayrılıp İsfendiyaroğulları Beyliğine sığınır. Bir süre burada barınır. Mehmet ÇELEBİ'nin dayatmaları ve tehditleri yüzünden bu beyliğe zarar vermemek ve zorda bırakmamak için Rumeli'ye geçer. Davasını Zağra, Silistre, Deliorman gibi merkezlerde sürdürür.
Mehmet ÇELEBi, Bayezid Paşa ile oğlu Murad komutasında büyük bir ordu gönderir. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa, yandaşlarıyla katledilir. Aman dilemedikleri için önce Börklüce katledilir. Daha önce, yakalandıktan sonra, bir tahtaya ellerinden, ayaklarından ve başından çivilenir. Sokak sokak gezdirilir. Müritleri gözlerinin önünde öldürülür. “Dede Sultan eriş!”ten başka söz dökülmez dudaklarından. Zincirlenip İstanbul'a getirilen yoksul emekçiler, Tuzla'da başları kesilirken, boğulurken, kısacası ölüme giderken çok sevdikleri liderlerinin gözlerinin önünde katledilişleri canlanır, o kadar.
Sonunda Bedrettin de Bayezid Paşa tarafından yakalanır. Serez'e getirilir. Bir bilginler kurulu önünde yargılanır. İlginçtir. Şeriat yasalarına göre suçlu bulunmaz. Ancak ört yoluyla suçlu bulunur. Kuruldan onun için bir fetva çıkmaz. Bu, egemen sınıf bilginlerini ne derece aştığını gösteren çarpıcı bir örnektir. Kısacası kimse fetva veremez. İbn-i Arabşah'ın yazdığından aktarıldığına göre, kendisi için idam fetvası verir. Mevlana Haydar Acemi de bunun üzerine “malı haram, kanı helaldir.” diyerek asılmasını istemiştir.
Bedrettin eylemi, toprağın özel mülkiyetini ortadan kaldırmaya dönük bir eylemdir. Tarihsel değeri de, önemi de budur.
Kimine göre din bilgini, kimine göre bir isyankâr, kimine göre toplumsal bir ayaklanmanın lideri, kimine göre ise “kardeşçe hayat”ın savunucusu ve düşünürü olan 1358'de Serez'de doğup ( bugünkü Edirne ile Ortaköy arasında bir yer. ) 1417 ya da 1420'de asılan Şeyh Bedrettin gerçek anlamda kişiliği, görüşleri ve yapıtlarıyla günışığına çıkarılmayı bekliyor görüşündeyim. Onun inancına ve görüşlerine uygun bir çalışmanın ivedilikle başlaması gere kiyor diyorum.

Kaynakça:
1. Azap Ortakları / Erol TOY
2. Ben de Halimce Bedrettin'im / Radi Fiş
3. Varidat / Vecihi TİMUROĞLU
4. Halk Şiirinde Gerçekçilik / Rıza ZELYUT
5. Şeyh Bedrettin Destanı / Nâzım HİKMET

Thursday, January 2, 2014

Suriye’deki vekalet savaşının 2013 bilançosu



Suriye’deki vekalet savaşının 2013 bilançosu
Suriye’de 18 Mart 2011’de başlayan ve hala devam eden çatışmalarda ölü sayısı, 130 bini aştı.


YDH- Suriye İnsan Hakları Örgütü Mirsad’ın 2013 yıl sonu raporuna göre Suriye’de şimdiye kadar ölenlerin sayısı 130 bin 433’e yükseldi.
Muhalif insan hakları örgütü Mirsad’ın raporuna göre ölenlerin yarısı sivil.
Ölen 66 bin 203 sivilin 7 bin 14’ü çocuk, 4 bin 695’i 18 yaş üstü bayan ve 19 bin 937’si ise sivilken silahlanan ve muhalif silahlı gruplara katılan Suriyelilerden oluşuyor.
Kimliği meçhul olan ölü sayısının 2 bin 794 olduğu ifade edilen raporda Suriye ordusundan ayrılarak muhalif saflarda savaşırken yaşamını yitiren Suriye askerlerinin sayısının 2 bin 233 olduğu belirtildi.
Suriye’deki cihatçı gruplarda savaşan ve Suriyeli olmayan cihatçılardan ölenlerin sayısı ise 6 bin 913.
Çatışmalar sırasında en fazla kaybı veren ise Suriye ordusu oldu. Suriye ordusu, şu ana kadar çatışmalarda 32 bin 13 kayıp verdi.
Suriye ordusuna terörle mücadelede destek veren Halk Savunma Komiteleri’ne mensup Suriyelilerden ölenlerin sayısının ise 19 bin 729’a yükseldiği bildirildi.
2013 yılının mayıs ayında, Kusayr’daki çatışmalara müdahil olarak aktif olarak Suriye’deki savaşın içerisinde yer alan Hizbullah’ın ise 262 mensubu öldü.
Suriyeli olmayan ama Suriye yönetimi safında savaşan Şii savaşçılardan ölenlerin sayısı da 286’ya yükseldi.