Son dönemlerde özellikle de Avrupa’da yeniden yükselişe
geçen ırkçılık tarihsel bağlamda hep karıştırıldığı milliyetçilikten de önce en
azından pratikte mevcuttu. Öyle ki milliyetçilik akımı Fransız Devrimi’nin bir
sonucuyken ırkçılıkla ilişkilendirebileceğimiz olaylar Eski Yunan’da, Ortaçağ
Avrupası’nda hatta daha sonraları bile yaşanmaktaydı. 1600 yılında Shakespeare
tarafından kaleme alınmış olan ‘Venedik Taciri’ndeki Yahudi tüccar Shylock
tiplemesi iki yüz yıl sonra tam anlamıyla kavramsallaşacak olan ırkçılığın bir
hâli olarak nitelendirilebilir.
19. yüzyılda Sanayi Devrimi neticesinde artan hammadde ihtiyacıyla
birlikte Avrupalı devletler Afrika, Amerika, Asya ve Okyanusya’yı
sömürgeleştirme mücadelesine giriştiler. Bunu yaparken de kendilerine çeşitli
argümanlar bulmuşlardı. Sömürgeleştirmenin ait oldukları ‘üstün ırk’ yönetme
hakkının bir sonucu olduğunu düşünen sadece devleti yönetenler değildi.
Düşünürler, din ve bilim adamları da bu sonucun bir tür ‘doğal durum’ olduğu
kanısındaydılar. Örneğin 17. Yüzyılda İngiltere’de yaşamış ve siyasal
liberalizmin kurucusu kabul
edilen John Locke’un şu sözleri dikkat çekicidir[1]; ‘kişi insandan ziyade bir
hayvan gibi davrandığı için yaşama hakkını kaybedip kendini köle olmaya uygun
bir duruma getiriyordur’ (BERNASCONI, 2007; 14).
Yukarıdaki görüş elbette sadece Locke ile sınırlı kalan bir
düşünce değildir. Kant, Hegel, Leibniz gibi düşünürler kaleme aldıkları
eserlerinde benzer fikirleri savunmuşlardır[2]. Yazının ilerleyen kısmında ırk
kavramı, gelişimi, 20. yüzyılda yol açtığı sonuçlar ve günümüzde uluslararası
ilişkilerde bir güncel sorun olarak Avrupa’da yükselişi ve yabancı düşmanlığı
ele alınmaya çalışılacaktır.
IRKÇILIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
Genel bir tanım yapacak olursak ırk; Kalıtımsal olarak ortak
fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu[3] şeklinde
tanımlanabilir. Irkçılık ise; İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik,
ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu iddia eden düşüncedir.
UNESCO’nun 1967’de Paris’te düzenlediği ‘Irkçılığın Tanımlanması
Konferansı’ndan çıkan sonuca göre ırkçılık; işgalleri, köleliği ve
sömürgeciliği haklı çıkartmak adına ortaya atılmış bir kuramdır.
Kavramsal düzeyde Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkmış
olan ırkçılık Afrikalı köle ticareti, Yahudi ve Çingene düşmanlığı şeklinde
yüzyıllardır Avrupa topraklarında var olmuştur. Irkçılık üzerine
araştırmaları ile bilinen Imanuel Geiss ırk kavramının 13. Yüzyıl Roma diline
kadar geri götürülebileceğini vurguluyor. İspanyolcada ‘raza’, Portekizcede
‘raca’, İtalyancada ‘raza’. 16. yüzyılda Fransızcadan İngilizceye bir değişikliğe
uğramadan ‘race’ geçen kavram, daha sonra Almancaya da aynı şekilde girer. Kant
da kavramı bu haliyle kullanır (ÖZBEK, 2012; 14)
Venedik Taciri örneğinde de görülebileceği gibi erken
dönemlere dayanan ayrımcılık, kendinden olmayanları aşağı görme veya cezalandırma
durumu getto kavramı ile de örneklendirilebilir. Özellikle Ortaçağ’da ticaretin
yoğun olduğu şehirlerde yabancıların ikâmet etmek zorunda bırakıldığı ama en
çok da Yahudilerin yaşadığı bu periferik bölgeler 20. yüzyıl Nazi Almanyası’nda
yeniden karşımıza çıkmaktadır. En gelişmiş örneği Ortaçağ’ın ticaret
merkezlerinden olan Venedik’te rastlanan gettonun dışına çıkmaları daha önceden
belirlenmiş şartlara bağlı olan Yahudilerin maruz kaldıkları tek ayrımcılık ve
aşağılanma bu değildi. Yüzyıllardır Avrupa topraklarında yaşamalarına rağmen
yabancı ve öteki olarak kabul
edilen Yahudilerin toprak sahibi olmalarına ve yönetim kademelerinde
yükselmelerine müsaade edilmemekteydi. Şüphesiz bunda Hıristiyanlık inancında
Yahudilerin, ‘Hz. İsa’nın Katili’ olarak görülmelerinin de payı çok büyüktür.
Aydınlanma ile birlikte bu Hıristiyanlık temelli ayrımcılık
ve düşmanlığın dönüşümü başlamıştır. 18. yüzyılda yaşamış olan İsveçli
doğabilimci Carl Linnaeus insanları deri rengine göre dörde sınıflandırır.
Ancak Linneaus’un sınıflandırmasının bilimselliği uzun yıllar tartışılmış ve en
nihayetinde de bilimsel açıdan sağlam bir dayanağı olmadığı sonucuna
varılmıştır[4]. Linnaeus’un bu çalışmasından yıllar sonra bu kez de Fransız
düşünür Arthur de Gobineau yazdığı ‘İnsan Irkının Farklılığı Üzerine Denemeler’
isimli kitabında ırk kavramını biraz daha geliştirdi. Aslında antisemitist
olmayan Gobineau’nun görüşleri ileride Naziler tarafından yeniden yorumlanıp
ırk politikaları çerçevesinde kullanılacaktı. Gobineau’nun düşüncelerine
incelediğimizde bir ırklar sınıflandırması oluşturduğu görürüz[5]. Bu
sınıflandırmaya göre tablonun en üstünde ‘beyaz ırk’ yani Avrupalılar yer
almaktadır. Aryan ırka mensup olan Avrupalılar; gelişmişliğin, saflığın
sembolüydü. Üstün beyaz ırkın ardından Moğol (sarı ırk) ve en aşağı seviyede
olan (siyah ırk) gelmekteydi.[6]
O dönemde hız kazanan sömürgecilik yarışında bu tip ayrımlar
genel kabul
görmüştü. Özellikle de Sosyal Darwinizm[7] ile birlikte girişilen bu
sömürgecilik yarışı bir nevi meşruiyet kazanmış oluyordu. Buna göre dünyanın
geri kalanını yönetmek Avrupalıların doğal hakkıydı.
Ancak Herbert Spencer ve Arthur de Gobineau’nun da dikkat
çektiği bir nokta vardı o da bu üstün ırkın saflığını korumasının
gerekliliğiydi. Öyle ki girişilen bu sömürgecilik mücadelesinde ‘üstün ırk’ın
saflığı korunmalı yerli ırklarla evlenip karışılmamalıydı. Zira öncelik bu
ırkları ‘medenileştirme yolunda yönetmekteydi’. Ancak bu işgaller
sömürgeleştirme ve yönetme ile sınırlı kalmayıp ırklar skalasının en alt katmanını
oluşturan Afrikalıların köleleştirilmesi ile devam etti. Bunun yanı sıra
gidilen yeni coğrafyalarda Avrupa kültürünün bir parçası olan Hıristiyanlık da
misyonerler aracılığıyla yayılmış oldu.
Albert Memmi, ‘Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi’
isimli kitabında girişilen bu sömürgeci ırkçılık üç belli başlı ideolojik
bileşenden oluştuğunu savunmaktaydı. Bu bileşenler;
Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki farkları keşfetmek
ve ortaya koymak.
Bu farkların kolonyalist yararına ve sömürge halkı aleyhine
değerlendirilmesi.
Varsayılan bu farklılıkların kesin olduğunu ileri sürerek ve
kesin olması için hareket ederek, bunları mutlaklaştırmak. (MEMMI, 2002; 83)
Netice itibariyle 20. yüzyılın ortalarına kadar süren bu
sömürgecilik döneminin sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde ırk ayrımı ve
kölelik, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ise apartheid gibi sonuçlar ortaya
çıkmıştır.
19. yüzyıldan itibaren sömürgecilikle kendine yeni bir
hüviyet kazanan ırkçılığın Sosyal Darwinizm dışında Öjenik (Eugenic) ile de
kendini kurumsallaştırdığını görürüz. Kökeni Antik Yunan’daki şehir
devletlerinden biri olan Sparta’ya dayanan Öjeni daha sonraları Nazi
Almanyası’nda da kendine uygulanma alanı bulacaktı.
Temel olarak ‘saf ırkın’ arınması anlamına gelen Öjenik
kavramı, bu uğurda toplumda yer alan sakat bireylerin ‘ayıklanması’ fikrini
savunuyordu. Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sağır, âmâ
ve zekâ özürlü bireylerin kısırlaştırılması, toplumdan uzak kamplarda
tutulmaları uygulanan Öjenik politikalardan birkaçıydı. 20. yüzyılda dahi
uygulanan bu politikalar tahmin edileceği üzere en çok da Adolf Hitler ve
Benito Mussolini’nin ilgisini çekmiştir. Aryan Irk’ın ıslahını sağlamanın bir
aracı olan bu politikalar her iki lider tarafından desteklemiştir. Ancak bu iki
liderin politikalarına daha sonra değinilecektir.
IRKÇILIĞIN EKONOMİK KÖKENLERİ
Elbette ırkçılığın toplumsal ve tarihsel köklerinin yanı
sıra ekonomik kökenleri de mevcuttu. Bu uzun süreçte ırkçılığa maruz kalan veya
sömürülen yerli halkların ya da azınlıkların dikkat çekici bir şekilde toplum
ekonomik statü açısında hep en alt katmanında yer aldıklarını görürüz. Bu
konuda özellikle Marksist teorisyenler ırkçılığın kapitalizmin dünya ölçeğinde
üretim tarzı olmasıyla ortaya çıktığını vurgularlar. Irkçılığın ortaya çıkışı,
17. ve 18. Yüzyıllarda köle emeğinin kullanılma sürecine bağlıdır. Özellikle bu
dönemde sömürgelerdeki plantajlarda önemli bir işçi yoğunluğu yaşanıyor.
Irkçılık da plantaj aristokrasisi denebilecek bir sınıfın ideolojisi olarak
şekillenmeye başlıyor. Yenidünya’da sistemli kölecilikle, ırkçılık bu açıdan
yan yana gidiyor[8] (ÖZBEK, 2012; 58).
‘Üstün beyaz ırk’ın doğal bir hakkı olan yönetmek haliyle
Avrupa’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin zenginleşmesine ve halk nezdinde
belirgin bir ekonomik refahın oluşmasını sağladı. Bu durum Batı ile diğerleri
arasındaki farkın git gide daha da artmasına yol açtı. Oysaki Sosyal
Darwinizm’in de hep savunduğu argümana göre diğerlerini yönetme durumu,
yönetilen bu unsurların ‘medenileşmesi’ amacıyla yapılmaktaydı.
Pratiğe baktığımızdaysa özellikle Afrika topraklarından
alınan insanların İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz ve
Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelere götürülüp köleleştirildiğini görürüz.
Üstelik bu insanlar hâkim olan ırkçı görüş çerçevesinde toplumsal haklardan
mahrum, herhangi bir güvenceye sahip olmadan geldikleri topraklara ait olan tüm
bağları kopartılarak uzun yıllar vatandaş statüsü dahi elde edemeden yaşamak
zorunda bırakılmışlardır. Bu konuda Güney Afrika Cumhuriyeti de özel bir yere
sahiptir. Asli unsur olan zencilerin[9] ülkeye sömürme amacıyla gelen Avrupalı
yönetici zümre tarafından baskı altında tutulduğu bir zamanlar kendilerine ait
topraklarda işçi köle statüsünde herhangi bir hakka sahip olmadan
çalıştırılmaktadır.
Sanayileşme ile birlikte artan işçi ihtiyacını neredeyse
sıfır maliyetle karşılamanın bir yolu hâline gelen köle çalıştırmak iş
piyasasındaki dengelerin zamanla bozulmasına yol açmıştır. Herhangi bir ücret
veya sosyal güvence olmaksızın zorla çalıştırılan köleler karşısında Amerikalı,
Fransız, İngiliz işçiler iş bulamaz hale gelmiştirler. Bu da 20. yüzyıla
gelindiğinde iyice belirginleşip ırkçılığın ‘yabancı düşmanlığı’ şekline
dönüşmesine yol açacaktır. Kölelik sona ermiş olsa da benzer düşmanlıkların ve
ayrımcılığın bu kez de göçmenler üzerinden gerçekleştirildiğini görmekteyiz.
20. YÜZYILDA IRKÇILIK
Tarihin gördüğü en büyük iki kitlesel savaşın yaşandığı 20.
yüzyılı tarihçi Eric Hobsbawm ‘Aşırılıklar Çağı’ olarak tanımlar. 28 Temmuz
1915’te Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilân etmesi ile 14 Ağustos 1945’te
Japonya’nın ilk nükleer bombanın patlamasından dört gün sonra kayıtsız şartsız
teslim olması arasında geçen otuz bir yıllık dünya çatışması sırasında, her ne
kadar bazı kritik anlar olduysa da insanlık sona ermedi (HOBSBAWM, 2012, 26)
Hobsbawm’ın dediği gibi insanlık sona ermedi ama çok büyük
yıkımlar yaşadı. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı konumuz dışında kalsa da
yarattığı sonuçlar itibariyle İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri arasında yer
alması bakımından önemlidir.
Hiç kuşkusuz Nazizm ve Faşizm’in yükselişinde Birinci Dünya
Savaşı sonrasında imzalan Versailles Anlaşması’nın yarattığı sonuçların payı
büyüktür[10]. Anlaşma gereğince Almanların kontrolündeki Alsace
– Lorraine
bölgesi Fransız yönetimine bırakılacaktı[11]. Birinci Dünya Savaşı’ndaki
mağlubiyet sonrası yıkılan Alman İmparatorluğu’nun yerine kurulan Weimar
Cumhuriyeti büyük zorluklarla karşı karşıyaydı. En önemli gelir kaynaklarını
kaybeden ordusu lağvedilen Almanya’da bu durum halk nezdinde büyük tepki
topladı[12]. Dünya ekonomisinin 1929’da yaşadığı ‘Büyük Buhran’dan çok daha
önce iktisadi krizler yaşayan Almanya enflasyon artışının bir türlü
önleyemiyordu[13]. İşsizlik had safhadaydı[14] Bu koşullar altında ülkede
radikal oluşumlar dikkat çekmeye ve ön plana çıkmaya başladı. Özellikle Alman
ulusunun hakarete uğrayıp ezildiğini düşünenlerin çokluğu aşırı sağın
güçlenmesine uygun zemin yaratmaktaydı. Nitekim de öyle olmuştu.
Avusturya doğumlu olan ve başarısızlıkla sonuçlanan bir
ressamlık kariyeri sonrası savaşta aldığı başarı madalyası ile birlikte Münih’e
gelen Adolf Hitler başlarda istihbaratın bir muhbiri olarak aşırı
fraksiyonların toplantılarına katılıp raporlar yazmaya başlamıştı. Zamanla
Münih’teki bira salonlarındaki bu söyleşilerde söz de almaya başlayan Hitler
gün geçtikçe daha büyük kitlelere hitap etmeye başlamıştı. Nihai ismi
Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterparei[15] olan NSDAP’nin 1921’de başına
geçen Hitler, parti programında belirgin değişikliklere gitti. Nazizm adını
alan görüşler her ne kadar başlarda sokak aralarında destek bulsa da seçimlerde
beklediği başarıyı gösteremedi[16]. Aynı dönemde General Ludendorff ile
birlikte bir darbe teşebbüsünde bulunulsa da beklenen desteğin gelmemesi sonucu
girişim başarısızlıkla sonuçlandı ve Hitler kısa bir süre hapis cezası aldı.
Ancak bu süre zarfında parti, saldırı birlikleri (SA) ve güvenlik birimleri
(SS) gibi yapılanmalarıyla güçlü bir organizasyon oluşturarak güç toplamaya
başladı.
NSDAP bu dönemde halk nezdinde bilinirliğini artırmak ve
görüşlerini anlatmak için Volkisher Beobachter isimli bir gazete yayınlamaya
başladı. Gazetede genelde Versailles Anlaşması, ekonomik kriz, işsizlik ve
partinin kurtuluş reçeteleri yer almaktaydı. Bu çerçevede Hitler hayatını ve
doktrinlerini anlattığı ‘Mein Kampf’ (Kavgam) isimli kitabı kaleme aldı. Kitapta
aynı dönemde bir benzeri de İtalya’da ortaya çıkan Nazizm’in[17] temel ilkeleri
de yer almaktaydı. Siyaset skalasının aşırı sağ ucunda yer alan partinin
görüşleri 1929’da ülkeyi etkisi altına alan kriz ile birlikte toplumun
genelinde ilgi görmeye başladı. Özellikle bu dönemde artan işsiz sayısı
partinin aldığı oy oranı ile doğru orantılıydı.
31 Temmuz 1932’de yapılan seçimlerde NSDAP geçerli oyların
%37.4’ünü elde etti[18]. Başbakanlık koltuğuna oturan Adolf Hitler,
Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 2 Ağustos 1934 vefat etmesi üzerine
cumhurbaşkanlığı görevini de üstlendi. Böylece Almanya’da Hitler
diktatoryası[19] başlamış oldu. Daha öncesinde Katolik Klisesi[20] ile anlaşıp
Milletler Cemiyeti’nden ayrılma kararı alan Hitler’in bu dönemdeki ikinci ses
getiren ve gelecekte yaşanacaklara dair ipucu veren uygulaması Reichtag Yangını
sonrası Komünist Partisi’ni kapattırması oldu. Böylece muhalefetin parlamento
ayağı susturulmuş oldu.
Öte yandan yine 1933’te Dachau’da ilk toplama kampı açıldı.
Açılma nedeni olarak siyasi suçluları barındırılması olarak beyan edilse de
kampa getirilenlerin çoğunun Yahudi olması bir tesadüf değildi.
Hitler gençlik yıllarını yaşadığı Viyana’da antisemitist
fikirlere ilgi duymaya başlamıştı. Wilhelm Marr’ın eserlerini okuyan ve
bunlardan oldukça etkilenen Hitler bu sayede antisemitizmin kavramsallaşmış
haliyle tanışmış oldu. Sonraki dönemlerde Alman besteci Wagner’in Parsifal[21]
isimli operasıyla tanışan Hitler, üstün Alman Irkı kavramından etkilendi.
Şüphesiz Hitler’in ırkçı ve antisemitist fikirlerinin oluşmasındaki tek etken
bu sanat yapıtı değildi. Olayın toplumsal temeli çok daha derine dayanmaktaydı.
Yüzyıllardır Avrupa’da değişik şekillerde varlık gösteren antisemitizm’in
Marr’ın kavramsallaştırması ve bundan etkilenen Hitler’in bunu tatbik edecek
güce erişmesiyle birlikte tarihin gördüğü en büyük ve sistematik soykırımına
dönüştü. 1933’te Dachau Toplama Kampı’nın açılması ile başlayan süreç 10 Kasım
1938 gecesi Kristallnacht[22] olarak adlandırılan pogrom sonrasında
terminolojide geçen şekliyle Holocaust boyutuna ulaştı. Bu süreci hızlandıran
etkenlerden biri de 15 Eylül 1935’te kabul
edilen Nürnberg Yasaları[23] olmuştur.
İbranice Ha-shoa (Felaket) olarak adlandırılan Holocaust
1945 yılında Almanların teslim olmalarına kadar devam etmiştir. Dachau ve Auschwitz gibi
toplama kamplarında altı milyona yakın Yahudi’nin yanı sıra, Çingeneler,
eşcinseller, muhalifler, komünistler öldürülmüştür. Sistematik bir biçimde
gerçekleşen bu katliamların yanı sıra Nazi Öjenizmi ile birlikte Alman olmalarına
rağmen ‘Ari Irkın Saflaştırılması’ çerçevesinde özürlüler de bu kamplarda
öldürülmüşlerdir.
Savaşın hemen ardından Ekim 1945’te Nürnberg’de kurulan
savaş ve insanlık suçları mahkemesinde sağ yakalanan Nazi Almanyası Dönemi
yöneticilerinin çoğu idam cezasına mahkûm edilirken bir kısmı da ömür boyu
hapis cezası aldı. Berlin’in düşmesinden hemen önce intihar eden bu olayların baş sorumlusu Adolf Hitler
ise yargılamadan kurtulmuş oldu. Bin yıllık Reich’ı ilân eden Hitler sonrası dönemde Almanya ikiye ayrıldı
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile gerçekleşen birleşmeye kadar Federal
Almanya ve Demokratik Almanya olarak ikiye ayrılan ülkede derin ekonomik ve
kültürel farklılıklar oluştu.
Seçimlerle iktidara gelen, halkın büyük desteğini alan
Hitler güttüğü ırkçı politikalar sonucu hem kendi ülkesinin hem de Avrupa’nın
neredeyse tamamının harabeye dönmesine neden oldu. Elde edilen bulgulara göre
savaşta 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Irkçılığın ulaştığı
boyutlar neticesinde dünyada buna karşı refleksler oluşmaya başladı. Savaş
sonrası Avrupa’nın belli başlı ülkeleri kolonyal ve ırkçı geçmişleri ile bir
şekilde hesaplaşma yoluna gitti. Britanya ve Fransa uzun yıllardır kontrol
ettikleri sömürgelerinden yavaş yavaş çekilmek zorunda kaldılar.
Özellikle savaşın ve yakımın baş sorumluları olan Almanya ve
İtalya’da uzun yıllar boyunca aşırı sağ oluşumlar hem yasal hem de halk
nezdinde engellendi. Faşist eğilimli partiler kurulsa da kısa sürede kapatıldı.
GÜNÜMÜZ AVRUPASI’NDA IRKÇILIK
Tarihin gördüğü en büyük yıkımlarından birine sahne olan
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’dan Fransa’ya kadar geniş bir dünya
coğrafyası kalkınmaya yöneldi. Özellikle Avrupa hem kendi öz kaynakları hem de
Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen Marshall
yardımları ile bir kalkınma hamlesi başlattı[24].
Harabeye dönen şehirlerin yeniden imarı için gereken insan
gücünün karşılanması noktasında çeşitli sorunların baş göstermesi üzerine başta
Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesi misafir işçilere kapılarını açtı[25].
Özellikle ulus devletleşme ve sömürgelere sahip olma yarışında geride kalan
Almanya’nın tek çaresi kapılarını bu işçilere açmak oldu.
Bu dönemlerde özellikle inşaat sektörü ve fabrikalarda
istihdam edilen bu yabancı işçilerin geldikleri ülkelerde kalıcı olmaya
başlamaları ile birlikte bir entegrasyon sorunu ortaya çıktı. Entegrasyon
konusunda yaşanan sorunlar özellikle 90’lı yıllarda uyanışa geçen ve aşırı sağ
uçlarda toplanmaya başlayan ırkçıların kendilerine yeni bir hedef seçmelerine
neden oldu. Bu noktada iki ayrım yapmak gerekmektedir. Birincisi doğrudan
fiziki saldırı şeklinde sonuçlanan ırkçı şiddet[26]; ikincisi de sırf göçmen
olmaları sebebiyle kişileri işe almama, ona ait iş yerinden alışveriş yapmama,
okulda dışlama gibi daha düşük yoğunluklu ırkçı yaklaşımlar. Nüfusa
oranlandığında Avrupa’nın en yoğun göçmen topluluklarına sahip olan Fransa,
Almanya, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsveç ve Danimarka
gibi ülkelerde bu dönemlerde değişik isimler altında ırkçı eğilimli gruplar
partileşme süreçlerine girdiler[27]. Irkçı şiddetin hedeflediği etnik gruplar
da ülkeden ülkeye farklılıklar gösteriyor. Bazı ülkelerde eski sömürgelerden
gelen azınlıklar hedefleniyor. Fransa’daki Cezayirli asıllılar, İngiltere’deki
Asya ve Karayip kökenliler ırkçı saldırıların ana hedefi oluyorlar. Kimi
ülkelerde göçmenler ve aileleri, Almanya’da Türkler, Belçika’da Türk ve
Faslılar hedefteki unsurlardır (TAŞ, 1999, 91).
Bu saldırılar karşısında aşırı sağcı partilerin takındıkları
tutum mevcut gerilimi azaltmaya yönelik olmayıp tam tersi saldırganları savunma
eğilimindedir. Örneğin Şubat 1995 yılında Fransa’da, Kamerun asıllı İbrahim Ali
isimli bir Fransız vatandaşının öldürülmesi ülke gündemini meşgul ederken
Ulusal Cephe lideri Le Pen olaya farklı bir açıdan yaklaşır. Le Pen, bu ırkçı
saldırıların Fransa’nın fazla mülteci bulundurmasından kaynaklandığını savundu.
Bu algıyı aşırı sağcı liderlerin tamamında görmemiz mümkündür. Bir kıyaslama
yapacak olursak günümüzün ırkçı liderlerinin Hitler’in söylemlerine yakınlık
arz ettiğini görürüz. Ekonomik ve güvenlik odaklı argümanlar yabancı düşmanlığı
(xenophobia), islamophobia[28] gibi günümüzün ırkçı sorunlarının altında yatan
nedenlerdir.
IRKÇI SALDIRILARIN NEDENLERİ
İkinci Dünya Savaşsı sonrası Avrupa’da kesintiye uğrayan
ırkçı eğilimler 90’lı yıllardan itibaren artış göstermeye başladı. 1930’lardaki
antisemitist yapısının dışına da çıkan günümüz ırkçı eğilimleri özetle ‘o
ülkeden olmayan’ ama genelde de ‘Avrupa kültürü’ dışındakileri tehdit
etmektedir[29]. Irkçı saldırıların artma nedenlerini üç ana başlık altına
toplayabiliriz. Göçmenlerin niceliksel artışları, yaşanan ekonomik kriz,
ülkelerin ulusal kimlik (TAŞ, 1999; 93 – 4).
1. Göçmenlerin Niceliksel Artışları
Günümüz Avrupası’nda ırkçı eğilimler ve saldırıların gözle
görülür biçimde artışının altında yatan nedenlerden biri bu ülkelerdeki
göçmenlerin sayısındaki artıştır. Bu göçmen gruplar içinde akademisyenden,
taksi şoförüne, parlamenterden inşaat işçisine veyahut devlet yardımı ile
geçinen mültecilere kadar çok geniş bir yelpazede insanlar yer almakta. Avrupa
nüfusunun yaşlanan bir grafikte seyretmesi bu sonucu kaçınılmaz kılıyor. Bu
konuda yaygın görüş göçmenlerin kalkınma açısından önemli olduğu ama sayılarının
kontrol altında tutulması gerektiğidir.
Avrupa’da en yoğun göçmen nüfusa sahip ülke olan Almanya
ırkçı saldırıların da en fazla yaşandığı yer konumunda. Aşırı sağ parti üyeleri
ya da neo-nazi[30] sempatizanları olarak tanımayabileceğimiz bu kişiler 19993
yılında Almanya’nın Solingen
şehrinde bir Türk ailesinin evini ateşe verdiler. Olayda aynı aileden beş kişi
yaşamını yitirdi.
30 Nisan 1994 tarihinde Köln’ün Nippes semtindeki bir
okulda, Türk çocuklar için özel derslerin yapıldığı sınıf tahrip edilmiş,
Türkçe kitap ve bayraklar yırtılmış, Atatürk resimleri parçalanmış, ders
malzemeleri tahrip edilmiş ve duvarlara gamalı haç işaretleri çizilmiştir. 9
Haziran 2004 tarihinde, Nasyonal Sosyalist Yeraltı adlı neo-Nazi örgütünce
Köln’ün Mülheim semtindeki Türk kökenli esnafların ağırlıklı olarak bulunduğu
Keup caddesinde bombalı saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırıda biri ağır olmak
üzere 22 kişi yaralanmıştır. 20 Mart 2008 tarihinde Diyanet İşleri Türk İslam
Birliği Idstein Camiinin duvarına neo-Nazi simgeleri çizilmiş ve ırkçı
sloganlar yazılmıştır. 2010 yılında Berlin’in en büyük camisi olan Şehitlik
Camiine yönelik dört kundaklama girişimi yapılmıştır. Caminin bir bölümünde
maddi hasar meydana gelmiştir (TBMM İHİK, 2012; 31).
|
2001
|
2001
|
2002
|
2003
|
2004
|
2005
|
2006
|
2007
|
2008
|
2009
|
Avusturya
|
291
|
301
|
261
|
264
|
189
|
188
|
204
|
280
|
333
|
356
|
Almanya
|
–
|
10054
|
10902
|
10792
|
12051
|
15361
|
17597
|
17176
|
19894
|
18750
|
Fransa
|
207
|
198
|
173
|
148
|
461
|
419
|
301
|
247
|
129
|
181
|
İsveç
|
566
|
392
|
324
|
448
|
306
|
283
|
272
|
387
|
667
|
538
|
Yukarıda yer alan tabloda[31] 2000 – 2009 yılları arasında
Avrupa’nın en fazla göçmene sahil dört ülkede ırkçı motifli saldırıların
yıllara göre sayısı yer almakta. Görüldüğü üzere Almanya’daki saldırılar
karşılaştırma yapılan diğer ülkelere oranla bir hayli fazla. Yine bu dönemde
artık Avrupa beslenme kültürüne de yerleşmiş olan döner satan lokantalara da
söz konusu.
2. Ekonomik Krizler
NSDAP’ın Almanya’daki kriz ortamından doğup oylarını
büyüttüğünü hatırlayacak olursak benzer bir durumun o boyutlara ulaşmasa da
90’lar sonrasında da yaşandığını söyleyebiliriz. Ancak ırkçılığın kriz sonrası
dönemlere denk gelen artış trendi, bu düşüncenin kökleşmiş olduğu yerlerde
görülmekteydi. Örneğin Danimarka’da yaşanan ekonomik durgunluğun müsebbibi
olarak göçmenler gösterilmezken Almanya’da bu tarz bir korelâsyonun kurulmuştu.
Almanya’da yapılan kamuoyu araştırmalarında özellikle genç nüfus arasında
işsizliğin ve krizin nedeni olarak göçmenler görülmektedir.
3. Irkçı Şiddet ve Ulusal Kimlik
Burada karşımıza özellikle Almanya ve Avusturya’daki bir
anlamda kökleşmiş olan ırkçı düşünce çıkıyor. Kullanılan başlık itibariyle bir
genelleme içeriyor gibi gözükse de tarih ve güncel istatistikler bu yargıyı
doğrular nitelikte. Modern anlamda kavramsallaşmış ırkçı düşüncelerin ortaya
çıktığı bu coğrafya haliyle günümüzde de bu fikriyatın taraftar bulmasına neden
oluyor. Yine de primitif manada Avrupa’nın geneli için benzer şeyleri de
söylememiz mümkün. Ortaçağ boyunca Avrupa’nın genelinde Yahudilerin ve
Çingenelerin yaşadığı zorluklar, günümüzde pek dile getirilmese de İspanya’da
Endülüs Araplarının tıpkı Yahudiler gibi maruz kaldıkları şiddet daha sonraları
bu coğrafyalarda girişilecek olan homojenleştirme ve uluslaştırma
politikalarının ve onun doğal sonucu olan ırkçı yaklaşımların doğmasına neden
oldu.
AVRUPA’DAKİ AŞIRI SAĞCI PARTİLER
Ülke
|
Parti
|
Son seçimde aldığı oy oranu
|
İsviçre
|
İsviçre Halk Partisi
|
%29
|
Norveç
|
İlerici Parti
|
%29
|
Finlandiya
|
Gerçek Finlandiyalılar Partisi
|
%19
|
Fransa
|
Ulusal Cephe
|
%18
|
Avusturya
|
Avusturya Özgürlük Partisi
|
%17,5
|
Macaristan
|
Jobbik, Daha İyi Bir Macaristan Hareketi
|
%17
|
Hollanda
|
Özgürlükler Partisi
|
%15
|
Danimarka
|
Danimarka Halk Partisi
|
%12,3
|
Yunanistan
|
Altın Şafak
|
%7
|
Yukarıdaki tabloda[32] 2012 yılında Avrupa genelinde yapılan
yerel, genel veyahut cumhurbaşkanlığı[33] seçimlerinde aşırı sağcı partilerin
aldığı oy oranları görülmektedir.
Avusturya Özgürlük Partisi
1999 seçimlerinde %27 oy alarak zirveye çıkan parti, 2008
seçimlerinde bir önceki seçime göre oy oranını artırarak %17,5 oy almıştır.
Üçüncü parti konumundaki AÖP son yapılan kamuoyu yoklamalarında ise ülkedeki
birinci parti olarak görülmektedir. Neo-Nazi söylemleriyle bilinen bir parti
olan AÖP, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığını ön planda tutmaktadır.
Danimarka Halk Partisi
2011 seçimlerinde 430 bin oy ile %12,3 oranında oy alan
Danimarka Halk Partisi aşırı sağcı bir parti olarak tanımlanmaktadır. Yabancı
karşıtlığını açıkça dile getiren parti, çok kültürlü topluma karşı çıkmakta ve
yabancıların asimile edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Ulusal Cephe (Fransa)
Jean-Marie Le Pen tarafından kurulan parti 1986’ya kadar
Meclis’te idi. Ancak baraj sistemi ile bu tarihten sonraMeclis’e
girememiştir. Partinin temel politikası göçmen karşıtlığı
üzerinedir. Nitekim Le Pen ırkçı söylemleri nedeniyle çok defa ceza
almıştır. Parti son yıllarda söylemini “İslam karşıtlığı” üzerine kurmuştur.
Partinin yeni lideri Jean-Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen 22 Nisan 2012
yılında ilk turu yapılan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminde 6 milyon oy ile %18
oranında oy alarak üçünü sırada yer almıştır. 2007 genel seçimlerinde partinin
oy oranı %4,3 idi.
Özgürlükler Partisi (Hollanda)
Liderliğini aşırı sağcı Geert Wilders’ın yaptığı Özgürlükler
Partisi söylemleriyle İslam, Türkiye ve yabancı düşmanlığını öne çıkarmaktadır.
2006 seçimlerinde %6 oy alan parti, 2010 yılı seçimlerinde %15 oranına tekabül eden 1,5 milyon oy ile
üçüncü büyük parti konumuna yükselmiştir.
İsviçre Halk Partisi
Parti son seçimlerde aldığı %29 oy oranı ile birinci
sıradadır ve İsviçre tarihinde tek başına en çok oy almış parti konumundadır.
Yabancılara yönelik sert kısıtlayıcı önlemleri savunan parti 2009 yılında
minare yasağının da mimarıdır. Parti ülkede ırkçılığın cezalandırılmasına karşı
çıkmakta ve ırkçılığa karşı mücadele komisyonunun kaldırılmasını savunmaktadır.
Jobbik (Daha İyi Bir Macaristan Hareketi)
Parti, söylemleri ve taraftarlarının eylemleri nedeniyle
Çingene ve eşcinsel düşmanı olarak tanımlanmaktadır. Partinin oy oranı 2006
yılında %2 iken 2010 yılı genel seçimlerinde %17’ye yükselmiştir. Parti
ülkenin en büyük üçüncü partisidir.
İlerici Parti (Norveç)
Ülkenin en büyük ikinci partisi olan İlerici Parti %29
oranına sahiptir. Parti yabancı sığınmacılara karşı sert önlemler alınmasını ve
yabancıların aile birleşimlerinin kısıtlanmasını savunmaktadır.
Altın Şafak (Yunanistan)
Avrupa ülkelerinin parlamentolarındaki en aşırı sağcı parti
olarak nitelenen Altın Şafak Partisi, neo-Nazi ve faşist olarak tarif
edilmektedir. Parti taraftarlarının zaman zaman göçmenlere ve etnik gruplara
karşı şiddet içerikli eylemlerine rastlanmaktadır. Amblemi Nazi sembolünü
çağrıştıran Parti, 2012 yılı Mayıs ayında yapılan genel seçimlerde ekonomik
krizin de etkisiyle %7 oy ile 21 sandalye alarak ilk kez parlamentoya girmeye
hak kazanmıştır[34].
SONUÇ
Modern egemenlikten emperyal egemenliğe geçişin bir
göstergesi, toplumumuzda ırkçılığın biçiminde görülen değişimdir. Her şeyden
önce ırkçılığın genel çizgilerini tespit etmenin giderek güçleştiğini belirtmek
zorundayız. Aslında politikacılar, medya ve hatta tarihçiler sürekli olarak
modern toplumlarda –köleliliğin sona ermesinden kolonyalizme karşı mücadelelere
ve sivil haklar hareketlerine giden dönemde- ırkçılığın hızla azalmakta
olduğunu anlatırlar. Irkçılığın belli özgün geleneksel pratikleri kuşkusuz
azalmıştır ve Güney Afrika’da apartheid yasalarının kaldırılması bütün bir ırk
ayrımı çağının simgesel kapanışı olarak görmek cazip gelebilir. Gelgelelim,
bize göre ırkçılık gerilememiştir, tam tersine çağdaş dünyada hem genişlik hem
de şiddet bakımından fiilen ilerlemeler kaydetmektedir. (HARDT – NEGRI, 2012;
200)
Yukarıda “İmparatorluk” adlı ortak çalışmalarında Hardt ve
Negri ırkçı düşüncelerin pratikte azalma göstermediğini savunmaktalar.
Elimizdeki verilere bu argümanları destekler nitelikte. Üstelik eskiden
ırkçılık Avrupa merkezli bir yaklaşımken günümüzde dünya geneline yayılmış
durumdadır. Bilindiği üzere ırkçılık ve daha sonraları bunun değişik modellere
evrilmiş halleri yüzyıllardır Avrupa’da ve Avrupalıların hâkimiyet kurduğu
Amerika, Afrika, Asya ve Okyanusya’da derin yaralar açmıştır. Amerika Birleşik
Devletleri’nde Klu Klux Klan gibi örgütlerin Afro-Amerikanlara uyguladığı
şiddet ve uzun yıllar boyunca köleliliğin hukuken ortadan kaldırılmasına rağmen
devlet tarafından güdülen ayrımcı politikalar günümüzde azalma yaşasa da
Kennedy dönemi öncesindeki olayların günümüzde de tekrarlanmadığı anlamına
gelmiyor. Devletin bu ayrımcı tutumu terk etmesi bireysel ırkçı şiddettin ve
yabancı düşmanlığın önüne geçilmesinde tek başına yeterli olmamaktadır. Tabii
daha öncesine baktığımızda Amerika kıtasının genelindeki yerlilere karşı
İngiliz, İspanyol, Portekiz ve Fransız gibi Avrupalı sömürgecilerin
uyguladıkları katliamlar da ırkçı hareketler olarak kabul edilebilir. Benzer katliamlar ve
ayrımcılıklar Güney Amerika Cumhuriyeti’ndeki apartheid uygulamaları ile
görmemiz mümkündür.
Bu önemli sorunun çözülmesinde tarihin utanç dolu
dönemlerine bakılması, eğitim ve bu eğitim ile birlikte diyalogun sağlanması
önemli yer tutmaktadır.
Gün TAŞ
KAYNAKÇA
ALPKAYA, Gökçen – ALPKAYA Faruk, “20. yy Dünya ve Türkiye
Tarihi” Tarih Vakfı Yayınları 2004
BALIBAR, Etienne – WALLERSTEIN, Immanuel, “Irk, Ulus,
Sınıf” Metis Yayınları 2007
BEREND, Ivan, “20. Yüzyıl Avrupa İktisat Tarihi” İş
Bankası Kültür Yayınları 2011
BERNASCONI, Robert, “Irk Kavramını Kim İcat
Etti?” Metis Yayınları 2007
HARDT, Michael – NEGRI, Antonio,
“İmparatorluk” Ayrıntı Yayınları 2012
HOBSBAWM, Eric, “Milletler ve
Milliyetçilikler” Ayrıntı Yayınları 2010
HOBSBAWM, Eric, “Kısa 20. Yüzyıl 1914 – 1991
Aşırılıklar Çağı” Everest Yayınları 2012
HEYWOOD, Andrew, “Siyaset” Liberte
Yayınları 2006
KULA, Onur Bilge, “Batı Felsefesinde Oryantalizm ve
Türk İmgesi” İş Bankası Kültür Yayınları 2010
MEMMI, Albert, “Sömürgecinin Portresi
Sömürgeleştirilenin Portresi” Versus Yayınları 2009
MICHEL, Henri, “Faşizmler” İletişim
Yayınları 2011
ÖZBEK, Sinan, “Irkçılık” Notos Kitap 2012
SAID, Edward, “Şarkiyatçılık” Metis Yayınları
2010
STRAUSS, Claude-Levi, “Irk, Tarih ve
Kültür” Metis Yayınları 2007
TAŞ, Mehmet, “Avrupa’da Irkçılık” İmge
Kitabevi 1999
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu “2000-2006
Yıllarında Almanya’da Neo-Nazilerce İşlenen Cinayetler Hakkında İnceleme
Raporu” 2012
THEMA Larousse, ” Siyaset” Cilt
1, Milliyet Yayınları 1994
[1] Robert Bernasconi’nin ‘Irk Kavramını Kim İcat Etti’
kitabındaki bu alıntıyı John Locke’un ‘Yönetim Üzerine İki İnceleme’ adlı
eserinden yapmıştır.
[2] Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek için Onur
Bilge Kula’nın ‘Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi’ isimli kitabına
bakılabilir.
[3] Türk Dil Kurumu sözlüğündeki tanım esas
alınmıştır.
[4] Bitkilerden hayvanlara dek uzanan bütün canlılar
âleminin sınıflandırılmasında, insan kuşkusu, basamakların zirvesine
oturtuluyor. Ama Linnaeus’nin bu en üst basamağa yerleştirdiği insan da çeşitli
cinslere ayrılıyor. Linnaeus, homo bölümlemesini ‘Geceinsanı’ (orangutan) ve
‘Gündüzinsanı’ (homo sapiens) olmak üzere ikiye ayırıyor: Vahşi, Avrupalı,
Amerikalı, Asyalı, Afrikalı ve hilkat garibesi (homo monstruosus). (ÖZBEK,
2012; 21)
[5] Genel kanının dışına çıkan Claude Levi-Strauss,
Gobineau’nun tezleri hakkında şu görüşü dillendirmektedir. ‘Tarihin ırkçı
kuramların atası durumuna getirdiği Gobineau’nun, aslında ‘ırkların
eşitsizliği’ni niceliksel olarak değil niteliksel olarak ele aldığı unutulmamalıdır.
Ona göre başlangıçta ilkel denmeksizin insanlığı oluşturan ilk büyük ırklar
–beyaz, sarı, siyah- mutlak değerde, özgün yeteneklerinin farklılığı kadar
eşitsiz değillerdi’ (STRAUSS, 2007, 21)
[6] Bu gibi düşünceleri, aslında başka fikirleri
genel kabul
görmüş filozofların yazılarında da görmemiz mümkündür. Örneğin David Hume,
7148’de yazdığı ‘Ulusların Karakterleri’ denemesinde, ‘siyajlar ve öteki
yaratıklar doğal olarak beyazlardan daha aşağıdır’ deişti. Immanuel Kant,
1764’te ‘Yüce ve Güel Olanı Hissetme Üzerine Gözlemler’ başlıklı eserinde,
Afrika siyahlarının doğadan zekâ almadıklarını ileri sürmüştür. Hegel,
siyahların insanlığın yüzkarası olduğunu ve Afrika’nın dünya tarihinin bir
parçasını oluşturamayacağını çünkü bu yönde herhangi bir gelişme
sergilemediğini ‘Tarih Felsefesi’ başlıklı yapıtında savunmuştur (TAŞ, 1999;
40)
[7] Her ne kadar Darwin
ile anılsa da Sosyal Darwinizm’in önderleri Herbert Spencer ve Thomas
Malthus’dur.
[8] Sinan Özbek’in ‘Irkçılık’ isimli kitabında dile
getirdiği bu görüşler günümüzün önemli Marksist teorisyenlerinden olan Alex
Callinicos’a aittir. Bu bağlamda Callinicos 19. yüzyıldaki köleleştirme
hareketlerinin ırkçılık ve kapitalizmin doğası ile alâkalı olduğunu
savunmaktadır.
[9] Türkçede genel manada Afrikalıları tanımlamada
kullanılan zenci, Batı’da kullanılan ‘negro’dan farklı olarak herhangi bir
ırkçılık ya da aşağılama anlamı taşımaz.
[10] Versailles Anlaşması Almanya’yı ekilebilir
arazilerinin %15’inden, demir cevherlerinin %75’inden ve kömür kaynaklarının %26’sından
mahrum bırakmıştı. Üretim kapasitesi demirde %44, çelikte %38 azalmış; Almanya,
ticaret filolarının yaklaşık %90’ını, tüm donanmasını, demiryolu taşıtlarının
büyük bölümünü ve yabancı yatırımlarının tümünü kaybetmişti. 1919 yılına
gelindiğinde, Alman sanayisinde üretim, 1913 yılı veriminin üçte birinden biraz
fazlaydı. 1923’te tüm sınai üretim, hâlâ savaş öncesi düzeyin yarısına
erişememişti (BEREND, 2011; 69)
[11] Tarih boyunca Fransız – Alman çekişmesinin en
yoğun olarak yaşandığı bölge olan Alsace – Lorraine zengin yer altı
kaynakları nedeniyle de daima elde tutulması gereken bir bölge konumunda
olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında yeniden Almanya’nın kontrolüne geçen
bölge, savaş bittikten sonra nihai olarak Fransızlara verilmiştir.
[12] Weimar Cumhuriyeti’nde hemen hemen bütün
Almanlar, komünistler dahil, Versailles Anlaşması’nın dayanılmaz
adaletsizliğine yürekten inanırdı ve bu anlaşmaya karşı mücadele bütün
partilerde kitleleri harekete geçiren elli başlı dinamiklerden biriydi. (HOBSBAWM,
2010; 172)
[13] 1923’te Alman Markı aşırı değer
kaybetmişti. Öyle ki Ekim’de aylık enflasyon %29.500’e varmıştı. Bu dönemde
günlük eflasyon %20.9 olarak kaydedilmiştir. Bu da bir ürünün fiyatının üç
günde katlanması anlamına gelmekteydi.
[14] 1929 yılında Almanya’da 1.500.000
olan işsiz sayısı 1932’de 6.000.000 civarındaydı. (MICHEL, 2011; 46)
[15] Nasyonal Sosyalist Alman İşçi
Paritisi
[16] 1924’teki seçimlerde NSDAP oyların
yüzde altısını alabilmişti. 1928’de yüzde 3.5 seviyesine indi. (MICHEL, 2011;
46)
[17] Nasyonal Sosyalizm, faşizmin tarihsel olarak
kendisinden daha önce olmasına, onun kimi kurallarını ödünç almasına ve
Hitler’in her zaman Mussolini’ye hayranlık duymasına rağmen, bir örnek
oluşturmasının dışında faşizme fazla bir şey borçlu değildir. Faşizm ancak geç
bir dönemde antisemit olmuştur, toplama değil ama tutuklama kampları açmış,
SS’e benzer bir örgüt oluşturamamıştır ve Kilise’yi egemenliği altına almaya
kalkışmamıştır. Esasen demokrasi ve Marksizm düşmanlığında birleşmelerine ve
Versailles Antlaşmaları’nın gözden geçirilmesi için mücadele etmelerine rağmen
bu iki totaliter devlet, ittifak yapmadan önce uzun süre birbirlerine karşı
düşmanlık –özellikle Avusturya meselesinde- beslemişlerdir. Genellikle huzursuz
bir ittifakları olmuş ve son tahlilde yardımına koşmakla birlikte onu
küçümseyen Alman Nazizsmi, Faşizmin kalıntısı olan Salo Cumhuriyeti’ni tümüyle
emri altına almıştır. (MICHEL, 2011; 43)
[18] 31 Temmuz 1932’de yapılan seçimlerden
birkaç ay sonra 5 Mart 1933 tarihinde halk yeniden sandık başına gitti. Bu
seçimlerde NSDAP oyların %43.9’unu kazanmıştır.
[19] Avrupa’daki diktatörlükler Orta ve Doğu Avrupa
ile sınırlı değildi. 1926’da Portekiz’de Salazar askeri bir diktatörlük kurdu.
İspanya 1936’da iç savaşın ardından Franco diktatörlüğü altında yönetilmeye
başlandı. Bu iki ülkede de diktatörlükler 1970’lere kadar devam edecekti.
Savaştan sonra kurulan Baltık devletlerinden Litvanya’da 1926’da, Letonya ve
Estonya’da 1934’te diktatörlük rejimleri kuruldu. (ADALI, BARLAS, TEKELİ,
TİMUR, 2004; 111)
[20] Almanya’nın dinsel dağılımına baktığımızda
ülkenin Katolik ve Lutherci yani Protestanlığa inandığını görmekteyiz. Başlarda
NSDAP genellikle Lutherci, kırsalda yaşayan orta halli vatandaşların oylarını
almaktaydı.
[21] Wagner’in 1882’de bitirdiği eser, Parzival
isimli şovalyenin ‘Kutsal Kâse’yi arayışını anlatmaktadır.
[22] Naziler
tarafından 10 Kasım 1938 tarihinde Yahudilere karşı başlatılan saldırılar
sonucunda çok sayıda ev ve işyeri kullanılamaz hale getirildi. 3 gece süren bu
olaylar sonrasında 91 Yahudi öldürülmüş, 7500 dolayında işyeri yağmalanmış,
yüzden fazla da sinangog yakılıp yıkılmıştır. Olayların başlamasının nedeniyse
Polonyalı Yahudi bir gencin Paris’teki Alman Büyükelçiliği^ne saldırıp önüne
çıkan ilk kişi olan konsolos yardımcısını vurması olarak gösterilmiştir. Bunun
üzerine Goebbels halkı galeyana getirecek demeçlerde bulunmuştur. Olaylar
esnasında herhangi bir güvenlik gücünün, itfaiye veya ambulansın müdahale
etmemiş olması pogromun devlet destekli olduğunu kanısını güçlendirmiştir.
[23] Nürnberg Yasaları
ile birlikte Alman – Yahudi ırk ayrımı kesin çizgilerle belirlenmiş oldu. Buna
göre Yahudilerin, Almanlarla evlenmeleri, doktor, eczacı gibi meslek
gruplarında çalışmaları yasaklanmıştı.
[24] Dönemin Amerika Birleşik Devletleri
Dışişleri Bakanı olan George C. Marshall’ın geliştirdiği plan çerçevesinde
aralarında Türkiye, Almanya, Britanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka,
Portekiz, İtalya ve Yunanistan başta olmak üzere 16 ülkeye ekonomik yardım
öngörülüyordu. Marshall, 1948’de Harvard Üniversitesi’ndeki konuşmasında,
Avrupa’nın yeniden inşasına ve ‘ekonomik sağlığının yeniden normale dönmesine’
yardım etmek için 13 milyar dolarlık bir yardım paketinin, yani Marshall
Planı’nın duyurusunu yaptı (BEREND, 2011; 261).
[25] Almanca Gastarbeiter
olarak adlandırılan misafir işçiler 1950’li yıllardan itibaren başta Türkiye,
Yunanistan, Yugoslavya ve İspanya’dan Federal Almanya Cumhuriyeti’ne geçici
olarak gelen işçileri tanımlamak için kullanılmaktaydı. Başlangıçta geçici bir
süreliğine buraya gelen işçilere zaman içinde ailelerini bulundukları yere
getirme izni verildi. Böylelikle aile birleşimleri gerçekleşti ve bu işçiler
başta Almanya olmak üzere diğer işçi kabul eden ülkelerde de kalıcı oldular.
Bugün o işçilerin torunları konumunda olan üçüncü jenerasyon bulundukları
ülkelerin ekonomilerinde, yönetimlerinde ve sanat alanlarında önemli konumlara
gelmiş durumdadırlar.
[26] Herhangi bir saldırıda
hedeflenen kişi eğer etnik kimliği, dini inançları, milliyeti ve kültürü
dikkate alınarak seçilmişse bu eylem ırkçı eylem kategorisine girer. Irkçı
saldırı özünde kişiye değil kişinin bağı olduğu topluluğa ve bu topluluğa ait
binalara ve mallara yöneliktir (TAŞ, 1999; 90)
[27] Bu dönemde faşist geçmişi olmasıyla
birlikte belirgin bir göçmen nüfusa sahip olmayan İtalya’daki ırkçı oluşumlar
genellikle otoriteryenlik, Roma İmparatorluğu geçmişine bağlılık ve
anti-komünizm ilkeleri etrafında toplanmıştır. Ancak yine de ülkedeki
mültecilerin ırkçı saldırılardan nasibini aldıklarını belirtmekte fayda var.
[28]
İlk kez 1991’de tanımlanan ancak 11 Eyül’de New York’taki ikiz
kulelere gerçekleştirilen saldırılar sonrasında Batı’da yükselişe geçen
temelinde İslâm korkusu ve düşmanlığı yatan fikir.
[29] Bu düşünceyi
etnosentrisizm şeklinde tanımlayabiliriz. Etnosentrisizm; İnsanın kendi
kültüründen gelen değerleri ve teorileri diğer gruplara ve insanlara uygulaması
(onlar, bu değerler ve teorilerle değerlendirmesi); etnosentrisizm
tarafgirliliği veya çarpıtmayı ima eder (HEYWOOD, 2006; 34)
[30]
Savaş sorması Avrupa’da yeniden ortaya çıkan ırkçı
eğilimleri bir çatı altında toplayan genel tanım.
[31] Kaynak; AB Temel Haklar Ajansı 2010
verileri.
[32] Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan
Hakları İzleme Komisyonu’nun 2012 yılında kaleme aldığı rapora ait tablo.
[33] Fransa’ya ait veri yapılan son
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarını yansıtmaktadır.
[34] Listede yer alan bütün partilere ait son veriler
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun 2012 yılında yaptığı çalışmadan
alınmıştır.