Bunlardan biri, İslam Ceza Hukuku
“ukuubat”, ikincisi Türklerin İslam dinini kabulden önceki gelenekleri,
özellikle Türk-Moğol yasaları, üçüncüsü ise Osmanlıların sonradan çıkardıkları
yasalar ve “siyaseten katl” anlayışıyle koydukları cezalardır.
İslam’daki
cezalar üçe ayrılır: Had, kısas, diyet ve Ta’zir. Had cezalar (çoğulu hudut),
Allah’a karşı işlenen suçlar için Allah’ın hakkı olan, bu yüzden de
değiştirilemez cezalardır. Bunlar kanunda gösterilen cezalar gibidir. Had
cezasını gerektiren suçlar zina, kazif (veya zina iftirası) şarap içme,
hırsızlık, haydutluk gibi olanlardır. Bunlardan zina için recim ve 100 değnek
cezası, kazif için 80 değnek, şarap içme için 80 değnek, hırsızlık için bir
organın kesilmesi, haydutluk, yol kesme için duruma göre öldürme, teşhir bir
organın kesilmesi gibi cezalar verilirdi.
Kısas ve diyet
bir çeşit ödeşme, takas cezalarıdır. Bunlar öldürme, bir organın kesilmesi veya
para, mal olarak ödeşme olup, bu sonuncuya, Osmanlı kanunlarında “kanlık”
denmektedir. Kısas, kama, bıçak gibi araçlarla yapılır.
Taz’ire
gelince, bundan önce belirtilen cezalardan farklı olarak taz’irde önceden
sayılmamış suçlardan gene önceden sayılmamış cezaları olup, bunlar, yargıcın
takdir hakkına bırakılmıştır. Yargıç isterse suçluyu bağışlar, sürgüne
gönderir, tutuklar, teşhir ettirir, değnek cezasına çarptırırdı. Burada “had”
cezalarına göre sınırlamalar tanınmıştır. Ayrıca devletin dirliği ve çıkarları
için şeyhülislamdan alınan bir fetva üzerine hükümdarın “siyaseten katl”
denilen ceza verme yetkisi tazir’e benzetmektedir.
“Siyaseten”
çok defa ölüm cezası anlamınadır. Şeriatla işbirliğiyle verilen bu ceza,
padişahın can ve mal üzerinde sınırsız yetkisine dayanan bir örf hukukudur.
Bunu gerektiren suçlar ise padişahın tahtını tehlikeye düşürme, padişahın
canına kasd, tahkir, devlete karşı ayaklanma, padişaha yalan söylemek,
kalpazanlık, halk malını çalma, zulüm, nüfuzu kötüye kullanma, casusluk,
eşkıyalık, görevde başarısızlık, sadrazama karşı işlenen suçlar, padişaha baskı
yapılması ve benzeri suçlardır.
Türklerin
İslam’ı kabulden önceki geleneklerinden, Türk-Moğol cezalarından hangilerinin
Osmanlılara geçtiğini kestirmek kolay değildir. Moğollar’da görülen sert
cezalar arasında kafa kesme, suçlunun gövdesini parçalara ayırma, yırtıcı
kuşlara parçalatma, ağza taş tıkama, güneşte bırakma, boğma, ateşte yakmak,
deri yüzme, filin ayakları altında ezdirme gibileri vardır. Kazık, çengel gibi
cezaların buradan Osmanlılar’a geçtiği ileri sürülebilir. Ala’ud-Devle Bey
kanununda bulunan burun, kulak, dil kesme gibi cezaların da buradan geldiği
düşünülebilir.
XV. ve XVI.
yüzyıllarda yürürlükte olan kanunlardan Fatih Sultan Mehmet Kanunnamesi, Kanuni
Sultan Süleyman Kanunnamesi, Bosna Kanunnamesi gibi kanunlarda da çeşitli
cezalara rastlanır. Bunlar içinde cerime, siyaseten salb “asma”, “çomak urma”,
“çomaklama”, sakal kesme, suçlunun alnını “dağ etme” (pezevenklik suçlarında),
işkence, el kesme, kollara bıçak sokup gezdirme, sürülme, kat-ı uzuv, teşhir,
alna damga basma, siyaseten teşhir, topluca yemin ve ceza, kasâme gibi cezalar
bulunmaktadır. Bu kanunnameler incelenince birçok İslam uygulamalarının
değişmiş olduğu, İslam’da had olan cezaların taz’ire dönüştüğü, bazı kanunlarda
suçlar için zımmilerin Müslümanlardan daha az cezaya çarptırıldığı, bazılarında
ise zımmilerle Müslümanlar arasında eşitlik olduğu görülür.
Yargıcın
takdirine bırakılmış cezalarda suçu yüze vurma, öğüt verme, azarlama, kulak
çekme, teşhir, mali
cezalar, mirastan yoksun bırakma gibi bir ölçüde hafifleri de bulunmaktadır.
Her zaman rastlanmayan fakat tarih kitaplarının kaydettiği çeşitli ağır cezalar
arasında mağaraya kapatıp içine duman salarak öldürme, çuvala koyup suya atma,
XVI.yüzyılda rastlanan ve adı, topa bağlama olan suçluyu topun ağzına koyarak
mermi gibi atmak, linç etmek (keşkeş), deri yüzme, çarmıh, kazık, çengel
gibileri bulunmaktadır. Casuslara uygulanan çarmıh cezasında, suçlunun bedenine
yanmakta olan iri balmumları dikildiğini biliyoruz. Buraya alınan resimde
görülen çengel cezası da korsanlara, casuslara uygulanırdı. Eminönü’nde
kalaslardan bir iskele kurulur, suçlu makaralı iplerle kalasların üst
basamağına çekilir, buradan daha alt basamakta olan ucu sivri çengelin üzerine
bırakılırdı. Bazen suçlu hemen ölmez, çengele takılı olarak bir süre can
çekişirdi.
İslam’da da
görülen recm yani suçlunun yarı beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak
öldürülmesi cezasına İslam’da da Osmanlı’larda da pek az başvurulmuştur.
Osmanlı tarihinde yalnız bir defa görülmektedir. Naima tarihi 1091/1680’de
Kazasker Beyazizade Ahmet Efendi’nin İstanbul Kadısı iken Aksaray’da kavaf
Abdullah Çelebi’nin karısının bir Yahudi ile zina etmesi üzerine kadını
Sultanahmet’te recm ile öldürttüğü, Yahudi’nin de boynunu vurdurttuğunu
yazmaktadır.
Suçlunun,
buraya alınan resimlerde görüldüğü gibi, boynuna veya ayaklarına ağır
cendereler, çanlar takılarak teşhir edilmesi ve işkence görmesi de sık
rastlanan cezalardandı. Bu çeşit cezalardan biri tomruk cezasıdır. Büyük bir
ağaç kütüğünün yuvalarına suçlunun ayakları sokulur, kilitlenirdi. Bazen de
suçlunun başı dışarda kalmak üzere bütün gövdesi tomruk içine konur. Suçunu
söyleyinceye kadar bunun içinde kalırdı. Nitekim bugün İstanbul Valiliği’nin
olduğu yerin karşısındaki bir binaya eskiden Tomruk Dairesi adı verilmişti. Bu
dairenin başındaki görevlinin adı da tomruk ağasıydı. Tanzimat’tan sonra
kaldırılmıştır. Kemend denilen yağlı iple boğarak öldürme, daha çok kanları
akıtılmadan öldürülmesi inancına uyularak çoğunlukla hanedandan olanlara
uygulanan bir cezadır. Boğma, ipekten “keman girişi” ile yapılırdı. Evliya
Çelebi, II.Osman’ın yumurtalıklarının sıkılarak öldürüldüğünü yazar. Sarayda
öldürmeler çok defa uykuda yapılırdı.
Değnek veya
falaka cezasına da çok rastlanırdı. Orduda, okullarda da yakın çağlara kadar
görülen bu ceza, İslam Hukukunun önemli cezalarındandı. İslam’a göre bu cezada
yalnız değnek sayısı değil, fakat uygulanışta da gözetilmesi gereken bir takım
kurallar vardı. Değnek cezasını, erkekler ayakta, kadınlar oturarak çekerdi,
değnek deriye vurulu, aynı yere, yüze, karına, tenasül yerine vurulmazdı.
XVI.yüzyıl gezginlerinden Pierre Belon, Türkiye’de gördüğü falaka cezasını çok
beğenmiş, yerinde bir ceza olarak görmüştür.
Teşhir
cezaları içinde XVI. y.y. da yapılmış ve buraya alınan iki resimde görüldüğü
gibi daha çok zina suçunda verilen bir ceza da suçlunun bir eşek üstüne ters
bindirilmesi, başına işkembe sararak sokaklarda dolaştırılmasıdır. Nitekim,
Türkiye üzerine XVI. yüzyılda bir kitap yayınlamış olan İtalya doğumlu Fransız
Teodora Spandugino La Genealogie du Grand Turc adlı kitabında şu bilgiyi
vermektedir. “Bir zımni bir Türk kadını ile zina ederse Müslüman olmazsa
yakılırdı. Bir zımni veya Müslüman Türk bir zımni kadınla zina ederken
yakalanırsa, hem erkek, hem kadın sokaklarda bir eşeğin üzerine ters oturtulur,
başına koyun işkembesi sarılır, eşeğin kuyruğunu yular gibi tutarak sokaklarda
dolaştırılırdı.” Nitekim Evliya Çelebi de bu cezanın bir oyunu konu olduğunu şu
satırlarla belirtmektedir. “Bir çingane avratını bir Yahudi ile tutub her
ikisine de işkence ile ikrar-ı cürm ettürmeleri garib, acib bir temaşadır.
Çingane karısına necisli işkembe giydürüb, ters eşeğe bindürüb, Yahudi dahi diğer
bir eşek üzere siyaset için geldüklerinde öyle bir hay u huy-i taklid olur ki,
adam gülmeden kalır.”
Cezaların
infazı suçlunun toplumsal sınıfına göre değişirdi. İnfaz muhzır ağa (bu daha
sonra tomruk ağası olmuştur), buyruğunda kapı kahyaları ki bunlardan beşi
falakacıydı, subaşı, asesbaşı, çadır mehterleri, dilsizler, solaklar eliyle
olurdu. Sarayda infazlarda orta kapı ile çizme kapısı arasındaki Siyaset
Çeşmesi önündeki Seng-i İbret’te kesilen başlar, ibret için teşhir edilirdi.
Önemli kişilerin kesik başları gümüş tepsi içinde padişaha gösterilirdi. Kimi
zaman da kesik kafalar Edirnekapı’da teşhir edilirdi. Suçluların asıldıkları
ağaca dar-ı siyaset deniyordu, halk ağzında bu dar ağacı olmuştur.
Türkiye’ye
gelmiş yabancı müşahitler, Türkiye’de adaletin sağlam ve çabuk işleyişine
hayranlıklarını belirtmişlerdir. Bunlardan XVI. yüzyılda Türkiye’ye gelmiş olan
Guillaume Postel, ufak bir hırsızlığın bile hoş görülmediğini, parasını
ödemeden bir yumurta alana elli sopa atıldığını, at çalanın ise asıldığını bildiriyor.
1548’de İran seferine katılan Jacques Gassot ise, parasını ödemeden alınan
şeylerin cezalandırıldığını, öyle ki düşmanın buğday tarlasına girmenin
yirmiden kırka kadar kamçıyla cezalandırıldığını söylüyor. 1526’da Kanuni’nin
Macaristan seferinde iki askerin at çaldıkları, iki sipahinin ise ekinleri
biçilmemiş tarlada hayvanlarını otlattıkları için kafaları kesilmiştir.
Düşmanlarına yapılcak haksızlıklarda bil Türkler’in ne kadar titiz olduklarını
WVII. Yüzyılda da görüyoruz. Nitekim XVII. Yüzyılda Bağdat’ın son kuşatılışında
yerli halka zarar verenlerin ufak bir ihbar üzerine ölümle
cezalandırıldıklarını gene yabancı bir kaynak bildirmektedir. Gene XVII. Yüzyıl
gezginlerinden Stochove da ceza ve hukuk yargılamasının hiçbir ülkede
Türkiye’deki kadar çabuk bitmediğini, en krışık davanın bile üç, dürt gün
içinde sonuçlandığını belirtiyor. Ancak gene aynı tanık adalet mekanizmasının
bu çabukluğu yüzünden kimi vakit suçsuzun da suçluyla birlikte ceza görmesine
yol açtığını belirtiyor. Daha erken tarihlerde ise yabancı tanıklar Türkiye’de
adaletin fazla sertliği üzerinde durmuşlardır. Sultan Bayezid’in 1396’da,
içlerinde Korkusuz Jean’ın da bulunduğu Fransız tutsaklarına adaletle nasıl
yakından ilgilendiğini gösterdiğini Froissart iki olayla belirtiyor. Yabancı
tanıkların Türkiye’de adalet mekanizması ve cezalar üzerine verdikleri bilgiler
incelenirse, Avrupa’ya örnek olacak bir yetkinliğe ulaştığı görülecektir.
Bu çalışma,
Nisan 1969 tarihli Hayat Tarih Mecbuası'nın 3. sayısında çıkan bir çalışmadan
esinlenilerek çeşitli kaynaklardan derlenerek tarafımca hazırlanmıştır.