Friday, March 30, 2012

ŞİDDET VE ŞİDDETİN TARİHÇESİ



ŞİDDET VE ŞİDDETİN TARİHÇESİ

Kabil kardeşini öldürürken kendine özgü bazı gerekçeleri bulunmasına rağmen, kutsal kaynaklarda ilk öldürme, ilk kaybedenlerden olma veya içindeki kötülüğün yansıması ifadeleri ile yer aldı. Bu davranış, istenmeyen, sapkın bir davranış olarak işaret edildi ve yasaklandı. Habil, kar­deşinin kendisini öldüreceğini bilmesine rağmen, Tanrının rızası dışına çık­mayı göze alamamasını ve bir nevi razı olmasını bu kaynaklarda, salih biri olma, şiddet karşısında olma tanımlamaları ile örnek bir davranış olarak gösterilmekte ve övgü aldığı görülmektedir. Yazılanlardan Kabil için kişisel bir sorun yaşadığı çıkarılsa da, o dönemde bu olay ciddi bir toplumsal sorun olarak yaşanmamış gibi görülmektedir.

insanlık tarihiyle belki de tarih öncesinde, yaratılışı, hikâyeleri veya inanış­ları ile birlikte ortaya çıkmış olan bu olgunun, geçmiş zamanlarda olduğu gibi günümüzde de kişi ya da toplum için öneminin hep gündemde olduğu gö­rülmektedir. Bu durumun gelecekte de devam edeceğini ileri sürmek şaşırtan bir öngörü olmayacaktır. Birçok bireysel ve toplumsal etmenle birlikte, kar­maşık bir yapı olmasının bu duruma katkısı olmaktadır. Her zaman bu olgu­yu tanımlamak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Bu olgu genel olarak, birine veya bir şeye kendince bir nedenden dolayı ve kendince belirlediği bir amaca yönelik zarar verme, neden olma veya yararı engelleme şeklindeki davranışlar olarak özetlenebilir. Neden ve amaca yönelik olmadan, kasıtlılığın altı çizilmektedir.

Bu çalışmada, ilk kaybedenlerden olma veya içindeki kötülüğün yansıması tanımı kullanımı tercih edilmemiş olsa da, sapkın davranış, şiddet davranışı, saldırganlık ve suç işleme tanımlamaları metin içinde birbirinin yerine kulla­nılmış olması da engellenememiştir. Kendini çok farklı biçimlerde gösterebi­len şiddet olgusu, günümüzde gerek bireysel ve gerekse toplumsal boyutta sık karşılaşabileceğimiz bir olgudur. Baskı, eziyet, korkutma, sindirme, öldürme, cezalandırma, başkaldırı, her toplumda derece derece fakat sürekli bir biçimde günlük yaşamda rastlanan şiddet görünümleridir.

Şiddetin Tanımı

Dünya Sağlık Örgütü tarafından şiddet; yaralanma, ölüm, psikolojik zarar veya kayıp ile sonuçlanan veya bunlarla sonuçlanması muhtemel olan, kişinin kendisine, başka bir kişiye, bir gruba veya topluluğa karşı fiziksel şiddet ve gücün tehdit veya fiili olarak kasıtlı kullanımı şeklinde tanımlanmıştır. Arapça bir kelime olarak da katlanılması güç olan şey anlamında kullanılır. Türkçe’deki kullanımında ise şiddetin, karşıt görüşte olanlara, ikna etme ve uzlaştırma yerine karşıt bir şekilde kaba kuvvet kullanma anlamına vurgu yapılmaktadır. Buradaki anlamı, Arapça’da “unf’ kelimesiyle ve İngilizce’de “violence” kelimesiyle eş anlamlıdır. Kişisel özgürlüğü zor yoluyla kısıtlama, büyük güç, sertlik gibi anlamlarını da barındırmaktadır.

Şiddet; cinayet, işkence, darbe, vuruş ve etkili eylem, savaş, terör, baskı, sindirme, tehdit, şantaj vb. tüm davranışları kapsayabilir. Bedensel saldırı olarak şiddet kolaylıkla ayırt edilebilir. Kuralların çiğnendiği davranış olarak değerlendirildiğinde ise hemen her şey şiddet olarak algılanabilir. Şiddet kavramının kökeninde güç yatar. Fizik ya da psikolojik ölçütlere göre de güç, yaratıcılığın, gelişmenin, iyiliğin aracı olabileceği gibi, başlı başına, kötülüğün de aracı olabilir.

Şiddet, her ne kadar fiziksel güç olarak tanımlansa da şiddetin dolayımlı biçimlerini tanımlamak olasıdır. David Riches’in taktik caydırıcılık şeklinde ele aldığı şiddet, buna bir örnektir. Kendisine şiddet uygulanan kişinin sosyal faaliyetlerinin bir yönünün durdurulması biçiminde görülebilir. Bu gerekli­lik yerine getirildiği zaman yapılan, taktik caydırıcılıktır. Dolaylı şiddet olarak ifade edilen bu durum, şiddetin dozuyla ilgili olmadığı gibi, fiziksel şiddeti de asla yadsımamaktadır. Hukuk sistemi bu yönüyle devletin meşru şiddeti ola­rak ifade edilen durumunu açıklar.

Bunlar dışında şiddet kişinin kendine yönelik (özkıyım, bedene zarar verici self mutilasyon uygulamaları) ya da dışarıya yönelik (canlı veya cansıza; amaçlı veya amaçsız) olmak üzere iki temel görünümde değerlendirilebilir. Şiddet davranışı, farklı görünümlerde toplumda karşımıza çıkar. Toplumdaki şiddet görünümünün -ister kendine yönelik olsun, ister başkasına yönelik- herbiri ayrı ayrı ciddi bir sorun olma özelliği taşır.

İlkel Toplumlardan Günümüze Şiddet

ilkel toplumları şiddete dayalı bir toplum olarak gören görüşlerde, bu toplum­ların savaşmalarını da varlığını sürdürmek için esas görmektedir. Şiddeti doğal bir dürtü (alıntı yapılan kaynaklarda, dürtü, güdü, motivasyon ve içgüdü kullanımlarına rağmen, metin içinde anlam bütünlüğü açısından çoğunlukla dürtü kelimesi kullanılmaya çalışılmıştır) olarak gören yaklaşımda (organizmacı yaklaşım), ilkel toplumların savaşçı niteliği sıkı bir şekilde ele alınır.

Leroi-Gourhan’a göre saldırgan davranış, en azından evrim görüşüne göre, insanların ilk maymunsu ataları olan Australopithocuslardan beri insan gerçekliğinin bir parçası olmuştur. Şiddetin türsel (phyletigue) dizideki olgun­laşmada hiç bir değişikliğe uğramadığını ve insanlığa özgü bir tür davranışı olduğunu iddia etmektedir.

Toplumsal şiddeti, ilkel ve devletli toplumlarda olmak üzere iki ayrı kate­goride değerlendirmek gerekir. İktidarın olmadığı ilkel toplumlarda şiddet, tamamen bütün toplumun denetimindedir ve bu toplumlarda polis, ordu gibi özel şiddet kurumları yoktur. Küme (klan) içi şiddete hiç izin verilmemekte­dir. İlkel toplumlar, belli bir iç ve dış alan kurgusuna dayalı olarak yaşarlar. Kendi toplumsal varlıklarını sürdürmeleri, bu kurgu bütünlüğünün sağlanma­sına bağlıdır. Şiddet kurgu bütünlüğünün sonucuna uygun olarak biçimlenmiştir. Bu toplumlardaki şiddet, rasyonel değildir ve dolayısıyla araç-amaç ilişkisi kurulamaz. Devletli toplumlarda iktidara sahip olanlarda ise şiddet meşrulaştırılır ve kurumsal bir tekelleşme oluşur, burada araç-amaç ilişkisi korunmuştur ve rasyonellik vardır. Sonuç olarak; devletli toplumlarda şiddet, kendi özüne uygun olarak kurumsal bir niteliğe sahiptir ve devletin meşru ve profesyonelleşmiş tekelindedir.

Medeniyet, kavram olarak ortaya ilk çıkışından itibaren vahşiliğin karşıtı olarak kullanılmıştır. Mirabeu, ilk kullanan kişi olarak kabul edilir, medeni kişi olarak saygınlığa ulaşmış, yürekleri yumuşamış, intikam alma arzusundan arınmış ‘polished’ (yontulmuş) kişiler olarak tanımlamıştır. Sivil toplumun karşılığı olarak ele alınan medeniyet (civilisation) aynı zamanda “hukuk top­lumu”, “demokratik toplum”, “uygar toplum” gibi karşılıklara da denk düşer. Bu bakımdan medeniyet, normal olarak, şiddetten arınma, ondan kurtulma ve onu yücelterek başka bir şeyle devam etme konusundaki prob­lemleri çözmekle yükümlü bir tasarı olarak anlaşılıyordu. Ancak medeniyet konusunda karşıt bir düşünce Clastres’den gelmiştir. “Kavim kırım” olarak adlandırdığı, aşağı ve kötü kültürün, farklılıklarını yok etme, başkasını kendi­ne benzetme şeklinde özdeşleştirme müdahalelerinin, bir anlamda medeni olmayanları medenileştirmek için şiddete başvurma uygulamalarının, “medeniyet”i yalın bir ilerlemecilikle ele almanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini iddia etmiştir. Bu durumu “medeni olmayan ilkel-barbar toplumlarda şiddet daha yaygındır, medeni-uygar toplumlarda şiddet daha azdır gibi bir ayrımın yanıltıcı olduğu” şeklinde de dile getirmiştir.

Le Bon, toplumlarda kitlelerde görülen yıkıcılığının bilinç ve rasyonalite ölçülerine sığdırılamayacağını öne sürmüş ve buna neden olarak ilkel, atalar­dan kalma dürtülerinin varlığını ve ırkın esas yapısının rolünü vurgulamış­tır. Le Bon kitleler psikolojisinde Freud ile aynı fikirdedir ve ortak nokta olarak kitle psikolojisinin en eski insan psikolojisi olduğunu iddia eder. Kitle­nin ilk insan topluluğunun yeniden dirilişi gibi görülmesi gerektiği ve kitlele­rin telkin yoluyla hareket ettikleri öne sürülmüştür. Bu iki bilim ada­mı, bazı yaklaşım farklılıklarına rağmen kitleler psikolojisinin, çocukların, vahşilerin veya ilkel insanların psikolojisi olduğu ortak zemininde buluşmuşlardır.

Etyolojik Yaklaşımlar

Şiddetin ele alınmasında genetik, biyolojik, psikolojik, demografik, kültürel, ekonomik, sosyal, politik etmenlerin, kolaylaştırıcı ya da zorlaştırıcı yönleriyle ayrı ayrı veya bir arada dikkate alındığı görülmektedir. Bu yaklaşımlarda temel soru şiddetin yaşamın veya insan türünün zorunlu bir parçası olup ol­madığı sorusudur. Bu soru insanın aynı zamanda kötü olmasına dair içsel yönüne ait savlar öne sürülmesine neden olmaktadır. Şiddetin temenlinde yaşam mücadelesi, nefis, iktidar istenci, egemenlik-başatlık arayışı, ölüm dür­tüsü (yıkıcılık-sinizm) olduğu gibi savlar öne sürülmüştür. Bu savları ileri sürenler arasında Machiavelli, Hobbes, Hegel, Darwin, Nietzsche, Freud, Lorenz, Malthus ve Smith gibi ünlü isimler bulunmaktadır. Bu yazarlar doğal denge, yaşama güdüsü/dürtüsü, rekabet, irade, güç, egemenlik arayışı gibi kavramların altında şiddeti, sanki doğal ve zorunlu bir durummuş gibi kabul etmişlerdir. Ancak şiddetin zorunlu olup olmadığını da yeterince ortaya koy­mamaları, yırtıcılık, doğada hayatta kalma ve irade istencinin yeterince açıkla­yıcı olmadığı şeklinde eleştirilmişlerdir. Bu eleştirilerin devamında, insanın haydut genlere sahip olup, nedensiz de saldırganlaşabilen, bunun için bir duygu veya vicdan azabı çekmeyen, hiçbir zaman da çaresi olmayacak doğal bir canavarlığa da sahip olması sonucu çıkmasının doğru olmayacağı da öne sürülmektedir.

Davranışçı Yaklaşım

Davranışçı kurama göre kızgınlık ve saldırganlık tepkileri, ortaya çıkarıcı ne­dene ikincil olarak ortaya çıkmaktadır. Başkalarını inciten ya da incitebilecek her türlü davranış biçiminde tanımlanmaktadır. Saldırgan davranışın cinsi, şiddeti, tekrarlama özelliği ve kendi aralarındaki ilişki önemsenmektedir. Şiddetin özellikle saldırganlık yönünün anlaşılmasında antropoloji temel rol­lerden birini oynamaktadır. Toplumsal etkileşimin dışında insan doğasının şiddetle ilişkisi burada temel etmen olarak rol oynamaktadır. Şiddetin bireysel değil kolektif, toplum dışı veya karşıtı değil toplumsal olduğuna vurgu yapıl­maktadır. Şiddet pek çok toplumda kutsal olanın ve törenlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Günlük yaşamdaki şiddet, oyunlaştırılarak zararlı ve yıkıcı yönüyle baş edildiği, böylece sağaltıcı, yararlı şiddete geçildiği de görülmektedir. Hatta uluslararası savaşlar, kitle imha silahları, sokak çatışmaları dikkate alın­dığında çağımızın batı dünyasındaki “ölçüsüz şiddet” terörüne karşı, batılı olmayan toplumlarda savaş, kan davası, kavga ya da ritüeller şeklinde yaşanan şiddetin “ölçülü şiddet” olduğu vurgulanır.

Kültürden kültüre ya da aynı kültürün değişik dönemlerinde şiddetin ta­nımı, amacı ve yönelimi de değişir. Davranışçı ya da yeni davranışçı tür­den mekanik kuramlar kızgınlık ve saldırganlık tepkilerine yol açan etkilerden söz ederler. Hareket olanaklarından, yiyecekten veya içecekten yoksun bırakı­lan, genel anlamda kısıtlamalarla karşı karşıya kalan çocuklarda saldırganlık belirtileri görülür. Aşırı sıcaklığın, gürültünün ve nemin saldırganlığa etkileri deneylerle saptanmıştır. Bu kurama göre büyük yerleşim merkezlerinde ve kalabalık semtlerde ara sıra yaşanan (gürültücülere karşı ölümcül öfke buhran­ları gibi) yaz faciaları genellikle bu tür nedenlerden ortaya çıkmaktadır. Psiko­lojik kuramlardan bazıları saldırganlık ve şiddetin duygusal yükü olan yaşantılamalar ile öğrenildiğini ve çocukluklarında yakın çevrelerinde dayak veya şiddet görenlerde, suç işleme davranışına yatkınlık olduğunu iddia et­mektedir. Bu konuda önemli araştırmalar yapan Bandura’ya göre; saldırganlık ya taklit yoluyla, ya saldırgan dürtülerin serbest kalmasıyla, ya geçmişte oluş­muş saldırgan davranış eğilimlerin su yüzüne çıkmasıyla ya da genel tahrik unsurlarının artmasıyla oluşmaktadır. Sonuç olarak saldırganlık, huzursuzlu­ğun boşalma ve patlama şekli olarak kabul edilebilir.

Kant’a göre insan, kendi dürtülerinin tesiri altındadır, ama onlara uymak zorunda değildir. Bu yüzden de kişi, kendi kendisine koyduğu ve kendi başına değerlendirmesini yapabildiği kuralların muhatabı olarak, dürtülerini disiplin altına alması, kendini geliştirme ve medenileştirmeyi bir görev olarak almalı­dır. Kant’a göre ahlaki açıdan olgunlaşmak, doğal eğilimlere göre değil, ahlak yasasına göre eylemde bulunmaya çalışmak demektir.

Psikodinamik Yaklaşım

Freud önceleri saldırganlığı belirli bir nedene bağlamamış ve kuramının temel unsuru olan zorlayıcı cinsel dürtüler ve kişinin öz korumasını izleyen egota bağlı nedenleri temel iki neden olarak kullanmıştır. Freud sonrası psikanalistler içinde ölüm ve yıkım dürtülerinin üzerinde en çok duran Melanie Klein,

Freud’un kavramlarını daha da ileri götürmüştür. Çocuk gelişiminin başladığı andan itibaren ölüm dürtüsünün, belli oranda dışlanarak nesnelere çevrildiği­ni, bunun da sadizmi doğurduğunu iddia etmiştir. Kernberg ise saldırgan­lığı bir doyum sağlama aracı olarak göstermiştir. Bu görüşe göre, hem kötü nesneyi yok ederek ondan kurtulunurken, hem de iyi nesne ile ilişkisini sürdürme yeniden sağlanmaktadır. Fromm saldırganlığı savunucu ve kıyıcı saldırganlık şeklinde ikiye ayırmıştır. Savunucu olan, canlıya özgü ve genetik programında vardır yani biyolojik temellidir. Kıyıcı olan ise biyolojik temelli olmayan ancak insana özgü bir saldırganlıktır. Kohut, saldırganlığın gene­tik program dahilinde olmadığına, kendiliğin yaralanmasıyla ilişkili olduğuna vurgu yapmaktadır. Fromm’a benzer bir şekilde kendini korumaya yönelik yok edici olmayan şiddet ile yıkıcı, yok edici bir amaçla yapılan düşmanca olan şiddet şeklinde sınıflandırmıştır.

Biyolojik Yaklaşım

Saldırgan davranışların genel olarak limbik sistem ile beynin frontal ve temporal lobları ile ilişkili olduğu öne sürülmektedir. Bu bölgeden kaynaklanan nöbetlerle olan ilişkisi ise halen tartışmalıdır.

Özkıyım girişiminde bulunan ve suçlulardan oluşan klinik gruplarda ve hayvan çalışmalarında, serotonin, dopamin, gama-amino butirik asit (GABA), nitrik oksit, estradiol ve glukokortikoidlerin saldırganlık veşiddet davranışıyla ilişkisinin gösterilmesi bu konuya dikkatleri çekmiştir. Serotonin metabolitlerinin beyin omurilik sıvısında (BOS) azalması ile zıt ilişkinin varlı­ğının, plazmada L-triptofan düzeyleri ile doğrusal ilişkinin varlığının ve monoamino oksidaz (MAO) düzeyinin azalması ile ters ilişkinin varlığının gösterilmesi bu konudaki çalışmalarda elde edilen bazı bulgulardır.

Erkeklerde şiddet davranışının daha fazla görülmesi, bu davranışta androjenlerin rolünün araştırılmasına sebep olmuştur. Hem ilişkinin gösteril­diği klinik çalışmaların olmaması, hem de androjen kökenli tedavilerin şiddeti önlemede etkisiz olması bu düşünceyi doğrulamamıştır. Benzer şekilde kadınlarda da premenstrüel dönemde saldırganlık görülmesi üzerine yürütülen çalışmalarda bir klinik ilişki belirlenememiştir.

Suçluların ikiz, evlat edinilmiş çocuklarında ve birinci derece akrabalarında yürütülen çalışmalar şiddetin genetik yönünün önemine işaret etmektedir.[38] Epidemiyolojik çalışmalar genetik etkinin sıklık olarak %50′nin üzerinde olduğunu göstermektedir. Irk ile ilişkisinde, birbiriyle çelişen veriler bu­lunmuştur.

Psikiyatri pratiğinde görülen şiddetten kısaca bahsetmek gerekirse, şiddetin ruhsal bozukluklarla olan ilişkisini araştıran çalışmalar buı ilişkiyi üç açıdan ele almışlardır. Bunlar ruhsal bozukluğu olanlarda şiddet varlığı; suçlularda ruhsal bozukluk varlığı ve toplum örnekleminde her ikisinin birlikte bulun­masıdır. Epidemiyolojik çalışmaları gözden geçiren Eronen ve arkadaşları; şizofreni, afektif bozukluk gibi genel psikiyatrik tablolarda, şiddet varlığının diğer hastalara oranla hafif düzeyde daha yüksek olduğunu belirlemişlerdir. Öte yandan kişilik bozukluğu, erkek cinsiyet ve madde kötüye kullanımı ile birlikteliğin diğer ruhsal bozukluklara göre şiddet görünümünü daha çok önplana çıktığını saptamışlardır.

Psikososyal Yaklaşım

Erken yaşta fiziksel ya da cinsel olarak kötüye kullanılmış olanlarda, çocuklu­ğunda aile içi şiddet olgularında olduğu gibi şiddete tanıklık edenlerde, erken ebeveyn kayıp yaşayanlarda şiddet davranışının arttığı bildirilmektedir. Temel gereksinimlerin karşılanmaması, yalnız yaşama, aile içi sorunların bu­lunması, alkol-madde kullanma sorunu, düşük sosyo-ekonomik/kültürel du­rum ve özellikle işsizlik bozulmuş sosyal kontrol ile ilişkilendirilmektedir. Ekonomik durumdan bağımsız olarak, ağır yoksulluğun ve aile içi sorun varlı­ğının şiddet ile ilişkisi bulunmaktadır. Bireylerin, grup içinde ya da çete için­deki davranışlarında, bireyselliğin bastırılıp daha saldırganlaştığı bilinmekte­dir. Çete alt kültürü, madde kullanımını arttırması dışında artmış şiddet dav­ranışına ve silah kullanımına da neden olmaktadır.

Medya ve Şiddet

Yazılı ve görsel basında şiddet içeren görüntü, ses ve yazıyla ortaya çıkar. Özel­likle çocuklarda, şiddet içerikli programları izleme ile şiddet davranışı sergile­me arasındaki ilişkinin varlığı bu konuyla ilgilenen araştırmacılarla tartışılmış­tır. Dünya algısı, şiddeti haklı görme ile ilgili imgelemeler ve düşünce oluşma­sı, bu konuda tartışılan belli başlı konu başlıklarından bazılarıdır. Buradaki etkilenmede, düşük sosyoekonomik durumda olanların ve özellikle erkek çocuk olanların üzerinde daha fazla etkili olduğu görülmektedir. Sosyali­zasyon sürecindeki bireyin (özellikle çocuk ve ergenin) dışarı ile karşılıklı etki­leşmesi açısından medya, bireyin duygusal ilişkiler yaşadığı ailesi, akrabaları, arkadaşları okulu, çalıştığı yer kadar önemli bir yere sahiptir. Günümüzde medya özellikle televizyon, sadece şiddet ve suç için değil, çocukların cinsiyet rollerini algılamada, politik görüşlerini geliştirmede, etnik ve ırka ilişkin tu­tumları ve sosyal davranışları oluşturma ve geliştirme hakkında bilgi sağlamak gibi birçok önemli sosyal olay için de etkin olmaktadır. Bugün birçok çocuk günün büyük bölümünü televizyon karşısında ya da şiddet içeren bilgi­sayar oyunları oynayarak geçirmektedir. Televizyon bu şekilde çocuğun anne ve babasından sonra üçüncü bir ebeveyni olmuştur. Çocuk davranışları üze­rinde görsel ve yazılı basın etkili olduğu bilinse de bunların etkileri kesin ola­rak bilinmemektedir. Medya-çocuk ilişkisi üzerinde en fazla durulan, araştırma yapılan konuların başında, şiddet gelmektedir. Programlarda fiziksel şiddet yüksek oranda yer almaktadır. Medya şekillenme, davranış ketlemesini önleme, duyarsızlaştırma, taklit etme, saldırganlığı uyarma ve risk almayı teşvik etme yolu ile davranışları etkileyebilmektedir. Palabıyıklıoğlu televizyon etkisinin içerik, izleme süresi ve izleme sıklığı gibi üç unsura bağlı olduğunu ileri sürmüştür.

Medyadaki şiddetin kısa ve uzun dönem maruziyetlerinde değişik etkiler ortaya çıkmaktadır. Kısa dönem maruziyet kişilerde, fiziksel ve sözel saldırgan davranışlarda artış, saldırgan düşünce ve duygularda artış ve anksiyete gözlenmektedir. Medyadaki şiddete uzun dönem maruz kalan çocuklarda, şiddet ve saldırganlık içeren eylem ve davranışlarında artış olduğu gösterilmiştir. Çocukluk çağında medya şiddetine sıklıkla maruz kalındığında hayatın ileri dönemlerinde fiziksel saldırı ve eş kötüye kullanımının arttığı gösterilmiş­tir. [46] Kısa dönem etkiler, yetişkinlerde daha sık ortaya çıkarken; uzun dö­nem etkilerin ise daha çok çocuklarda ortaya çıktığı gösterilmiştir.

Araştırmacılar medyadaki şiddet öğesi içeren programların, çocukların şid­det eğilimleri üzerinde etkileri konusunda ayrılmaktadırlar. Bir grup televiz­yonda yer alan şiddetin, izleyicileri özellikle de çocukları olumsuz yönde etki­leyerek şiddet eğilimlerini arttırdığını, diğer grup ise şiddet davranışını artırmadığını savunmaktadır. Bazı araştırmacılar da, televizyonun tek başına şiddete yönlendirmediğini ancak özendirdiğini ve artırdığını iddia etmektedirler. Birçok çalışmada özellikle duyarlı çocuklarda, şiddet içeren programları izleme ile şiddet içeren davranışlar sergileme arasında bir ilişkinin varlığı bildirilmektedir. Şiddet içeren materyale maruz kalmanın özellikle erkeklerde şiddet fantezilerini artırdığı bildirilmiştir.

Şiddet ve televizyonun birbirleri ile ilişkisinin ayrıntılı araştırılmasında, te­levizyonda şiddet izlemenin şiddeti artırdığı ve tüm yaşlarda saldırganlığı kısa süreli tetiklediği gösterilmiştir. Kişinin dünyayı olduğundan daha vahşi bir yer olarak algılamasına ve kaygı duymasına neden olmaktadır. Televizyonlarda şiddetin büyük bölümü kahramanlarca işlenmektedir ve bu da şiddeti haklı göstermektedir. Aşırı miktarda şiddet ve ölümün, haber programlarında gösterilmesi, sosyal saldırganlığı etkilemekte ve şiddet içeren bir toplum imajı yaratmaktadır. Aynı şekilde, şiddet içeren video ve bilgisayar oyunlarının çocukta saldırganlık davranışlarının görülmesine katkısı olabileceği belirtil­mektedir. Ayrıca şiddet eğilimi olan kişilerin şiddet içeren programları seçtiği­ne dair kanıtlar da vardır.

Bir çocuk için yeterli gerçek yaşam tecrübeleri mevcut olmadığından tele­vizyon toplumun gerçek bir tasviri olarak algılanmakta, televizyondaki sosyal gerçeklik tasviri de çocuğun temel sosyal gerçekliliği haline gelebilmektedir. Çocukların pek çok şeyi televizyon vasıtasıyla öğrene­rek davranış haline getirmesi düşüncesinden hareketle, şiddet içeriği izlemenin gözlemsel öğrenme aracılığıyla saldırgan davranışları etkileyip etkilenmediği­nin araştırıldığı bir çalışmada her gün çizgi filmler, polis şovları, yüksek oran­da şiddet içeren cinayet dramaları izleyen genç izleyicilerde televizyonun kısa dönemde şiddet davranışı üzerine etkisi olduğu görülmüştür. Gerçek yaşamda saldırgan davranışlar gösteren çocuklarla televizyonda saldırgan dav­ranışları izleyen çocuklar arasında bir ilişki olduğu belirlenmiştir. Çocuk­ların saldırgan davranış biçimlerini televizyondan öğrenerek bu davranışları taklit ettikleri de gösterilmiştir. Başka bir araştırmaya göre, ilkokul çağında şiddet öğesi içeren televizyon programları seyretme miktarı ile 19 yaşındaki şiddet davranışları arasında önemli bir paralellik olduğu bulunmuştur.

Aile Araştırma Kurumu tarafından ülkemizde yapılan çalışmada medyanın en azından şiddete karşı duyarsızlaşmaya yol açarak, bireyler üzerinde bir etki sergilediği gösterilmiştir. Amerika Birleşik Devlet’lerinde (ABD) yapı­lan bir araştırmaya göre çocukların ortalama olarak haftada 28 saat televizyon seyrettikleri ortaya konmuştur. ABD’de televizyonlar üzerine, 1993-2001 yıllarını kapsayan bir araştırmada, başlıca yayın saatlerinde (prime time) ya­yınlanan programların yaklaşık %60′ının bazı şiddet unsurlarına sahip olduğu saptanmıştır. Türk televizyonları ile ilgili yapılan çalışmada şiddet ve saldırganlık dozu, dünya televizyonları ile paralellik göstermiştir. Bu çalışmada ayrıca televizyondaki şiddet eylemleri daha çok iki kişi arasında geçmekte (%47), on saniye kadar sürmekte, şiddet eylemlerinin yarıya yakını bir silahı da içermekte ve söz konusu eylemlerin %64′ü kentlerde yaşanmaktadır. İzmir’de anaokulu öğrencileri üzerinde gerçekleştirilen bir araştırmada da çocukların %56′sının günde iki saat, %44′ünün ise günde üç saat televizyon seyrettikleri ortaya konmuştur.

Televizyonun çocuklar üzerinde olumsuz etkilerinin tek yönlü olmadığını, çocukların kişilik özelliklerinin heterojen yapısı nedeniyle etkinin kişiden kişiye farklı etki yaratabileceği, hatta tek sorumlunun televizyon olduğunu düşünmenin yanlış olabileceğini ileri süren araştırmacılar da vardır. Bir araştırmada televizyonda şiddet içeren programlar seyretmenin çocuklar üze­rindeki en önemli etkisinin, daha şiddet yanlısı olmaları değil de daha korkak olmaları şeklindedir. Farklı bir görüş olarak da, televizyonun şiddet etkisi olmadığı, aksine saldırgan duygulara sahip bireylerin şiddet içerikli programla­rı izleyerek bu duygularından arındıkları (katarsis) ileri sürülmüştür.

Aile İçi ve Kadına Yönelik Şiddet

Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre kadına yönelik şiddet, cinsiyete dayanan, kadını inciten, ona zarar veren, fiziksel, cinsel, ruhsal hasarla sonuç­lanma olasılığı bulunan, toplum içerisinde ya da özel yaşamında ona baskı uygulanması ve özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranıştır. Eski Roma’da erkekler eşlerini dövebilir, boşayabilirdi. Ayrıca erkekler eşini zina, toplum içinde sarhoşluk ya da halka açık oyunlara gitme gibi durumlarda öldürme hakkına da sahipti. İngiltere’de onyedinci yüzyılda yasalar erkeklere, doğru yoldan ayrılan karısını fiziksel olarak ceza­landırma hakkını vermekteydi. Bu uygulama ondokuzuncu yüzyılda ABD’de de uygulanmıştır. Kadının aşağılanması, güçler arasındaki eşitsizlik, kadının eşya olarak görülmesi, erkeğin saldırgan davranışlarına onay verilmesi, erkeğe bağımlığın sürmesini sağlamakta ve kadının ikinci sınıf insan sayılma durumu vardı. Güç eşitsizliği ve aile meselelerinin, karışılmaması gereken özel hayat sayılması genel kabulü, bu sürecin devamlılığını sağladığı, hatta sağlık ve ada­let sisteminde görev yapanların da 1960′lı yıllara kadar kadına yönelik şiddeti görmezden geldiği kabul görmektedir. Kadın hareketleri ancak 1970′li yıllar­da, kadının toplumda yaşadığı her türlü şiddete karşı dikkat çekilmesini sağlamıştır.

Aile içi şiddetin dünyada ve Türkiye’de önemli bir sağlık sorunu olduğu bilinmektedir. Son 15-20 yılda, dünyanın her yerinde, eş şiddetiyle ilgili çok sayıda araştırma yapılmıştır. Tüm dünya nüfusunu temel alan 48 çalışmanın verilerine göre, Dünya Sağlık Örgütü kadınların eşleri ya da partnerleri tara­fından şiddete uğrama oranını %10-69 arasında bildirmiştir.[56] ABD’de acil servislere başvuran kadınların %11-30′unun eş ya da partnerleri tarafından yaralandığı bildirilmiştir. Hindistan’da, değişik çalışmalarda, eş şiddeti %20-75 arasında bildirilmiştir. Ülkemizde, ailelerin %34′ünde fiziksel şiddet, %53′ünde sözel şiddet olduğunu ve çocukların %46′sının fiziksel şiddet gördüğünü bildirmiştir. Ayrancı ve arkadaşları, Eskişehir’de birinci basamak sağlık hizmeti veren kurumlarda yaptıkları araştırmada, katılımcı kadınların %36.4′ünün fiziksel şiddetten yakındığını, %71.4′ünün geçmişteki ya da şimdiki gebelik döneminde ruhsal, sözel, fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kaldığını saptamışlardır.

Farklı bir bakış olarak kadına yönelik şiddet, yaşam döngüsü içinde ele alındığında, daha konsepsiyon öncesi dönemde başlamaktadır. Aile içinde sahip olunacak çocuğun cinsiyetinin kız çocuklar aleyhine belirlenmesi, kız bebeklerin öldürülmesi, kız çocuklarının cinsel istismarı, dövülmesi, çeyiz, başlık parası, namus cinayetleri, flörtte şiddet, evlilikte hırpalanma, dayak tecavüz, ekonomik ve psikolojik baskı, genital mutilasyon ve diğer cinsel or­ganlara zarar verici uygulamalar işyerinde cinsel ve psikolojik şiddet (taciz, mobbing), kadın ticareti, fahişeliğe zorlama, yaşlılıkta fiziksel, cinsel ve psiko­lojik saldırıya uğrama, cinayete kurban gitme şeklinde gelişmektedir.

Şiddet kadını özkıyıma sürükleyebilmekte, cinayete kurban gitmesine ve anne ölümlerinin artmasına neden olabilmektedir. Ayrıca iş yaşamını olumsuz etkilerken veya sona erdirirken, kadını (ve dolayısıyla ailesini ve özellikle ço­cukları) yoksulluğa ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmeye itecektir. Sonuç olarak, aile yaşamı tahrip olurken, çocuklar yoksulluk yaşayacak ve aile yaşa­mına olan güven ve inançlarını kaybedeceklerdir. Aile içi şiddete uğra­yan kadınların, ilk şok ve inkar dönemini atlattıktan sonra, şiddete şiddet ile karşılık verme ve daha sonra da depresyon ve kendini suçlama tutumu takın­dıkları gözlenmektedir. Şiddete maruz kalan kadınlarda; travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, intihar girişimleri, alkol ve ilaç kötüye kullanımı ve çocuklarına yönelik saldırgan davranışlar sık görülen durumlardır. Psikiyatri polikliniğine başvuran veya klinikte izlenen kadın hastalarda yapılan çalışmalar aile içi şiddetin psikiyatrik hasta grubunda önemli bir sorun oldu­ğunu göstermektedir.

Çocuklara Yönelik Şiddet

Çocukluk çağındaki ruhsal travmalar, kazalar, doğal felaketler yanında kötüye kullanım (istismar) ve ihmal şeklinde olmaktadır. Çocuğun sağlığını, fiziksel gelişimini olumsuz biçimde etkileyen, bir yetişkin veya toplum veya ülkesi tarafından bilerek veya bilmeyerek yapılan davranışlar çocuk istismarı olarak tanımlamıştır. ihmal ise çocuğa bakmakla yükümlü kişinin bu yükümlülüğü­nü yerine getirmemesi, beslenme, giyim, tıbbi, sosyal ve duygusal gereksinim­ler ya da yaşam koşulları için gerekli ilgiyi göstermeme gibi, çocuğu fiziksel ya da duygusal yönden ihmal etmesi şeklinde tanımlanmaktadır. [66] Son yıllarda çocuklara yönelik ihmal ve istismar olgularında belirgin bir artış gözlenmekte­dir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada 1-14 yaş grubundaki 40 milyon çocuk istismar ve ihmale uğramakta ve desteğe ihtiyaç duymakta­dır.

Çocukluk çağı travmaları çoğunlukla çocuğun içine doğduğu ve sosyali­zasyon sürecini geçirdiği aile içinde yaşanmaktadır. Aile içinde istismara uğra­yan çocuk kirlenmiş, damgalanmış bir kimlik geliştirir ve çocuk kurban, is­tismarcının kötülüğünü kendi içine alır ve bu şekilde ebeveynine bağlılığını korumuş olur. iç kötülük duygusu bir ilişkiyi devam ettirdiği için istismar durduktan sonra bile kesilmeye hazır değildir. Zamanla bu duygu çocuğun kişilik yapısının değişmez bir parçası haline gelir. Türk aile yapısı ve ço­cuk yetiştirme yöntemleri içinde fiziksel ceza bir disiplin yöntemi olarak yer alır ve sonuç olarak toplumumuzda sık rastlanmaktadır. Özellikle geleneksel aile yapılarında ve şehirlerde fiziksel ceza yöntemlerinin kullanıldığı bildiril­mektedir.

Travma bir kişi tarafından yapılmışsa, mağdur dünyayı güvenilmez, diğer insanları ise güvenemeyeceği kişiler olarak görmeye başlar. Bu görüş öfke, güvensizlik, sosyal geri çekilme ve otorite ile hayal kırıklığı yaşamak gibi belir­tilere yol açabilmektedir. Travma mağdurları dünyayı anlamlı ve düzenli bir yer olarak görmekten vazgeçerler. Suç ise bunun getirdiği doğal sonuçlardan biri olarak gösterilmektedir.

Travmatik yaşantı durumlarında çocukların travmaya özgün çabuk tepki verme, kaçınma, çaresizlik, yıkıcı davranışlar gibi davranış kalıpları geliştirdiği ve bunların oluşan bilişsel şemalar yoluyla yetişkin yaşama taşındığı, erişkin dönemdeki ilişkilerinde ise saldırıya uğrama, şiddet ve örselenme sahnelerini yineleyici biçimde yaşadıkları ileri sürülmüştür. Bu süreç belki belli bir döneme kadar güvenilmez dünyalarında koruyucu işlev görüyor olabilir.

Cinsel istismara uğramış çocuklarda anksiyete bozuklukları kısa sürede or­taya çıkabilmekte, uyku bozuklukları, kabuslar, fobiler, bedensel yakınmalar ve korku tepkileri gözlenmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bo­zukluğu, ikincil enürezis daha sık ortaya çıkmaktadır. İstismarın erken döneminde amnezi, aşırı fantezi kurma, trans benzeri durumlar ve uyurgezer­lik ortaya çıkabilmektedir. Yüksek oranda depresyon gözlenmekte ve kurbanın benlik saygısı ciddi biçimde zedelenmektedir. Dissosiyatif bozukluklar, travma sonrası stres bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, hipokondriazis, yeme bozuklukları, cinsel işlev bozukluğu, alkol ve madde kötüye kullanımı, borderline kişilik bozukluğu, konversiyon bozukluğu, gelişimsel bozukluklar, uyku bozuklukları, depresyon, anksiyete, panik bozukluğu, suç işleme ve şiddet davranışında artış, kendine zarar verme ve özkıyıma eğilim, kendi ço­cuklarına da aynı yöntemleri kullanma eğilimi kendine zarar verme davranış­ları ve özkıyım girişimleri ile olan ilişkisi bir çok çalışma ile ortaya konmuştur. Bu bireylerin kişilerarası ilişki kurma ve sosyal ilişkileri sür­dürme becerisi de olumsuz olarak etkilenmektedir.

Cinsel Şiddet ve Yasak-Sevi

Çocukların yasal olarak erişkin kabul edildikleri yaştan önce erişkinler veya kendilerinden beş yaş büyük bireyler tarafından herhangi bir cinsel aktiviteye zorlanmaları veya maruz bırakılmaları cinsel istismar olarak tanımlanır. Bu aktiviteler; oral-genital temas, genital-genital temas, genital-rektal temas, el-genital temas, el-rektal temas, el-göğüs teması, cinsel bölgelerin zorla veya zorlama olmadan gösterilmesi, çocuğa pornografi seyrettirilmesi veya çocuğun pornografik amaçla kullanılması şeklinde olabilir. Cinsel taciz ve yasak sevi (ensest) uzun zamandan beri psikiyatri, klinik psikoloji ve hukuk alanlarında profesyonelleri zorlayan bir konu olarak varlığını sürdürmektedir. Aile içi cinsel istismar konusunun ciddi bir problem olarak algılanması ve açık bir şekilde tartışılabilmesi, gerek sosyal baskılar; gerekse durumun bireylerce ka­bulünün zorluğu nedeniyle ancak son yıllarda mümkün olabilmiştir. Çocukluklarında aile bireylerinden biri tarafından cinsel tacize uğramış kadın­ların, bu yaşantının ağır ve süreğen etkilerini hayatları boyunca taşıdıkları bilinmektedir.

Yasak-sevinin psikolojik etkilerinin şiddeti kurbanın yaşı, ekonomik du­rumu, sosyal destekleri, tacizin süresi gibi pek çok değişkenle ilgili olabilir. Kurbanın yaşı ne kadar küçükse ve tacizin süresi ne kadar uzunsa incinmenin şiddeti o kadar fazla olur. Buna karşın kurban yaşantının hemen ardından bu durumu sorgulayabilir ve üzerinde çalışabilirse, psikolojik etkilerin azaltılması mümkün olmaktadır.

Bu tür yaşantıları olan kurbanlar, başlarına gelen olaya kendilerinin neden olmadığını ya da bunun onların hatası olmadığını anlayamadıklarında suçlu­luk duygularını içselleştirmektedirler. Bu da utanç, depresyon, değersizlik ve yabancılaşma duygularının ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktadır. Bu tür bir yabancılaşma duygusu bu bireylerin bir gruba katılmasını zorlaştırmakta, bireyler yalnızlık ve izolasyon duyguları sonucunda da anlamlı ilişkiler ve dostluklar kurmada zorlanmaktadırlar. Yasak-sevi sanıldığından çok daha sık yaşanan bir durumdur. ABD’de kadınların yaklaşık üçte biri ile yarısının cin­sel istismara uğradığı ve cinsel istismara uğrayanların %16′sının 18 yaşın al­tında yasak-sevi yaşadığı bildirilmektedir. Ancak hemen hemen tüm kültürlerde kurbanlara, kendilerine yapılanları anlatma konusunda yasaklar konmaktadır. Bu durum olayın, bireyler ve aileler üzerindeki şiddetli psikolojik etkilerini süreğenleştirmektedir. Tacize uğrayanın, bu ortamda bulunan diğer bireylerin hatta taciz edenin de psikolojik yardım almaları ve bu bağ­lamda bir süre izlenmeleri önemli olmaktadır. Böylece hem bu bireylerin ruh sağlığı korunabilecek ve bundan sonraki ilişkilerine ait olası problemler için önlem alınabilecek, hem de taciz eden kişinin benzer bir suçu tekrar işlemesi önlenecek ve bu konuda yardım alması sağlanabilecektir. Diğer cinsel taciz olgularında olduğu gibi, yasak-sevi olgularında da yaşantının açığa çıkarılması ve üzerinde konuşulabilmesi gerçekten kırılması gereken bir tabudur.

Çocuklukta Yaşanan Şiddetin Etkileri

Aile içi şiddet kuşaktan kuşağa geçmekte ve yalnızca şiddet gören kişiyi değil, tanık olan kişilerin psikolojik durumlarını, özellikle çocukların psikosoyal gelişimini etkilemektedir. Çocuklukta aile içi şiddete maruz kalanların ya da tanık olanların kendi yetişkinlik ailelerinde, şiddeti daha yüksek oranda sapta­yan çalışmalar vardır. Türkiye’de kadın sığınma evlerinde yapılan bir çalışmada, şiddet gören kadınların tamamına yakınının çocukken de şiddet gördüğü ve sonradan kendi çocuklarını dövdüğü saptanmıştır.

Önceden yaşanmış olan travmalar, problem çözme becerilerini olumsuz şekilde etkilemektedir. Bir problemle karşılaştıklarında bu kişilerin düşünerek, konuşarak, sabrederek ya da farklı seçenekleri deneyerek problemi ele alma eğilimleri zayıftır. Bu kişilere kişilerarası ilişkiler, öfke denetimi, problem çözme becerileri gibi konularda eğitim verilmesi daha sonraki süreçte oluşabi­lecek yaralanmaları azaltabilir. Günümüzde, suç işleme oranlarının gün­den güne arttığı ve cezaevlerinde binlerce insanın kalmakta olduğu toplumsal bir gerçektir. Suç işlemeye neden olan etmenleri iyi tanımak suç oranlarındaki artışla başa çıkabilmemiz için gereklidir. Bu kişilerden çoğunun çocukluk çağı travmatik yaşantılarına maruz kalmış olduğu göz önünde bulundurulmalı ve çocukluk çağı travması ve dissosiyasyonun anlamlı birlikteliğine dikkat edil­melidir.

Çocuk Davranışına Etkileri

Çocukluk çağı travmasının çocukta görülen şiddet davranışının ortaya çıkmasındaki en önemli faktörlerden biri erken yaşta, devam eden fiziksel, cinsel ve duygusal kötüye kullanımdır. Erken dönemdeki ihmaller geri kalmış fiziksel ve motor gelişime ve saldırganlığa yol açabilir. insanlarda hayatın erken dö­nemlerinde yaşanılan deneyimlerin fizyolojik ve psikolojik etkileri olabilir.

Şefkatten ve çocuğun ihtiyaçlarına yanıt vermekten yoksun, bastırılmış öfkele­rini bebeklerine yansıtan annelerin, özgüvensizlik ve bağımlılıktan kaçma davranışları yarattıkları, bunun da ileri dönemlerde özellikle erkek çocuklarda saldırganlıkla ilişkili olduğu gösterilmiştir.

Birçok çalışmada, erken dönemdeki ciddi kötüye kullanımın, özellikle kö­tüye kullanılan çocuğun nöropsikiyatrik veya bilişsel fonksiyon bozukluğu da varsa takip eden dönemlerde şiddetle ilişkisi gösterilmiştir. Erken ve tekrarla­yan cinsel kötüye kullanım özellikle erkek çocuklarda ciddi sonuçlar doğurabi­lir. Bu kişiler ileride şiddet içerikli cinsel suçlar işleyebilirler ve çoğunlukla kendi kötüye kullanımlarını hatırlamazlar.

Kötüye kullanım ve ihmal çeşitli yollarla şiddeti doğurabilir. Devam eden stresli uyaranlar hipotalamik-pitüiter-adrenal (HPA) ekseni aktive edebilir ve bu da beyin ve adrenal medulladan katekolaminlerin, adrenal korteksten kortizolün salınmasına yol açabilir.

Kötüye kullanım zamanla paranoya haline gelen aşırı uyarılmışlığı da içe­ren fizyolojik sonuçları bulunmaktadır. Kötüye kullanılan çocuklar bilişsel olarak da, çevrelerini yanlış anlamakta ve çoğunlukla zararsız uyaranları tehlikeli olarak algılamaktadırlar. Bu bulgu şiddetli suçluları daha az şiddetli akranlarından ayıran ve en sık görülen belirtilerinden biri olan paranoid kav­rayıştır. Çocuk kötüye kullanımı çoğunlukla sözel yetersizlikle kendini göste­ren ve ayrıca ifade etme becerilerini de azalmaktadır. Kötüye kullanılan çocuk­ların olumsuz duygularını kötüye kullanılmayanlardan sözlü olarak daha zor ifade ettikleri bildirilmiştir. Akranlarının üzüntüleri ile kendi mutsuzlukları arasında empati kurmada zorluk çektikleri bildirilmiştir. Kötüye kullanılmış çocuğun empatik bozukluğu psikodinamik bir fenomendir ve yetersiz geliş­menin yol açtığı nörolojik yol hasarını, frontal lob çalışmamasının sonucunu ya da bu etkenlerin etkileşimini ve açıklanmayı bekleyen birçok faktörü kap­samaktadır.

Kötüye kullanılmış çocukların olumsuz duygularını bastırma veya inkar etme eğilimi, empati zorlukları, paranoid yanlış anlama ve sonucunda oluşan öfke gösterme eğilimi sürekli taklit edilen bir tavır haline gelebilmektedir. Bu durum hekimlerin kötüye kullanımı gözden kaçırmalarının (dav­ranışsal başlangıcı) sebebidir ve birçok travmatize, agresif çocuk, ergenin ve yetişkinin ve basit davranış bozukluğu olan, suçlu ya da antisosyal kişiler ola­rak düşünülmesine neden olmaktadır.

Çocuk kötüye kullanımı agresyonun bilinen en güçlü yaratıcısıdır. Daha erken, daha şiddetli ve daha kalıcı kötüye kullanım çocuğun tekrar suç işleme­si daha olasıdır. Erkek çocukları genelde hassastır. Sonuç olarak suistimalin nöropsikiyatrik bozukluğa yol açması, psikotik belirtiler de dahil olmak üzere (paranoya), beyin hasarı veya disfonksiyonu, nörotransmitterlerin metaboliz­masında anormallikler ağır ve kalıcı saldırganlık uyumsuzluğuna yol açar.

Erişkin Davranışına Etkileri

Çocuklukta karşılaşılan her türlü şiddet erişkinlikte farklı etkiler ortaya çıkar­maktadır. Çocuk ve şiddetle ilgili yapılan çalışmalarda en çok maruz kalınan şiddet türü olarak fiziksel şiddet yer almaktadır. Fiziksel kötüye kulla­nıma her çeşit sosyokültürel ve sosyoekonomik çevrede rastlansa da sıklıkla sosyoekonomik durumu ve eğitim seviyesi düşük ailelerde daha sık ayrıca ev içi şiddet, sosyal izolasyon, ebeveynde ruhsal bozukluk ve madde bağımlılığı gibi sorunları olan ailelerde daha yüksektir. Prematüre, zekâ geriliği ve kardeş sayısının çok olan çocukların fiziksel kötüye kullanımı daha sıktır. Er­genlik ve genç erişkinlik döneminde şiddet davranışını artıran faktörler ara­sında ebeveyn yetersizliği, sosyal problem çözme becerisi, olumsuz akran etki­si, çocuklukta şiddete maruz kalma, yoksulluk ve ailenin parçalanması yer almaktadır.

Çocuklukta fiziksel şiddete maruz kalmış kişilerde erişkin yaşamda depres­yon, anksiyete bozukluğu, yeme bozuklukları, alkol-madde kullanımı ve davranım bozukluğu daha yüksektir. Ayrıca çalışmalarda bu kişilerde astım, alerji, romatizmal hastalıklar, amfizem, ülser kardiyovasküler hastalıkların diğer kişilerden anlamlı derecede yüksek olduğu bildirilmiştir. Aile içi şiddete tanık olan çocukların yetişkinlikte psikotrop ilaç kullanma oranları arasında da anlamlı derecede bir ilişki gösterilmiştir. Madde kötüye kullanım öyküsü olan yetişkinlerle yapılan çalışmada kadınların %50′si, erkeklerin ise %31′inin çocukluk çağı fiziksel ve cinsel kötüye kullanımı bildirmişler. Bu kişilerin önemli bir bölümü aile fertlerinden birine veya eşine şiddet uygulamış. İntravenöz uyuşturucu madde kullananlarda da çocukluk çağı istismar öyküsü daha yüksek çıkmış. Çocukluk çağı mağduriyeti, madde kötüye kullanımı için bir risk faktörü oluşturmaktadır. Çocuklukta şiddet kurbanı olmak ye­tişkinlikte madde kötüye kullanım, şiddet suçu işleme, intihar girişimleri, eş istismarı ve kötü ebeveyn için de risk oluşturmaktadır.

Eşe şiddet uygulama ile çocukluk çağı şiddete maruz kalma arasında güçlü bir bağ olabileceği ileri sürülen çalışmada eşine ve çocuğuna şiddet uygulayan yetişkinlerin çocukluk çağı şiddet görme öyküsünü yüksek olduğu gösterilmiştir. Çocuk şiddet eyleminin bazen mağduru bazen faili olmaktadır. Şiddete maruz kalan veya tanık olan çocukların şiddet gösterme eğiliminde oldukları bilinmektedir ve yetişkinlikte şiddet uygulayan kişi ola- bilmektedirler. Daha çok şiddet görenler değil, daha çok şiddete tanık olanlar şiddet uygulamaktadır. Çocukluk çağı istismarı gele­cekte yetişkinlik de şiddet işleme ve mağduriyet için önemli bir belirleyicidir. Bu şiddet başkalarına dönük olabileceği gibi kendilerine dönük de olabilmektedir.

Çocuk sosyal etkileşim içinde olgunlaşmaktadır. Yaşadığı ailenin ve çevre­nin sosyal davranış modellerini benimsemektedir. Çocuk gözlemlediği çevre­den iyi ya da kötü davranış kalıpları geliştirir. Şiddeti gözlemleyen çocuk şid­detle ilgili davranışlar geliştirir. Böylece şiddet, şiddetin izlenmesiyle öğrenil­miş bir davranış olarak ortaya çıkar. Çocuğun şiddeti izlemesi ya da şidde­te tanıklık etmesi şiddeti bir baş etme yolu olarak kullanmasına neden olur ve şiddetin diğer insanları kontrol etmenin bir yolu olduğunu öğrenir.

Alt sosyoekonomik ve sosyokültürel çevrede eğitim gören öğrenciler daha çok psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalmakta ve yetişkin olduklarında şiddeti çatışma çözme stratejisi olarak kullanmaktadırlar. Yapılan bir çalışma­da 13-14 yaş grubu öğrencilerinde sosyal yaşantılarında sorun çözme yöntemi olarak daha çok şiddetin yer tuttuğu gösterilmiştir. Şiddet içeri­sinde yetişen çocuk, şiddet görmeyi ve şiddet uygulamayı normal olarak kabul etmeye başlar ve yetişkinlikte şiddet uygulayan kişi olarak karşımıza çıkar. Çocuklukta şiddete maruz kalanların yetişkinlikte kişilik bozukluğu ve davra­nış bozukluğu gösterdiği görülmektedir. Bu bireyler kendi çocuklarına daha fazla öfke ve şiddet içeren davranışlar sergilemektedir.

Erişkin suçlularda çocukluk çağı kötü muamelenin etkisinin araştırıldığı bir çalışmada, çocukluk çağı ihmal, istismar ve şiddet hikâyesi olan 908 kişi ile şiddet ve istismar öyküsü olmayan 677 kişi karşılaştırılmış. Çocukluk çağı ihmal deneyimi olanların tutuklu olarak izlenme oranları daha yüksektir. Fakat fiziksel ve cinsel kötüye kullanım tutuklu olarak izlenmede önemli bir belirleyici değildir. Çocukluk çağı ihmal öyküsü olan kişiler daha fazla şiddet suçu işlemektedir. Genç hükümlüler ile yapılan çalışmalarda ço­cukluk çağı kötüye kullanım öyküsü olanların genç erişkinlik döneminde daha büyük ölçüde şiddet suçu işlediği gözlenmiştir. Çocuklukta kötü davranışlara (şiddet, cinsel kötüye kulanım, ihmal) kurban olan ve olmayanlar karşılaştırıldığı bazı çalışmalarda kötü muameleye maruz kalanlar yetişkinlikte şiddet davranışı gösterme, eşine şiddet uygulama ya da kurban olma olasılıkla­rı da daha yüksektir.

Çocukluk çağındaki istismar gelecekte şiddet suçu işlemenin ve mağdur olmanın önemli bir belirleyicisidir. Genç yetişkinlikte partnerine şiddet uygu­lama davranışı olasılıkla çocukluk ve ergenlikte şiddete maruz kalma yaşantısı ile ilişkilidir. 15-18 yaş arası 235 hükümlü çocukta şiddet içeren suç işleme davranışına neden olan etkenlerin araştırıldığı bir çalışmada, hü­kümlülerin en çok fiziksel şiddet suçu işlediği (gasp, yarama ve cinayetten) %66′sının bu suçlarını yinelediği gözlenmiştir. Bu 235 hükümlünün 179′unda çocukluk döneminde fiziksel şiddet öyküsü belirlenmiştir. Anneleri tarafından şiddete maruz kalan öğrencilerle yapılan bir diğer çalış­mada öğrencilerin şiddet ve saldırganlık puanları anlamlı derecede yüksek çıkmıştır.

Çocukluk çağı cinsel istismar öyküsü olanlarda yetişkinlide kişilik patoloji­leri gözlenmekte ve sıklıkla borderline kişilik bozukluğuna sahip olmaktadır­lar. Bu kişiler yetişkinlikte romantik ilişkiler kurmakta zorlanmakta ve kadın­lar ise çocuk yetiştirme konusunda isteksiz oldukları gözlenmektedir. Berabe­rinde cinsel istismar öyküsü olanlarda, yetişkinlikte depresyon, madde ve alkol kötüye kullanım, özkıyım, yeme bozukluğu, rasgele cinsel ilişkiler ve cinsel işlev bozuklukları gözlenmektedir. Çocukluk çağındaki duygusal travma ve ihmal ise yetişkinlikte depresyon, davranış problemleri, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu bulguları, disosiyasyon ve öfkeye yol açabilir. Çocuk­luk çağı sözel travma yetişkinlikte madde kötüye kullanımına, depresyona neden olabilmektedir. Ayrıca ağrı, mide barsak patolojileri gibi fiziksel şikâyet­lerde ortaya çıkabilmektedir.

Sonuç olarak çocukluk çağı kötüye kullanım ve ihmalin çocukta kısa ve uzun dönem birçok etkiye yol açtığı bilinmektedir. Kısa dönemde çocukta regresyon (altını ıslatma, parmak emme, dil geriliği vs.),uzun dönemde yetiş­kinlikte suça yönelen davranışlar, antisosyal davranışlar, kendi çocuklarına şiddet uygulama, şiddet suçu işleme, alkol-madde kötüye kullanımı şeklinde gözlenebilmektedir. Ayrıca depresyon ve anksiyete bozuklukları, sosyal geri çekilme, akademik başarısızlıklar, davranım bozukluğu, karşıt gelme-karşıt olma, disosiasyon, yeme bozuklukları, kişilik patolojileri travma sonrası stres bozukluğu gibi pek çok patolojiye neden olabilmektedir.

Sonuç

Şiddetin tanımı içinde mağdur olma, tanımı içinde faili olan bireylerden gele­cektir. Fail, iktidar şiddeti konumunda da olması gerçekliğiyle, bu rolü üstlenmeyecektir ya da birileri tanım dışı mağdur rolüne aday olabilecektir. Şid­det, çoğu zaman fark ettirmeden oyuncularını seçer ve eğitir. Fakat işini ya­parken büyük bir ciddiyetle yapar, küçük yaşta başlattığı eğitim faaliyetini yıllar boyu hep sıkı bir şekilde sürdürürken, kendisine karşı olarak da hep kendi öğrencilerini seçer. Şiddet kendi yol haritasında ortadan kalkmayı göze almışsa rolünü bırakır. Belki daha önce onu tarihten silecek bir keşif yapabili­riz ama yakın zamanda bu mümkün gözükmemektedir. Belki de şiddete karşı en güçlü silah, onu tanımından sıyırmak ve mümkünse onu tamamen unut­maktır.

KAYNAK

Güleç, H., Topaloğlu, M., Ünsal, D., Altıntaş, M., Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry 2012; 4(1):112-137

ÇOCUKLUK ÇAĞI


ÇOCUKLUK ÇAĞI CİNSEL İSTİSMARI

Çocuğun cinsel istismarı fiziksel, duygusal, sosyal, ahlaki, kültürel ve hu­kuki boyutları olan geniş kapsamlı ve karmaşık bir sorundur. Çocukluk çağı cinsel istismarı yeni bir olay değildir. Babil dilindeki Hammurabi yazıtlarında babasından hamile kalan bir kız çocuğundan bahsedilmektedir. Ensest bazı istisnalar dışında binlerce yıllık bir tabudur. Odipus’un iste­meden babasını öldürdüğü, annesiyle evlendiği ve gerçeği öğrenince gözle­rini kör ederek kendini cezalandırdığı anlatılır. Peru, Mısır ve Japonya’da krali­yet ailelerinin saflığını korumak için enseste izin verdiği bilinir. Moses ka­nunlarında ensest bir günah olarak tanımlanmaktadır. Çocukların cinsel istismarı şüphesiz yüzyıllardır vardır; ancak bir çocuk sağlığı sorunu olarak ele alınışı yenidir. Amerika Birleşik Devletlerinde 1970′lerin ortasında birdenbire artan vaka bildirimleri ile birlikte, çocuk cinsel istismarı sorun olarak görülme­ye başlanmıştır. Birkaç yıl sonra İngiltere ve Kanada’dan da benzeri yayınlar çıkmaya başlamıştır. Doğu ülkelerinden bildirimlere ise son yıllarda rastlanmaktadır. Kadın hareketinin gelişimi, çocukluk çağında cinsel istismara maruz kalan kadınların açıklamaları ve toplumsal düzeyde cinsellikle ilgili açıklığın artmasının istismarın tanımlanmasını arttırdığı düşünülmektedir.

Cinsel istismar kavramı, ‘henüz cinsel gelişimini tamamlamamış bir çocu­ğun ya da ergenin, bir erişkin tarafından cinsel arzu ve gereksinimlerini karşılamak için güç kullanarak, tehdit ya da kandırma yolu ile kullanılması’ olarak tanımlanmaktadır. İstismar çocuk ya da ergen ile kan bağı olan ya da ona bakmakla yükümlü birisi tarafından yapılmışsa bu durum ensest olarak adlandırılır. Cinsel istismardan söz ederken bir çocuk ile bir erişkin arasındaki cinsel aktivite üzerinde durulmakla birlikte, iki çocuk arasındaki cinsel aktiviteler; yaş farkı 4 yaş ve üstü olduğunda, küçük çocuğun zorlama ya da ikna ile cinsel haz amacı güden aktivitelere maruz bırakılması durumunda da cinsel istismar olarak ele alınır.

Çocuk cinsel istismarının çocuk üzerindeki olumsuz etkileri, istismarcı tarafından istismarın inkar edilmesi, kurbanın kendini suçlu hissetmesi ve utan­ması toplumun cinsel istismarı tasvip etmeyişinin bir sonucudur. Üstelik ço­cuk cinsel istismarının çocuk ve gençlerde nisbeten yüksek oluşu toplumda risk altındaki bireylerin bakım ve korunmasında yetersizlik olduğuna işaret etmektedir. İstismarla ilgili açıklamalar genellikle şüpheyle karşılanmaktadır. Yaygın bir olayın şüpheyle karşılanması ya da inanılmaması muhtemelen çocukla yetişkinin cinsel ilişkisinin sosyal bir tabu olarak görülmesine bağlıdır. Ayrıca cinsel istismar tanığının olmaması, bu aktivitenin gizli kalması istismar­cının sıklıkla istismarı red etmesine neden olmaktadır. İkinci olarak da istis­marcı suçlu olarak bulunduğunda yargı yolu açılmış olacak ve istismarcı açısından ciddi sonuçlar gelişecektir. Çocuk ve ergenler tarafından cinsel istisma­rı açıklama oranlarının yüksekliği yanında mahkemeye başvurma ve mahku­miyet oranları düşüktür. İngiltere’de 188 cinsel istismar vakasında mahke­meye başvurma %36 ve mahkumiyet %17 oranlarında, Meksika’da ergenler üzerinde yapılan bir başka çalışmada ise yasal otoritelere başvurma %3.7 oranında saptanmıştır.

Çocukluk çağı cinsel istismarları çoğu zaman hiç kimseye söylenmez. Gerçekler yetişkinliğe kadar çocuk tarafından saklanır. Çoğunlukla günahından dolayı cezalandırılacağı ya da terk edileceğine dair hislerle, utanç ve suçluluk duyguları ile bu şiddet saklanır. Ancak cinsel istismar sırasında çocuk fiziksel olarak zarar görmüşse ortaya çıkar. Çoğu zaman cinsel istismar, sağlık pro­fesyonelleri tarafından istismarın tanılanması ve çocuğun koruma altına alın­ması ile son bulur ve bu adımın ardından çocuğun yaşadığı ambivalan duygu­ların, çatışmaların değerlendirildiği terapi süreci başlar.

Bu derlemede çocukluk çağı cinsel istismarının epidemiyolojisi, istismarcı­ların özellikleri, cinsel istismarın çocuk üzerindeki etkileri, psikiyatrik bozukluk ve nörobiyolojik faktörlerle ilişkisi, cinsel istismar modelleri, cinsel istismarın önemli bir alt grubu olan ensestle ilgili değerlendirmeler ve cinsel istismarın tedavisi ile ilgili bilgiler gözden geçirilecektir.

Sınıflandırma

Cinsel istismar farklı şekillerde olabilir:

Temas içermeyen cinsel istismarlar: Cinsel içerikli konuşma, teşhircilik ve röntgenciliktir.

Cinsel dokunma: İstismarcı kurbana dokunabilir ya da kurbanı kendisi­ne dokunması için zorlayabilir.

İnterfemoral ilişki( Irza tasatti): Penetrasyonun olmadığı, sürtünmenin olduğu istismar şeklidir.

Cinsel penetrasyon (Irza geçme): Genital ilişki, anal ilişki, objelerle penetrasyon ve parmakla penetrasyon şeklinde olabilir.

Cinsel sömürü: Çocuk pornografisi ve çocuk fuhuşunu kapsar.

Türkiye’de yapılan bir çalışmada tüm çocukların temas içeren cinsel istismara maruz kaldığı ve tanımlanan istismar davranışlarından anal sürtünmenin erkek çocuklarda, dokunma-okşama ve öpmenin kız çocuklarında yüksek oranda saptandığı belirtilmektedir. Ayrıca yaş arttıkça çocukların birden çok istismar şekline maruz kaldığı, beden bütünlüğünün bozulduğu ve kız çocuk­larında yaş arttıkça vaginal penetrasyon şeklindeki istismarın daha yüksek oranda olduğu bulunmuştur.

Epidemiyoloji

İstismarın neden olduğu utanç, suçluluk gibi tepkilerden dolayı cinsel istismar çoğu kez gizli olarak kalmakta ve sır olarak saklandığı için de gerçek istatistik­sel verilere ulaşmak zor olmaktadır. Cinsel istismara uğrayanların yalnızca %15′inin bildirildiği dikkate alınırsa ulaşabildiğimiz olgular buzdağının görü­nen kısmı ile sınırlı gibi düşünülebilir. Çocuklukta cinsel istismara maruz kalma sıklığı %10-40 olarak bildirilmektedir. Cinsel istismar kurbanlarının %53′ü 14 yaşın altındadır. Oranlar arasındaki büyük farkların nedeni ça­lışma desenlerindeki farklılıkla ilgilidir. İstismarın tanımı, yaş farkı, örneklem seçimi, veri toplama tekniklerindeki farklılıklar gibi pek çok konuda fikir birliği bulunmamaktadır. Bazı çalışmacılar istismardan bahsetmek için mutlaka ten temasını gerekli görmekte, bazıları ise sözel imaların ya da bakışların bile istismar olabileceğini düşünmektedir. Toplumsal çalışmalara göre erkekle­rin %4-9′u, kadınların %12-35′i 18 yaşından önce istenmeyen cinsel deneyim yaşamaktadırlar. Kuzey Amerika örnekleminde yapılan 16 çalışmanın bulgularının sentezlendiği bir makalede cinsel istismar sıklığı, kadınlar ve erkekler için sırasıyla %16.8 ve %7.9 olarak verilmiştir. ABD ve Kanada’ya ek olarak en az 19 ülkede yürütülen çalışma sonuçlarını aktaran bir diğer ma­kalede çocuk istismarı epidemiyolojik verileri kadınlar için %7-36, erkekler için %3-29 aralığında bildirilmekte, kadın cinsiyetin 1.5-3 kat daha fazla istismara uğradığı üzerinde durulmaktadır. Ergenlerle yapılan bir araştırmada ço­cuklukta yaşanan cinsel istismar ve ergenlik döneminde yaşanan istismar ile ilişkili sorunlar araştırılmıştır. Erkek ve kız öğrenciler arasında sırasıyla %3.1 ve %11.2 oranlarında istismar bildirimi yapılmıştır.

Cinsel istismar kızlarda erkeklere oranla 4 kat daha fazla görülmektedir. Pereda 2009 yılında cinsel istismar üzerine 21 ülkede yapılan 39 çalışmayı değerlendirmiştir. Kızlarda cinsel istismar oranı %10-20, erkeklerde ise %10 olarak bulunmuştur. Kızlara göre erkeklerde saptanan düşük oranlar şu şekil­de açıklanmaya çalışılmıştır. Cinsel yönden istismara uğramış erkek çocuklar bu konuda yardım aramanın erkekliğe yakışmayacak bir davranış olduğunu düşündükleri ve homoseksüel olarak değerlendirilme düşünceleri nedeniyle yaşadıkları deneyimleri anlatmakta daha isteksiz olabilirler. Ergen erkekler terapi esnasında bile istismarla ilgili konuşmaya istekli değildirler. Bazı araş­tırmacılar bu durumu erkek çocukların kızlara göre daha küçük yaşta istismara maruz kalmaları ile açıklamaktadırlar.

Her yaştaki çocukta cinsel istismar olabilir. İlk istismara uğrama yaşı orta­lama 8-12 yaşları arasında zirve yapmaktadır. Ülkemizde yapılan iki çalış­mada çocuk psikiyatrisine başvuran istismar olgularında ortalama yaş 10.9 ve 12.1 yıl olarak bildirilmiştir. Gazi Üniversitesi Çocuk Koruma Merkezine 2001-2006 yılları arasında başvuran olgular içinde kızların yaklaşık erkeklerin iki katı olduğu ve başvuruların %20′sinin 12-18 yaş aralığında olduğu bildiril­miştir. Bu merkezde yürütülen bir çalışmada ergen cinsel istismarı ile ilgili sonuçlara bakıldığında istismarcıların tamamının erkek olduğu, akran istisma­rının %33.3, bir erkek akraba tarafından istismarın %7.4, öz baba istismarının %14.8 ve yabancı istismarının %25.9 olduğu görülmektedir.

Çocuk istismarının yaygın olduğu kanısına karşın ülkemizde çocuk cinsel istismarı ile ilgili bilgiler yetersizdir. Edirne’de Trakya Üniversitesinde yapı­lan bir çalışmada aile içi cinsel istismar oranının %1.4 olarak bulunduğu bildirilmiştir. Ülkemizde 839 lise öğrencisinde istismar ve ihmalin araştırıldığı bir çalışmada cinsel istismar oranı %10.7 olarak bulunmuş olup adli olguların değerlendirildiği başka bir çalışmada adli başvuruların %81.3′ünün cinsel istismar olguları olduğu bildirilmiştir. Dokuz-onbirinci sınıflarda oku­yan kız öğrencilerle yapılan bir çalışmada %1.8 oranında ensest bildirilirken, öğrencilerin %11.3′ü çocukken özel bölgelerine istemedikleri bir şekilde do­kunulduğundan bahsetmişler, %4.9′ u ise cinsel ilişkiye zorlandıklarını belirtmişlerdir.

Toplum örneklemli çalışmalarda istismarın tekrarlayıcı olmadığı gösteril­mekteyse de klinik örneklemlerde çocukların çoğunluğunun aynı istismarcı tarafından birden fazla kez istismara uğradıkları belirtilmektedir. Bir kez yaşa­nan istismarın bildirimi ve yardım merkezlerine başvurma olasılığı daha düşük olarak görülmektedir. Cinsel istismara uğrayan bir çocuğun bir başkası tarafından da istismara uğratılması olasılığı Baker ve Duncan tarafından %14 olarak tespit edilmiştir.

Sosyoekonomik Düzey

Cinsel olmayan çocuk istismarı ile düşük sosyoekonomik düzey arasında çok güçlü ilişki varken cinsel istismarda durum bu kadar net değildir. Klinik değerlendirmeye gelen cinsel istismarlarda düşük sosyoekonomik düzey vardır; ancak, bu diğer istismar türleri ile kıyaslandığında daha az belirgindir. Çocukluk cinsel istismarı ile sosyoekonomik düzey arasındaki ilişki net olmasa da annenin eğitim düzeyi ile belirgin bir ilişki vardır. Ülkemizde 2009 yılın­da adli olarak başvuran cinsel istismar kurbanları ile yapılan bir çalışmada anne eğitimlerinin ağırlıklı olarak ilköğretim düzeyinde olduğu bulunmuştur.

İstismarcıların Özellikleri

İstismarcılar genellikle erkektir, %5-15′sinde ise suçlu kadındır. Kadınların istismarı genellikle erkek çocuğa yöneliktir. Erkeklere yapılan istismarların %20′den fazlasında suçlu kadındır. Kadınlar genellikle bir erkekle birlikte ‘coabuser’ olarak bulunurlar ve bazısı çocukla temasta bulunmayabilir. Kadın suçlular genellikle bekardır. Klinik olmayan çalışmalara göre, tanıdık birisi ya da bir yabancı tarafından aile dışı istismar, çocuk ve erişkin arası cinsel temas vakalarının %30-50′sidir. Meksika, Almanya, Kenya’da istismarla ilgili yapı­lan çalışmalarda istismarcıların sırasıyla %30.1, %50.3, %82 oranlarında tanıdık olduğu saptanmıştır. Ülkemizde son dönemde yapılan 2 çalışmada istismarcıların %40.7-%66.7 oranlarında tanıdık olduğu bulunmuştur.

İki tip aile dışı cinsel istismara özellikle dikkat edilmelidir: Seks şebekeleri ve yineleyen istismarlar. Şebekelerdekiler genellikle erkek, aileye yakın birisi ve pedofiliktirler. İngiltere’de polise başvuran çocukluk cinsel istismarlarının %5′i bu sorun nedeniyle olmaktadır, ancak gerçek sıklık bilinmemektedir.

İstismarcılar da gözlenen başlıca kişilik özellikleri; aile içinde ve sosyal te­ması sınırlı içe kapanık kişilik, eşi ya da ailesiyle sıcak ilişki kuramayan psikopatik kişilik, psikoseksüel ve sosyal açıdan immatür, kendi çocukları ile birlikte başka çocukları da istismar eden pedofilik kişiliktir. İstismarcıların birçoğu çocukluklarında ya cinsel istismara uğramışlardır ya da ev içerisinde şiddet olgusu vardır. Cinsel istismarcı birey genelde düşük eğitim ve sosyoe­konomik düzeye sahiptir. İstismarcı bireyin doyumu erteleme kapasitesi azalmıştır ve engellenmeye karşı düşük toleransı olan kişilerdir. Çoğu zaman emosyonel açıdan var olan rötardasyonları nedeniyle gerçekçi yaklaşımlarda bulunamazlar. Empati duyguları ya yoktur ya da sınırlıdır. Kendilerine saygıla­rının düşüklüğünü ve suçluluğu bastırıp karşıt tepki kurarak saldırgan davra­nış şeklinde çocuğa yansıtma eğilimi içerisindedirler. Karşılanmamış doyum nedeni ile anksiyete yaşarlar ve çevresine saldırganlık şeklinde bu enerjiyi aktarırlar. Duygusal yetersizlikleri aynı zamanda narsisizmle karakterizedir. İlişkilerinde ön plana çıkardıkları benmerkezcilik yetişkin ilişkilerine girmeleri­ni engeller. Narsisistik yapıları nedeni ile diğer kişileri kendi gereksinimlerini karşılamaktan sorumlu bireyler olarak algılarlar. Cinsel istismarcı birey psikodinamik teoriye göre olgunlaşmamış emosyonel durum özellikleri ile patolojik bir şekilde çocuğu cinsel açıdan çekici bulur. Çocukluk döneminde özdeşleşeceği birisinin olmaması, sosyal komponentler açısından patolojik bir aile yapısına sahip olma, destek sistemlerinden yoksun bir birey olması istis­marcı bireyin diğer özellikleri arasına girmektedir.

Cinsel İstismarın Önemli Bir Alt Grubu: Ensest

Kanunen evlenmelerine izin verilmeyen iki kişi arasındaki cinsel ilişkiye ensest denir. Anne babadan biriyle, üvey baba da dahil olmak üzere akrabalardan biriyle, ebeveyn rolünü üstlenen ve üvey baba yerine geçen biriyle ensest ilişki söz konusu olabilir. Aile içi istismarda en sık rastlanan suçlu babadır. Ancak üvey babalar da istatistiksel olarak yüksek bulunmuştur. Üvey babanın olması cinsel istismar için riski arttıran bir faktördür ve üvey baba ile olan cinsel istismarın daha ciddi olma olasılığı yüksektir. Üvey baba ile yaşayan bir kız çocuk, biyolojik baba ile yaşayana göre altı kat daha fazla risktedir. Erkek çocukla annesi arasında heteroseksüel eylem olma olasılığı düşüktür. Aile içi istismar örüntüsü klinik ve klinik olmayan çalışmalarda farklılıklar gösterir. Klinik çalışmalarda kardeşler arası istismar sık değildir; ancak tarama çalışma­larında en az baba ile olan istismar kadar sık olduğu bulunmuştur. Daha az bildirilmesinin nedeni aile fonksiyonlarını daha az etkilemesi ve çocuk- ebeveyn ensestine kıyasla daha az hasar oluşturması olabilir.

Çocukluk cinsel istismarı riski evlilik sorunları olan, aile içi çatışmaların sık olduğu, ana babalık görevlerini yerine getiremeyen, ebeveyn çocuk ilişkisin­de bozukluk olan ve ebeveyn uyum sorunu olan ailelerde sıktır. Ensestin ya­şandığı bir aile evrensel olarak düzensiz ve işlevlerini yerine getiremeyen bir aile şeklinde tanımlanır. En sık tanımlanan örüntü, babanın güçlü konumunu kuvvet kullanarak ve baskı yolu ile elde ettiği, katı ve ataerkil bir aile yapısıdır. Anne baba arasındaki evlilik ilişkisi, bunların kendi anne babalarında da oldu­ğu gibi güçlü değildir. Aile sistemi dışa kapalıdır ve yabancılar şüphe ile karşı­lanır. İstismar eden babalar aile içinde kontrolü ve gücü elinde bulundurdu­ğunun bir göstergesi olarak şiddet de kullanabilirler. Baba ve kız çocuk ara­sındaki cinsel aktivite evlilikte önemli sorunların oluşmasından sonra, babanın eşinden uzaklaşması ve kızına sadece bir cinsel haz nesnesi olarak değil, aynı zamanda duygusal bir yaklaşımla bakmaya başlamasından sonra gelişebilir. Anne bu alternatif düzenin gelişimi ile ilgili gizli işler çevirir ve görünen cinsel aktivite olayını görmezden gelmeyi tercih eder. Anne kızına karşı duygusal yönden soğuk olabilir ve genel olarak aile duygusal iletişim açısından fakirdir. Böylesi aileler sıklıkla cinsel konuların açıkça tartışılmasında ahlaki tabulara güçlü bir şekilde bağlı ve katıdırlar. Öte yandan annenin baskın olduğu, ba­banın pasif olduğu bir başka örüntü de bildirilmiştir. Bu babalar sadece çocuk ile istismar ilişkisinde kendilerini güçlü hissetmektedirler. İstismarın olduğu tüm ailelerde her tip ebeveyn yapılanmasında belirgin bir güç dengesizliği vardır.

İstismarın olduğu ailelerde sosyal izolasyon sıklıkla görülür. İstimar eden bir baba tipi olarak ‘endogamik tip’ baba tanımlanmıştır. Bu babalar, cinsel açıdan engellendiklerinde evlilik dışı ilişkiler peşinde koşmak yerine kendi çocuklarına yönelirler.

Çocukluk cinsel istismarında alkol veya madde kullanımı yanı sıra suçluluk oranı ve antisosyal davranışlar (özellikle baba da) yüksek bulunurken annede depresyon oranı yüksektir. Cinsel istismar olgularında alkolün, taciz eden tarafından sıklıkla kullanıldığı ve istismarı tetikleyen önemli bir etken olduğu bildirilmektedir.

Çocukluk ya da ergenlik döneminde cinsel istismara uğramış kişilerin is­tismarcı konuma geçebildiklerini aktaran yayınlar vardır. Ensest yaşanan aile­de bu tabunun bozulması ile istismar davranışının tekrarı arasındaki ilişki ve kuşaklar arası aktarımdan söz edilmektedir. Ensestci çoğu babanın ensest kurbanı olduğu, enseste maruz kalan çoğu kadının da çocuklarını ensestden koruyamayan anneler oldukları bildirilmektedir.

Çocuk Cinsel İstismarının Çocuğa Etkileri

Bowlby’nin bağlanma teorisine göre cinsel istismar yaşayan bireyler dezorganize bağlanma geliştirirler. Dezorganize olmuş bağlanma genellikle çocukluk çağı anksiyetesinin kaynaklarından olan korku dolu davranışlar ola­rak belirir. Bu dinamik genellikle kognitif yıkıma ve ilişkilerde dengesizliğe neden olan disfonksiyonel ailede yaşamış olan çocuklarda gelişir. Çocuk, bakıcısının kendisine karşı negatif bir davranışı ile karşılaştığında buna karşı farklı tepki verme sürecine girer. Bu negatif tepki sürecinde geri çevrilme ve çatışma yaşanırsa çocuk bu negatif tepkiyi ya görmezden gelir ya da abartılı tepki sürecine girer ve bağlanma sürecinde anksiyete dolu tehlikeli stratejiler geliştirmeye yönelir. İstismar eden patolojik ebeveynlere karşı geliştirilen istenmeyen bağlanma şekli kişinin çocukluk dönemine ait travmatize anıları­na blok koyması ile kişide yaşamını sürdürür. Korkuyla ilişkili bu bağlılık şekli inkara neden olur ve her geri çevrilmede, kişinin ebeveyn olma sürecinde veya çözüme kavuşmamış her travmasında tekrar tekrar yaşanır. Dezorganize bağlanma çocuğun ayrılma bireyleşmede problem yaşamasına neden olur.

Küçük çocuklar normal olarak, karanlık korkusu gibi sıradan anksiyetelerini bile, eğer iyi davranırlarsa gelecekte ödüllendirilecekleri şeklinde iyimser kompansatuar doyum hayalleriyle yatıştırırlar. Bu türden hayaller tehdit içe­ren durumlarda etkili bir biçimde iç rahatlatır. Cinsel istismara uğrayan çocuk­lar da benzer düzenekleri kullanırlar. Sevgi dolu ilişkileri ve gelecek mutluluk­ları hayal ederler. Ayrıca, gerçeği görmezden gelir veya çarpıtabilirler. Böylece bazı şeylerin olmadığına, cinsel olarak istismar edenin güvendikleri anne veya babaları değil başka birisi olduğuna yahut olan bitenin o kadar da acı verici olmadığına kendilerini inandırabilirler.

Çocuğun cinsel istismarı erken yaşlarda olduğunda örselenmenin kendisi ve ana, baba veya çocuktan sorumlu olan kişilerce yüzüstü bırakılma, kandı­rılma, ihanete uğrama nedeniyle olağan koruyucu hayaller daha fazla veya daha az kullanılabilir hale gelir. Hatta benliğin olgunlaşma sürecinin bazı yönleri ketlenebilir. Çocuklukta benliğin normal olgunlaşma süreci düşlemler çevresinde gelişir. İstismar bu sürecin bazı yönlerini ketleyebilir. Benliğin ha­yaller sürecindeki bu türden kesintiler kendilik imgesinin bütünleşmesine bir engel oluşturabilir ve gelecekteki gelişim üzerinde yıkıcı etkiler doğurabilir, zedelenebilirliğe zemin hazırlayabilir.

Dissosiyasyon

Cinsel istismar kurbanlarında bir başka patoloji ise dissosiasyondur. Dissosiasyon, ruhsal travmaya karşı ilkel bir savunma olarak kabul edilmekte­dir. İstismarın erken döneminde amnezi ve uyurgezerlik ortaya çıkabilmektedir. Çocuğun gözlerini bir noktaya dikip uyaranlara cevap vermediği şekil olarak tanımlanan trans benzeri durumlar çocuklarda en sık görülen dissosiasyon belirtisidir. Dissosiasyon istismara eşlik eden ezici ve korkutucu duygulardan çocuğun kaçınmasına olanak tanır. Dissosiasyon başlangıçta çocuğa yardım etmesine rağmen süre uzadıkça okul fonksiyonlarını da içeren bilişsel performansı bozduğu bulunmuştur. Patolojik dissosiasyonla ruh­sal travma ilişkisini gösteren 4 farklı veri alanı vardır: Birincisi dissosiyatif bo­zukluğu bulunan hastaların %90-100′ünün çocukluk döneminde ağır travma yaşadığını belirttiği olgu serileridir. İkincisi, çeşitli dissosiasyon ölçümleri ile ruhsal travması olan ve olmayan kişilerin karşılaştırıldığı çalışmalardır. Trav­ması olan kişilerin olmayanlara göre önemli derecede daha yüksek dissosiyatif belirtiler gösterdikleri saptanmıştır. Üçüncüsü, travması olan grup­larda, istismarın başladığı yaş ve istismarın süresi gibi travmanın derecesiyle ilgili faktörlerin, dissosiasyonun şiddeti ile orantılı olduğunu gösteren çalış­malardır. Çocuk istismarının başlangıç yaşı ne kadar küçükse, o ölçüde şiddetli dissosiasyon görülmektedir. Dördüncüsü travma esnasındaki dissosiasyonun, daha sonraki travma sonrası stres bozukluğu gelişiminde çok güçlü bir role sahip olduğunu gösteren çalışmalardır.

Ruhsal Bozukluklar

Cinsel istismar öyküsü anksiyete, depresyon, madde bağımılılığı, intihar dav­ranışı, borderline kişilik bozukluğu ve posttravmatik stres bozukluğunu içeren psikiyatrik bozukluklarla sonuçlanabilmektedir. Ayrıca yetişkinlik çağında emosyonel distresle de bağlantılıdır. Emosyonel distres çocukluk çağı cinsel istismar öyküsüne sahip kişilerde alkol kullanımı ve tekrar cinsel yönden kö­tüye kullanıma maruz kalma ile ilişkili bulunmuştur. Yapılan çalışmalarda kurbanların istismar olayına cevap olarak travmayla ilgili anılarından kaçınma­sının psikolojik belirtilerin gelişiminde önemli bir faktör olduğu bildirilmektedir. Abramowitz ve arkadaşları bir çok travma kurbanının travma ile ilgili stres veren düşünce, duygu ve vücud duyumlarından kaçındıklarını ve kaçınmanın bu olumsuz tecrübelerin sıklığını arttırdığını ileri sürmüşlerdir.

Kişilerarası İlişkiler

Kişiler arası ilişki kurma ve sosyal ilişkileri sürdürme becerisi, cinsel istismar­dan olumsuz etkilenmektedir. Bu kişilerin ya ilişki kurmaktan kaçındıkları ya da aşırı yakınlık gereksinimi duyup çok sayıda, fazla beklentili ve kontrol edici ilişki kurdukları gözlenmektedir. Her iki tip ilişki de işlevsellikten uzak olmakta ve genellikle yalnızlıkla sonlanmaktadır. Yapılan çalışmalarda çocukluk çağında cinsel istismara uğramış kadınların yakın ilişkilerinde partnerleriyle sorunlar yaşadıkları ve partnerlerini daha olumsuz algıladıkları saptanmıştır. Mullen ve arkadaşları’nın yaptığı çalışmada cinsel istismar hikayesi olanların yakın ilişkilerinde mutlu olmadıkları, özellikle tecavüze uğrayanların ilişkilerinden çok memnuniyetsiz oldukları saptanmıştır. Kurbanların yarısın­dan azı partnerleriyle sırlarını paylaşmaktadırlar. Yaklaşık ¼’ü de çok yakın ilişkilerinde bile anlamlı iletişim kuramadıklarını ifade etmişlerdir. Avust­ralya’da cinsel istismara uğrayan kadınlarla yapılan toplum örneklemli bir çalışmada da istismarın yetişkinlik dönemindeki ilişkileri olumsuz yönde etki­lediği bulunmuştur. Kadınlar partnerlerini aşırı kontrolcü ve ilgisiz olarak tanımlamışlardır. Çocukluk çağı cinsel istismarının kadınların cinselliğini ve kişilere güvenebilme yetisini bozduğu ve yakın ilişkilerini devam ettirebilme yeteneğini etkilediği saptanmıştır.

Briere’e göre ise cinsel istismar çocuğun çocukluk çağında kişiler arası iliş­kilerinin gelişiminde iki farklı şekilde güçlük yaşamasına neden olur. İlki yetiş­kinlik döneminde devam eden kognitif yapıda ve tepkilerde geliştirilen yeni­den organizasyon sürecidir. Bu süreç diğerlerine karşı güvensizlik, yakın kişiler arası ilişkilerinde ambivalans veya ilişkiyi tamamiyle terk etme şeklinde ya­şanmaktadır. Yaşanan ikinci güçlük ise devam eden istismar sürecine uyum sağlama şeklinde olmaktadır. Bu uyum tepkileri çekingenlik, pasiflik veya cinselliğe aşırı yönelim olarak gerçekleşmektedir. Ayrıca bu süreç çocu­ğun yaşamla uyum yeteneğini bozmakta, aile içi ilişkilerinde sorunlar yaşama­sına neden olmaktadır. Bu şekilde çocuğun psişik enerjisi burada tükenmekte, olgunlaşma kesintiye uğramaktadır.

Benlik Saygısı

Ornstein’ın belirttiği gibi, erken çocukluk dönemindeki istismar sonrasında narsisistik zedelenmeler akut veya kronik narsisistik öfke ile sonuçlanmakta­dır. İntikam ihtiyacı narsisistik öfkenin karakteristik bir özelliğidir. Zedelenmiş kendilik intikam yoluyla onarıma ihtiyaç duyar. Yapılan çalışmalarda ço­cukluk çağı cinsel istismarının kişinin benlik saygısını olumsuz yönde etkiledi­ği bulunmuştur. Tebbutt ve arkadaşları tarafından yapılan cinsel istis­mara uğramış çocukların 5 yıl sonra değerlendirildikleri bir çalışmada çocukla­rın %43′ünün düşük benlik saygısına sahip oldukları bulunmuş olup yaşca büyük çocukların benlik saygılarının daha düşük olduğu ve aile fonksiyonun­daki bozukluğun benlik saygısını ileri derecede etkilediği de saptanmıştır. Romans ve arkadaşlarının çalışmasında özellikle penetrasyonu içeren çocuk­luk çağı cinsel istismarı ile yetişkin çağdaki olumsuz benlik saygısı arasındaki ilişki net bir şekilde gösterilmiştir.

Cinsellik

Cinsel istismar ile birlikte erken yaşlarda cinsel farkındalık yaşanmış olur. Bu travmatik deneyim çocuğu erotik davranışlar sergilemeye yöneltir; diğer ço­cuklarla cinsel içeriği olan oyunlar oynamaya yönelir ve her davranışında agresyon sergiler veya şiddete karşı boyun eğici ve kabullenici davranarak şiddet görmeye devam eder. İstismar sonrasında yetişkinlik döneminde kompulsif bir şekilde cinsel deneyimlere yönelir. Bir başka bakış açısına göre ise, bu gerçek anlamda seks değil bir şekilde yoğun olan öfkenin, kinin kendi­sine döndürülmesini ifade eder. Gelişigüzel pek çok partnerle cinsel ilişki kişinin benliği ile ilgili yıkıcı dürtülerin bir araya geldiği karmaşık davranışlar bütünüdür. Bu cinsel istek fazlalığı fiziksel acının içerisinde yer alan duygusal boyutun gizlenmesine yardımcı olan güç sağlamaya çalışma ve kontrolü ele almanın ifadesidir. Bunun ötesinde çocukluk çağı cinsel istismar öyküsü olan kişi yetişkinlikte cinsel şiddet uygulamaya yönelebilir veya bu yetişkinler ileri­de kendi çocuklarına karşı cinsel yahut fiziksel istismar davranışlarına yönele­bilirler Birçok çalışmada çocukluk çağı cinsel istismarı ile cinsel yönden riskli davranış gösterme arasında birliktelik saptanmıştır. Cinsel istismara uğ­ramış kadın ve ergenlerle yapılan toplum örneklemli çalışmalarda çocukluk çağı cinsel istismarının erken yaşta cinsel ilişkiye girme, birden çok cinsel partnere sahip olma, cinsel yolla bulaşan hastalıklara yüksek oranda maruz kalma ile birliktelik gösterdiği saptanmıştır.

Fakülte öğrencilerinde yapılan çalışmalarda çocukluk çağı cinsel istismarı ile birden çok cinsel partner, yetişkinlik döneminde birçok cinsel deneyim, cinsel ilişkiye erken başlamayı içeren cinsel yönden riskli davranışlar arasında birliktelik saptanmıştır. Çocukluk çağı cinsel istismarı ile cinsel davranış arasındaki birlikteliğin ergenlik döneminde ya da daha öncesinde başlayabi­leceği düşünülmektedir. Örneğin, cinsel yönden aktif 3500 kız ergenin değer­lendirildiği bir çalışmada çocukluk çağı cinsel istismarı ile ergenlik döneminde cinsel yönden riskli davranışlar gösterme arasında birliktelik saptanmıştır. Bu çalışmada cinsel partner sıklığı, 14 yaşından önce cinsel ilişkiye girme, son cinsel ilişkisinde alkol ya da madde kullanımı gibi riskli davranışlar ile cinsel istismar arasında anlamlı bir ilişki olduğu bildirilmiştir. Yine ergenler üze­rinde yapılan çalışmalarda erkek ergenlerde cinsel istismar ile erken yaşta cinsel ilişkiye girme, 3 ya da daha fazla cinsel partnere sahip olma, son cinsel ilişkisinde madde kullanımı ve kondom kullanmama arasında yakın bir ilişki olduğu saptanmıştır.

Cinsel İstismarın Dinamik Etkileri

Travmatik Cinsellik

Genellikle ensest olgularında görülür. İstismar eden kişi, aslında çocuğun ailede en çok sevgi ve onay beklediği kişidir. Hatta özdeşim modeli bile olabilir. Çocuğun en çok sevdiği kişi onun sevgisinden faydalanıp hediyeler vermiş ve cinsel talepte bulunmuştur. Bu durum çocukta cinsel davranış ve ahlak karmaşası yaratacaktır. Cinselliği bir alışveriş gibi değerlendirecektir. Sevgi için cinselliğin gerektiğini düşünecek bu da sonraki yaşamında birçok partnerle cinsel ilişkiye girmesine ve riskli cinsel davranışlarda bulunmasına neden olacaktır.

İhanete uğramışlık hissi

Cinsel istismara uğramış çocuk yakınları tarafından ihanete uğradığını düşü­nür. İlişkilerinde kişilere güvenmekte zorluk çeker. Kime güveneceğine karar vermekte zorluk yaşadığı için yetişkinliğinde çoklu, kısa, istismara açık ilişkiler yaşayabilir. İhanet yetişkinin kişiler arası işlevlerinde de etkili olan dikkat çekici bir yapıdır. Genellikle çocuklar yetişkinlerin onları koruyacağına ve onlara karşı dürüst davranacaklarına inanırlar. Ne zaman ki çocuk istismara uğrar, yetişkin ona kasten zarar verir, çocuğun güvenlik ve emniyet hissi kırılır, çocuk kendisine ihanet edildiğini hissetmeye başlar. Çocuk yetişkinin kasten ona zarar verdiğini, ona yalan söylediğini, kendi ilgisi ve zevki için ona baktı­ğını keşfetmeye başlar. İstismar açığa çıktığında aile çocuğa destek olmaz, onu koruma altına almazsa çocuğa karşı ikinci bir ihanet daha yapılmış olur. İstismarcı çocuğun yakını ise çocuğun kendisine ihanet edilmişlik hissi artar. Çocukluk çağında yaşanan bu ihanet edilmişlik ve kayıp hissi, çocuk gelişimi devam ettiği süreçte diğer ilişkilerine yansıyarak büyür.

Güçsüzlük

Bu dinamik istismarcı tarafından çocuğa sürekli saldırıda bulunulması ile ger­çekleşir. Çoğu zaman çocuk bu istismarı içeren davranışı kontrol altına ala­maz, eğer bu istismar hareketine dur diyecek olsa toplum ve aile tarafından ya ona inanılmayacağı ya da aynı hareketin tekrar yapılacağı yönünde istismarcı tarafından yöneltilen tehdit davranışlarını içeren pek çok engelle karşı karşıya kalır. Zarar verileceği yönünde yapılan tehditler çocukta güçsüzlük hissinin artmasına neden olur. Ayrıca cinsel istismara uğrayan çocuk yaşadığı ilişki­lerin cinsel yönü ile ilgili kontrol duygusuna sahip olmadığını düşünür. Bu nedenle yetişkinlik döneminde de ilişkilerinde cinsel açıdan kim ne isterse kabullenir kontrol koyamaz.

Damgalanma

Cinsel tacize uğrama çocuğa lekelenmişlik duyguları hissettirebilir. Utanç, suçluluk kavramlarının da eklenmesiyle bu duygular zamanla benlik algısına karışır ve kendisini böyle algılamaya başlar. Bu dinamik çocuğun istismarcı tarafından azarlanması, ensestin ilişki içerisinde gizlenmesi, toplum ve aile tarafından çocuğa tepki verilmesi ile ortaya çıkar. İstismara uğrayan kişi istis­marın yükünü etrafına zarar verdiği ve bu yüzden hak ettiği şeklinde yaşama­ya devam eder. Bu negatif benlik imajı nedeni ile ya kendini diğer insanlardan izole eder ya da kendi bedeni üzerinde diğer insanların hakkı olduğuna inanır. Bu suçluluk ve utanç bu dinamiğin uzun döneme projeksiyonu ile yaşanır. Spaccarelli çocukluk çağı cinsel istismarı ile sonrasında gelişen olumsuz du­rumlara aracılık eden başa çıkma stratejilerini ve kognitif değerlendirmeyi açıklamaya çalışmıştır. Spaccarelli yetişkin dönemdeki cinsel davranışı şekil­lendiren 2 önemli açıklama sunmuştur. Birincisi çocukluk çağı cinsel istismarı nedeniyle çocuğun ilişkilerinden korku duymasıdır. İkincisi de istismar nede­niyle kişileri olumsuz olarak değerlendirmesidir. Ayrıca diğer bireyleri olum­suz değerlendirme ilişkiyi başlatma ve sürdürmede zorluklara neden olabilir.

Spaccarelli ek olarak kaçınma stratejilerinin olumsuz sonuçlara sebep oldu­ğunu öne sürmüştür. Madde kullanımı da kaçınma yöntemlerinde birisidir ve sonraki dönemde cinsel yönden riskli davranışlara aracılık edebilmektedir.

Cinsel İstismarla İlişkili Psikiyatrik Bozukluklar

Cinsel istismarın klinik özelikleri ve çocuk üzerindeki etkileri; çocuğun istis­marcı ile olan ilişkisine, istismarın şekline, süresine, şiddet kullanımına, fiziksek zararın varlığına, çocuğun yaşı ve gelişim basamağına, ruhsal özelliklerine ve travma öncesi psikolojik gelişimine bağlı olarak değişmektedir. Ailenin olaya tepkisi de konu üzerinde etkileyici rol oynar. Özellikle ensest yaşantısı aile birliğini ve tüm aile bireylerini tehdit eden bir kriz yaratabilmekte, krize mü­dahalenin iyi olmadığı durumlarda çocuğun suçlanması, dışlanması, şiddete maruz kalması riskleri ön plana çıkmaktadır. Ebeveynlerin yaşadığı olumsuz duygular, özellikle öfke çocuğa yansıtıldığında çocukta yoğun duygusal ve davranışsal sorunlar ortaya çıkabilir. İstismar ister aile içinden ister dışından olsun istismarın açığa çıkmasının ardından çocukla olan etkileşim klinik tablo üzerinde belirleyici olmaktadır. Soruna odaklı çözüm arayışına giden ve suçlu­luk ve sorumluluk duygularını çocuk üzeriden alabilen bir destek sistemi için­de daha olumlu bir klinik görünüm ortaya çıkmaktadır. İstismarın ruh sağlı­ğına etkileri bugüne kadar farklı araştırma desenleriyle incelenmiştir. Bu araş­tırmalardan bazıları çocukluk döneminde ortaya çıkan tepki ve bozuklukları incelerken bazıları erişkinlik dönemine yansıyan sorunları araştırmayı hedef­lemiştir. Sonuç olarak istismarın erken ve geç dönemde pek çok ruhsal belir­tiyle ilişkisi gösterilmiştir.

Çocukluk cinsel istismarı ve psikiyatrik bozukluklar arasında nedensel ilişki olduğunu öne süren başlıca iki durum şunlardır; Çocukluk cinsel istismarı olması, psikiyatrik hastalık oluşumuna duyarlılığa yol açabilir. Öte yandan hem çocukluk cinsel istismarı hem de hastalık için riski arttıran bağlantılı sosyal ve ailesel faktörler zaten hazır durumda bulunmaktadır. Bu görüşü destekleyenlere göre, çocukluk cinsel istismarı aile ortamı bozuk çocuklarda daha sık görülür. Bu ailelerde psikiyatrik bozukluk riski ile çocukluk cinsel istismarı arasındaki ilişki, çocukluk cinsel istismarının doğrudan travmatik ilgisinden çok, cinsel istismar olmuş ailelerde aile ile çocuk arasındaki etkile­şim ve çocuğun cinsel istismarı sonrası olumsuz etkilenen çevresel koşulları ile ilgilidir. Diğeri, geçmişteki olayın anımsanması eğilimidir.

Cinsel istismarın çocuğun ruhsal yaşantısına etkisi son derece karmaşıktır. İstismar çocuğun duygusal ve cinsel gelişimini, kişiler arası ilişkilerini, özgüve­nini sarsan akut ve kronik travmadır. Travmanın etkileri yaşanan olaya ilişkin tekrarlayan zihinsel canlandırmalar, tekrarlayan davranışlar, korku ve kaygı tepkileri, insanlara, yaşama ve geleceğe ilişkin tutum ve düşüncelerde farklı­lıkların olması gibi bir sıra içinde yaşanabilir. Cinsel istismara özgü tek bir belirti yoktur, belirtiler çocuktan çocuğa değişirken aynı çocukta gelişim ile birlikte zaman içinde de değişimler olabilir. İstismara uğrayan çocukların yaklaşık 1/3′ü akut dönemde herhangi bir belirti vermeyebilirler ancak olası riskler düşünülerek düzenli takip altında bulundurulmaları son derece önem­lidir. Cinsel istismara uğramış çocukların hepsinde psikiyatrik belirti görülecek diye bir genelleme de yapılamaz. Olguların %20-50′sin de psikiyatrik belirti olmadığı bildirilmiştir. Ancak izleme dayalı veriler belirti göstermemiş çocuk­ların %10-20′sin de 12-18 ay içinde sorunlar başlayabileceğini ortaya koymuştur.

Cinsel istismara uğrayan çocukların klinik özellikleri yaşa bağlı değişiklikler de gösterir. Bunlar Tablo-1′de gösterilmiştir.

Tablo.1. Cinsel istismara uğrayan çocukların yaşa göre gösterdiği tepki­ler

Küçük yaş grubunun (10 yaş altı) verdiği tepkiler

    Kendi yaş ve gelişim düzeyine uygun olmayan cinsel bilgiye sahip olması
    Resimlerinde, oyunlarında ve davranışlarında cinsel içerikli temaların olması
    Sık ve ortalık yerde yapılan aşırı masturbasyon
    Konuşmasında cinsel içerikli sözcüklerin sık kullanılması
    Yalnız kalmak istememe, uyku sorunları, enürezis, enkoprezis ve diğer regresif belirtiler
    Kendini yaralayıcı ya da risk alıcı davranışlar, dürtüsellik, dikkat dağınıklığı, konsantrasyon güçlüğü
    Fobik kaçınmalar(örn. İstismarcı ile aynı cinsiyetteki tanıdıklarından korku)
    Özellikle erkek çocuklarda daha sık olarak ateş çıkarma davranışı
    Ailede rol değişimi, erken olgunlaşma
    Okul ve arkadaş ilişkilerinde sorunlar
    Ani davranış değişiklikleri

Daha büyük yaş grubunun (10 yaş üstü) tepkileri

    Büyük çocuklarda sosyal gelişim nedeniyle açık cinsel uğraşlar azdır.
    Cinsel istismara uğramış ergenlerde rastgele cinsel ilişkiye girme davranışı
    ve tekrarlayan istismarlara maruz kalma riski vardır.
    Yeme bozuklukları
    Kendini yaralayıcı davranışlar, intihar
    Depresyon, sosyal geri çekilme
    Suça yönelme
    Ailede rol değişimi, erken olgunlaşma
    Okul ve arkadaş ilişkisinde sorunlar
    Ani davranış değişiklikleri

Travmanın etkileri başa çıkmanın çeşitli yolları ile kişinin stres dolu olayları anımsamasını engelleyerek anksiyeteyi azaltmaya ya da anksiyeteden kaçın­maya olanak tanır. Ancak bu genelde olumsuz etki yaratır. Bunların içine dissosiasyon, hafızadan silme, amnezi ve çoklu kişilik gelişimi yanıtları girer. Self-destruktif davranışlar örneğin, kendisinden nefret etme ve vücut imajı ile ilgili kaygılar bazı cinsel istismara uğramış çocuklarda bildirilmiştir. Bunlar aynı zamanda genellikle anorektiktirler. Son yıllardaki çalışmalarda anorektik ve bulimik hastalarda cinsel istismarın yüksek oranda bulunduğu bildirilmiştir. İstismarın erken dönemde neden olduğu tepkilerin başında anksiyete gelir. Anksiyete, kendini ‘huzursuzluk, uyku sorunları, yeme sorunları’ gibi davranış değişiklikleriyle gösterebileceği gibi travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gibi daha karmaşık tablolarla da gösterebilir. Okul çağında cinsel istismara uğramış ve uğramamış çocuklarda TSSB’nin araştırıldığı bir çalışma­da istismarın TSSB ile yüksek ilişki gösterdiği, penetrasyon ve saldırgana yakınlık derecesinin anksiyete düzeyinde artışla sonuçlandığı bildirilmiştir. Başka bir çalışmada cinsel istismara uğramış çocukların %63.8′in de TSSB, %33′ün de depresyon saptanmıştır. Kendall-Tackett ve arkadaşlarının gözden geçirme yazısında cinsel istismar kurbanlarının %64-79 oranları ara­sında psikiyatrik belirtiler gösterdikleri bildirilmiştir. Bu belirtiler sırasıyla TSSB, düşük benlik saygısı, anksiyete, korku, depresyon, intihar düşüncesi, somatik şikayetler, agresif davranış, evden kaçma ve madde kötüye kullanımıdır. Hazzard ve ark. cinsel istismar vakalarında içe ve dışa vurum davranışları ile birliktelik gösteren tek anlamlı parametrenin olumsuz anne-kız ilişkisi oldu­ğunu saptamışlardır. Friedrich çocukluk çağı cinsel ve fiziksel istismarının kurbanlarda somatik şikayetleri arttırdığını bunun de istismar tecrübesi nede­niyle fiziksel kendilikteki bozulmaya bağlı olabileceğini bildirmiştir. Erişkin örneklemle yapılan bir araştırma istismar öyküsü olan olgularda kronik gastrointestinal bozukluklar ve somatizasyon bozukluğunun daha sık oldu­ğunu bildirmektedir. Drossman ve arkadaşlarının gastroenteroloji bölü­müne başvuran kadınlarla yürüttükleri bir çalışmada %44 oranında cinsel ya da fiziksel istismar öyküsü saptanmıştır. İstismara uğramış olgularda fonksi­yonel gastrointestinal bozukluklar, irritabl barsak sendromu belirtileri, pelvik ağrı, çoklu bedensel yakınmalar, ameliyat yüzdeleri kontrollerden anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Bu nedenle sadece psikiyatri kliniklerinde değil tıbbın diğer bölümlerindeki sağlık çalışanlarının da istismar konusunda bilgi ve deneyim sahibi olmaları gerekmektedir.

Sparato ve arkadaşları yaptıkları prospektif bir çalışmada cinsel istismara uğramış erkeklerde anksiyete bozuklukları ve davranım bozukluğunu, kızlar­da major affektif bozukluk ve anksiyete bozukluklarını kontrol grubuna göre anlamlı oranda yüksek bulmuştur. Agresif davranışların cinsel istismara uğramış ergenlerde ve çocukluk çağı cinsel istismar öyküsü olan yetişkinlerde sıklıkla görüldüğü bildirilmektedir. Depresyonun da çocukluk çağı cinsel is­tismarı ile birlikte görüldüğü, aile içi cinsel istismar kurbanlarında da intihar davranışının sıklıkla gözlendiği bildirilmektedir.

Temas içeren cinsel istismar davranışları daha kötü uzun dönem sonuçları ile ilişkili bulunmuştur. Fail ile ilişki kilit bir değişken olup yakın ilişki daha kötü sonuçlara yol açmaktadır. Cinsel istismarda tehdit kullanma psikopatolojinin oluşumunda önemli bir risk faktörü olarak değerlendirilmiştir. Türkiye’de yapılan bir çalışmada tüm çocuklar temas içeren cinsel istismara maruz kal­mış, yüksek oranda akraba ya da tanıdık biri tarafından istismar edilmiş ve tamanına yakını tehdit edilmiştir. Cinsel istismar kurbanlarının %88′i psikiyat­rik tanı almıştır. Kız çocukları anlamlı olarak daha fazla depresif bozukluk ve TSSB tanısı almışlardır. İstismara uğrayan erkek çocuklarda intihar girişimi bulunmazken, kızların %13.5 oranında intihar girişiminde bulundukları bildirilmiştir. Ülkemizde yapılan başka bir çalışmada çocuk istismarı kapsamın­da değerlendirilen olgularda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun(%22.2) en sık binişiklik gösteren psikiyatrik tanı olduğu bildirilmektedir.

Fiziksel ve cinsel istismara maruz kalan bireyler üzerinde yapılan çalışmalarda bilişsel, dil yetileri ve okul performansında bozukluk saptandığı bildirilmekte­dir. Bu problemler dil gelişiminde gecikme, akademik başarıda düşüklük, yüksek okul devamsızlığı oranlarını içermektedir.

Çocukluk çağı cinsel istismarı ile alkol kötüye kullanımı arasındaki ilişkileri araştıran çalışmalar madde kullanımı olan kişilerde çocukluk çağı cinsel istis­marının yüksek düzeyde bulunmasıyla başlamıştır. Oniki çalışmanın değer­lendirildiği bir gözden geçirme yazısında, alkol kötüye kullanımı açısından tedavi görenlerde çocukluk çağı cinsel istismarının %20-84 oranlarında oldu­ğu bildirilmiştir. Kadınlarda alkol bağımlılığının gelişimi ve çocukluk çağı cinsel istismarı arasındaki ilişkileri değerlendiren bir çalışmada sadece istisma­rın kadınlarda alkol bağımlılığını açıklamada yeterli olmadığı; bakım verenin güvenilmez, aşırı kontrollü olarak algılanmasının ve cinsel istismara uğrama­nın kadınlarda alkol kötüye kullanımını arttırdığı saptanmıştır. Cinsel ve fiziksel istismara uğramış çocukların istismara uğramamış yaşıtlarına göre sigara kullanımı, alkol ve madde kötüye kullanımını içeren riskli davranışlar gösterme olasılıkları daha yüksek bulunmuştur.

Cinsel İstismarla İlişkili Nörobiyolojik Faktörler

Travma, kendisi psikolojik ve davranışsal sonuçlara neden olurken, erken travma ayrıca olumsuz biyolojik etkilere de yol açabilir. Literatürde fiziksel, cinsel istismara bağlı depresyon ve anksiyete bozuklukları gelişimine yatkınlık bildirilmektedir. Özellikle nöronal plastisite döneminde oluşan travmatik yaşantılar nöroendokrin stres cevap sistemlerini aşırı duyarlı hale getirmektedir. Yapılan bir çalışmada çocukluk çağı cinsel ya da fiziksel istismar öykü­süne sahip 2000 kadının depresyon ve anksiyete belirtilerini çoğunlukla gös­terdikleri saptanmıştır. Yapılan başka bir çalışmada çocukluk çağında istismara uğramanın erişkinlik dönemindeki major depresyon gelişimini 4 kat arttırdığı, istismarın büyüklüğünün depresyon şiddetiyle korele olduğu bulunmuştur.

Çocuk ve ergen psikiyatrisi kliniğine başvuran ve istismar hikayesi olan 115 hastanın değerlendirildiği bir çalışmada istismar hikayesi olmayan birey­lerle karşılaştırıldığında istismara uğrayan çocuk ve ergenlerde özellikle frontal ve temporal beyin bölgelerinde elektrofizyolojik anormallikler sap­tanmıştır. Bu çalışmada erken istismarın özellikle limbik yapıları içeren beyin gelişimini etkilediği öne sürülmüştür.

Kızlarda 8 yaşından önce sekonder cinsel karakterlerin gelişimi nadir görü­len bir durumdur. Yapılan retrospektif bir çalışmada cinsel istismar ile sekonder cinsel karakterlerin erken gelişimi arasında olası bir birliktelik saptanmıştır. Brown ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada çocuk ve ergenlerde cinsel istismar öyküsünün erken puberteye girişle anlamlı birlikteliği olduğu gösterilmiştir. Cinsel istismara uğramış ergen kızların tiroid hormon düzey­leri ile psikolojik semptomları arasında ilişkiyi araştıran bir çalışmada serbest T3 düzeyleri ile TSSB skorları arasında güçlü bir birliktelik saptanmıştır.

Klinik Değerlendirme Öykü Alınması

İstismar olgularının değerlendirilmesi kapsamlı bir iştir ve yeterli zaman ay­rılması gerekir. Sadece çocuk değil, aile, aile içi ilişkiler, sosyal çevre, arkadaş ilişkileri, okul ve eğitimle ilgili özellikler araştırılır. İstismar öyküsü alınırken ailenin ve çocuğun vereceği tüm bilgiler değerlendirilir. Bu öyküde istismarın özellikleri, başlama şekli, süresi ve varsa tekrar yaşantılar, istismarcıya yakınlık dereceleri, zor kullanılıp kullanılmadığı gibi bilgiler alınır. Bazı çocuklar istis­mar anıyla ilgili konuşmaya hevesli iken, bazıları bu konuyu konuşmaktan kaçınır. Görüşme sırasında çocuğa karşı çok zorlayıcı olmamak gerekir. Travmatik bir yaşantıdan sonra çocuğun kendine ve tüm dünyaya karşı güve­ninin sarsılmış olması, beklenen bir şeydir. Güven ve terapi ortamı sağlanana kadar zaman tanınabilir.

Okul öncesi çağda profesyonellerin cinsel istismar ile ilgili var olan feno­menleri dikkatli bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Okul öncesi çağda ço­cuklar kendilerini sözel olarak ifade etmekte zorlanmakla kalmazlar aynı za­manda yanında bulunan kimselerden çekinebilirler veya bu durumdan ötürü korku yaşıyor olabilirler. Bu travmanın çocuk tarafından oyun yardımı ile anla­tılmasına yardımcı olunmalıdır. İstismarın özelliklerini belirlerken resimler ve şekiller üzerinde yine oyun ortamına benzer şekilde bilgi toplamak faydalı olabilir. İstismarın daha kolay tanımlanması için insan resimlerinin bulunduğu kartlar kullanılabilir. Bu kartlar üzerinde önce insan vücudunun tanımlanması sağlanır. Yine resimler yardımıyla ‘İstismarcı tam olarak nereye dokundu?, ‘Ne şekilde dokundu?’, ‘Neresiyle dokundu?’ gibi sorularla istismarın çok açık bir şekilde tanımlanması sağlanır. Ayrıca aynı kartlardan faydalanılarak küçük çocuklara, özel bölgelerin nereleri olduğu, birinin bu bölgelere dokunmak istemesi halinde ne yapması gerektiği gibi istismardan korunma eğitimi verilebilir.

Görüşme sırasında uzun cümlelerden, tekrarlayıcı sorulardan ve yönlen­dirmelerden kaçınma, çocuğun ifadesini tekrarlayarak onaylama, çocuğun kendi ifadelerini izleme, gerçeği duyma gereksiniminin belirtilmesi, çocuğun doğal anlatımına karışmamaya özen gösterme, çocuğun anlatımında tutarsız­lık fark edildiğinde zorlayıcı ve eleştirel olmayan bir yolla anlamaya yönelik sorular sorma ve görüşme nasıl sonlanırsa sonlansın katılımından dolayı ço­cuğa teşekkür etme gibi ilkelere özen gösterilmelidir.

Ruhsal Değerlendirme

Öykü alındıktan sonra ayrıntılı ruhsal değerlendirmeye geçilir. Olayın çocuk tarafından algılanışı, akut ve geç tepkileri, olaydan sonra meydana gelen davranış değişiklikleri, anksiyete ve depresif bulgular, özkıyım düşünceleri, bundan sonraki beklentiler gibi konular değerlendirilir. İstismara uğramış bir çocuk hafif anksiyete belirtileriyle karşımıza çıkabileceği gibi, ağır psikotik özellikler içeren psikiyatrik tablolarla da çıkabilir. Psikiyatrik değerlendirme sırasında travmanın etkilerinin günlük işlevsellik düzeyine etkileri araştırılır. Bu amaçla uyku, iştahla ilgili değişiklikler, okul durumu, sosyal hayatta değişiklikler ve yaşıtları ile ilişkileri sorgulanır.

Bilgilerin Kaydı

Görüşmenin yapıldığı tarih ve saat kaydedilmelidir. İstismarın anlatıldığı gö­rüşmede video kaydı yapmak genellikle önerilen bir şeydir. Bu kayıtta istisma­rın zamanı, yeri, şekli, tam olarak ne olduğu görüşülür. Kayıt yapmanın en önemli avantajı aynı bilgileri almak için çocuğu tekrar tekrar travmatize ol­maktan korumaktır. Çocuklar istismarı anlatsalar bile mahkeme gibi ortamlar­da çekingen davranabilirler, tutarsız gibi görünen ifadeler kullanabilirler. Bu nedenle klinik görüşmelerde yapılan kayıtlar gerek olursa adli birimlere de sunulabilir ve böylece çocuk mahkeme gibi bunaltıcı bir ortamda konuşmak­tan kurtulur.

 Fiziksel ve Adli Muayene

Fiziksel muayenede fiziksel yaralanma izleri, morluklar dikkatle kaydedilmeli­dir. Özellikle, aile içi istismar olgularında eşlik eden kronik fiziksel istismar ve ihmal bulguları araştırılmalıdır. Genital ve anal muayenede eski ve yeni yırtık­lar tanımlanır. Eğer lezyon yoksa genital yapının iz bırakmaksızın cinsel tema­sa izin verip vermeyeceği değerlendirilmelidir. İstismarın üzerinden 3 günden az zaman geçen olgularda servikal sürüntüde sperm araştırılması yapılmalıdır. Ergen olgularda gebelik testi mutlaka yapılmalıdır. Kurbanların cinsel yolla bulaşan hastalıklar yönünden araştırılması, ciddi sağlık sorunlarının önlenme­si ve erken tedavisi için önemlidir.

Tedavi

Travmatik anılarla ilişkili duygusal süreçlerin çalışılması tedavinin temel nok­tasını oluşturur. Bu süreç çocuklarda oyun terapisi içinde gerçekleşebilir. Üst düzey savunma düzeneklerinin geliştirilmesi, ego kapasitesinin arttırılması, sosyal aktivitelere, becerilerine uygun bireysel etkinliklere yönlendirilmesi amaçlanır. Bazı çocuklar akut travma ve anksiyeteye saplanıp kalmışlardır. Bunlar kolayca ifade edemedikleri yaşantılarını, oyunları, rüya ve fantezileri ile dile getirebilirler. Temel terapotik amaç esas travmatik deneyim ile oyun akti­vitesi arasındaki bilinç dışı ilişkiyi kurup anlamaktır. Bu bağlantı kurulursa çocuk travmatik anılarını söze dökebilecek ve olayın acıtan etkilerini eylem­den ziyade sözcükler ile dışa vurabilecektir. Bazı cinsel istismara uğramış ço­cuklarda yaşadıkları olayın etkisi ile fobik ve kaçınma davranışları olur. Tera­pist çocuğa fobik ve kaçınma şeklinde bir başa çıkmanın sıkıcı, zor ve normal durumlarda da gereksiz olduğunu açıklamalıdır. Çocuk böylece zararsız birey­leri cinsel taciz yapanlardan ayrı olarak düşünebilmelidir. Damgalanma ile ilgili suçluluk duygusu ve benlik saygısındaki azalmanın giderilmesi için ço­cuğun bir cinsel aktiviteye dahil edilmesinin herhangi bir şekilde kendi suçu olmadığı ve suçlunun davranışının bozuk ve hastalıklı bir davranış olduğu çocuğa anlatılmalıdır. Çocukluk cinsel istismarı kurbanları erken cinsel uyarım deneyimleri ile ilgili iki zıt başa çıkma yolu sergilerler. Birincisi, yaşadıkları olayı yinelemek ve yeniden yaşamak; diğeri ise cinsel uyarılardan kaçınmaktır. Bu yanıtların her ikisi de normal represyonun zayıflamasına dayanır. Terapistin amacı dışavuruk ve kaçınma örüntülerini kontrol etmek, bu arada da daha üst düzey savunma mekanizmaları olan sublimasyon ve entellektualizasyonun kullanımını arttırmaktır.

İstismara uğramış çocuklar bireysel olarak tedavi edilebilirler ya da grup terapisine alınabilirler. Spesifik terapotik yaklaşımlar psikodinamik ya da biliş­sel davranışsal terapidir. Grup terapisinde çocuklar belirli niteliklerine göre, örneğin; yabancı ya da ev dışından birisi tarafından istismar edilen çocuklar aynı grup terapisi içine alınabilirler. Çocukların 7 yaşın üzerinde olması, kızlar­la erkeklerin ayrı gruplarda değerlendirilmesi önerilmektedir. Grup terapisi için birisi kadın 2 terapiste ihtiyaç vardır. Çocuğun terapiye devamında ailenin psikolojik desteği gerekmektedir. Çocuğun terapisiyle birlikte bakım verenin ya da ailenin emosyonel sorunlarına da destek vermek, çocuğun terapisiyle ilgili konularda aileye bilgi vermek ailenin desteğini sağlamada önemlidir. İstismara bağlı cinsel içerikli davranışlar ve TSSB’nun tedavisinde kognitif davranışçı terapinin destekleyici terapiye oranla daha etkili olduğu bildiril­mektedir. Ensest vakalarında kardeşler istismarın sessiz tanığı olabilirler, kar­deşlerin hissettikleri ve ihtiyaçları kolaylıkla gözden kaçabilir. Tüm ailenin birlikte değerlendirilmesi bu durumu düzeltebilir, ailenin istismar gerçeğini açıkça konuşmasını sağlayabilir. Bununla birlikte istismarcı ebeveyn istismarın sorumluluğunu kabul edip tedavi almıyorsa aile görüşmelerine dahil edilmemelidir.

İstismarın tanımlanması, değerlendirilmesi ve tedavisinde hastane temelli multidisipliner ekip çalışmasının önemi giderek artan bir ilgi görmeye başla­mış ve cinsel istismar olguları daha sistemli olarak ele alınmaya başlanmıştır. Ülkemizde de pek çok üniversite ve devlet hastanesinde çocuk istismarı ile ilgilenen ekipler oluşturulmaktadır. Ekip içinde çocuk psikiyatristleri, pediatristler, sosyal hizmet uzmanları, adli tıp uzmanları, psikiyatristler, çocuk cerrahisi ve acil sorumluları bulunmalıdır. İstismarı yapan kişinin bildirilmesi ve yasal işlemlerin devreye girmesinde ekip çalışanlarının rolü önemlidir. Çoğu aile olayı gizli tutmanın çocuğu korumanın bir yolu olduğunu düşünse­ler de konunun uzmanı olan kişilerce bildirimin öneminin vurgulanması gere­kir. Böylece hem kendi çocuklarında hak ve adalet duygularının gelişmesi hem de diğer çocukların olası istismarlardan korunması mümkün olacaktır. Ensest yaşanan ailelerde çocuğun korunmaya alınması için acil önlemler alı­nırken, olası krizi en uygun şekilde atlatabilmek için o aileye ait özellikler iyice belirlenmeli, aile dinamikleri dikkatle incelenmelidir.

Cinsel İstismarının Engellenmesi

İstismarın önlenmesi çalışmaları; hem istismara uğramamış çocuk ve ergenler için hem de istismara maruz kalmış olanların yineleyen istismarlara uğrama­ması açısından son derece değerli ve tedaviyi de destekleyen yaklaşımlardır. Çocuk ve ergenlerin istismardan korunmasında en etkili yol eğitimden geç­mektedir. Çocuğun yaşına uygun cinsel bilgiyi alması, bedenini tanıması, özel bölgelerini öğrenmesi ve bedenine dokundurtmama hakkı olduğunu bilmesi, iyi ve kötü dokunuşu ayırabilmesi, istemediği şekilde kendisine dokunulması durumunda bunu güvendiği bir erişkinle paylaşması, sır saklamaması gibi konular eğitim çerçevesinde ele alınır. Çocuk ve ergenlerin okul, aile ve has­tane temelli eğitimlerinin yanı sıra ebeveynlerin, öğretmenlerin ve çocukla ilişkide olan diğer erişkinlerin de istismar konusunda bilgi sahibi olmaları önemlidir. Çocukların istismar ile ilgili bir konuda söylediklerine inanmak ve uygun tepkiler vermek konusunda erişkinler bilgilendirilmelidir. Ailelerin bilgilendirilmesi çocukları ile etkileşim ve iletişim becerilerinin geliştirilmesi hem istismardan korumada hem istismarı erken fark etmede etkili olduğu kadar çocukların sır saklamadan güvendikleri ebeveynleri ile iletişime geçme­leri açısından da son derece önemlidir.

İstismar için riskli durumların belirlenmesi de korunma için önemli bir adımdır. En önemli risk grubu zihinsel özür nedeniyle kendini koruma becerisi yeterli olmayan çocuklardır. Bu çocuklarda daha kapsamlı ve erken eğitimin faydalı olduğu bilinmektedir. Ergenler çoğu zaman cinsel istismarın kurbanı olurken kimi zaman da cinsel saldırgan olarak karşımıza çıkar. Böyle bir du­rumda işleyen adli süreçlerin yanı sıra saldırgan davranışın nedeninin araştı­rılması ve bu gençlere de psikiyatrik ve fiziksel tedavinin sağlanması gerek­mektedir. Bu konuda hazırlanacak rehabilitasyon programları yeni cinsel suç oranlarının azalmasına katkıda bulunabilir.

KAYNAK

AKTEPE, E., PSİKİYATRİDE GÜNCEL YAKLASIMLAR-CURRENT APPROACHES IN PSYCHIATRY 2009; 1:95-119