Anlatılması ve dinlenmesi zor bir öykü Yılmaz Güney'inki. Yoksulluk, hapis, sürgün, mücadele ve sinemayla dolu bir öykü. Sinema 28 yıl önce yitirdiğimiz Yılmaz Güney'i anıyor ve arıyor bugünlerde.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
08 Eylül 2012, Cumartesi
O da herkes gibi geldi dünyaya
Kapkara bir üçgenden kapkara bir kare
Ne yazıldı üstüne o kazılacak
Kandan davalar, davadan kanlar
Mahpuslar azatlar azaplar
Voltalar votkalar simitvetsonlar
Curalar bakaralar aşklar
Çocuklar çocuklar halklar...
Can Yücel
Zaman: 9 Eylül 1984
Mekân: Ankara
Askeri darbenin dördüncü yılı. Darbeyi gerçekleştiren "Paşa", Çankaya Köşkü'nde darbenin keyfini kahve içerek çıkarır. Bir adam da kendinden gayet emin bir şekilde sırıtarak Paşa'ya yanaşır ve kulağına bir şeyler fısıldar. Paşa'nın kahve keyfi daha da bir artar: "İyi, iyi... Güzel... Bir hainden kurtulduk... Çabuk televizyona ve gazetelere haber yolla kimsenin haberi olmasın bundan..."
O "hain" dediği ve haberinin duyulmasını istemediği insan Yılmaz Güney'di. Tarih 9 Eylül 1984'tü. Yılmaz Güney sürgünde binlerce insanın derin sessizliği ve sevgi gözyaşları içinde Paris'teki Pere Lachaise Mezarlığı'na uğurlanıyordu.
Harfler/sözcükler/kelimeler/cümleler... Yılmaz Güney için olunca söylenecek, çizilecek, yazılacak o kadar çok şey var ki... Onu yazmak, onu anmak, onu hatırlamak Aslı Erdoğan'ın deyimiyle bir "ayin"dir.
Kimdi bu kara kuru, esmer yüzlü insan?
Onun öyküsü anlatılması ve dinlenilmesi zor bir öyküdür... Onun öyküsünün içinde hüzünler vardır... Onun öyküsünün içinde yoksulluklar vardır... Onun öyküsünün içinde acılar vardır... Onun öyküsünün içinde bitmek bilmeyen hapisler vardır... Onun öyküsünün içinde sevdiği kadınlar vardır... Onun öyküsünün içinde çok sevdiği sineması vardır... Onun öyküsünün içinde sürgünde ölmek de vardır...
Anlatılması ve dinlenilmesi hüzünlü olan Güney'in hikâyesine "unutmamak" ve "hatırlamak" adına baktığımızda asıl adının Yılmaz Pütün olduğunu görürüz. Güney, 1 Nisan 1937'de "sarı sıcaklar"ın yaşandığı, bereketli toprakların bereketi içinde, Adana'nın Yüreğir Ovası'nın Yenice Köyü'nde Vartolu Gûle ile Siverekli Hamo'nun çocuğu olarak dünyaya gelir.
Güney yoksul bir ailenin çocuğudur. Bundan dolayı çocukluğunda birçok iş yapar. Bir konuşmasında söylediği gibi: "Çocukluğuma dair iki şey anımsıyorum: Kürt olmak ve fakirlik..."Çocukluğunda anımsadığı bu iki şey hem yaşamına hem de sinemasına yansıyacaktır.
Güney, 13 yaşındayken Kemal ve And Film adına bisikletiyle film bobinleri taşır Adana'daki sinema salonlarına. O film bobinlerini taşıdığı Adana'nın yoksul sinema salonlarının en arkasında oturur ve bir yandan filmleri, bir yandan da yarın "kendi seyircisi" olacak olan insanların filmleri izlerken ki duygusunu, davranışlarını, tepkisini büyük bir dikkatle izler.
1957'de Ankara'ya gelir. Hukuk fakültesine yazılır. Ancak onun aklı sinemadadır. Adana'da lise yıllarında "Pazar Postası" ile başladığı öykü yazmayı burada da devam ettirir. "Yeni Ufuklar" ve "On Üç" gibi dergilere yazar, o dönemin edebiyatçılarıyla birlikte olur. Öyle ki o yıllarda Özdemir İnce ve Nihat Ziyalan ile Adana'da bir çay bahçesinde konuşurken "10 yıl sonra bütün Türkiye, 20 yıl sonra da bütün dünya beni tanıyacak" der.
1958'de çocukluğundan beri bisikletiyle takip ettiği sinemanın içine girer. Yeşilçam kalıplarına uymayan bir fiziği olmasına ve onun hakkında " Olsa olsa bir arabacı hamal Kürt olur" denmesine rağmen sinemaya yine de girer. 1959 yılında senaryosunu Yaşar Kemal ile birlikte yazdığı "Bu Vatanın Çocukları" adlı filmde ustası olan Atıf Yılmaz'ın yardımcılığını yapar ve küçük bir de rol alır. Bu onun ilk filmidir. Aynı yıl Yaşar Kemal ile "Alageyik"i yazar ve Atıf Yılmaz'ın yönettiği bu filmde ilk kez başrol oynar.
Aslında onun dikkatleri çektiği film "On Korkusuz Adam" filmidir. On kişi arasında hiç konuşmadan, elindeki konyağını içip ara ara şapkasını yukarı hafifçe kaldırıp göz ucuyla "çaktırmadan" bizlere bakar. Bu "çaktırmadan" bakışı dikkatleri çekecektir. Birbiri ardına macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen ve hor görülen bir insanın otoriteye başkaldırısını yansıtır. Bu filmler tanınmasını, benimsenmesini ve sevilmesini sağlar. Filmlerinin gösterildiği sinema salonları dolup taşar. Öyle olur ki Yılmaz Güney'in dayak yediği sahnelerde halk perdeye bazen sandalyeler fırlatır, bazen de "Yılmaz abeee... Yılmaz abeee..." diye bağırıp perdeye kurşun yağdırır.
Pütün soyadını terk eder "Güney" adını alır. Güney adını almasının nedeni "Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi" adlı öyküsünde "Ben kendimden utandım, insanlar ayrıntısız olmalıymış... Bunu orospu dediğim karım söyledi" cümlesinden dolayı komünizm propagandasıyla yargılanıyor olmasıdır. Bu yargılama 1,5 yıllık mahkûmiyet ile sonuçlanır.
Mahkûmiyetinin bir bölümünü sürgünde "Konya Günleri" olarak geçirir. Güney, sürgün dönüşü birçok filmde rol alır. Filmlerinin gösterildiği Anadolu'daki sinema salonları dolup taşar. Artık o, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ediz Hun gibi "parlak yüzlü starlar" arasında "Çirkin Kral" olarak tanınır.
Güney bu arada Yeşilçam kalıpları dışında filmler de çeker. Yalın, şiirsel ve abartıdan uzak olağanüstü oyunculuğunu gösterdiği "Hudutların Kanunu", "Seyyit Han", "Aç Kurtlar", "Kızılırmak- Karakoyun" gibi önemli filmlerde hem oynar ve hem de yönetmenlik yapar.
1970'lerin başıyla birlikte "toplumsal gerçekçilik" akımı Güney'in sinemasına iyiden iyiye yansır. 1970 yılında "Umut" filmini çeker. "Umut" filminde anlattığı, çocukluğunda yaşadığı ve anımsadığı iki şeyden biridir: Fakirlik. Faytoncu Cabbar'ın "umudu", hepimizin umudu olur. Film büyük bir ses getirir. Hem sinema çevreleri hem de seyirci şaşırıp kalır. Film Sinematek'te gösterildiğinde o dönemin ünlü yönetmenlerinden biri ayağa kalkıp "İşte Türkiye Sineması'nda ilk toplumsal gerçekçi film" diyerek heyecanını, sevincini ve şaşkınlığını dile getirir.
Film halk için de sürprizdir. Çünkü halk yıllar yılı kendisi için savaşan "Çirkin Kral"ın filmlerinden sonra hayatında hiçbir şey değişmese de salondan rahatlayarak çıkardı. Ancak "Umut" filminden çıkanlar bu kez acı gerçekle karşılaştı, çünkü "Umut"ta halk perdede kendini gördü.
Güney, 1971'de "Acı", "Ağıt", "Vurguncular" ve yorgun mavi deniz, martılar ve vapur düdükleri içinde, hep sessiz ve sıcak bakışlarıyla, yüzünde binlerce kederin yaşayan izlerini taşıyan Fırat'ın Çiğdem'e olan saf, utangaç ve mağrur aşkını anlattığı "Umutsuzlar" gibi filmleri çeker ve oynar. Yine 1971'de Nevşehir Cezaevi'ndeyken yazdığı "Boynu Bükük Öldüler" romanı yayınlanır ve ertesi yıl "Orhan Kemal Roman" ödülünü alır.
1972'de Mahir Çayan ve arkadaşlarına "yardım ve yataklık" yaptığı gerekçesiyle askeri cezaevine girer. Güney Dergisi'ni bu yıllarda cezaevinde çıkarır. İki yıl sonra tahliye olur ve "Arkadaş"ı çeker. Film iki eski arkadaşın, özellikle de Azem'in gözünden yozlaşan toplumsal ilişkileri anlatır. 1974'te "Endişe"nin çekimleri sırasında Yumurtalık hâkimini öldürdüğü gerekçesiyle (Bu olay Hâkim Sefa Mutlu'nun kışkırtmaları sonucu yaşanan bir provokasyondu ve devlet de Güney'i tekrar içeri almak için fırsat kolluyordu) bir daha yargılanır. Bu kez 19 yıla mahkûm olur. Bu mahkûmiyet dünya sinemasında pek de yaşanmayacak bir gelişmeye yol açar. Kendisini susturmak isteyenlere inat cezaevini bir okula çevirir. Cezaevinde senaryolar yazıp filmler yönetir. Güney, sinema tarihinde cezaevinde filmler yazıp yöneten belki de tek sinemacıdır.
1978'de yönetmenliğini Zeki Ökten'in yaptığı "Sürü" filminin senaryosunu cezaevinde yazar. "Sürü" tam bir Kürt destanı ve Türkiye panoramasıdır. Doğu'da yaşayan Kürt göçerlerin koyun sürülerini Ankara'ya getirmeleri aracılığıyla Türkiye'deki siyasal, sosyo-ekonomik olayları yansıtır perdeye. Film hem sinema diliyle hem de içeriğiyle "Umut" ve "Yol" ile birlikte sinemamızda aşılamamış bir başyapıttır.
1981'de yönetmenliğini Şerif Gören'in yaptığı "Yol"u da cezaevinde yazar. Film İmralı cezaevinden izne giden ayrı arı sorunları, beklentileri, hayalleri, umutları olan beş mahkûmun öyküsünü anlatır. Kamera beş mahkûmun peşine takılarak hepsinin dramlarını ve ülkedeki gerçeklikleri ayrı ayrı gösterir.
Yol filmi, 1982'de Cannes Film Festivali'nde Costa Gavras'ın "Kayıp/Missing" filmiyle ortak olarak büyük ödülü, Altın Palmiye'yi alır. Yol filminin aldığı bu ödül Türkiye sineması tarihinde yurtdışında alınan en büyük ödüldür. Güney, Yol filmini kendisiyle birlikte Fransa'ya kaçırır, kurgular ve ödülü alır. Film uzun yıllar yasaklanır.
Son filmi "Duvar"ı 1983'te Paris'te sürgünde çeker. Film, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle birlikte hapishaneye dönen Türkiye'yi, çocuk mahkûmların gözüyle anlatır. Duvar filmi yaşamı boyunca çevresini saran duvarların simgesi olarak da görülebilir. Duvar Yılmaz Güney'in dünya sinemasına son armağanıdır.
Takvimler 9 Eylül 1984'ü gösterdiğinde Yılmaz Güney yaşamını yitirir. Sinemanın Çirkin Kralı geride onlarca film bırakarak aramızdan ayrılır.
O yaşamı boyunca sinemayı seven bir Yılmaz Güney'dir... O, Adana'nın yoksul sokaklarındaki yoksul sinema salonlarından sürgün gittiği Paris'te yaşamını yitirdiği 1984 yılının 9 Eylül'üne kadar bulunduğu her mekân ve zamanda, her sevincinde ve her acısında, hapishanede ve dışarıda sinemayı düşünen, hayalini kuran, yazan ve yapan bir Yılmaz Güney'dir... O, dünya sinema tarihinde belki de bir ilk olanı gerçekleştirip cezaevinde filmler yazıp yöneten bir Yılmaz Güney'dir...
O, sinema diliyle, anlatımıyla, şiirselliğiyle, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle sinema dâhisi bir Yılmaz Güney'dir... O, sinema kurallarını, Yeşilçam kalıplarını altüst etmiş, Türkiye sinemasını dünyaya duyurmuş bir Yılmaz Güney'dir... O, kırk yedi yıllık ömrünün neredeyse yarısını hapislerle, sürgünlerle, baskılarla, acılarla geçiren bir Yılmaz Güney'dir... O, iki farklı kişilikle, iki farklı bakışıyla iki farklı Yılmaz Güney'dir... O, içi sevgi dolu, boynu bükük ve alçakgönüllü bir Yılmaz Güney'dir... O, belinde silah taşıyan bir sanatçı ve devrimci bir Yılmaz Güney'dir... O, sevdiği kadınlarla (Nebahat Çehre ve Fatoş Güney) Joaquín Rodrigo dinlerken ağlayan romantik aşk adamı bir Yılmaz Güney'dir... O, yaşamını yitirdikten sonra da adından en çok söz ettiren, "bizler onun paltosunun altından çıktık" diyen sinemacıları etkileyen bir Yılmaz Güney'dir... O, çocuk seslerinin yükseldiği evlerin, bekâr odalarının, öğrenci evlerinin, kahvelerin, çay ocaklarının, mahpusların duvarlarında, boyacı çocukların sandıklarının en görünen yerine fotoğrafı her daim asılı olup ve bulunan -hiçbir sinemacıya nasip olmayacak olan- bir Yılmaz Güney'dir.
Sinema, 28 yıl önce yitirdiğimiz ve şimdi çok uzakta olan; sinemayı seven, öyküler/romanlar/senaryolar yazan, filmler çeviren, acılar çeken, hapisler yatan, sürgünler yaşayan, direnen devrimci/özgürlükçü/romantik sinemacımızı arıyor ve anıyor bugünlerde. Elbette biz de...
* Yazının başlığı Can Yücel'in "Yılmaz Güney Doğu'ya" adlı şiirinden alınmıştır. (KT/YY)