Mari'nin muhteşem dönüşü
16/12/2012
Haber: KARİN KARAKAŞLI
Tesadüf diye bir şey yok. Hayatla kurduğumuz bağda yaydığımız ve aldığımız enerjiler var. Sürekli titreşiyoruz. Duygularla, düşüncelerle, bizden bağımsız taşıdığımız kodların yüküyle, bireysel tercihlerimizle titreşiyoruz. İnsan kırılgan ve değişken bir varlık. Ruh hali de sürekli değişen renklerde ve şiddette ışınlar yayıyor çevreye. Bir ortama girdiğinizde oradaki enerjiyi, o enerjini iyi ya da kötü ağırlıklı muhtevasını hemen hissedebilirsiniz. Ve korku ya da arzularınız yeterince güçlüyse, emin olun korktuğunuz ya da arzuladığınızı kendinize doğru çekersiniz. Bunun adı da tesadüf olur.
Benim kendi tabirimle sevgili ölülerim var. Allah şahit, onlar çoğu yaşayandan daha yakın ruhuma. Her şeyimi bilirler, ben de onlar aracılığıyla hakikate, kısmen ve bazen de olsa yaklaşabilmiş hissederim kendimi. Bu sevgili ölülerimden biri, Cumhuriyet tarihinin önemli kadın heykeltıraşlarından Mari Gerekmezyan.
Yasak aşk ve Ermenilik
Onun ismine kaçınılmaz olarak önce Bedri Rahmi’nin resim sanatını anlatan kapsamlı bir kitabın dipnotlarında rastladım. Kaçınılmaz olarak diyorum, çünkü Bedri Rahmi’nin bir dönem şiirini ve resmini onsuz anlatmak mümkün olmuyordu. Bir Leitmotiv misali seri tablolara ve en güzel aşk şiirlerine sinmişti. Ama Bedri’yi Mari’siz anlatabilme çabası da sonsuzdu çünkü iki sanatçı arasında dillere destan bir aşk vardı. Ve bu aşk yasaktı.
Dile düşen hiçbir şey, yaşayanların hakikati olmaz. Birbirlerinde kadın-erkek iki âşık olma dışında iki sanatçı olarak derin iz bırakan bu isimlerden Mari Gerekmezyan, birkaç koldan unutuşa terk edildi. Altı yıldır sanatçının hayatıyla ilgili her bilgi kırıntısını toplamaya çalışan akademisyen yazar Sevengül Sönmez’in de isabetle vurguladığı gibi, bütün bu imalı dedikoduların hedefi olması dışında, Ankara ’da resim heykel sergilerine katılıp üst üste ödüller aldığı yıllarda bu kez ismine dönemin gazeteleri de yer vermedi. Ermeni olması hasebiyle fazlasıyla dışarlıklı kaldı, kerelerce dışlandı.
Ne hazindir ki, göze aldığı aşk yüzünden bizzat kendi ailesi de onu dışlayacaktı. Onca emek verdiği, hizmet ettiği Ermeni toplumu da onu ancak dedikodular kadar tanıyacaktı. Sonra olan oldu. Mari Gerekmezyan’ın her koldan yalnızlaştırılmış hayatı, yakalandığı tüberküloz menenjit sonrası 1947’de henüz 34 yaşındayken son buldu. İstikbal vaat ediyordu eleştirmenlere göre ama o istikbali yaşamak kısmet olmadı.
Herkese gerekli bir ruh
Oysa sanatının felsefesini yapacak denli azimli, sorumluluk sahibi bir heykeltıraştı. Sanatını sorguladığı bir makalede rastlantısal güzelliklere itibar etmeyerek “Sanatçı, tıpkı bir dalgıç gibi kendi benliğinin derinliklerine dalmalı, orada aramalı, incelemeli, gerekirse kanayışını dahi seyrederek koparmalı, çiğneyip atmalı bazılarını, çünkü o derinliklerde sadece inci ve mercan bulunmaz… Ocaktan çıkan demire benzer, cehennemden gelen sanatçıdır bizim sanatçıdan anladığımız” diyordu. O cehenneme kendisi de defalarca inmiş olmalıydı. Yanmadan yaratmak, acıdan geçmeden hazza varmak mümkün müydü?
Ama biz onun ateşini ve közünü de külünü de bilemedik. Ta ki bugüne kadar. İşte güzelim heykelleri depolara kaldırılan, hatıraları silinen Mari Gerekmezyan birkaç gündür yeniden aramızda. Getronagan Ermeni Lisesi’nin 125. kuruluş yıldönümü çerçevesinde, okul, hayatının son dört yılında burada resim öğretmenliği yapan ve pek çok yeteneği akademiye kazandıran idealist öğretmenine ithafen bir görsel sanatlar sergisi açtı. Tarihi okul binasının sergi katında, farklı disiplinlerden işlerin yanı sıra Gerekmezyan’ın son anda bulunan bir büstü de yer alıyor.
Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet Eyüboğlu’nun paylaştığı bilgilerle kamuoyuna ilk kez mal olan Mari Gerekmezyan’ı yıllar önce hikâye kahramanım kılmıştım. Onun sanattaki inadını da Bedri Rahmi’yi göze alışını da birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan yaratıcılık ve aşkın iki yüzü olarak selamlayarak kurgulamıştım hayatını. Benim Marim ölüm döşeğinde öyküsünün içinden şöyle seslenmişti dünyaya: “Cehennem, ihtiyaç duyulmama hissidir benim için. Cennetse ihtiyaç duyulmaya ihtiyaç duymama hissi. Kendi cennetime gidiyorum nihayet… Yine de unutturamazlar beni, kalkar boşluğum konuşur yerime. Ve kimsenin rahatsız olmayacağı kadar uzun zaman geçtiğinde, belki bir gün, beni de hatırlarlar…”
Çok sonraları Getronagan Okulu’na geldiğimde, bu okulun merdivenleri ve koridorlarında, yemekhane ve sınıflarında onun da dolaşmış olduğunu öğrendiğimde şu tesadüf tanrısının oyunlarına bir kez daha gülümsedim. Okulun deri kaplı öğretmen kayıt defterinde siyah-beyaz vesikalığı yanında dolmakalemli el yazısıyla 1947 tarihi ve vefat dolayısıyla görevinin son bulduğu bilgisi düşülmüştü. 8 Aralık Cumartesi günü okulun dört bir yanı onun resimleriyle kaplanmış, koca salon hıncahınç dolmuşken o hatırlanma gününün geldiğini anladım. O artık hepimize gerekliydi.
Gündemin yapay başlıklardan sulandırılmasından mı sıkıldınız, asıl meselelerin girdabında zerre müdahale şansınız olmadan boğulmaktan mı usandınız, bir kere de seçim hakkınızı kullanın. Mari Gerekmezyan’ı tanımak için kendinize zaman ayırın. Dahası 125 yıllık bir Ermeni okulundan geçin. Orada hayatta kalmanın, varlığını sürdürmenin ne demek olduğunu kavrayın. İstanbul da hayat da genleşsin, güzelleşsin bir süreliğine. Paylaşalım hazinemizi. Mari’nin ismini yok sayıldığı her yere koyalım. Gazetelere, sergilere, kitaplara, hayatın tam ortasına. Ruhunu birlikte şâd edelim. O da bize bir süreliğine huzur versin, ilham ve güzellik bahşetsin.