Tuesday, January 29, 2013

“Samuel Beckett’ın anısına”



Oktay Işıkdoğan

2006
İnsan insan olalı beri girip çıktığı binbir türlü ruh haline Godot’yu bekleme halini ekleyen İrlandalı yazar Samuel Beckett’ın doğumunun yüzüncü yılındayız. Modern yazının öncü ve esas adları, Kafka, Joyce, Woolf, Musil ve Proust’un hemen ardından gelen kuşağa ait Beckett modern yazının son büyük yazarlarından biriydi. Üzerinde yaşamayı ölüm sürecine benzettiği dünyada kaldığı seksen üç yıldan geriye irili ufaklı onlarca oyun, öykü ve roman bıraktı. Tıpkı bayrağını taşıdığı büyük yazarlık müessesinin diğer adları gibi ele aldığı sorunu kavramsallaştırmayı ve kendinden sonrasına taşımayı bildi: Bugün nasıl acıma duygusundan ve insan sevgisinden bahsettiğimizde Dostoyevski’yi, zamanın akışı ve hafızanın işleyişi deyince Proust’u, modern Batı dünyasının kendisine ve çevresine yabancılaşan insanını düşününce Camus’yü anımsıyorsak, hiçlik ve acı çekmek deyince de Beckett aklımıza geliyor. Ancak Beckett, sayfaları bazen atlayarak okusa da kendisine sadık kalmış okuruna ödül olarak verdiği bu iflah olmaz hiçlik duygusuna karşın, “Dene, yenil; yine dene, yine yenil” diyebilen biri, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Nazilere karşı örgütlediği direnişe destek verecek kadar eylemci ve mücadeleci bir kişiliğe sahipti.

Sıkıcı mı?
Beckett’ın yapıtı üzerine erken bir itirafta bulunulacaksa, bunlardan ilkinin Beckett okumanın çoğu zaman zor, hatta Aristoteles’in formüle ettiği ideal klasik anlatı yapısına sahip metinlerle karşılaştırıldığında sıkıcı olduğudur. Özellikle, edebiyat otoritelerinin Beckett’ın sanatının doruk noktaları olarak buyurdukları ‘Molloy’, ‘Malone Ölüyor’ ve ‘Adlandırılamayan’ adlı romanlarında kurduğu dünyaya girmek pek kolay değil. Çünkü Beckett, çoğunlukla, her türlü neden-sonuç ilişkisine omuz silken, başı sonu belli bir hikaye anlatmaya burun kıvıran metinler yazdı. Öyle ki, yazdıkları, çoğunlukla yarı-deli, ağır fiziksel çöküşler yaşayan ve hareket etme yetileri kısıtlanmış erkek karakterlerin ölümü beklerken gün doldurmak için sayıkladıkları monologlardan müteşekkildi. Söz konusu karakterler toplumun dışında yaşayan, ruhsal ve bedensel açıdan sakatlanmış, fiziki dünyaya bazen zar zor sürebildikleri bir bisiklet, bazen uzun bir sopa, bazen de sallanan sandalyeyle tutunan marjinal kişilerdi. Beckett’ın karakterleri için seçtiği yaşama alanları da karakterlerin yaşayışlarına uygun olarak yerleşim birimlerinin uzağındaki viraneler, ıssız arazilere açılmış çukurlar, yalnız ve kuru bir ağacın gölgesi olabiliyordu pekala. Anlaşılacağı üzere, Beckett, yapıtları için fiziksel tükeniş, dolayısıyla hareketsizliği ve ölümü beklemekten kaynaklanan bir hiçlik duygusunu ana motifler olarak belirledi. Buna göre, Beckett’ın karakterlerinin hareket yetileri kısıtlandıkça hiçbir fiziksel varoluş belirtisinin olmadığı ve tamamen “söz”den oluşan bir dünyaya daldığı görülüyor. Bu durum, ilk romanı ‘Murphy’yle kendisini hissettirip ‘Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler’, ‘Molloy’ ve ‘Malone Ölüyor’la giderek arttı ve nihayet ‘Adlandırılamayan’da doruğa ulaştı. ‘Adlandırılamayan’ın adsız kahramanı hiçbir bedensel tepki göstermiyor, varlığını yalnızca “söz”le sürdürüyordu. Ancak bütün fiziksel yetersizliklerine, çektikleri acıya, absürdlüklerine ve gülünçlüklerine karşın, Beckett’ın karakterlerinde, onları uygar dünyanın şehir dışındaki çöplüklerinde yaşayan dışkısı ya da zavallı, atıl insanları olarak görmemizi engelleyen neredeyse filozofça bir yanın varlığı göze çarpıyor. Çünkü Beckett’ın bütün bir yapıtının anlamının insanın bir ayağının mezar çukurunda doğduğu ve yaşamın bizatihi kendisinin bir ölüm süreci olduğu cümlesinde billurlaştığı göz önünde bulundurulursa, söz konusu karakterlerin bu gerçeğin bilincinde olduklarını ve buna göre yaşamaktan taviz vermediklerini söyleyebiliriz.
Edebiyatın ufkunun, bir yanda aşkı didikleye didikleye satacak bir tarafını bırakmamış metinlerle, bir diğer yanda da edebi bir değerden yoksun savaş fantezileri ya da kahramanlık manzumeleriyle kapandığı bir dönemde doğumunun yüzüncü yılı şerefine bir Beckett okumak okura ilaç gibi gelecektir. Beckett’ın, çoğunu Uğur Ün’ün güzel Türkçesiyle dilimize kazandırdığı kitapları, belki zaman zaman yorucu, kafa kurcalayıcı, ama çıktığımıza kesinlikle pişman olmayacağımız bir yolculuk vaat ediyor. Beckett’i kişi olarak daha yakından tanımak isteyenlere ise Charles Juliet’in ‘Samuel Beckett’le Görüşmeler’ adlı denemesi önerilir. Kitapta, Beckett’ın randevu verdiği birisiyle tek söz etmeden iki üç saat aynı masada oturduktan sonra çekip gidecek kadar ilginç biri olduğuna dair bilgiler var.

Thursday, January 24, 2013


İntihar ve Stefan Zweig (1881-1942)

 İnsan niçin intihar eder? Hangi nedenler yüzünden, yaşamın arka penceresinden çağırır o siyah kanatlı, sessiz ölümü? Bu güneşli mayıs gününde, doğada için için süren yaşama coşkusuyla çelişen bir soru; biliyorum. Yaşamına kendi kararıyla son veren bir arkadaşımdan kalan boşluk, aylardan beri içimi acıtıyor. Bu güzel insanın, yaşamın hangi kırılmanoktasında böyle bir kararın ardından gittiğini anlayamayışım, gözlerime hüznün gölgelerini bırakıyor. Gölgeler yaşamın gün ışıklarına düşerken, içimi yaprak yeşili ürperişler sarıyor. Günceme yazınca ruhumu ezen ağırlığın biraz olsun azaldığını düşünüyorum. Belki bir yanılsama… Gözyaşlarım harflerin içinde akıyor sanki.
Bazen de insan, insan olduğu için, insan kalmak istediği için, yaşamın dayattığı derin kırılmalar karşısında tek yol olarak ölümü görebiliyor. Çok acıtıcı da olsa, “intihar eylemleri” nin ardında yatan gerçeklerden biri de bu. Gün geçmiyor ki darmadağın edilmeye çalışılan Irak’tan bir intihar saldırısı haberi gelmesin… Direnmenin öteki adı oluyor Irak’ta intihar. 12 Eylül karanlığında, cezaevlerindeki birçok insanın intiharı seçtiği de ne yazık ki başka bir gerçek…
Hayri K.Yetik’in intihar edenlerle ilgili satırları ne kadar düşündürücü:
“Yaşanmakta olanı istemiyorlar; hepsi o kadar. Önlerine  konan yaşamı reddediyorlar; yaşamaya katlanamıyorlar yani. Katlanamadıklarını tükürüyorlar yüzünüze.
Andre Breton’ca: “Benim için hazırlanmış yazgıya boyun eğmiyorum; en yüce bilincin bu adaletsizlikle yaralı yaşayışımı, bu yeryüzündeki her türlü yaşayışın gülünç kurallarına uydurmaya yanaşmıyorum.”
(…) Anlayın artık, geleceği de yüzünüze çarpıyorlar; yüzünüzde parçalanıp yerlere savrulan sizin sahte iyimserliğiniz, sanal kurgularla gelen geleceğinizdir; onlarınsa gelecekleri hiç olmamıştı. Dalsanız arkada bıraktıkları kuyuya, bilinen bir kuyu değil. Bir kara delik sanki. İzini sürseniz yüreğinizin karalığına çıkar. Karalığınızı bulursunuz orada en fazla. Şaşıp kalırsınız “n’olacak şimdi” yeni sorularla burgaca dönüşür… Bu anlamsız dizgeyi bu saatten sonra yenilir yutulur duruma getirebilir misiniz? Artık sizin için de inandırıcılığı kalmamış bu boşluğu neyle dolduracaksınız; hangi yalanla? Yalnız onlar için mi; hepimiz içindir; içinde bir dipsiz kuyu olan bu zarf. Bir ‘ölüm’ atıyorlar önümüze.”
11-05-2005
Yaşam yerine ölümü seçen şair ve yazarlar, Ahmet Oktay’ın dizelerinde, her biri birer şiir halinde gözlerimin önünden geçtiler. 1987’de yayımlanan Yol Üstündeki Semender, intihar eden sanatçılar için yazılmış, derinlikli bir yapıt. Bu kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü almış Ahmet Oktay. Yol Üstündeki Semender, şu dizeyle başlıyor:
“Beni intihar ettiler.” (A. Artaud) Bir prolog var sonra:“…Bin yıllardır/ Yargının bukağısında Söz, / Ya kargış yazgısı ya sürgün. / Aynasında yansıttığı / zamanı sorguluyor yine de. Yenilgisi / yengiye dönüşüyor. Söz gibi intihar da bu yüzden / tarihin tam içinde işliyor.” dizeleri dikkati çekiyor prologda.
İntiharı yaşamın tek anlamına dönüştüren sanatçılar (Kleist’ten Virginia Woolf’e, Mayakovski’den Walter Benjamin’e, Gérard De Nerval’den Cesare Pavese’e, Stefan Zweig’dan Beşir Fuad’a on iki insan…) dizelerin içinde, ruhlarındaki yoğun kederleri damıtıyor; kendilerini anlatıyorlar. Epilog’la biten yapıtın son dizelerini şöyle yazmış Ahmet Oktay:
“Bu kitabın adını andığı,/ ölümlerini bir bir / denemeye çalıştığı 12 insan, / korkak oldukları kadar cesur / umutsuz oldukları kadar / umutluydular. Yaşamlarından da / ölümlerinden de çıkaracağımız / dersler unutulur gibi değil. / Yapıtları ise içlerinde / kendi suretlerimizin yansıdığı / kristal aynalardır. Edemediğimiz / ve edebileceğimiz / tüm intiharlar / ateşten gözleriyle bakıyorlar / yol üstündeki / bir semender gibi”
İkinci Dünya Savaşı yıllarında insanların ölümlerine, kıyımlara dayanamayıp kendi yaşamına son veren Avusturyalı yazar Stefan Zweig, adını insanlık tarihine bu olağanüstü eylemiyle yazdırıyor. Karısı Charlotte de onu yalnız bırakmıyor. Birlikte gidiyorlar ölüme; ruhlarında yüzyılın insanlık acılarının bütün yükünü taşıyarak. Yol Üstündeki Semender’de şair, Zweig’inseslenişiyle yazmış STEFAN ZWEIG bölümündeki dizeleri:
“İnsan / vaktinde bilebilseydi: Sessiz / durmakla uzak kalınamıyor. Bilebilseydi. / Savaş işte her yanda, susanın da / dağlandı eti karşı koyan kadar. Meltem / acıtıyor yanıklarını. Azalıyor / insan: unuta unuta otellerde / andaçlarını. ‘Yitirdim / ayaklarımı sağlam basabileceğim / tüm toprakları.’ Dinledim son kez / öteki ucunda dünyanın: Üzünçle / çınladı Noel çanları. Renkli / çam dallarında gözümü kamaştırdı / son kez yaşam. Rilke’nin dediği gibi / ‘dayanabilmek bütün sorun.” (A. Oktay)
Zweig, İkinci Dünya Savaşı’nın acılarından uzaktaydı görünürde; dünyanın öteki ucunda, Brezilya’da sürgündeydi. Fakat gazete başlıklarını okumayı bir gün olsun bırakmıyordu. Savaşın yıkımları ve acıları o duyarlı ruhunda öyle onulmaz yaralar açıyordu ki bir noktadan sonra ölüm onun için kaçınılmaz bir gerçek halini aldı; ölümün çağrısına bütün varlığıyla yanıt verdi. Stefan Zweig’ın Masalımsı Bir Gece öyküsündeki adam, yaşamı için bulduğu anlamı şöyle dile getiriyor: “Kendi benliğini bulan kimse şu dünyada hiçbir şeyi yitirmez. Kendi içindeki insanı tanımış olan, bütün insanları tanır.” Bu sözler, yazarın kendi yaşamında bulduğu anlamı da içeriyor bence.
Yapıtlarıyla yazarlığı arasında bir tutarlılık vardı Zweig’ın. İkisi de birbirinden ayrıştırılamaz bir bütün halindeydi. Yazarın bütün çabaları, dünyada bütünlüğün kurulması ve korunması içindi. Kültürler arası iletişime verdiği önem doğrultusunda dünyanın her tarafında konferanslar veriyor; evrensel barışı savunuyordu. Yapıtları açılımlandığında, işlediği konuların, kültürler arası arabulucu kimliğini yansıttığı görülebilir. Yazdığı biyografiler, bu yönünün göstergeleridir. Stefan Zweig, önemli bir biyografi yazarı olarak dünya yazın tarihinde yerini aldı. Dostoyevski, Verlaine, Rimbaud, Kleist, Hölderlin, Nietzche, Tolstoy, Baudelaire, Balzac, Dickens… gibi yazar ve şairlerin yaşam öykülerini, psikolojik boyutlar da katarak oluşturdu. Çok yönlü bir sanatçıydı Zweig; şair, öykücü, romancı, düşünür kimliği taşıyordu.
Tarihler 1933’ü gösterirken Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların arasında Stefan Zweig’ın yapıtları da yer alıyordu. 1934’te Nazilerle Zweig arasındaki çatışmalar doruğa ulaştı. Önce yazardan “savunma” istendi, sonra evi basılarak silah araması yapıldı. Bunun üzerine Zweig yurdunu terk etmek zorunda kaldı ve Londra’ya yerleşti. Sürgün yılları başlamıştı:
“Ah, ulus / diye haykıran zorba! Horladı / sözünü yüreğin. Gün günden / kabarıyor ölüler listesi. Geleceğim / çölde yazılı belki ya da / öteki ilk yazın yağmurunda. ‘Günümüz / kovalanış ve kin.’ Batık kıtalar / oluşturdu göğsümde / mülteci yüzleri. Tarihe yanıt / istiyor mahpus da: Neyin tapıncı / yakılan kitaplar? Nedir zalimi / önder saymanın mantığı?” (A.Oktay)
Zweig’ın yaşamı, yüzyılın şiddet, kıyım, ırkçılık kasırgalarına karşı direnmeyle geçti. Evrensel barışın egemen olduğu, ortak mutluluğa ulaşılmış, savaşsız bir dünya için uğraştı ve yaşamını bunun gerçekleşebileceğini kanıtlamaya adadı.
Yıl 1942. Brezilya, Petropolis kenti… Zweig, hayranı olduğu Avrupa kültürünün korkunç bir zulmü ve canavarlığı yaratması, inandığı değerlerin bir bir yıkılması üzerine, yaşamında en ufak bir anlam parçasının kalmadığını düşünüyor:
“Avrupalı / benim belleğim. Yazım da. Geç kaldım / yurt edinmeye gurbeti. Zorbaysa / ateşe veriyor dünyayı.” (A. Oktay)
Savaşla dolu bir dünyada insanca paylaşılabilecek hiçbir şeyin kalmadığına inanıyor. Büyük bir umutsuzluk bu…  Müthiş bir kırılma… Ve Charlotte ile birlikte gidiyorlar ölüme:
“Charlotte! / Bana bak son kez. Aynan yansıtsın / kitapları ve dere kenarlarını / ikisiydi yaşamım. / Uyumunu yitiren / dil susar. Yansa da / geleceği bilmek için. Duru kalan tek sözcük / bu mu yoksa? Gelecek. / Işığın / ve karanlığın geleceği. / Sis her yanda. Ah Charlotte / çevir bana son kez / kadınlığın gözlerini.” (A. Oktay)
12-05-2005
Stefan Zweig’ın Günlükler’inde, yaşamındaki gizleri bulmaya, iç dünyasının yansımalarını görmeye çalışıyorum. İki yıl önce İngiltere’deyken yazdığı 16 Haziran 1940 tarihli günlüğünde: “Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemiyorum…Bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.” sözleri yer alıyor. Bir gün önce de şöyle yazmıştır günlüğüne: “Neredeyse elli dokuz yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak; bu aşağılanmalara niye katlanayım ki?” Yıllar süren yurtsuzluk, süreğen göçmenlik yaşantısı Zweig’da büyük bir ruh çöküntüsü yaratıyor. 1939’da Max Herman –Neisse’ye “İnsanlık her yerde var ama bu her yer çok az… Bununla birlikte insanlık nerede bulunuyorsa orası bizim gerçek vatanımız olsun.” diye yazmıştı. İşte 30 Mayıs 1940 tarihli günlüğünden satırlar:
“…gitmek istediğim başka bir ülke de yok, tasımı tarağımı toplayıp bir kez daha iltica edecek gücüm yok, en kritik anda Oscar Wilde’ı pençesine almış olan o yazgısal ağırlık benim de içimde. Az önce, New York üzerinden Brezilya’ya gidebileceğim haberini aldım. Ama bunu yapmalı mıyım? Yeniden mi işimden, evimden kopacağım, bir uçuruma, belirsizliğe mi bırakacağım kendimi, ruhum bedenimin içinde kaskatıyken konferanslarla, toplantılarla zaman mı harcayacağım?”
Sığındığı İngiltere’de rahat değildir Zweig. Kendini aforoz edilmiş gibi duyumsar; İngilizlerin kendi adını bile telaffuz edemediğini, bu afarozun ömür boyu süreceğini düşünür. “Sorun, Alman olarak mı, Yahudi olarak mı, daha çok nefret edileceğim; üzerimize Nessus’un gömleği gibi atılmış olan nefret konusunda tartışılmıyor bile.” diye yazan Zweig, kendisini çevreleyen nefret duygusunun içinde yaşamak zorunda kalmıştı. Boşluğun içine düşmüş gibiydi; yüreği uçurumdaydı. 28 Haziran 1940’ta şöyle yazıyor: “Avrupa’yla birlikte ölmek gerekmez mi! Dayandığımız için, kurban olduğumuz için teşekkür beklememeliyiz elbette, sözün ve onurun geçerli olmadığı her gün kanıtlanıyor; Hitler’in en korkunç suçu, yalanı ve aldatmayı saygın bir konuma getirmiş olması ve binlerce yıldır suç olarak görülen şeylerin devlet sanatı ve yaşam sanatı olarak kabul edilmesi. Bizim gibi eski kavramlarla yaşayanların işi bitik; bir şişeyi hazırda tutuyorum…” Öyle zorlu bir ruh durumudur ki bu, yazarı derinden kuşatmış ve bütün dünyasını tutsak almıştır. Ölümün kaçınılmazlığı, intiharın ipuçları, öncülleri gizli bu satırlarda. Gerçekten, “önüne konan yaşamı reddediyor”; böyle bir yaşamın içinde boğulmaktansa, ölümün içinde özgür olmayı tercih ediyor.
Kendi yaşam öyküsünü anlattığı Dünün Dünyası’nda aynı zamanda Batı Avrupa kültürünü ele alır Zweig. O, bu kültürü hem sevmekte hem yermektedir; ama sevgisi her zaman daha ağır basar. 1939-1942 yıllarında, savaşın karanlıklarında yazdığı bu kitapta Zweig kendi hayatını anlatırken şöyle der:
“Hayatım, dediğimde, hemen arkasından ‘hangisi’ diye kendi kendime sorduğum çoktur. Savaşlardan önceki mi? Birinci, İkinci Savaştan önceki mi?…Ben kendi payıma, insanlığın iki en büyük savaşı ile çağdaşım. Birini Alman, ötekini Almanlara karşı olarak iki ayrı cephede yaşadım. Kişisel özgürlüğün en yüksek çizgisine ve biçimine savaş öncesinde ulaştım. Fakat sonra yüzyıllardan beri görülmemiş bir derinlikte olan en alt basamağa indim.”
Savaşa bütün varlığıyla karşı çıkar Zweig. O, gerçek bir barış tutkunudur. Yaşadıkları, düşünceleri ve düşlerini doğrulamaz ne yazık ki. Dünün Dünyası’nın son sayfasında şunları yazar:
“Küt küt atan kalbim, şu anda başlayan ve korkunç yanlarını bakışlardan henüz saklayan savaşı hissederken, geçmiş savaşı da her yanıyla duymaktaydı. Anlamıştım. Dünün her şeyi geçip gitmiş, başarılan ne varsa yok edilmiş, gerçek yurt bilip sevgiyle yaşadığımız Avrupa, kendi ömürlerimizden çok daha korkunç biçimde tuz buz edilmişti.” 
Dil, din, ulusal kimliklerin ötesinde, evrensel kültürün utkusu için çalıştığı dünya, hızla ellerinden kayıyordu. Düşündükleri ve idealleriyle çelişen bir dünyada yaşamak, korkunç acı veriyordu yazara. Savaşın en yakıcı ve yıkıcı yılında, karısıyla birlikte ölüme gitmeden önce bir mektup bıraktı. Mektup, Almancaydı, şunlar yazılıydı satırlarda:
“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi  kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim başka bir yer yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz  göçüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci; bireysel özgürlüğü dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik  sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek sabahı görebilirler! Ama ben aşırı sabırsızım, bekleyemeyeceğim o sabahı.” Bütün dünyadaki dostlarına, ününe karşın, kendisini ezen bir yükten kurtulduğunu yazmıştı kısa süre önce: “Artık o yükten kurtulup kendime döndüm. İçimdeki her şey, yaşadığım çağa isyan ediyor,  ‘HAYIR’ diyordu.”
Zweig’ın ruhu, insanlığın acıları için ölebilecek kadar yüceydi. Kleist’ın biyografisinde belirttiği gibi, “O, kendi yaşamından bir şiir yaratarak” ölmüştü…
Hülya Soyşekerci, Anafilya Dergisi Sayı 55 Yıl 2006

Sunday, January 20, 2013

Atahualpa Yupanqu


Asıl adı Hector Roberto Chavero Aramburo' dur. 1908 Arjantin /Pergamino doğumlu şarkıcı, besteci, gitarist ve yazar. Arjantin ve Latin Amerika ülkelerinde tüm zamanların en iyi folk müzisyeni olarak bilinir.
Kullandığı isim ve soy isim iki efsanevi İnka kralının isimleridir ve bu ismi ölene dek kullanmıştır.
"Troubadour" dediğimiz bir gelenek içinde büyüdüğünden olsa gerek küçük yaştan başlayarak yaşamı boyunca içinde olan seyahat etme arzusunu büyük ölçüde gerçekleştirdi. Bu seyahatler onun müziksel deneyimlerine sonsuz bir zenginlik kattı. İlk kemanla başladığı müzik serüvenine gitarla devam etti..Gittiği her yerde halk şarkıları söylemeye başladı. Arjantin'in kuzeybatısında yaşayan Amaichas Kızılderilileri arasında yaşayarak onların müzikleri hakkında etimolojik çalışmalarda bulundu.
1931 yılında Arjantin Komünist Partisi'ne katılmaya karar verdi. Kennedy Kardeşlerine yapılan başarısız bir suikast girişimine katıldığı iddiası nedeniyle Uruguay'a sığınmak zorunda kaldı ve 1935 yılına kadar ülkesine dönemedi.
1935 yılında yerel bir radyo istasyonunun daveti üzerine Buenos Aires'e geldi ve sonradan eşi olacak piyanist Antonieta Paula Pepin Fitzpatrick ("Nenette") ile tanıştı ve Nenette, Pablo Del Cerro takma adıyla yıllarca Yupanqui'ye eşlik etti.
1949 yılına kadar müzik çalışmaları sürekli sansüre uğradı, gözaltına alındı ve birçok kez hapise girdi. 1950 yılında Edith Piaf tarafından Paris'e davet edildi ve 1952 yılına kadar orada kaldı bu süre içinde Aragon, Eluard ve Picasso gibi sanatçılarla arkadaş oldu. Le Chant Du Monde  başlıklı ilk LP sini buradayken yayınladı. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde turnelere çıktı ve Charles Cros Akademisi'nin vermiş olduğu bir ödülü kazandı.
Yupanqui, 1952 yılında Buenos Aires'e geri döndü. Kendini müziğine verdi ve Arjantin Komünist Partisiyle tüm bağlarını kopardı. 1960 yılında Mercedes Sosa sadece onun şarkılarından oluşan bir albüm yaptı. Bu albüm sayesinde gençlerin de Yupanqui'yi tanımasını sağladı. Böylece Arjantin'de geç te olsa popüler oldu:)
1963 ve 1964 boyunca Atahualpa Japonya, Fas, Mısır, İsrail, İtalya ve Kolombiya'yı gezdi. 1972 ve 1973 yılında yayımlanan iki Arjantin müziğiyle ilgili belgesel film çalışmalarında yer aldı. 1976 yılında ülkesinde tekrar diktatörlük rejimi kurulunca temelli olarak Fransa'ya yerleşti ve 84 yaşında (1992) ölene dek burada (Nimes Kentinde) kaldı.
Yaşadığı süre boyunca kırılması zor bir rekora da imza atarak 12.000'in üzerinde şarkı kaydetti. Yaptığı son kayıt "La Pura Verdad" dır ve bir alanın ortasında ahşap bir sandalyede oturarak çalarken videoya çekilmiştir. Sesi eskisi kadar güçlü olmasa da hala çalabildiğini ve üretebildiğini gösteren o coşkulu bakışını korumaktadır..

albümlerinden bazıları..
-From Argentina to the World
-Thirty Years of Singing
-Basta Ya
-Viajes Por El Mundo
-Atahualpa Yupanqui
-Camino del Indio
-Mis 30 Mejores Canciones
-El Canto De La Tierra
-Buenas Noches Compatriotas
-Las Voces Del Siglo XX Vol.18
-Recital De Guitarra
-La Paloma Enamorada
-Caminito del Indio
-Atahualpa Yupanqui. Vol. 1
-30 Ans De Chansons
-Vidala del Silencio
-¡Soy libre! ¡Soy bueno!
-Nada Mas
-Madre del Monte
-Soy Libre, Soy Bueno
-Atahualpa Yupanqui. Vol. 2
-Los Esenciales
-Milonga Del Solitario
-15 Songs To Remember-15 Canciones Inolvidables
-El Payador Perseguido
-La Añera
-L' Integrale
-Lo Mejor
-The Guitar Poet-El Poeta De La Guitarra
-Don Ata
-Canción para Pablo Neruda
-Cantor de Pueblo: Atahualpa Yupanqui
-Quisiera Tener un Monte
-Atahualpa Yupanqui-Paco Ibañez
-Cancion Para Pablo Neruda
-Atahualpa Yupanqui Live in Rotterdam
-El canto del viento
-Atahualpa Yupanqui - La Añera
-L'Intégrale, Volume 2
-L'Intégrale, Volume 3
-Danza De La Luna
-L'Intégrale, Volume 1
-Duerme Negrito, Alma de Argentina
-Buenas Noches
-Le Chant Du Monde
-El Alazan
-El Unico Atahualpa Yupanqui
-L'Intégrale, Volume 4
-Choral Recital: Hodie Vocal Ensemble
-L'Intégrale, Volume 5
-La Pura Verdad
-El Payador Perseguido (Relato Por Milonga)
kitapları
1940-Piedra Sola
1943-Aires Indios
1953-Cerro Bayo
1960-Guitarra
1965-El Canto del Viento
1972-El Payador Perseguido
1992-La Capataza

Thursday, January 10, 2013

Metin Eloğlu


Metin Eloğlu


Metin Eloğlu 
Unutulmuş şair ve ressam, (1927-1985)

Edebiyat ansiklopedilerindeki yazar maddeleri böyle başlasa... Anlattığı yazarın ya da şairin kaderini bir-iki kelime ile özetleyerek... Sevdi-sevildi, yargılandı durdu, geçim derdine düştü... Yazar maddelerini okumanın dayanılmaz ağırlığı çekilmez olur muhtemelen. Eloğlu’nun kaderi üzerine yazdığım ‘unutulmuş’ kelimesi klişe gibi görünse de onun için bir gerçeklik taşıyor. Bakın Mehmet H. Doğan ne diyor: “Gidişinden on bir yıl sonra, Eloğlu gibi, sözcüğün tam anlamıyla has bir şairin böylesine unutulmuş olmasını aklım almıyor. Ama durup biraz düşününce, yaşarken de durumun fazla farklı olmadığını anlıyorum.” (Şimdi Uzaklardasın, Yapı Kredi Yayınları)

Metin Eloğlu, Boyabat’ın Perinçek köyünden Hasan efendi ile İstanbullu Nahide hanımın oğludur. Hasan efendi, yirmi yaşındayken karısı ve kızını köyde bırakıp İstanbul'a göç eder. Yusuf İzzettin’in konağında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve çok geçmeden komşu kızı Nahide’ye gönül verir, evlenirler... Kız çocukları Güzin’in ardından 1927’de oğulları Metin dünyaya gelir. İsmini komşu İrfan bey koyar. Çamlıca’da dünyaya gelen şairin çocukluğu burada, gençliği Üsküdar’da geçer.

Eloğlu’nun hayatının akışını belirleyen şairliğinin ve ressamlığının kökleri anne ve babasına uzanır. Babası Hasan efendi, Cumhuruyet’in ilanından sonra Belediye Bahçeler Müdürlüğünde çalışmaya başlar. Kadıköy, Taksim ve Gülhane parklarını düzenleyenler arasındadır. Hasan efendi, çiçeklerle adeta tablolar çizen bir kişidir. Metin Eloğlu’nun ressamlığını babasından, dile düşkünlüğünü çok güzel masal anlatan annesinden aldığı söylenebilir böylelikle. 1943’de Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. İki yıl düzenli okur. 

Bu sırada şiirle yakından ilgilenir ve sol eğilimli şairlerle arkadaşlık kurar. İlk şiiri de aynı yıl Kovan dergisinde Mehmet Metin imzasıyla yayımlanır. Derken bir gün, bir arkadaşının meyhanede yaptığı gevezelik yüzünden tutuklanır. İki ay hapis yatar. Çıktıktan sonra Eloğlu’nu bir sürpriz beklemektedir: Okul, kaydını silmiştir. Bütün uğraşlarına rağmen kaydını yenileyemez. Çareyi konuk öğrenci olarak 1947’ye kadar dersleri takip etmekte bulur. Akademi bitmeden askere alınır. İzin tecavüzünden ve disiplinsizlikten dolayı altı ay hüküm giyer. Cezalı askerliği beş yıl sürer. 


Eloğlu, hayatı karmaşa içinde ilerlerken Serveti Fünun, İstanbul, Söz, Varlık, Kaynak, Yaprak, Fikirler gibi dergilerde asıl adıyla şiirler yayımlar. 1951’de ise şiirlerini Düdüklü Tencere adlı kitapta toplar. Kitap, yirmi üç yaşındaki şairin ilk eseridir. Övülür ve övüldüğü kadar yerilir. Askerlik bittikten sonra 1952 yılında üç buçuk ay Yıldız Bahçeler Müdürlüğünde çalışır. (Oğullarının kaderi babalarıyla çakışır en az bir kere) Sonrasında bir yandan edebiyat hayatını sürdüren Eloğlu, ressamlık ve süsleme türünde çalışmalarla geçimini sağlar.

Metin Eloğlu, “eşyayı, olayları hınzırca yakalayan bir şair” olarak nitelendirilir. Şair ve ressam olarak ortaya çıkardığı işlerde duyarlılık ve zekânın muhteşem birleşimi görülür. Kendine özgü bir dil kuran şair olarak Garip ve İkinci Yeni ile ilişkilendirilir. Garipçilerin kurallarını kendine göre uygulamıştır. Garipçileri çarpıcı bir şekilde değerlendirir: “Onları hep aynı mahallenin aynı kahvehanesinde aynı nargileyi fokurdatan tiryakilere benzetiyorum.” (Asım Bezirci, Metin Eloğlu-Edip Cansever, Evrensel Basım Yayın) Şair olarak öne çıksa da önemli öyküler yazar.

Kendine has bir adamdır Metin Eloğlu. Arkadaşları onda şeytan tüyü var diye anlatırlar onu. Genizden gelen kahkahaları, yılbaşlarında kendi yaptığı resimli kartları arkadaşlarına postalayışı yer eder hafızalarda. Mehmet H. Doğan, ‘reis’ sözcüğünü sık sık kullanırken hatırlar onu. “Reis, iş yok bu şiirde! Unut bunu sen!” Yine Doğan’ın anlattığına göre, ziyarete gittiği evlerde sehpanın üzerinde bir vazoda yapma çiçeğe rastlamasın, bulduğu ilk fırsatta pencereden atmadan rahat edemezmiş. Çünkü onun için çiçek saksıda ve doğaldır. 

Mizacına gelince... Doğan’a göre şairin öfkesini şiirlerinden anlamak mümkündür. “Öfkesi çoğu zaman kınındaydı Metin’in, ama kından nasıl hızlı, göz açıp kapayıncaya kadar çıktığını fark edemezdiniz. Şiirinde de öyle.‘ Hanımefendi’ şiiri, haksızlıklar, eşitsizlikler karşısında bu öfkenin nasıl parladığının eşsiz bir örneğidir. Bu şiir yayımlandığı günlerde bazı sözcükler olduğu gibi yazılamadığı, yayımlanamadığı için o sözcükleri değiştirilmiş toplu şiirlerinin girdiği kitapta bu değişik haliyle çıkmıştır.” Mehmet H. Doğan Şimdi Uzaklardasın’da şiirin ilk yazıldığı halinin bilinmesi için 1967’de kendi evinde Eloğlu’nun banta okuduğu halini veriyor:

Utanmayıp da size kıçımı göstersem
Kıçımda don yok vallahi
Mevsim demokrasi saat sekiz suları
Hanımefendi karnım aç
Size söylüyorum hanımefendi
Kıçımda don yok dedim duymadınız mı
Karım geçen Perşembe öldü sağır mısınız
Cebi üç kuruş gören
İnsanın suratına tükürüyor hanımefendi
Neden olacak veremden tabii
Bakın gıcır gıcır bir gece saksıda zülbaharlar
Birazdan ayışığı da çıkacak
Ayışığı
Eşşoğlueşek

Bilmem anlatabildim mi
Size olan şu deruni aşkım değil mi ya efendim
Gün gelecek öleceğiz ölmezsek iyi
Zaten çatlak zurna bir düzen
Barışsız hürriyetsiz
Erkeklik damarımız
Sırası gelince kabarır hanımefendi
Niçin öyle bir tuhaf baktınız
Hem öyle bir kabarış kabarır ki
-Sözümüz mevlisten dışarı-
Siz bile apışıp kalırsınız.

“Bantta, bu şiiri Leylâ Erbil’lerin evinde okuduğu akşam ortalıkta nasıl buz gibi bir hava estiğini, yaşlı hanımın nasıl başını öne eğdiğini, evlatlığınsa daha “kıçımda don yok vallahi” dizesini duyar duymaz nasıl dışarı kaçtığını anlatırken dünyanın en keyifli kahkahalarını atıyordu.”

Metin Eloğlu, yaşamının sonlarına doğru sıkıntılı ve yalnız günler geçirir. Özellikle ikinci eşi Nur’dan ayrıldıktan sonra. Kısa bir süre sonra Bursa’da genç bir kızla evlenir ama ondan da çok geçmeden ayrılır. Çapa Tıp Fakültesi Hastanesinde uzun aylar yatar. Hastaneden çıktıktan sonra kendisine bakıcılık yapacak bir kadın bulur ve son günlerini onunla geçirir. 1985 yılında İstanbul’da ölür. (Burcu Aktaş-2009)



  

Eserleri 

1951-Düdüklü Tencere (Yeditepe)
1957-Sultan Palamut 
1957-Derleme: Garip Şiirler Antolojisi, (Ü. Y. Oğuzcan ile, Yay)
1959-Odun (Alpaslan Mtb.)
1961-Horozdan Korkan Oğlan (Dost)
1965-Türkiye’nin Adresi (Yeditepe)
1968-Ayşemayşe (Yay)
1970-Bektaşi dedikleri, (O. Tansel ile-Türkiye İş Bankası)
1971-Dizin (Güney-TDK Şiir Ödülü)
1975-Yumuşak G (Baha Mtb)
1978-Rüzgâr Ekmek (Ada)
1982-Hep (Adam)
1982-Yine (ilk altı kitabı-Adam)
1982-Şiirce, (son üç kitabı-Adam)
1983-Ay Parçası (Yazko)
1984-Önce Kadınlar (Adam)


Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve Nil Meteoğlu imzalarını kullanmıştır.

 

Bendeki Metin Eloğlu...

 Önce Kadınlar'dan...
=================

Amma da yaptın şıllık kız
dağlıysak, insan değil miyiz yani ?
koyunları sattık, vurduk üç bini
öküzleri sattık, vurduk beş bini
bu parayı mezara mı götüreceğiz ?
hele gel, seni vizon pöstekilere saram
koluma takıp kervansaray'a gidem
sana Chat-Noir'lar alam mı?
koklayanın burnu düşsün
Jose İturbi'den Xavier Cugat'tan
sana pilak alam mı ?
o çalsın sen tepinedur,
seni eşek sütünden banyolara yatırıp
Camel'ini binliklerle yakam mı ?
Nylon'una ne verem?...
   

gibici
 -gibimtrak
 -gibilitik
 -gibiloji
 -gibimasyon


Ben sırtüstü
güz yüzükoyun
çiftleşiyor muyuz ne...


dağda deniz kovalıyorum
altımda o hayvan gemi
katırtırnaklarını güden
insan acemiliği işte
ha sen ölmüşsün
ha ben...


insan 
  kendisini pek
        ödeyemiyor
sen dur, bende var...


evde sanki bir konuk
ocağını, cezvesini getirmiş
telvedeki köpekle
ben zaten yoğumdu
ötesi fincan gece...




Yine' den..
=================

Leman Hanım,
size bir şiir borcum vardı ya
işte onu ödüyorum...


Hala sağ mısın lan
inatçı deyyus
zehir kimin için,
ucu ilmekli ip niye
icat edildi ulan
marsık,
elektrikli sandalye
Galata kulesi
atom ?
   ha !..


camı 
kırmak çok kolay
unu, hiç acıtmamak
çölü tez çimlemek
er'i dişilemek
piç'i babalamak
sonu ilklemek hemen
            zor olanı sen...



Bektaşi Dedikleri'nden...
===================

Sofu komşusu hep takaza edermiş Bektaşiye
 " Ramazanda olsun niye namaz kılmazsın ? " iye
E, gayri bizimkininde canına tak edmiş :
 " Kur'anda namazı yasaklayan ayet var :
 " La takrabussalate...
      yorumunu da şıppadanak yapmış :
 " Sakın ha namaza durmayınız..
Ne ki öbürüde az bilgiç değil hani,
 " Aman Erenler, demiş;
 "senin andığın ayetin yarısı ki;
  gerisi şöyle gelir :
 " Ve entüm şükara ! "
 " Yani sarhoş iseniz.."
Bektaşi bu, hiç bozuntuya mı verir :
 " A dost demiş; ben Mekke'ye
   bilmem ne başı olacak değilim,
   ezberlediğim kadarı , yeter de artar bana...


Tuzu kurular oturup konuşurlar
Konu : toplum ahlakının bozukluğu
içlerinden uzak görüşlüsü gösterir sonu
  " Böyle gidersek alt-üst olacak dünya,
    Ulular düşünüp buna bir çare bulsa.."
deyince, Bektaşi yekinip ayağa kalkar ;
  " Ne biliyorsunuz, belki altı üstünden iyi çıkar,
                           değmez bunca kaygılanmaya !.."


Köpeksiz köyde değneksiz gezenin biri
Bektaşi'ye gücü yetmiş, pataklar ha pataklar
ya bizimkinin yakarmasına ne demeli :
 " Ellerin nurdan kurusun e mi "
sormuşlar garibana kötek bitimi :
 " Yahu o ilenmende nur'un ne yeri var ?
Bektaşicik işbilirliğini takınmış gene :
 " Elleri kurusun da a canım, nedeninden bana ne..."


Bir Bektaşi Mısır'a gidip
     büyük dergahı arar :
 yalınayak yürümekten patlar tabanları
 yolda ,süslü bir araba içinde giysileri sırmalı
 erkek tavus gibi kurumlu birini görür
 yanındakine " Hidiv bu mu ? " diye sorar
 adam " Bu Hidiv'in bir kuludur " deyince
 Bektaşi ellerini öfkeyle kaldırır göğe :
   " Tanrım der, çok zor tüzeni anlamak
     bir Hidiv 'in kuluna ,
          bir de kendi kuluna bak !..."
ALINTI

Tuesday, January 1, 2013

Kudüs düşerken: 9 Aralık 1917


1. Dünya savaşında Filistin Cephesi'nde İngilizlerin önderliğindeki İtilaf Devletlerine yenilen Osmanlı Devleti Kudüs'u teslim etmek zorunda kalmıştı. 


9 Aralık 1917 günü Osmanlı Devleti’nin son Kudüs Mutasarrıfı İzzet Bey, Belediye Başkanına bir teslim mektubu vererek sabah erkenden şehirden ayrıldı. Ayrılmadan önce de telsiz makinesini çekiçle paramparça etti


Teslim mektubunda yazanlar şunlardı: "Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yerleşim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekanların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid - i Aksa gibi dinî mekanların korunmasına memurlar görevlendirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümidiyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyinzâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim. Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet 8/9. 12. 33”

Belediye Başkanı, sabahleyin yanında birkaç polis memuru ile Lifta’da bulunan İngiliz birliklerine doğru yola çıktı. Saat 08. 30’da İngilizler, beyaz bir bayrakla yaklaşan heyeti gördü

Heyeti ilk karşılayan iki İngiliz çavuşu oldu ve kendilerine şehrin teslim mektubu ve anahtarları sunuldu ise de kabul etmediler. 60. Tümen Komutanı Tümgeneral J. S. M. Shea Allenby adına saat 11. 00’de şehrin teslimini kabul etti.  Böylece 31 Ekim’den beri 40 gündür devam eden muharebeler sonunda Kudüs teslim alındı.  



İki gün sonra 11 Aralık 1917'de Allenby, Kutsal Şehr'e saygı göstermek için yürüyerek Kudüs'e girdi ve dini mekân ve tesislerinin korunması için Sıkıyönetimi ilan etti.
kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 0

Belediye Başkanı Kudüs'ü teslim etme görüşmelerinde


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 1

Aynı görüşmelerden bir başka fotoğraf


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 2

Teslim anlaşmasından sonra İngiliz birlikleri Bethelem'e doğru ilerliyorlar.


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 3

Teslim görüşmelerine başlayan iki ingiliz çavuşu


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 4

İngilizler Kudüs'de 9 Aralık 1917


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 5

General Watson ve Belediye Başkanı


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 6

Türk esirler


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 7

11 Aralık'ta General Allenby için yapılan tören


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 8

Allenby yürüyerek Kudüs'e giriyor.


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 9

General Allenby Kudüs'te


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 10

General Allenby'ın Kudüs'e ilerleyişinden bir başka sahne


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 11

Allenby şehrin ileri gelenleri ile...


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 12

Yine Allenby ileri gelenlerle görüşürken.


kudüs düşerken: 9 Aralık 1917 Resim 13

Kudüs Osmanlı toprağı iken kutlanan son Nebi Musa

Kaynak:
With Our Army in Palestine, by Antony Bluett, Library of Congress, Wikipedia, İngilizlerin Kudüs'ü ele geçirmesi ve General Edmund H.H Allenby'nin Kudüse törenle girişi (9–11 Aralık 1917)İsmet Üzen