Oktay Işıkdoğan
2006
İnsan insan olalı
beri girip çıktığı binbir türlü ruh haline Godot’yu bekleme halini ekleyen
İrlandalı yazar Samuel Beckett’ın doğumunun yüzüncü yılındayız. Modern yazının
öncü ve esas adları, Kafka, Joyce, Woolf, Musil ve Proust’un hemen ardından
gelen kuşağa ait Beckett modern yazının son büyük yazarlarından biriydi.
Üzerinde yaşamayı ölüm sürecine benzettiği dünyada kaldığı seksen üç yıldan
geriye irili ufaklı onlarca oyun, öykü ve roman bıraktı. Tıpkı bayrağını
taşıdığı büyük yazarlık müessesinin diğer adları gibi ele aldığı sorunu
kavramsallaştırmayı ve kendinden sonrasına taşımayı bildi: Bugün nasıl acıma
duygusundan ve insan sevgisinden bahsettiğimizde Dostoyevski’yi, zamanın akışı
ve hafızanın işleyişi deyince Proust’u, modern Batı dünyasının kendisine ve
çevresine yabancılaşan insanını düşününce Camus’yü anımsıyorsak, hiçlik ve acı
çekmek deyince de Beckett aklımıza geliyor. Ancak Beckett, sayfaları bazen
atlayarak okusa da kendisine sadık kalmış okuruna ödül olarak verdiği bu iflah
olmaz hiçlik duygusuna karşın, “Dene, yenil; yine dene, yine yenil” diyebilen
biri, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Nazilere karşı örgütlediği direnişe
destek verecek kadar eylemci ve mücadeleci bir kişiliğe sahipti.
Sıkıcı mı?
Beckett’ın yapıtı
üzerine erken bir itirafta bulunulacaksa, bunlardan ilkinin Beckett okumanın
çoğu zaman zor, hatta Aristoteles’in formüle ettiği ideal klasik anlatı
yapısına sahip metinlerle karşılaştırıldığında sıkıcı olduğudur. Özellikle,
edebiyat otoritelerinin Beckett’ın sanatının doruk noktaları olarak
buyurdukları ‘Molloy’, ‘Malone Ölüyor’ ve ‘Adlandırılamayan’ adlı romanlarında
kurduğu dünyaya girmek pek kolay değil. Çünkü Beckett, çoğunlukla, her türlü
neden-sonuç ilişkisine omuz silken, başı sonu belli bir hikaye anlatmaya burun
kıvıran metinler yazdı. Öyle ki, yazdıkları, çoğunlukla yarı-deli, ağır
fiziksel çöküşler yaşayan ve hareket etme yetileri kısıtlanmış erkek karakterlerin
ölümü beklerken gün doldurmak için sayıkladıkları monologlardan müteşekkildi.
Söz konusu karakterler toplumun dışında yaşayan, ruhsal ve bedensel açıdan
sakatlanmış, fiziki dünyaya bazen zar zor sürebildikleri bir bisiklet, bazen
uzun bir sopa, bazen de sallanan sandalyeyle tutunan marjinal kişilerdi.
Beckett’ın karakterleri için seçtiği yaşama alanları da karakterlerin
yaşayışlarına uygun olarak yerleşim birimlerinin uzağındaki viraneler, ıssız
arazilere açılmış çukurlar, yalnız ve kuru bir ağacın gölgesi olabiliyordu
pekala. Anlaşılacağı üzere, Beckett, yapıtları için fiziksel tükeniş,
dolayısıyla hareketsizliği ve ölümü beklemekten kaynaklanan bir hiçlik
duygusunu ana motifler olarak belirledi. Buna göre, Beckett’ın karakterlerinin
hareket yetileri kısıtlandıkça hiçbir fiziksel varoluş belirtisinin olmadığı ve
tamamen “söz”den oluşan bir dünyaya daldığı görülüyor. Bu durum, ilk romanı
‘Murphy’yle kendisini hissettirip ‘Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler’, ‘Molloy’
ve ‘Malone Ölüyor’la giderek arttı ve nihayet ‘Adlandırılamayan’da doruğa
ulaştı. ‘Adlandırılamayan’ın adsız kahramanı hiçbir bedensel tepki göstermiyor,
varlığını yalnızca “söz”le sürdürüyordu. Ancak bütün fiziksel
yetersizliklerine, çektikleri acıya, absürdlüklerine ve gülünçlüklerine karşın,
Beckett’ın karakterlerinde, onları uygar dünyanın şehir dışındaki çöplüklerinde
yaşayan dışkısı ya da zavallı, atıl insanları olarak görmemizi engelleyen
neredeyse filozofça bir yanın varlığı göze çarpıyor. Çünkü Beckett’ın bütün bir
yapıtının anlamının insanın bir ayağının mezar çukurunda doğduğu ve yaşamın
bizatihi kendisinin bir ölüm süreci olduğu cümlesinde billurlaştığı göz önünde
bulundurulursa, söz konusu karakterlerin bu gerçeğin bilincinde olduklarını ve
buna göre yaşamaktan taviz vermediklerini söyleyebiliriz.
Edebiyatın
ufkunun, bir yanda aşkı didikleye didikleye satacak bir tarafını bırakmamış
metinlerle, bir diğer yanda da edebi bir değerden yoksun savaş fantezileri ya
da kahramanlık manzumeleriyle kapandığı bir dönemde doğumunun yüzüncü yılı şerefine
bir Beckett okumak okura ilaç gibi gelecektir. Beckett’ın, çoğunu Uğur Ün’ün
güzel Türkçesiyle dilimize kazandırdığı kitapları, belki zaman zaman yorucu,
kafa kurcalayıcı, ama çıktığımıza kesinlikle pişman olmayacağımız bir yolculuk
vaat ediyor. Beckett’i kişi olarak daha yakından tanımak isteyenlere ise
Charles Juliet’in ‘Samuel Beckett’le Görüşmeler’ adlı denemesi önerilir.
Kitapta, Beckett’ın randevu verdiği birisiyle tek söz etmeden iki üç saat aynı
masada oturduktan sonra çekip gidecek kadar ilginç biri olduğuna dair bilgiler
var.