Tuesday, January 29, 2013

“Samuel Beckett’ın anısına”



Oktay Işıkdoğan

2006
İnsan insan olalı beri girip çıktığı binbir türlü ruh haline Godot’yu bekleme halini ekleyen İrlandalı yazar Samuel Beckett’ın doğumunun yüzüncü yılındayız. Modern yazının öncü ve esas adları, Kafka, Joyce, Woolf, Musil ve Proust’un hemen ardından gelen kuşağa ait Beckett modern yazının son büyük yazarlarından biriydi. Üzerinde yaşamayı ölüm sürecine benzettiği dünyada kaldığı seksen üç yıldan geriye irili ufaklı onlarca oyun, öykü ve roman bıraktı. Tıpkı bayrağını taşıdığı büyük yazarlık müessesinin diğer adları gibi ele aldığı sorunu kavramsallaştırmayı ve kendinden sonrasına taşımayı bildi: Bugün nasıl acıma duygusundan ve insan sevgisinden bahsettiğimizde Dostoyevski’yi, zamanın akışı ve hafızanın işleyişi deyince Proust’u, modern Batı dünyasının kendisine ve çevresine yabancılaşan insanını düşününce Camus’yü anımsıyorsak, hiçlik ve acı çekmek deyince de Beckett aklımıza geliyor. Ancak Beckett, sayfaları bazen atlayarak okusa da kendisine sadık kalmış okuruna ödül olarak verdiği bu iflah olmaz hiçlik duygusuna karşın, “Dene, yenil; yine dene, yine yenil” diyebilen biri, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Nazilere karşı örgütlediği direnişe destek verecek kadar eylemci ve mücadeleci bir kişiliğe sahipti.

Sıkıcı mı?
Beckett’ın yapıtı üzerine erken bir itirafta bulunulacaksa, bunlardan ilkinin Beckett okumanın çoğu zaman zor, hatta Aristoteles’in formüle ettiği ideal klasik anlatı yapısına sahip metinlerle karşılaştırıldığında sıkıcı olduğudur. Özellikle, edebiyat otoritelerinin Beckett’ın sanatının doruk noktaları olarak buyurdukları ‘Molloy’, ‘Malone Ölüyor’ ve ‘Adlandırılamayan’ adlı romanlarında kurduğu dünyaya girmek pek kolay değil. Çünkü Beckett, çoğunlukla, her türlü neden-sonuç ilişkisine omuz silken, başı sonu belli bir hikaye anlatmaya burun kıvıran metinler yazdı. Öyle ki, yazdıkları, çoğunlukla yarı-deli, ağır fiziksel çöküşler yaşayan ve hareket etme yetileri kısıtlanmış erkek karakterlerin ölümü beklerken gün doldurmak için sayıkladıkları monologlardan müteşekkildi. Söz konusu karakterler toplumun dışında yaşayan, ruhsal ve bedensel açıdan sakatlanmış, fiziki dünyaya bazen zar zor sürebildikleri bir bisiklet, bazen uzun bir sopa, bazen de sallanan sandalyeyle tutunan marjinal kişilerdi. Beckett’ın karakterleri için seçtiği yaşama alanları da karakterlerin yaşayışlarına uygun olarak yerleşim birimlerinin uzağındaki viraneler, ıssız arazilere açılmış çukurlar, yalnız ve kuru bir ağacın gölgesi olabiliyordu pekala. Anlaşılacağı üzere, Beckett, yapıtları için fiziksel tükeniş, dolayısıyla hareketsizliği ve ölümü beklemekten kaynaklanan bir hiçlik duygusunu ana motifler olarak belirledi. Buna göre, Beckett’ın karakterlerinin hareket yetileri kısıtlandıkça hiçbir fiziksel varoluş belirtisinin olmadığı ve tamamen “söz”den oluşan bir dünyaya daldığı görülüyor. Bu durum, ilk romanı ‘Murphy’yle kendisini hissettirip ‘Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler’, ‘Molloy’ ve ‘Malone Ölüyor’la giderek arttı ve nihayet ‘Adlandırılamayan’da doruğa ulaştı. ‘Adlandırılamayan’ın adsız kahramanı hiçbir bedensel tepki göstermiyor, varlığını yalnızca “söz”le sürdürüyordu. Ancak bütün fiziksel yetersizliklerine, çektikleri acıya, absürdlüklerine ve gülünçlüklerine karşın, Beckett’ın karakterlerinde, onları uygar dünyanın şehir dışındaki çöplüklerinde yaşayan dışkısı ya da zavallı, atıl insanları olarak görmemizi engelleyen neredeyse filozofça bir yanın varlığı göze çarpıyor. Çünkü Beckett’ın bütün bir yapıtının anlamının insanın bir ayağının mezar çukurunda doğduğu ve yaşamın bizatihi kendisinin bir ölüm süreci olduğu cümlesinde billurlaştığı göz önünde bulundurulursa, söz konusu karakterlerin bu gerçeğin bilincinde olduklarını ve buna göre yaşamaktan taviz vermediklerini söyleyebiliriz.
Edebiyatın ufkunun, bir yanda aşkı didikleye didikleye satacak bir tarafını bırakmamış metinlerle, bir diğer yanda da edebi bir değerden yoksun savaş fantezileri ya da kahramanlık manzumeleriyle kapandığı bir dönemde doğumunun yüzüncü yılı şerefine bir Beckett okumak okura ilaç gibi gelecektir. Beckett’ın, çoğunu Uğur Ün’ün güzel Türkçesiyle dilimize kazandırdığı kitapları, belki zaman zaman yorucu, kafa kurcalayıcı, ama çıktığımıza kesinlikle pişman olmayacağımız bir yolculuk vaat ediyor. Beckett’i kişi olarak daha yakından tanımak isteyenlere ise Charles Juliet’in ‘Samuel Beckett’le Görüşmeler’ adlı denemesi önerilir. Kitapta, Beckett’ın randevu verdiği birisiyle tek söz etmeden iki üç saat aynı masada oturduktan sonra çekip gidecek kadar ilginç biri olduğuna dair bilgiler var.