Thursday, April 23, 2015

Ermeni Soykırımıyla İlgili İki Temel Sorun – İsmail Beşikçi




Ermeni soykırımı gündeme geldiği zaman Türk tarihçiler şöyle söylüyorlar: “Yıllardır arşivlerde çalışıyoruz. Soykırım olayını doğrulayacak hiçbir belge yok. Başbakanlık arşivlerine, Cumhurbaşkanlığı arşivlerine, Türkiye büyük Millet Meclisi arşivlerine. Arşivlerine girdik. Bütün arşivleri inceledik, soykırımı doğrulayacak hiçbir belge bulamadık. Soykırım Türk devletini zorda bırakmak için Türk karşıtlarının uydurduğu bir yalandır.” Bu, genel olarak devletin ve hükümetin görüşüdür. Türk tarihçiler, uzmanlar, Türk basını hu görüşü doğrulamak için büyük bir çaba içindedir. Sivil toplum kurumlarının önemli bir kesimi de bu görüş doğrultusunda çalışmaktadır.
İnkar anlayışını biraz irdelemek gerekir. Bunun için iki olayla ilgili olarak bazı düşünceler geliştirmek gerekiyor.
Cezaevlerinde Yapılan Katliamları Nasıl İncelemek Gerekir?
24 Eylül 1996’da Diyarbakır cezaevinde bir olay meydana geldi. Güvenlik güçleri PKK’li yurtseverlere saldırdı. Tüfek dipçikleriyle, kalaslarla, zincirlerle saldıran güvenlik güçleri 10 yurtsever Kürdü döverek öldürdü. Katledilen Kürt yurtseverlerinin isimleri bellidir. Bir o kadar Kürt yaralandı. Yaralananlar, sakatlananlar, yaralı halleriyle Gaziantep Özel Tip cezaevine sürgün edildiler. Yaralananların ve sürgün edilenlerin isimleri de bellidir.
Bu olayla ilgili olarak katliama uğramış Kürt yurtseverlerinin yakınları dava açtılar. Olaya karışan güvenlik güçlerinin ifadesi bile alınmadı. Bu kişiler duruşmalara hiçbir zaman gelmediler. Diyarbakır Ağır ceza mahkemesi bunları duruşmalara getiremedi. Mağdur yakınlarının avukatlarının bu dosyayı Avrupa insan hakları mahkemesine götürdüğü kanısındayım.
O dönemde başbakan Prof. Necmettin Erbakan’dı. Adalet bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi.
Bu olayı basının yazdığı kadar biliyorum. O zaman ben de İstanbul’da Metris Cezaevi’ndeydim.
Bu olayla ilgili olarak hükümet açıklama yapmaktan hep kaçındı. Açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman ise “teröristler birbirlerine saldırmışlardır. Güvenlik güçlerinin bir saldırısı yok” demişlerdir.
Buna benzer bir olay da 26 Eylül 1999’da Ankara’da, Ulucanlar Cezaevi‘nde yaşandı. Güvenlik güçleri 5. Koğuşta tutulan yurtseverlere cezaevi hamamında saldırdı. Kalaslarla, demir çubuklarla, zincirlerle yapılan saldırıda 10 yurtsever katledildi, bir o kadarı da yaralandı, sakatlandı. Katledilen, yaralanan, sakatlanan devrimcilerin, yurtseverlerin isimleri de bellidir.
Katledilen devrimcilerin yakınları bu olaya ilişkin olarak dava açtılar. Bu olayda da hükümet açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman “teröristlerin kendi aralarındaki çatışmalar” dedi.
Bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu idi.
O dönemde, Bursa Özel Tip Cezaevi’nde idim.
Seksen sene sonra, diyelim 2080’lerde bu iki olay araştırılmak, incelenmek isteniyor. Bu inceleme, araştırma nasıl yapılabilir? Devletin ve hükümetin bu araştırmacılara karşı tutumu ne olabilir?
Bu süre içinde, Türk siyasal sisteminin temel özelliğinin, örneğin resmi ideolojinin korunduğunu düşünelim.
Bu koşullarda, devletin, devlete bağlı basının, üniversitenin, yazarların tutumuyla, özgür araştırmacıların tutumunun birbirine zıt olacağı hemen görülebilir.
Devletin, devlet kurumları olan üniversitenin, basının, devlete, resmi görüşe bağlı yazarların, araştırmacıların tutumu herhalde şöyle olur.
Başbakanlık, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı arşivlerine bakılır. Buralardan Diyarbakır’a, Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen bir emir, bir talimat aranmaya çalışılır. “Falancaları, falanca gruptan teröristleri imha edin” şeklinde bir talimat. Buna benzer bir talimat, yazı, emir bulunmadığı zaman “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur. Arşivlerde, dikkatli bir şekilde yaptığımız araştırmalarda buna ilişkin küçücük bir belge bile bulunamamıştır” denir.
Arşiv çalışmaları daha sonra Diyarbakır’da yapılır. Valilikte, adliyede, cezaevi müdürlüğünde, emniyet müdürlüğünde arşivlerde araştırmalar yapılır. “Falanca gruptan teröristleri şiddet kullanarak imha edin” şeklinde bir yazı, bir talimat aranmaya çalışılır. Bulunamadığı zaman da “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur, buna ilişkin küçücük bir belge bile yoktur” denir. Bu tür iddiaların, devleti zor durumda bırakmak isteyen dış düşmanlar, iç düşmanlar tarafından gündem getirildiği söylenir.
95-100 yıl önceki Ermenilere, Asurilere, Süryanilere ilişkin olaylar arşivlerden böyle araştırılıyor. Bir talimat, bir yazı aranıyor. Halbuki, soykırım sürecinde, karar verme ve bu kararın yaşama geçirilmesi sürecinde merkezi yönetim ile taşradaki çeşitli görevliler arasında, pek çok toplantı, gizli toplantı gerçekleştirilmiş olabilir. Bu toplantılarda, merkezdeki yöneticiler taşradaki görevlilere, hangi durumlarda nasıl hareket edeceklerini zaten öğretmişlerdir. Simon des Fr. Precheurs, 1915 Bir Papazı Günlüğü, Kartal Yuvası Mardin’de Beklenmedik Felaket Ermeni-Asuri Süryani Soykırımı, (Çev. Mehmet Baytimur Peri Yay. Kasım 2008) kitabında, Diyarbakır valiliğinde, vali, savcı, emniyet müdürleri, kaymakamlarla, çeşitli kademedeki görevliler arasında pek çok toplantının yapıldığını vurgulamaktadır. (s.21 . vd. ) Bu toplantıların gizli toplantılar olduğu da vurgulanmaktadır. Haberleşmede şifre kullanılıyor da olabilir. Bu bakımdan arşivlerde belge, yazı, talimat vs. aramak sağlıklı bir yöntem değildir. Hitler’in bile Yahudilere ilişkin böyle açık bir talimatı yoktur. (Bk, Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yay. Ekim 2008, s. 175 vd.)
Bunun yanında bazı uzmanlar İttihat ve Terakki Fırkası’nın önderleri, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın İstanbul’u, Osmanlı İmparatorluğu’nu terk ederlerken bazı belgeleri yaktıklarını bildirmektedirler. “Cağaloğlu’ndaki hamamlarda günlerce bu belgeler yakıldı” demektedirler. Prof. Dr. Selim Deringil, Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı bir röportajda, Osmanlının son dönemlerinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında Alevilere, Ermenilere, Kürtlere ilişkin politikaları, uygulamaları dile getirmektedir. 29-31 Mart 2010 tarihli Taraf gazetelerinde yayımlanan bu röportajın üçüncüsünde yukarıda belirtmeye çalıştığımız konuya da değinmektedir.
İttihatçı önderlerin yaktıkları, yakılmasını istedikleri belgeler hangileriydi? Bu konunun üzerinde düşünmekte yarar var.
Ermeni soykırımı gündeme geldiği zaman arşivlerden belge aramanın doğru olmadığını belirtmeye çalışıyorum. Yukarıda sözünü etmeye çalıştığım iki olay için de aynı şey söylenebilir. Doğru olan yöntem şu olabilir. Olayların geçtiği günlerdeki basını incelemek, mağdur yakınlarının tanıklıklarına başvurmak çok daha sağlıklı bir yöntem olabilir.
Ermeni soykırımı, Asuri, Süryani soykırımı söz konusu olduğu zaman 1928’deki harf inkılabı üzerinde de durmak gerekir. Harf İnkılabı yeni nesillerin Osmanlı ile bağını tamamen koparmıştır. O dönemdeki basının incelenememesi şüphesiz çok büyük bir eksikliktir. Yeni nesiller o dönemi ancak devletin, devlete yakın yazarların ortaya koydukları kadarını bilebiliyor.
“Pek çok Ermeni’yi kurtardık” sözü ne anlama geliyor?
Son yıllara kadar, Ermeni soykırımı denildiği zaman hep savaş cephesindeki Ermenilerden, Erzurum, Sivas, Muş, Bitlis, Van, Diyarbakır vs. Ermenilerinden, bunların tehcire tabi tutulduğundan söz edilirdi. Batı ve Orta Anadolu’da yaşayan Ermenilere dokunulmadığı anlatılırdı. Eskişehir’de, Bursa’da Tokat’ta, Kastamonu’da, Yozgat’ta yaşayan Ermenilerin de tehcire tabi tutulduğu artık biliniyor. Geçmiş yıllarda sadece Ermenilerin soykırıma uğratıldığı vurgulanırdı. Artık Asuri- Süryanilerin, Keldanilerin, Rum-Pontusların, Ezidilerin de soykırıma uğratıldığı biliniyor, konuşuluyor.
İşte bu konuda gerek Türklerde, gerek Kürtlerde şöyle bir anlatım var. “Ermenilere zulüm yapılmış olabilir, ama pek çok Ermeni’yi de sakladık, kurtardık”. Bu ifadenin biraz irdelenmesi gerekir.
Kurtarılanlara bakıldığı zaman daha çok genç kızlar, küçük çocuklar olduğu görülüyor. Gerek Kürtlerde, gerek Türklerde aileler bunları Müslümanlaştırmışlar ve kendi hizmetlerine almışlardır. Ailede hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Bazı genç kızları Müslüman edip evlenmişler. Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller tarafından hazırlanan Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı, Çev. Ajda Pelda, Peri Yay. Mayıs 2006 kitabında, Müslümanlaştırmanın nasıl yapıldığı da etraflı bir şekilde anlatılıyor. (s.210) Ayrıca bk. Recep Maraşlı, a.g.e.s. 385 vd.
Gerek Türklerde, gerek Kürtlerde Ermeni olarak korunan, Ermenilerin dilsel, dinsel, kültürel değerlerine saygı duyularak, kabul edilerek korunan bir Ermeni yok. Bir Ermeni ailesi yok.
Bu bakımdan bu sürece “kurtarma” demek doğru değildir. Bu doğru bir adlandırma değildir. Örneğin genç bir kızı düşünelim. Anası, babası, dedesi, kardeşleri kendisinin gözü önünde katledilmiş. Bu kız güzel olduğu için öldürülmemiş. Tecavüz edilmek için saklanmış. Müslümanlaştırılıp eve hizmetçi olarak alınmış, ileri bir tarihte onunla evlenilmiş de olabilir. Bu süreci “kurtarmak” olarak adlandırmak yanlıştır. Çünkü insanın ruhsal ve fiziksel yapısı bir bütündür. Ruhsal yapısını ezerek fiziksel yapısını korumak, “kurtarma” olarak değerlendirilemez. Dinini inkar etmesi, Müslümanlaşması isteniyor, anadilini unutması Türkleşmesi isteniyor. Çoban olarak, hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Köleleştiriliyor. Bunu “kurtarma” olarak adlandırmak doğru değildir.
Bu ancak yaşama katlanma, zorunlu olarak yaşama kavramlarıyla anlatılabilir. Bu kavramların bile gerçek yaşamı doğru dürüst anlattığı kanısında değilim. Ama, Dersim yöresinde Ermeniler, belirli bir süre için de olsa, kendi dinsel ve dilsel kimlikleriyle yaşamış olabilir. Aleviler, Kızılbaşlar arasında böyle bir yaşam olabilir. Ama Müslümanların böyle bir yaşama izin verecekleri kanısında değilim. Müslümanlar, Ermenileri Müslüman yapmayı temel bir görev olarak telakki etmektedirler. Türk, Kürt, Ermeni ilişkilerini ele alırken, koruma-kurtarma etkinlikleri de dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Friday, April 10, 2015

Hatay’a Komşu İdlip Düştü: El-Kaide, Katliam ve ‘Ilımlı Bildiri’ Oyunu – Hasan Sivri




31 Mart 2015
Suriye’nin kuzeyi, Suudilerin liderliğindeki Koalisyon tarafından bombalanan Yemen’den binlerce kilometre uzakta. Fakat son günlerde iki ülkede yaşanan gelişmeler birbirinden pek de bağımsız değil. Yemen’e başlatılan saldırıdan sonra bölgesel ve küresel güçler yeniden pozisyon alıyor. Bunların içinde, ‘ılımlı’ muhalifleri Kırşehir ve Hatay’da eğitip Suriye’ye savaş sahasına göndereceği bilinen Türkiye de var. Bazı ajanslar ve yerel muhabirler, son günlerde Türkiye’den İdlip’e yüzlerce silahlının giriş yaptığını da aktarıyor.
İdlip, Suriye’nin kuzeybatısında Lazkiye ve Halep kentlerinin ortasında yer alan, Hatay’ın Reyhanlı ve Yayladağı ilçelerine onlarca kilometrelik komşuluğu olan bir kent. El-Kaide’ye bağlı Nusra Cephesi önderliğindeki silahlı gruplarca düşürüldü. Lübnan’da yayın yapan El-Sefir gazetesine konuşan yerel/sahadan bir kaynak, kente giren El-Nusra’nın onlarca kişiyi idam ettiğini, aynı aileden 6 kişiyi, bazılarını keserek, idam ettiğini aktardı. Aynı kaynak El-Nusra’nın bu vahşi eylemleri bilinçli bir şekilde ”intikam” amacıyla gerçekleştirdiğini söyledi.
İdlip kent merkezine saldırının başlaması ile kent ile iletişim kesilmiş ve kent merkezinden hiç haber alınmamıştı. El-Sefir gazetesine konuşan bir askeri kaynak saldırının ilk günlerinde sivillerin, merkezde hükümete ait ve askeri binalara sığındığını daha sonra binlerce insanın Cisr El-Şuğur bölgesine güvenli çıkışının sağlandığını aktardı. Güvenli çıkış sağlanırken de sivillerin ”sniper” ateşine maruz kaldıkları ve sivil kayıpların yaşandığı aktarılıyor.
İdlip’e giren silahlı grupların videolarına bakıldığında, kentin boş olduğu görülüyor. İdlip’ten kaçan sivillerin bir kısmının Lazkiye’ye sığındığı da duyuruldu. Öte yandan silahlı cihadçı gruplar, yerel güçlerden oluşan Ulusal Savunma Güçlerinin lideri ”Cemal Süleyman’ın” ele geçirildikten sonra kesilen kafasını fotoğraf çekere sosyal medyada paylaştı.
İdlip’e Giren Cihadçı: İdlip’in Kurtuluşunu İslam Devletindeki (IŞİD) Kardeşlerimize Hediye Ediyoruz
İdlip’e giren gruplardan birine bağlı bir cihadçı İdlip’e silahlı gruplarla giren bir TV muhabirine şunları söyledi: ”Bu kurtuluşu tüm Müslümanlara ve İslam Devletindeki (IŞİD) kardeşlerimize hediye ediyoruz. Tüm Müslümanlara hediye ediyoruz. Artık paramparça kalmak istemiyoruz. Birlik olacağız inşallah.” (İzlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=bkOsLDe5TqE )
İdlip düştükten sonra İdlip içinden yayınlanan videolardan birinde de, askerin ciğerini söküp yiyen ve ‘ciğer yiyici’ olarak bilinen Ebu Sakr da görülüyor.
İdlip El-Kaide’nin 
1) Nusra’ya Fetih Ordusu ‘Makyajı’
İdlip’i 4 gün içinde düşüren Fetih Ordusu, yaklaşık 2 hafta önce ilan edilmişti. Fetih Ordusu içinde ”El-Nusra, Ahrar Şam El-İslamiyye (Yeni kurulan: Ahrar + Sukkur Şam) Cünd Aksa, Sünni Ordusu, Şam Kolorduları, Şam Askerleri ve Hak Kolorduları” var.
Fetih Ordusunun liderliğini El-Nusra yapıyor. El-Nusra’nın Suriye’nin kuzeyinde ‘görünür liderliğini’ Suudi şeyh ve komutan El-Muheysini yapıyor. IŞİD 2014 yılında halifeliğin ilan ettikten sonra prestij kaybeden El-Nusra, IŞİD’in halifeliğine karşı olarak İdlip kırsalında ”İslam Emirliği” kurmuştu. Duyuruyu yapan da El-Muheysini idi. (Ayrıntıları şurada yazmıştım: http://www.ydh.com.tr/HD13157_islam-devletinden-sonra-yeni-komsumuz–islam-emirligi.html)Nusra Cephesinin bu saldırıya binlerce militan ile katıldığı söyleniyor. Kuzey sahada Lazkiye’den Hama’ya, İdlip’ten Halep’e kadar birçok cephenin liderliğini El-Nusra yapıyor.
Muheysini Suriye’ye ”IŞİD ile El-Nusra arasında  2013 yılında patlak veren ihtilafı çözmek üzere arabuluculuk girişiminde” bulunarak girmişti. Yeni kurulan ”Fetih Ordusu” komutanlığını yapan Muheysini’nin saldırıdan önce ”150 İntihar eylemcisi İdlip için isim yazdırdı” demişti. (Şuradan okuyabilirsiniz: http://hasansivri.blogspot.com.tr/2015/03/keseb-saldrs-komutan-suudi-seyh-idlip.html )
2) El-Kaide İlişkili Ahrar El-Şam
El-Nusra’nın El-Kaide’ye biatlı olduğu biliniyor. Ardından gelen en etkin grup ise Ahrar El-Şam Hareketi. Ahrar El-Şam Hareketini kuran isim Ebu Halid El-Suri. Ebu Halid geçen yıl Suriye’de suikast ile öldürülmüştü. Bunun üzerine El-Kaide lideri Zevahiri, Halid El-Suri hakkında açıklama yapmış ve bir ses kaydı aracılığı ile şöyle demişti: ”Suriye’deki en büyük kayıplarımızdan biri. Kendisini Afganistan’daki cihadtan beri tanırım.”
Bu ses kaydı Ahrar El-Şam’ın kurucusu Ebu Halid El-Suri’nin, Kaide’nin eski lider Usame Bin Ladin ile ”Faruk Askeri Eğitim Kampında” çekilmiş görüntüleri ile birlikte şu linkten izlenebilir/dinlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=M0zk6OsjjdIAhrar Şam liderleri ”Kaide ile bağımız yok” dese de hareketin üst akıllarının Kaide ilişkili olduğu iddia ediliyor. El-Sefir gazetesinde 2 hafta önce çıkan ve Türkiye basınına da yansıyan ”Ahrar El-Şam Hareketi El-Kaide yönetiminin etkisinde” haberini hatırlatalım.
Ahrar El-Şam Hareketinin şer’i liderliğini yapan Ebu Muhammed El-Sadık da İdlip’e yönelik saldırılarda cephelerdeydi. Ahrar El-Şam hareketi resmi hesabından bu fotoğrafla cephede olduğunu duyurduğu Muhammed El-Sadik, Halep’te kurulan ”Halep Şeriat Konseyi” lideriydi.
Halep’te ”Müslüman kadınlara dar elbiseler giyimi yasaklanmıştır” tarzı bildiriler de dağıtan Halep Şeriat Konseyi bazı kağıt oyunlarını ve bilgisayar oyunlarını da yasaklamıştı.Halep Şeriat Konseyi, Nusra’nın bu konseyden çekilmesi ile etkinliğini kaybetmişti.
3) El-Kaide Kurucularından Ebu Hafsa El-Mısri
İdlip’e yönelik saldırıya El-Kaide’nin kurucularından Ebu Hafsa El-Mısri de katıldı ve çatışmalarda öldürüldü. Sosyal medyada ölümü duyurulan  El-Mısri’nin 1988 yılında Kaide’yi kuran 15 kişinin arasında olduğu iddia ediliyor. Afganistan’da 10 yıl kadar cihada katılan El-Mısri, İdlip’e yönelik saldırıya katılan Kaide ilişkili Mısırlılardan biri. İdlip’e yönelik çatışmalarda birçok Mısırlı öldürüldü. Cihadçı hesaplar Hafsa El-Mısri için twitter’da tag de açtı.4) Bildiri Oyunları: Ilımlı Mesajı

İdlip’e giren silahlı gruplardan İslami Cephe, Ahrar Şam ve Şam Kolorduları; önceki bildirilere nazaran daha ılımlı bildiriler yayınladılar. Öyle ki Ahrar El-Şam Hareketi yayınladığı bildiride ”sivil yönetim” kurmaktan bahsetti. Rejimi ”Nusayri rejimi” diye tanımlayan Ahrar El-Şam, İdlip’teki bildiride rejimden ”Esad Rejimi” diye bahsetti.
İstanbul merkezli Suriye Ulusal Koalisyonu lideri Halid Hoca da attığı Arapça tweet ile Ahrar El-Şam’ın bildirisi için ”Ahrar El-Şam’ın ”sivil yönetim” daveti, devrimin yüksek çıkarlarına yönelik duyguların ve doğal sürecin farkındalığını yansıtırken övgüyü ve takdiri hak ediyor” dedi.Suriye geçici hükümeti İdlip’e taşınacağına dair bildiri yayınladı. Ancak cihadçılar, daha önce de defalarca tanımadıklarını dile getirdikleri geçici hükümet ve Koalisyon’a ”İdlip izni” vermedi. Fetih Ordusu komutanlarından yukarıda bahsettiğimiz El-Muheysini ”Kenti fethedenler kenti şeriat ile yönetecekler” diyerek Suriye Ulusal Koalisyon’un İdlip’e gelişine karşı çıktı.
5) Körfez Savaş Medyası ve Klor Gazı Yalanları

Suriye ordusunun güneye çekilmesi ile ve silahlı grupların noktalarının havadan bombalanmaya başlaması ile ”klor gazı” kullanıldı iddiaları yayılmaya başladı. Akşam saatlerinde cihadçı yanlısı yerel kaynakları, geceye doğru da Al-Arabiya ve Al-Jazeera son dakika olarak ”Suriye Ordusu İdlip’te klor gazı kullandı” haberlerini girdi.
Yine muhalif yanlısı olan twitter’daki @tahrirsy hesabı önce klor gazı kullanıldığına dair tweetler attı daha sonra da ”Panik yapanlar, İdlip’e düşen ancak patlamayan bomba varilinin içinde klor gazı olduğunu yaydı” açıklaması yaptı.6) Al-Jazeera’nın Suriye Silahlı Muhalefeti 
İdlip düştükten sonra özel program yapan Al-Jazeera, İdlip’E giren komutanlardan birini programa davet etti. Programa davet ettiği komutanlardan Hüsam Ebu Bekir, Ahrar El-Şam’a bağlı bir tugayın komutanı. Twitter hesabından attığı tweetlerde ”Nusra devrimin parçası” diyen Hüsam Ebu Bekir Al-Jazeera programında ”Suriye Silahlı Muhalefet Liderlerinden” olarak tanıtıldı.İdlip’e giren silahlı gruplar arasında Antalya’da batılı temsilcilerin varlığında kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) yok. Türkiye’deki havuz medyası da Anadolu Ajansı da İdlip’i ”İdlip Muhaliflerin Elinde” olarak  duyurdu.
Nusra sadece Ahrar El-Şam tarafından değil, sahadaki birçk silahlı grup tarafından ”devrimin parçası” olarak görülüyor. Nusra, 2011 temmuzunda IŞİD tarafından Suriye’ye gönderilen 8 kişilik ekip tarafından kurulmuş ve uzun süre boyunca maaşını IŞİD’ten almıştı.