Ermeni soykırımı
gündeme geldiği zaman Türk tarihçiler şöyle söylüyorlar: “Yıllardır arşivlerde
çalışıyoruz. Soykırım olayını doğrulayacak hiçbir belge yok. Başbakanlık
arşivlerine, Cumhurbaşkanlığı arşivlerine, Türkiye büyük Millet Meclisi
arşivlerine. Arşivlerine girdik. Bütün arşivleri inceledik, soykırımı
doğrulayacak hiçbir belge bulamadık. Soykırım Türk devletini zorda bırakmak
için Türk karşıtlarının uydurduğu bir yalandır.” Bu, genel olarak devletin ve
hükümetin görüşüdür. Türk tarihçiler, uzmanlar, Türk basını hu görüşü
doğrulamak için büyük bir çaba içindedir. Sivil toplum kurumlarının önemli bir
kesimi de bu görüş doğrultusunda çalışmaktadır.
İnkar anlayışını
biraz irdelemek gerekir. Bunun için iki olayla ilgili olarak bazı düşünceler
geliştirmek gerekiyor.
Cezaevlerinde
Yapılan Katliamları Nasıl İncelemek Gerekir?
24 Eylül 1996’da Diyarbakır cezaevinde bir
olay meydana geldi. Güvenlik güçleri PKK’li yurtseverlere saldırdı. Tüfek
dipçikleriyle, kalaslarla, zincirlerle saldıran güvenlik güçleri 10 yurtsever
Kürdü döverek öldürdü. Katledilen Kürt yurtseverlerinin isimleri bellidir. Bir
o kadar Kürt yaralandı. Yaralananlar, sakatlananlar, yaralı halleriyle
Gaziantep Özel Tip cezaevine sürgün edildiler. Yaralananların ve sürgün
edilenlerin isimleri de bellidir.
Bu olayla ilgili
olarak katliama uğramış Kürt yurtseverlerinin yakınları dava açtılar. Olaya
karışan güvenlik güçlerinin ifadesi bile alınmadı. Bu kişiler duruşmalara
hiçbir zaman gelmediler. Diyarbakır Ağır ceza mahkemesi bunları duruşmalara
getiremedi. Mağdur yakınlarının avukatlarının bu dosyayı Avrupa insan hakları
mahkemesine götürdüğü kanısındayım.
O dönemde başbakan
Prof. Necmettin Erbakan’dı. Adalet bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi.
Bu olayı basının
yazdığı kadar biliyorum. O zaman ben de İstanbul’da Metris Cezaevi’ndeydim.
Bu olayla ilgili
olarak hükümet açıklama yapmaktan hep kaçındı. Açıklama yapmak zorunda kaldığı
zaman ise “teröristler birbirlerine saldırmışlardır. Güvenlik güçlerinin bir
saldırısı yok” demişlerdir.
Buna benzer bir
olay da 26 Eylül 1999’da Ankara’da, Ulucanlar Cezaevi‘nde yaşandı. Güvenlik
güçleri 5. Koğuşta tutulan yurtseverlere cezaevi hamamında saldırdı.
Kalaslarla, demir çubuklarla, zincirlerle yapılan saldırıda 10 yurtsever
katledildi, bir o kadarı da yaralandı, sakatlandı. Katledilen, yaralanan,
sakatlanan devrimcilerin, yurtseverlerin isimleri de bellidir.
Katledilen
devrimcilerin yakınları bu olaya ilişkin olarak dava açtılar. Bu olayda da hükümet
açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman “teröristlerin kendi aralarındaki
çatışmalar” dedi.
Bu dönemde
Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Hikmet Sami Türk, İçişleri
Bakanı Saadettin Tantan’dı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu
idi.
O dönemde, Bursa
Özel Tip Cezaevi’nde idim.
Seksen sene sonra,
diyelim 2080’lerde bu iki olay araştırılmak, incelenmek isteniyor. Bu inceleme,
araştırma nasıl yapılabilir? Devletin ve hükümetin bu araştırmacılara karşı
tutumu ne olabilir?
Bu süre içinde,
Türk siyasal sisteminin temel özelliğinin, örneğin resmi ideolojinin
korunduğunu düşünelim.
Bu koşullarda,
devletin, devlete bağlı basının, üniversitenin, yazarların tutumuyla, özgür
araştırmacıların tutumunun birbirine zıt olacağı hemen görülebilir.
Devletin, devlet
kurumları olan üniversitenin, basının, devlete, resmi görüşe bağlı yazarların,
araştırmacıların tutumu herhalde şöyle olur.
Başbakanlık,
Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı arşivlerine bakılır. Buralardan
Diyarbakır’a, Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen bir emir, bir talimat aranmaya
çalışılır. “Falancaları, falanca gruptan teröristleri imha edin” şeklinde bir
talimat. Buna benzer bir talimat, yazı, emir bulunmadığı zaman “güvenlik
güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur. Arşivlerde, dikkatli bir şekilde
yaptığımız araştırmalarda buna ilişkin küçücük bir belge bile bulunamamıştır”
denir.
Arşiv çalışmaları
daha sonra Diyarbakır’da
yapılır. Valilikte, adliyede, cezaevi müdürlüğünde, emniyet müdürlüğünde
arşivlerde araştırmalar yapılır. “Falanca gruptan teröristleri şiddet
kullanarak imha edin” şeklinde bir yazı, bir talimat aranmaya çalışılır.
Bulunamadığı zaman da “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur, buna
ilişkin küçücük bir belge bile yoktur” denir. Bu tür iddiaların, devleti zor durumda
bırakmak isteyen dış düşmanlar, iç düşmanlar tarafından gündem getirildiği
söylenir.
95-100 yıl önceki
Ermenilere, Asurilere, Süryanilere ilişkin olaylar arşivlerden böyle
araştırılıyor. Bir talimat, bir yazı aranıyor. Halbuki, soykırım sürecinde, karar
verme ve bu kararın yaşama geçirilmesi sürecinde merkezi yönetim ile taşradaki
çeşitli görevliler arasında, pek çok toplantı, gizli toplantı gerçekleştirilmiş
olabilir. Bu toplantılarda, merkezdeki yöneticiler taşradaki görevlilere, hangi
durumlarda nasıl hareket edeceklerini zaten öğretmişlerdir. Simon des Fr.
Precheurs, 1915 Bir Papazı Günlüğü, Kartal Yuvası Mardin’de Beklenmedik Felaket
Ermeni-Asuri Süryani Soykırımı, (Çev. Mehmet Baytimur Peri Yay. Kasım 2008)
kitabında, Diyarbakır
valiliğinde, vali, savcı, emniyet müdürleri, kaymakamlarla, çeşitli kademedeki
görevliler arasında pek çok toplantının yapıldığını vurgulamaktadır. (s.21 .
vd. ) Bu toplantıların gizli toplantılar olduğu da vurgulanmaktadır.
Haberleşmede şifre kullanılıyor da olabilir. Bu bakımdan arşivlerde belge,
yazı, talimat vs. aramak sağlıklı bir yöntem değildir. Hitler’in bile
Yahudilere ilişkin böyle açık bir talimatı yoktur. (Bk, Recep Maraşlı, Ermeni
Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yay. Ekim 2008, s. 175 vd.)
Bunun yanında bazı
uzmanlar İttihat ve Terakki Fırkası’nın önderleri, Enver Paşa, Talat Paşa ve
Cemal Paşa’nın İstanbul’u, Osmanlı İmparatorluğu’nu terk ederlerken bazı
belgeleri yaktıklarını bildirmektedirler. “Cağaloğlu’ndaki hamamlarda günlerce
bu belgeler yakıldı” demektedirler. Prof. Dr. Selim Deringil, Neşe Düzel’in
kendisiyle yaptığı bir röportajda, Osmanlının son dönemlerinde, Cumhuriyetin
ilk yıllarında Alevilere, Ermenilere, Kürtlere ilişkin politikaları,
uygulamaları dile getirmektedir. 29-31 Mart 2010 tarihli Taraf gazetelerinde
yayımlanan bu röportajın üçüncüsünde yukarıda belirtmeye çalıştığımız konuya da
değinmektedir.
İttihatçı
önderlerin yaktıkları, yakılmasını istedikleri belgeler hangileriydi? Bu
konunun üzerinde düşünmekte yarar var.
Ermeni soykırımı
gündeme geldiği zaman arşivlerden belge aramanın doğru olmadığını belirtmeye
çalışıyorum. Yukarıda sözünü etmeye çalıştığım iki olay için de aynı şey
söylenebilir. Doğru olan yöntem şu olabilir. Olayların geçtiği günlerdeki
basını incelemek, mağdur yakınlarının tanıklıklarına başvurmak çok daha
sağlıklı bir yöntem olabilir.
Ermeni soykırımı,
Asuri, Süryani soykırımı söz konusu olduğu zaman 1928’deki harf inkılabı
üzerinde de durmak gerekir. Harf İnkılabı yeni nesillerin Osmanlı ile bağını
tamamen koparmıştır. O dönemdeki basının incelenememesi şüphesiz çok büyük bir
eksikliktir. Yeni nesiller o dönemi ancak devletin, devlete yakın yazarların
ortaya koydukları kadarını bilebiliyor.
“Pek çok Ermeni’yi
kurtardık” sözü ne anlama geliyor?
Son yıllara kadar,
Ermeni soykırımı denildiği zaman hep savaş cephesindeki Ermenilerden, Erzurum, Sivas, Muş,
Bitlis, Van, Diyarbakır
vs. Ermenilerinden, bunların tehcire tabi tutulduğundan söz edilirdi. Batı ve
Orta Anadolu’da yaşayan Ermenilere dokunulmadığı anlatılırdı. Eskişehir’de, Bursa’da Tokat’ta,
Kastamonu’da, Yozgat’ta yaşayan Ermenilerin de tehcire tabi tutulduğu artık
biliniyor. Geçmiş yıllarda sadece Ermenilerin soykırıma uğratıldığı
vurgulanırdı. Artık Asuri- Süryanilerin, Keldanilerin, Rum-Pontusların,
Ezidilerin de soykırıma uğratıldığı biliniyor, konuşuluyor.
İşte bu konuda
gerek Türklerde, gerek Kürtlerde şöyle bir anlatım var. “Ermenilere zulüm
yapılmış olabilir, ama pek çok Ermeni’yi de sakladık, kurtardık”. Bu ifadenin
biraz irdelenmesi gerekir.
Kurtarılanlara
bakıldığı zaman daha çok genç kızlar, küçük çocuklar olduğu görülüyor. Gerek
Kürtlerde, gerek Türklerde aileler bunları Müslümanlaştırmışlar ve kendi
hizmetlerine almışlardır. Ailede hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor.
Bazı genç kızları Müslüman edip evlenmişler. Donald E. Miller ve Lorna Touryan
Miller tarafından hazırlanan Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı, Çev. Ajda
Pelda, Peri Yay. Mayıs 2006 kitabında, Müslümanlaştırmanın nasıl yapıldığı da
etraflı bir şekilde anlatılıyor. (s.210) Ayrıca bk. Recep Maraşlı, a.g.e.s. 385
vd.
Gerek Türklerde,
gerek Kürtlerde Ermeni olarak korunan, Ermenilerin dilsel, dinsel, kültürel
değerlerine saygı duyularak, kabul edilerek korunan bir Ermeni yok. Bir Ermeni
ailesi yok.
Bu bakımdan bu
sürece “kurtarma” demek doğru değildir. Bu doğru bir adlandırma değildir.
Örneğin genç bir kızı düşünelim. Anası, babası, dedesi, kardeşleri kendisinin
gözü önünde katledilmiş. Bu kız güzel olduğu için öldürülmemiş. Tecavüz edilmek
için saklanmış. Müslümanlaştırılıp eve hizmetçi olarak alınmış, ileri bir
tarihte onunla evlenilmiş de olabilir. Bu süreci “kurtarmak” olarak adlandırmak
yanlıştır. Çünkü insanın ruhsal ve fiziksel yapısı bir bütündür. Ruhsal
yapısını ezerek fiziksel yapısını korumak, “kurtarma” olarak değerlendirilemez.
Dinini inkar etmesi, Müslümanlaşması isteniyor, anadilini unutması Türkleşmesi
isteniyor. Çoban olarak, hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Köleleştiriliyor.
Bunu “kurtarma” olarak adlandırmak doğru değildir.
Bu ancak yaşama
katlanma, zorunlu olarak yaşama kavramlarıyla anlatılabilir. Bu kavramların
bile gerçek yaşamı doğru dürüst anlattığı kanısında değilim. Ama, Dersim
yöresinde Ermeniler, belirli bir süre için de olsa, kendi dinsel ve dilsel
kimlikleriyle yaşamış olabilir. Aleviler, Kızılbaşlar arasında böyle bir yaşam
olabilir. Ama Müslümanların böyle bir yaşama izin verecekleri kanısında
değilim. Müslümanlar, Ermenileri Müslüman yapmayı temel bir görev olarak
telakki etmektedirler. Türk, Kürt, Ermeni ilişkilerini ele alırken, koruma-kurtarma
etkinlikleri de dikkatten uzak tutulmamalıdır.