Friday, October 30, 2015

Demokrasi ve yolsuzluk: bir eşitlik felsefesi – Alain Badiou

Şüphesiz Sarkozy gibi kişilerin devletin başına gelmesini istememenin nedenlerinden biri [Sarkozy’nin başkan olduğu] 2007-2012 yıllarında bu kişilerin etkinliklerini sarmalayan sağlığa zararlı üçkağıtçılık atmosferidir. Fakat Sosyalistler yeniden iş başına geleliberi de gündem Cahuzac meselesi ve hükümet çalışanları ile iş dünyası arasındaki müphem bağlantılar oldu. Ve görünüşe göre Hollande gerçekten de CAC 40’ın [Paris Borsası] adamlarını ayrıcalıklı muhatapları saymakta.
Aslında yozlaşma, İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan’ın peşinden Mitterand ile hücum eden neoliberal kapitalizmin karşı-devrimci dalgası ile, Fransız politikasının 1980lerden beridir tekrarlanan bir teması olmuştur, ki Mitterand tek tarihsel hasmı olan komünizmin bütün eğilimlerinden kurtulduğunu sanmaktaydı.
Bu yeni bir soru mudur? Güncel midir? Demokrasinin karşılaştığı tehlikeler içinde yozlaşmanın rolü nedir? 2002’de erdemli-Jospin’i (güya)-yozlaşmış-Chirac’ın karşısına koymak modaydı. Bu ikilinin ikisinin de başkanlık seçiminin ilk aşamasında ağır sıkıntı yaşamasını ise ne methiyeler ne de suçlamalar önleyebildi.
Ama şüphe yok ki bu soruyu daha gerilerden —ve daha yukarılardan ele almalıyız.
Devrim’in tehlikeye düştüğü 1793’ten başlayalım. Saint-Just sormuştu: ‘ne terör ne erdem isteyenler ne isterler?’ Göz korkutan bir soru, gerçi Termidorcular buna yeterince açık bir yanıt vermişlerdi: yozlaşma isterler. Sağlıklı dozda bir kişisel zenginleşme, mali spekülasyon ve yanlış yönlendirmenin normal sayılmasını isterler. Devrimci diktatörlük karşısında ‘liberté’ [serbesti] yani kendi işlerini sürdürme ve bu işleri devlet işleriyle karıştırma hakkı isterler. Böylece, loş kombinasyonların ‘terörist’ ve ‘liberticide’ [serbesti öldüren] yollarla bastırılması karşısında, sadece kamusal değerlerin dikkate alınmasını gerektiren erdemli zorunluluk karşısında katı bir tutum almışlardı.
Montesquieu demokrasinin herkese küçük bir parça yetki vermekle özel çıkarlar ve kamusal değerler arasında sürekli bir karışıklık yarattığını zaten belirtmişti. Bu tipteki hükümetlere gereken mizaç olarak erdemi savundu. Seçme hakkından başka hiçbir garanti altına alınmamış böyle bir hükümette bulunan kişiler, bir şekilde kendilerini unutmak ve ellerindeki gücü kendi kişisel jüisansları [hazları] için veya egemen çevrelerin (yani, genel olarak, zenginlerin) jüisansları [hazları] için kullanma temayüllerini mümkün olduğunca bastırmak zorundaydılar.
Gerçekte bu fikir Plato’ya kadar gider. Demokratik sistemin radikal eleştirisinde Plato böyle bir rejimin maddi arzuların anarşisine uyum sağlaması gerektiğini belirtmişti. Sonuç olarak demokratik bir hükümet herhangi bir hakiki fikre hizmet etmekte yetersizdir, çünkü kamu yetkisi eğer arzuların ve tatminlerin hizmetinde, yani nihai olarak (en geniş anlamıyla) ekonominin hizmetinde çalışıyorsa, o zaman yalnızca iki kritere itaat edecektir: zenginlik, yani soyut bir ortalama için bu arzunun en istikrarlı tatmininin sağlanması; ve kanaatler, yani arzu nesnelerinin belirlenmeleri ve bu nesneleri kişinin kendi mülkiyetine alabilmesi gerektiğine dair kuvvetli inanç.
Fransız devrimciler demokrat değil, cumhuriyetçiydiler —bu terimin etkin, şiddetli anlamında, yoksa bugünkü mutabakata dayalı şüphe götürür anlamında değil, yani en sağdan en sola ‘cumhuriyetçi paktta’ ifade bulan anlamdan yoksun bir terim olarak kullanılışındaki gibi değil. Devrimciler ‘yolsuzluk’ sözcüğü ile hükümet gücünün hususi çıkarlara hizmet eden iş taleplerine ve kanaatlere esir edilmesi pratiğine işaret etmişlerdi. Bugün biz —hatta ekonomik krizle birlikte iyice— bir hükümetin birincil hedeflerinin ekonomik büyüme, yaşam standartları, pazarda bolluk, yükselen hisse senetleri, kapitalin akışı ve zenginlerin daimi refahı olduğuna öyle ikna olmuşuz ki, devrimcilerin ‘yolsuzluk’ sözcüğünden ne kastetmiş olduklarını anlamıyoruz aslında. Bu sözcük, şu veya bu kişinin yetkili konumundan faydalanarak kendini zenginleştirmesi olgusundan ziyade, politik eylemin doğal amacının (ister kolektif ister özel olsun) zenginleşmek olduğuna dair genel kavrayış veya kanaati ifade etmekteydi. 1792-1794’ün devrimcilerinin ‘yolsuzluk’ dedikleri şeyin en basit versiyonuyla, şüphesiz, sonradan Restorasyon sırasında, lider Guizot ünlü ‘Enrichissez-vous!’ [kendinizi zenginleştirin] sloganından daha kabul edilebilir bir slogan bulamadığında karşılaşırız.
Peki ya bugünkü düsturumuz farklı mıdır? Bugün tecrübe ettiğimiz, en saf ve en kaba kapitalizmin ürkütücü ve küreselleşmiş restorasyonu değil midir? Neredeyse bütün dünya çapında ekonominin durumunun seçmenin ruh halini belirlediği, dolayısıyla her şeyin, en azından sıradan yurttaşları, oy kullanırlarsa veya size oy verirlerse, iş dünyası için (en küçükten en büyüğüne kadar) işlerin daha iyi gideceğine inandırma kapasitesine dayandığı; ‘büyümeye dönüş’ün hayaline dair beklentileri yükseltme kapasitesine dayandığı; böylece politikanın öznelerin çıkarlarını karşılayan bir şeyden ibaret olduğu varsayımına dayandığı apaçık değil midir?
Yozlaşma, bu açıdan bakarsak, böyle işleyen bir demokrasiye tehdit oluşturmaz. Bu onun tam olarak özüdür. Politikacıların bireysel olarak (terimin günlük anlamında) yozlaşmış olup olmadıklarının, bu özsel yozlaşma üzerinde neredeyse hiçbir nüfuzu yoktur. Yani Jospin ve Chirac bu anlamda tamamen aynıdırlar ve bugün görünüşe göre aynı karşılaştırmayı Sarkozy ve Hollande arasında da yapmalıyız.
Marx, Avrupa’da temsili demokrasinin şafağında, bu yolla seçilen hükümetlerin tam olarak —onun deyişiyle— ‘kapitalin gücüne dayalı’ olduklarını söylemişti. Fakat bugün bu söz o zaman olduğundan çok daha geçerli! Eğer demokrasi temsilse, biçimini ilk ve öncelikli olarak genel sistemden alır. Diğer bir deyişle, seçimli demokrasinin temsiliyeti, mutabakata dayalı olarak bugün ‘market sistemi’ olarak yeniden adlandırılan kapitalizmi temsil edişi kadardır. Bu onun kuruluşsal yozlaşmışlığıdır ve hümanist düşünür Marx’ın Aydınlanmış bir filozof olarak böyle bir ‘demokrasi’nin karşısına geçişsel bir diktatörlük olarak proletarya diktatörlüğünü koyması sebepsiz değildir. Bu güçlü bir terim de olsa, temsil ve yozlaşma arasındaki diyalektiğin güçlüklerini açıklığa kavuşturuyor. Dahası, ‘proletarya diktatörlüğü’ ifadesinden vazgeçilmesinin komünizmin herhangi bir eğilimine yarar getirdiği bugün hala kanıtlanmış değildir. Öğretmenim olan büyük filozof Louis Althusser ve onun öğrencisi Étienne Balibar, bu vazgeçişe karşı çıkmakta belki de yanılmıyorlardı. Ne de olsa bu vazgeçiş tarihsel olarak, demokrasiye samimi bir dönüştense, komünistlerin zayıflığının bir kanıtı veya gözden kaybolmalarının işareti olarak görülmüştür.
Esas mesele demokrasinin tanımında yatıyor. Eğer Termidorcular ve liberal [serbestici] devamcıları gibi demokrasinin özel mülkiyetin sınırsız hak sahipliğine, belirli grup ve birey çıkarlarının özgür etkinliğine dayandığına ikna olmuşsak, o zaman demokrasinin er ya da geç, her çağda, en umutsuz yozlaşmanın uçurumuna düştüğünü görebiliriz. Fakat hakiki demokrasi bütünüyle farklı bir şeydir. Fikir karşısında, politik Fikir karşısında eşitliktir. Örnek olarak, bunun anlamı uzun zamandır devrimci veya komünist Fikirdir. İnsanlığın yansız bakışının özgürleştirici bir politika ile bedenlenebileceği Fikridir. Demokrasiyi genel yozlaşma ile özdeşleştiren Fikir, bu yolla yıkılır.
Tek bir partinin despotluğu (ki buna yanlış olarak totalitarizm denilmiştir) demokrasinin düşmanı değildi, ki komünist Fikrin ilk dizisini tamamlamıştı. Söz konusu tek gerçek soru, bu Fikrin ikinci dizisini açmak, çıkarlar arası oyunlar karşısında bürokratik terörizmden daha başka araçlarla galip gelmesini sağlamak, ama bunu yaparken kapitalin gücüne dayalı demokrasiyi desteklememektir. Yani gereken, diktatörlük (proletarya diktatörlüğü) terimi için yeni bir tanım ve yeni bir pratiktir. Hatta belki —ki bu da aynı şey— ‘erdem’ sözcüğünün yeni bir politik kullanımıdır.
Bu ve bazı başka temaları bu yıl yayınlanacak ‘Komünizmin Yeniden Uyanışı’ adlı bir kitapta ele alacağım. Çünkü inanıyorum ki hazırlanmamız gereken gezegensel olay —düşüncede ve eylemde— kesin olarak budur. Yalnızca bu olay insanlığın ve market-üstü-demokrasinin tarihini yozlaşmanın bataklığından çıkarabilir.

Les Lettres Françaises N°112 –  Şubat 2014
http://www.les-lettres-francaises.fr/2014/02/n112-les-lettres-francaises-de-fevrier-2014/
Fransızcadan İngilizceye çeviren David Broder
http://www.versobooks.com/blogs/1521-democracy-and-corruption-a-philosophy-of-equality-by-alain-badiou
İngilizceden Türkçeye çeviren Işık Barış Fidaner