Şüphesiz Sarkozy gibi kişilerin devletin başına gelmesini
istememenin nedenlerinden biri [Sarkozy’nin başkan olduğu] 2007-2012 yıllarında
bu kişilerin etkinliklerini sarmalayan sağlığa zararlı üçkağıtçılık
atmosferidir. Fakat Sosyalistler yeniden iş başına geleliberi de gündem Cahuzac
meselesi ve hükümet çalışanları ile iş dünyası arasındaki müphem bağlantılar
oldu. Ve görünüşe göre Hollande gerçekten de CAC 40’ın [Paris Borsası]
adamlarını ayrıcalıklı muhatapları saymakta.
Aslında yozlaşma, İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan’ın
peşinden Mitterand ile hücum eden neoliberal kapitalizmin karşı-devrimci
dalgası ile, Fransız politikasının 1980lerden beridir tekrarlanan bir teması
olmuştur, ki Mitterand tek tarihsel hasmı olan komünizmin bütün eğilimlerinden
kurtulduğunu sanmaktaydı.
Bu yeni bir soru mudur? Güncel midir? Demokrasinin
karşılaştığı tehlikeler içinde yozlaşmanın rolü nedir? 2002’de erdemli-Jospin’i
(güya)-yozlaşmış-Chirac’ın karşısına koymak modaydı. Bu ikilinin ikisinin de
başkanlık seçiminin ilk aşamasında ağır sıkıntı yaşamasını ise ne methiyeler ne
de suçlamalar önleyebildi.
Ama şüphe yok ki bu soruyu daha gerilerden —ve daha
yukarılardan ele almalıyız.
Devrim’in tehlikeye düştüğü 1793’ten başlayalım. Saint-Just
sormuştu: ‘ne terör ne erdem isteyenler ne isterler?’ Göz korkutan bir soru,
gerçi Termidorcular buna yeterince açık bir yanıt vermişlerdi: yozlaşma
isterler. Sağlıklı dozda bir kişisel zenginleşme, mali spekülasyon ve yanlış
yönlendirmenin normal sayılmasını isterler. Devrimci diktatörlük karşısında
‘liberté’ [serbesti] yani kendi işlerini sürdürme ve bu işleri devlet işleriyle
karıştırma hakkı isterler. Böylece, loş kombinasyonların ‘terörist’ ve
‘liberticide’ [serbesti öldüren] yollarla bastırılması karşısında, sadece
kamusal değerlerin dikkate alınmasını gerektiren erdemli zorunluluk karşısında
katı bir tutum almışlardı.
Montesquieu demokrasinin herkese küçük bir parça yetki
vermekle özel çıkarlar ve kamusal değerler arasında sürekli bir karışıklık
yarattığını zaten belirtmişti. Bu tipteki hükümetlere gereken mizaç olarak
erdemi savundu. Seçme hakkından başka hiçbir garanti altına alınmamış böyle bir
hükümette bulunan kişiler, bir şekilde kendilerini unutmak ve ellerindeki gücü
kendi kişisel jüisansları [hazları] için veya egemen çevrelerin (yani, genel
olarak, zenginlerin) jüisansları [hazları] için kullanma temayüllerini mümkün
olduğunca bastırmak zorundaydılar.
Gerçekte bu fikir Plato’ya kadar gider. Demokratik sistemin
radikal eleştirisinde Plato böyle bir rejimin maddi arzuların anarşisine uyum
sağlaması gerektiğini belirtmişti. Sonuç olarak demokratik bir hükümet herhangi
bir hakiki fikre hizmet etmekte yetersizdir, çünkü kamu yetkisi eğer arzuların
ve tatminlerin hizmetinde, yani nihai olarak (en geniş anlamıyla) ekonominin
hizmetinde çalışıyorsa, o zaman yalnızca iki kritere itaat edecektir: zenginlik,
yani soyut bir ortalama için bu arzunun en istikrarlı tatmininin sağlanması; ve
kanaatler, yani arzu nesnelerinin belirlenmeleri ve bu nesneleri kişinin kendi
mülkiyetine alabilmesi gerektiğine dair kuvvetli inanç.
Fransız devrimciler demokrat değil, cumhuriyetçiydiler —bu
terimin etkin, şiddetli anlamında, yoksa bugünkü mutabakata dayalı şüphe
götürür anlamında değil, yani en sağdan en sola ‘cumhuriyetçi paktta’ ifade
bulan anlamdan yoksun bir terim olarak kullanılışındaki gibi değil. Devrimciler
‘yolsuzluk’ sözcüğü ile hükümet gücünün hususi çıkarlara hizmet eden iş
taleplerine ve kanaatlere esir edilmesi pratiğine işaret etmişlerdi. Bugün biz
—hatta ekonomik krizle birlikte iyice— bir hükümetin birincil hedeflerinin
ekonomik büyüme, yaşam standartları, pazarda bolluk, yükselen hisse senetleri,
kapitalin akışı ve zenginlerin daimi refahı olduğuna öyle ikna olmuşuz ki,
devrimcilerin ‘yolsuzluk’ sözcüğünden ne kastetmiş olduklarını anlamıyoruz
aslında. Bu sözcük, şu veya bu kişinin yetkili konumundan faydalanarak kendini
zenginleştirmesi olgusundan ziyade, politik eylemin doğal amacının (ister
kolektif ister özel olsun) zenginleşmek olduğuna dair genel kavrayış veya
kanaati ifade etmekteydi. 1792-1794’ün devrimcilerinin ‘yolsuzluk’ dedikleri
şeyin en basit versiyonuyla, şüphesiz, sonradan Restorasyon sırasında, lider
Guizot ünlü ‘Enrichissez-vous!’ [kendinizi zenginleştirin] sloganından daha
kabul edilebilir bir slogan bulamadığında karşılaşırız.
Peki ya bugünkü düsturumuz farklı mıdır? Bugün tecrübe
ettiğimiz, en saf ve en kaba kapitalizmin ürkütücü ve küreselleşmiş
restorasyonu değil midir? Neredeyse bütün dünya çapında ekonominin durumunun
seçmenin ruh halini belirlediği, dolayısıyla her şeyin, en azından sıradan
yurttaşları, oy kullanırlarsa veya size oy verirlerse, iş dünyası için (en
küçükten en büyüğüne kadar) işlerin daha iyi gideceğine inandırma kapasitesine
dayandığı; ‘büyümeye dönüş’ün hayaline dair beklentileri yükseltme kapasitesine
dayandığı; böylece politikanın öznelerin çıkarlarını karşılayan bir şeyden
ibaret olduğu varsayımına dayandığı apaçık değil midir?
Yozlaşma, bu açıdan bakarsak, böyle işleyen bir demokrasiye
tehdit oluşturmaz. Bu onun tam olarak özüdür. Politikacıların bireysel olarak
(terimin günlük anlamında) yozlaşmış olup olmadıklarının, bu özsel yozlaşma
üzerinde neredeyse hiçbir nüfuzu yoktur. Yani Jospin ve Chirac bu anlamda
tamamen aynıdırlar ve bugün görünüşe göre aynı karşılaştırmayı Sarkozy ve
Hollande arasında da yapmalıyız.
Marx, Avrupa’da temsili demokrasinin şafağında, bu yolla
seçilen hükümetlerin tam olarak —onun deyişiyle— ‘kapitalin gücüne dayalı’
olduklarını söylemişti. Fakat bugün bu söz o zaman olduğundan çok daha geçerli!
Eğer demokrasi temsilse, biçimini ilk ve öncelikli olarak genel sistemden alır.
Diğer bir deyişle, seçimli demokrasinin temsiliyeti, mutabakata dayalı olarak
bugün ‘market sistemi’ olarak yeniden adlandırılan kapitalizmi temsil edişi
kadardır. Bu onun kuruluşsal yozlaşmışlığıdır ve hümanist düşünür Marx’ın
Aydınlanmış bir filozof olarak böyle bir ‘demokrasi’nin karşısına geçişsel bir
diktatörlük olarak proletarya diktatörlüğünü koyması sebepsiz değildir. Bu
güçlü bir terim de olsa, temsil ve yozlaşma arasındaki diyalektiğin
güçlüklerini açıklığa kavuşturuyor. Dahası, ‘proletarya diktatörlüğü’
ifadesinden vazgeçilmesinin komünizmin herhangi bir eğilimine yarar getirdiği
bugün hala kanıtlanmış değildir. Öğretmenim olan büyük filozof Louis Althusser
ve onun öğrencisi Étienne Balibar, bu vazgeçişe karşı çıkmakta belki de
yanılmıyorlardı. Ne de olsa bu vazgeçiş tarihsel olarak, demokrasiye samimi bir
dönüştense, komünistlerin zayıflığının bir kanıtı veya gözden kaybolmalarının
işareti olarak görülmüştür.
Esas mesele demokrasinin tanımında yatıyor. Eğer
Termidorcular ve liberal [serbestici] devamcıları gibi demokrasinin özel
mülkiyetin sınırsız hak sahipliğine, belirli grup ve birey çıkarlarının özgür
etkinliğine dayandığına ikna olmuşsak, o zaman demokrasinin er ya da geç, her
çağda, en umutsuz yozlaşmanın uçurumuna düştüğünü görebiliriz. Fakat hakiki
demokrasi bütünüyle farklı bir şeydir. Fikir karşısında, politik Fikir
karşısında eşitliktir. Örnek olarak, bunun anlamı uzun zamandır devrimci veya
komünist Fikirdir. İnsanlığın yansız bakışının özgürleştirici bir politika ile
bedenlenebileceği Fikridir. Demokrasiyi genel yozlaşma ile özdeşleştiren Fikir,
bu yolla yıkılır.
Tek bir partinin despotluğu (ki buna yanlış olarak
totalitarizm denilmiştir) demokrasinin düşmanı değildi, ki komünist Fikrin ilk dizisini
tamamlamıştı. Söz konusu tek gerçek soru, bu Fikrin ikinci dizisini açmak,
çıkarlar arası oyunlar karşısında bürokratik terörizmden daha başka araçlarla
galip gelmesini sağlamak, ama bunu yaparken kapitalin gücüne dayalı demokrasiyi
desteklememektir. Yani gereken, diktatörlük (proletarya diktatörlüğü) terimi
için yeni bir tanım ve yeni bir pratiktir. Hatta belki —ki bu da aynı şey—
‘erdem’ sözcüğünün yeni bir politik kullanımıdır.
Bu ve bazı başka temaları bu yıl yayınlanacak ‘Komünizmin
Yeniden Uyanışı’ adlı bir kitapta ele alacağım. Çünkü inanıyorum ki
hazırlanmamız gereken gezegensel olay —düşüncede ve eylemde— kesin olarak
budur. Yalnızca bu olay insanlığın ve market-üstü-demokrasinin tarihini
yozlaşmanın bataklığından çıkarabilir.
Les Lettres Françaises N°112 – Şubat 2014
http://www.les-lettres-francaises.fr/2014/02/n112-les-lettres-francaises-de-fevrier-2014/
Fransızcadan İngilizceye çeviren David Broder
http://www.versobooks.com/blogs/1521-democracy-and-corruption-a-philosophy-of-equality-by-alain-badiou
İngilizceden Türkçeye çeviren Işık Barış Fidaner
http://www.les-lettres-francaises.fr/2014/02/n112-les-lettres-francaises-de-fevrier-2014/
Fransızcadan İngilizceye çeviren David Broder
http://www.versobooks.com/blogs/1521-democracy-and-corruption-a-philosophy-of-equality-by-alain-badiou
İngilizceden Türkçeye çeviren Işık Barış Fidaner