“Bu bir manifesto
değildir. (…) Manifestolar, vizyonlarının gücüyle kendi halklarını yaratan
peygamberler gibi iş görür. Günümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine
çeviriyor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz kılıyor, (…) mantıkları ve
pratikleri, sloganları ve arzularıyla, bu çokluklar yeni bir dizi ilke ve
hakikatin duyurusunda bulunuyorlar. Bu ilke ve hakikatler, birbirimizle ve
dünyamızla nasıl bir ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmemizde bize nasıl
yardımcı olabilir? Bu çokluklar, isyanlarında, duyurudan inşaya geçişin bir
yolunu bulmalıdır. ”
Negri ve Hardt,
yeni kitapları Duyuru’yu böyle tanımlayarak başlıyor. Arap Baharı eylemlerinin
devrim olup olmadığı tartışmaları sürerken 2011 yılı dünyanın değişik
yerlerinde kendine özgü ama birbirine selam gönderen mücadeleler yılı oldu.
Kitabın yazarları, önceki çağın eylem biçimlerinden farklı olan bu
mücadelelerin benzeşen ve ayrışan yanlarının yanı sıra, eylemlerin öznel
figürleri ve ortak özelliklerden yola çıkarak geleceğe dönük kurucu olabilecek
ilkeler üzerine fikirlerini bizimle paylaşarak ufuk açıcı bir çalışma
yapmış.
Yazarlara göre, bu
mücadelelerin her biri tekil ve özgün yerel koşullara göre şekilleniyor. On yıl
önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin göçer niteliklerinin aksine, bu
hareketler kısmen ulusal toplumsal meselelere kök salmaları nedeniyle oldukları
yerde eyleyen hareketler. Buna rağmen birçok ortak özellik de taşıyorlar.
Bunlardan en görüneni, kamp kurma ya da işgal stratejisi. Merkezî ve hiyerarşik
yapıları kabul
etmeyerek kendine özgü bir iç örgütlenmelerinin olması, farklı düzeylerde olsa
da ortak çıkar adına mücadele etmeleri, özel mülkiyet düzenine karşı oldukları
kadar kamu mülkiyeti düzenine ve devlet kontrolüne karşı çıkıyor olmaları da
diğer önemli özelliklerinden.
Neoliberalizmin
zaferi ve krizi, ekonomik ve politik hayat koşullarımızı derinden değiştirmekle
kalmadı, aynı zamanda yeni öznellik figürleri ortaya çıkardı. Yazarlara göre,
bu “öznel figürlerin” karşı çıktıkları öznellik halleri, aynı zamanda
hareketlerin üzerinde yükseldiği toplumsal zemini de oluşturuyor. Yazarlar,
başlıca dört öznel figürü, “borçlandırılan”, “medyalaştırılan”,
“güvenlikleştirilen” ve “temsil edilen” olarak tanımlıyor.
Borçlandırılanlar
Negri ve Hardt a
göre, finans ve bankaların egemenliğinde olduğumuz bu dönemde, borçlu olmak
toplumsal yaşamın genel kuralı haline geldi. Öznelliğimiz artık borç (kredi)
temelinde şekilleniyor. Borç alarak hayatta kalıyor ve borçlar karşısındaki
sorumluluğumuzun ağırlığı altında hayatımızı sürdürüyoruz. Borçlarımız bizi
kontrol ediyor.
Günümüzde
kapitalist çalışma ilişkileri de değişmiştir. Kapitalist üretimin ağırlık
merkezi fabrika duvarlarının dışına çıkmış, tüm bir toplum fabrika haline
gelmiştir. Bu kaymayla beraber sermayedar ile işçi arasındaki aslî ilişki de
değişmiştir. Sermaye sahibi, servetini aslen kâr değil, kira yoluyla ediniyor,
bu kira çoğu zaman finansal araçlarla garanti altına alınıyor. Tam burada,
üretim ve sömürü ilişkisini sürdürmenin ve kontrol etmenin bir silahı olarak
borç devreye giriyor. Sömürü bugün, asıl olarak, eşit veya eşitsiz de olsa,
emek-ücret mübadelesine değil, borç temeline, yani nüfusun yüzde 99’unun yüzde
1’e tabi oluşuna –iş borçlu, para borçlu, itaat borçlu– dayanıyor.
Borç aynı zamanda,
işçilerin kendilerini birer üretici değil tüketici olarak görmesine neden
oluyor. Borçla tüketenler üretici olduklarını fark etmedikleri için böyle
yaşamayı kendi bireysel tüketimlerinin sonucu olduğunu düşünüp duydukları
suçluluğu yaşam biçimine dönüştürüyor. Yeni bir yoksul-yoksun figürü doğuyor ve
bu yalnızca işsizler, düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan
oluşmuyor; düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de
kapsıyor. Borçluluğun böyle genelleşmesi bir esaret ilişkisine dönüşe işaret
ediyor. Bugünün yeni yoksulları, özgürler, ama borçları yüzünden bu kez finans
yoluyla hükmeden efendilerin mülkü haline gelmiş durumdalar.
Bu nedenlerle
Negri ve Hardt’a göre bir öznel figür olarak ortaya çıkan borçlandırılanlar,
borcun reddi yoluyla isyan etmekte. Son otuz yıl yoksulların kişisel ve
kolektif borç boyunduruğuna karşı sayısız mücadelesi ile geçti. Bu eylemlerden,
Wall Street’in İşgali, Wall Street küresel borç toplumunun en uç simgesi olduğu
için ilk akla gelen. Yazarlar, Zuccotti Park’a akan yakın tarihli borç
protestolarının iki koldan beslendiğini söylüyor. Bu kollardan biri, bağlı
ülkelerin egemen ülkelere olan borçlarına yoğunlaşan kol – 1976’da Peru’da,
1977’de Mısır’da,1989’da Venezuella’da, 2011’de Arjantin’de patlak veren halk
isyanlarına kadar uzanıyor. Diğer kol ise, metropollerdeki ırkçılığa karşı
öfkenin ifadesi olarak hepsi polis şiddeti nedeniyle patlayan hareketlerden,
1992 Los Angeles , 2005 Paris , 2011 Londra ayaklanmalarından
oluşuyor.
Medyalaştırılanlar
Teknolojik
gelişmenin sonucu olarak yaşadığımız çağ bir enformasyon çağı haline gelmiş
durumda. Yazarlara göre, bu durumun yarattığı çok başka bir sorun var: Bugünün
medyalaştırılan özneleri, enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından
mustarip. Yanı sıra medya ve iletişim teknolojileri giderek daha fazla, her
üretici pratik için merkezî önem kazanıyor. Özellikle egemen ülkelerdeki birçok
işçi için, sosyal medya onları hem işlerinden özgür kılıyor hem de işlerine
zincirliyor. Akıllı telefonlarla nereye giderseniz gidin yine de
çalışıyorsunuz. Medyalaştırma, iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek
belirsizleşmesinde ana etken oluyor. Bunun sonucu olarak bugün, yabancılaşmadan
değil, medyalaştırılmadan söz etmek gerektiğini söylüyorlar. Yabancılaşmış
işçinin (bireyin) bilinci bölünmüşken, medyalaştırılan işçinin bilinci ağ
ortamına tâbi kılınmış ve özümsenmiştir. Medyalaştırılanın öznelliği paradoksal
olarak ne aktiftir ne de pasif, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde
bekler.
Medyalaştırılmanın
dışına çıkmanın yolu, ilk önce medyanın bize hakikat diye sunduklarına
inanmamakla, medyanın ağına kapılmamayı becermekle mümkün. Negri ve Hardt,
enformasyon sağlamaya odaklı projeleri önemli bulmakla birlikte, bunun kendi
hakikatimizi yaratmak için yeterli olmadığını söylüyor. Bilgi sağlamaya yönelik
projeler tek başına insanları harekete geçiremez. Bu bağlamda, özellikle
fiziksel bedenlerin bir araya gelmesinin önemli olduğunun altını çiziyorlar.
Nitekim 2011’de kampçılar, fiziksel birliktelik içinde, ortak kararlarla, kendi
sloganlarını, davranış biçimlerini yaratarak kendi hakikatlerini de yarattılar.
Birlikte oluş halinde, politik duygulanımları ifade etmek yeni bir hakikat
vücuda getirir. Hakikat oluşturmak, kolektif bir dil edimidir aynı zamanda ve
bu hakikat verili dili doğrudan değiştirebilir. Sözgelimi, işgal
hareketlerinden doğan, % 1’e karşı % 99 söylemi, sosyal eşitsizlik gerçeğinin
kamusal düzlemde tartışmalarını kökten değiştirmiştir. Aynı şekilde 2001’de
Arjantinlilerin attığı “Hepsini atın gitsin!” sloganı da.
Güvenlikleştirilenler
Gelişen güvenlik
teknolojileri nedeniyle, hemen her yerde sürekli bir biçimde hakkımızda
enformasyon üretiliyor ve gözetleniyoruz. Bir gözetim toplumunda yaşamayı kabul etmek için
dışarısının daha tehlikeli olması gerekir. Korku güvenlik toplumunun ana öğesi
olarak her alanda işlev görüyor.
En önemli
korkulardan biri, işsiz kalmak, yaşamı sürdürme araçlarından yoksun
bırakılmaktır. Yanı sıra, güvenlikleştirilen birey bir dizi ceza ve dış tehlike
korkusuyla yaşar. Yönetici güçler ve onun polisi karşısındaki korkudan daha
önemlisi, tehlikeli ötekiler ve bilinmeyen tehditlerden kaynaklanan
genelleştirilmiş bir toplumsal korkudur.
Güvenlikleştirilen
birey, genelleştirilmiş bu korkuyla sürekli bir istisna durumunda yaşar ve gelişir.
Böyle bir durumda hukuk kurallarının, geleneksel alışkanlıkların ve
ilişkilerden kaynaklanan bağların normal işleyişi her şeye hükmeden bir güç
tarafından askıya alınmıştır. Bu bir tiranlık biçimidir ve bütün tiranlıklar
gibi bizim gönüllü köleliğimiz üzerine inşa edilmiştir.
Negri ve Hardt’a
göre, bugünkü her tür güvenlik rejimi –hapishaneler dahil– Marks’ın kapitalizm
öncesi İngiltere’sinde mülksüz ve aylak sınıflara yönelik “kanlı
yasalar”a reva gördüğü rolü yerine getirmektedir. Hapishane bir bakıma “artık
nüfusun” deposudur, ama “özgür nüfus” için de korkutucu bir derstir.
Negri ve Hardt,
güvenlik rejimini reddetme yolları üzerine düşünüldüğünde en anlamlı görünenin
kaçış yolları bulmak olduğunu söylüyor. Güvenlik rejimi, somut ve soyut korku üzerine
kuruludur, bizi çaresiz ve güçsüz bırakmaya odaklıdır. Bu güçsüz bırakılma
hissini, somut, fizikî birliktelik içinde kendi gücünün farkına varmanın
ortadan kaldırabileceğini 2011 Şubat’ında Tahrir Meydanı’nda kampçıların bize
gösterdiğini söylüyorlar: Göstericilerin üzerine atlar ve develerle yüründükten
birkaç gün sonra, insanlar çok basit ve yalın bir biçimde sadece, “Artık
korkmuyoruz!” diyordu.
Temsil Edilenler
Hepimiz sürekli
olarak diktatörlük rejimlerinden demokrasiye giden uzun bir tarihsel eğrinin
ortasındaymışız gibi düşünüyoruz. Dünyanın pek çok yerinde otoriter rejimler
sürse de, hem kapitalist hem de demokratik olduğu iddia edilen temsilî hükümet
biçimleri giderek yaygınlık kazanıyor ve genel bir iyi olarak algılanıyor.
Oysa 2011
mücadelecileri temsil edilmeyi reddediyor. Onları anlamak için, aslında
temsilin demokrasinin bir aracı olmadığını ve hatta tam tersine demokrasiye
engel olduğunu görmemiz gerekiyor. Önceki yüzyılda, sendikalar, politik
partiler ve sivil toplum kuruluşları yoluyla politik eylem yapma imkânı ve
yolları vardı. Bugün gelinen noktada, seçildiklerinde yapacakları karşısında
hiçbir, güç, hak ve yetkiye sahip olmayan bireylerin demokrasi adı altında oy
verme eylemine indirgenmiş bir temsil edilen figürü var. Biz dâhil pek çok
ülkedeki seçim sistemlerinin kayda değer bir temsili içermemesi bir yana, seçim
kampanyalarının finansın, zenginliğin ve medyanın gücüyle kotarılması
karşısında yoksulların bir güç oluşturması artık neredeyse imkânsız. Bu nedenle
temsil edilen figürü, borçlandırılan, medyalaştırılan ve güvenlikleştirilen
figürleri bir araya getirip egemenlere tâbi konuma sokup çürütüyor.
Negri ve Hardt’a
göre, bu bağlamda iki yüzyıldan fazladır hükmünü süren Cumhuriyetçi anayasalar
da artık miadını doldurmuş olup politik ve anayasal tartışmanın temsil
bağlamında yeniden açılması gerekmektedir. Bu tartışma, insanların ortak olanla
nasıl ilişki kurabileceği ve karar alma
süreçlerine doğrudan nasıl katılabileceği yönünde olmalıdır. Yazarlar, egemen
güçler bu krize çözüm için öneri geliştiremezken, 2011 mücadelelerinin,
esasında kurucudan çok bozucu hareketler olmalarına rağmen önemli, kurucu
anayasal anlamlar taşıyan yeni ilkeler de ortaya koyduklarını
vurguluyorlar.
2011 kampçılarının
bu yöndeki özelliklerinden biri, oldukça yavaş işleyen, açık ve yatay
topluluklar (meclisler) olarak karar alma
süreçlerini işletmeleridir. Her meclis kendi koyduğu kurallara göre işliyor;
görüş bildirme ve karar alma
konularında kendi tekniklerini geliştiriyordu. Meclis biçimi bir tarz yasama
gücünü yaratmanın aracı olarak kullanılıyordu. Buradaki ilginçlik, hızlı veya
yavaş olmaları değil, zamanlarına hükmetmelerini sağlayan politik
özerklikleridir. Önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin katı ve tüketici
ritminden farklı ve yeni bir özelliktir bu. Burada karar veren bir merkez
yoktur, yaygın bilgi ve uzmanlıkla desteklenen yavaş ve karmaşık bir karar alma süreci vardır.
Hareketler söylem ve eylemleriyle, politik yaşamın temsil-seçim gibi mevcut
biçimlerine yönelik eleştiriyi toplumsal eşitsizliğe karşı protestoyla
birleştirmişlerdir. Bu karar alma
süreçlerinin bir tür federalizme eğilim gösterdiklerini belirtiyor yazarlar.
Toplumsal alanın tamamına yayılmış ve soyut, merkezî bir birime özümlenmemiş,
çeşitli politik güçler arsındaki basit, açık, yaygın bir ilişki olarak
tanımlıyorlar bu federalizmi.
Hareketlerin
üzerinde durulması gereken deneyimlerinden biri de, klasik bir anayasal mesele
olan azınlıklar konusudur. Temsilî demokrasilerin çoğunluk yönetimleri içinde
hangi azınlıkların korunacağı meselesi etik ve politik bir seçim gerektirir.
2011 hareketlerinde, yatay demokratik meclisler oybirliği beklentisi ve arayışı
içinde değildi. Çoğunluğun kararları farklılıkların birleştirilmesi yoluyla
yürürlüğe kondu. Yani meclislerinin işi, farklı görüş, istek ve arzuları
olumsal olarak birbirine bağlama yollarını bulmaktı. Böylelikle azınlıklar ayrı
tutularak değil, sürece katılma yoluyla güçlendirilerek korunur oldu. Böyle bir
işleyiş hoşgörü anlayışımızı da kökünden değiştirecektir.
Bir Sonraki Adım
ve Sol
2011 hareketleri
ne kadar güzel ve görkemli olursa olsun, kendi başlarına egemen iktidarları
alaşağı etmek için gerekli güce henüz sahip değil. Büyük başarılar bile
sıklıkla çabucak trajik biçimde sınırlı bir etki bırakıp silinip gidebilir. Ve
iktidar devrildiğinde ne istiyorsun sorusuna bir cevap bulmak gerekir. Askerî
bir cunta mı? Bankalar için yeni bir kurtarıcı mı?
Hareketler henüz
öngörülemeyen durumlar için zemin hazırlıyor. Eşitlik, özgürlük,
sürdürülebilirlik ve ortak olana serbestçe erişim dâhil, ileri sürdükleri
ilkeler, köklü bir toplumsal kopuş olayında üzerine yeni bir toplum inşa
edebilecekleri iskeleyi oluşturuyor. Yanı sıra hareketlerin deneyimlediği
politik pratikler gelecek politik eylemler için bir kılavuz hizmeti de görüyor.
Geleneksel politik
düşünürlerin ve soldaki örgütçülerin bazıları 2011 yılındaki mücadeleler
dalgasından hoşnut kalmadılar ya da en azından kuşku duydular. Sokaklar dolu
ama Sol’un camileri-kiliseleri boştu. Negri ve Hardt’a göre, boşalması da
yetmez, kapılarına kilit vurulmasına ihtiyacımız var. Bu hareketler liderlerden
yoksun olmalarına rağmen değil, tam da bu sayede güçlü. Onlar çokluklar gibi
yatay olarak örgütleniyor ve her düzeyde demokrasi konusundaki ısrarları bir
erdem olmaktan ziyade güçlerinin bir anahtarı. Sabit bir ideolojik çizgi içinde
özetlenemeyen ya da disiplin altına alınamayan konumları, bu hareketlerin bir
eksikliği değil; aksine tam da bu sayede bu denli geniş bir alana
yayılabildiler. Burada insanlara ne düşünmeleri gerektiğini söyleyecek parti
kadroları yerine, tam tersine, bazen birbirleriyle çelişebilen ancak genellikle
yavaşça bütünlüklü bir bakış açısı geliştiren çok çeşitli görüşlere açık
tartışmalar mevcut.
Etkili politik
projeler örgütlemenin tek yolunun liderler ve merkezî yapılar olduğunu düşünmek
acıklı bir politik hayal gücü eksikliğidir. 2011 mücadeleleri dalgasına can
veren çokluklar örgütsüz değildir. Aslında örgütlenme sorunu bu hareketlerin,
en önemli tartışma ve deneyim konularıdır. Bir meclis nasıl çalıştırılır,
politik anlaşmazlıklar nasıl çözülür, demokratik olarak bir politik karar nasıl
alınır? Tüm bunları bizzat pratiklerinde tartışıyor ve yaşıyorlar.
Naime Narin
Duyuru
Antonio Negri –
Michael Hardt
Çev: Abdullah
Yılmaz
Ayrıntı Yayınları,
2012
Kaynak: AltÜst
Dergi
- See more at:
http://www.kavramveduyum.com/2013/03/duyurunun-duyurduklar_2.html#sthash.oTRcDNHK.dpuf