Thursday, February 25, 2016

Dali ve Lorca’nın aşkı


Perşembe, 25 Şubat 2016

Madrid Belediyesi, Franko döneminde cadde, sokak ve meydanlara verilen Frankocu isimlerin ayıklanması için bir komisyon kurmuş.  Geçenlerde El Pais’de yayınlanan bir habere göre komisyon, aralarında Salvador Dali gibi ünlü sanatçı ve aydınların da bulunduğu 256 ismin değiştirilmesi tavsiyesinde bulundu.[1]
Sürrealist resmin öncülerinden olan Dali, İspanya’da faşist Franko rejimini desteklediğini açıklayan ünlü isimlerden biri. 1975 yılında General Franko, ölüm döşeğindeyken 5 antifaşist gencin idamını onayladığında, onu kamuoyu önünde kutlamaktan da kaçınmamıştı. Çığır açan ressamlardan biri olmasına rağmen bu nedenle sanat dünyasında siyasi olarak oldukça kötü bir üne sahiptir.
Kendisi Katalan olmasına rağmen ölmeden önce tüm mirasını, yaşadığı Katalan Özerk Bölgesine değil de İspanyol devletine bırakarak mutlak merkeziyetçiliğini ispatlamış biri…
Delilik ile dahilik arasında dolaşan, ekstrem tavırları ve konuşmalarıyla daha çok gösteri yapma, dikkat çekme ve şaşkınlık yaratma hevesi içinde olduğu izlenimi veren Dali’nin, siyasi açıklamalarının da içtenliği hep sorgulana gelmiştir.
Belki de kendini her dönemin parlak yıldızı olarak var edebilmenin yolunun, politik atmosfere uyum sağlamak olduğuna inanıyordu. Aslında Dali ilk gençlik yıllarında Sürrealist akımın Marksist kuramcılarının da etkisiyle sosyalist düşüncelere eğilim göstermişti. Sanatta Dadaist, siyasette anarşist olmakla övünürdü. Picasso ve Freud hayranıydı. O dönemin ileri gelen sosyalist aydınlarından şair ve oyun yazarı Frederico Garcia Lorca, sinemacı Luis Buñuel gibi isimlerle sıkı dosttular. Öyleki Dali ile Lorca arasındaki ilişki dramatik bir aşka dönüşmüştü.
1936 yılında Falanjistler tarafından genç yaşta (38) kurşuna dizilen ve İspanya faşizmine karşı direnişin sembol isimlerinden olan Lorca ile Franko rejimine biat etmenin kötü ününü sembolize eden Dali’nin sıra dışı bir aşk yaşamış olduklarını tahmin etmek zor…

Ben de bu şaşırtıcı gerçeği 2008 yılında gösterime giren “Little Ashes” (Küçücük Küller)[2] filmi sayesinde öğrenmiştim. Yönetmenliğini Paul Morrison ‘un yaptığı filmde Salvador Dali’yi, bir zamanlar oldukça popüler olanTwilight (Alacakanlık) dizisinde romantik vampir rolünden tanıdığımız Robert Pattinson;  Lorca’yı ise benzerliğinden tercih edilmiş olsa gerek çok tanınmayan genç bir yıldız olan Javier Beltrán Andreu canlandırıyorlardı.
Film şair Lorca’nın ressam Dali’ye yazdığı şu sözlerle başlıyor:
“Kumsalda çatırdayan şeylerin ve küçük küllerin resmini yaptığın zaman beni düşün. Ah benim küçük küllerim! İsmimi de resmin bir köşesine yaz ki bu dünyada hatırlanabileyim.”
Kadere bakın ki tarih Garcia Lorca’nın ismini Dali’nin resimlerinin köşesinden değil, şiirleriyle, oyunlarıyla, faşizme karşı anıtsal direnişiyle hatırlıyor. Demek ki Lorca, o yıllarda sadece gençlik aşkının hatırlamasına sığınacak kadar özdenlik kurmuştu onunla.
1923’de Madrid’in sanat ve edebiyat dünyasında başlayan dostluğun, kısa sürede yasak, aykırı, tutkulu bir aşka döndüğü görülür. Dali yine uçarı, gösteriş meraklısı ve sınırlarda dolaşan bir kişiliktir. Lorca ise içten ve tutkulu yapısıyla, toplumsal olaylara duyduğu derin ilgi ile öne çıkar. Birbirinden çok farklı bu iki karakterin inişli çıkışlı ilişkilerinde sinemayla ilgilenen Luis Banuel’in ise dostlarının arasındaki bu sevgiye yaklaşımında başlangıçtaki homofobik tutumu dikkat çekmektedir.
Lorca ve Dali’nin birlikteliği kısa sürmüş olsa da, Dali’nin Paris ve Amerika’ya gidişi, Paul Eduard’ın eski eşi Gala ile evliliğine rağmen, birbirlerine karşı ilgilerinin halen devam ettiğini anlarız. Görüşmedikleri yıllarda da uzun uzun mektuplaşmış, birbirlerine resim ve şiir yollamışlardır. İspanyol gazeteci Victor Fernandez, 40 kadar mektuptan geriye sadece 8 tanesinin kaldığını, diğerlerinin imajının zedelenmesinden korkan Dali veya eşi Gala tarafından imha edildiğini yazmaktadır.[3] Lorca’nın Dali için yazdığı iki ünlü şiir bilinmektedir: “Salvador Dali’ye Destan” ve “Küçük Viyana Valsi”…
İlişkinin romantik boyutu kadar, karşılıklı olarak şiir, resim, tiyatro oyunu ve filmlerde kendini gösteren bir sanatsal etkileşim de söz konusudur. Sanat uzmanları Dali’nin “Bal kandan tatlıdır”  dahil 12 eserinde çeşitli biçimlerde Lorca portreleri bulunduğu görüşündedir.
Lorca yaşadığı döneme göre oldukça cesur bir çıkış yaparak 1933 yılında Meksika ve Küba ziyareti sırasında eşcinsel olduğunu açıklamıştı. Bu yüzden Katolik kilisesi kendisini protesto etti.
İspanya iç savaşı başlamış, faşistler ilerlemekteyken Lorca, kendisini çoktan terk edip yepyeni bir hayat kurmuş olan Dali’nin özgürlükten yana safını seçmesi için son bir kez onu ziyaret eder. Öncülüğünü yaptığı “Anti-faşist Aydınlar Birliği” için desteğini aramaktadır. Dali hiçbir tarafa katılmaktan yana değildir, rüzgarın nereden estiğini fark etmektedir, para ve şöhret peşindedir; Lorca’ya karşı duygularının değişmediğini, birlikte yaşamalarını, kendisiyle birlikte Amerika’ya gelmesini teklif eder. Lorca ise isyanın kalbine doğru tercihini yapmıştır.
Yolları artık bir daha kesişmemecesine ayrılacaktır.
Lorca’nın öldürülmesi konusunda Sinem Özlek çok iyi özetlenmiş olarak şunları yazmış:
“… öldürülüşü sonradan sağ basında söylendiği biçimiyle, iç savaşın kargaşası içerisinde istenmeden gerçekleştirilmiş bir kaza, ya da birkaç gözü dönmüş caninin işi değil, kendi içinde oldukça tutarlı ve sistemlice işlenmiş bir cinayettir. Öldürülen kişi, Granada’daki “İspanya’nın en aşağılık burjuvazisiyle” sürekli alay eden bir los putrefactos, maço İspanyol değerleriyle uyum kuramayan bir eşcinsel, Çingeneler, Mağribiler, Zenciler gibi aşağılık kesimlerin destekçisi, kutsal Katolik inançlarına ve aile kurumuna dil uzatan bir şair ve sol düşünceyi savunan bir aydın, yani  darbeyi gerçekleştirenlerin ve onların Granada’daki destekçilerinin kafa yapılarının keskin bir düşmanıdır. Dolayısıyla, onu ortadan kaldırmanın faşist darbenin karakteri açısından sembolik bir değeri olduğu şüphe götürmez.”[4]
Onu tutuklayan ve son kurşunları üzerine sıkan Teğmen Medina şöyle demişti: “Kalemiyle, başkalarının silahlarıyla verdiğinden daha çok zarara yol açtı” ve ekler “İbnenin götünde iki delik açtım!”[5]
Birçok görüntüsü adeta bir tablo gibi çekilen filmin en anlamlı sahnelerinden biri de, Lorca’nın 1936 yılında Granada’da faşistler tarafından kaçırılıp kurşuna dizildiğini radyodan dinleyen Salvador Dali’nin büyük bir üzüntüyle tualini ve kendini siyaha boyamasıydı.
Genel portresine bakınca Dali’nin iç savaştan galip gelen Franko faşizmine şapka çıkarmasına ve ölmeden önceki son yıllarına kadar Lorca ile ilişkisini sır gibi saklamasına insan şaşırmıyor.
..ama yine de onu unutmadığını öğreniyoruz.  Dali, 1989 yılında 85 yaşında henüz ölmeden önce hasta yatağında 34 kiloya düşmüş yatarken; onu oradan oraya taşıyan bakım hemşirelerinden biri diğer anlaşılmaz mırıltılar içinde şu sözleri duymuştu: “…arkadaşım Lorca”[6]
Birbirinden çok farklı yollarda yürüyen bu iki sanatçının birbirlerinin gençlik aşkı olmaları bize insan ilişkilerinin karmaşıklığı ve aşkın kural tanımazlığı hakkında çok şey anlatıyor.
Lorca’nın ismi Franko dönemince yasaklıydı. İsim silme şimdi Dali’ye dönecek mi bilinmez. Katalonyalı Dali veya Andalusialı Lorca’nın isimleri sokak ve meydan levhalarından silinse de silinmese de her ikisinin de isimlerini İspanya’nın modern kültür ve sanat tarihine silinmemecesine kazıdıklarına kuşku yok.
Şairden bahsedip de şiirsiz yolculamak olmaz:
Atlının Türküsü
Kurtuba
Uzakta tek başına

Ay kocaman at kara
Torbamda zeytin kara
Bilirim de yolları
Varamam Kurtuba'ya

Ovadan geçtim yel geçtim
Ay kırmızı at kara
Ölüm gözler yolumu
Kurtuba surlarında

Yola baktım ama yol uzun
Canım atım yaman atım
Etme eyleme ölüm
Varmadan Kurtuba'ya

Kurtuba
Uzakta tek başına

(Çeviri: Melih Cevdet ANDAY - Sabahattin EYUBOĞLU)

[3]  Victor Fernandez,  “Querido Salvador, Querido Lorquito, Epistolario 1925-1935”,http://elpais.com/elpais/2013/06/20/inenglish/1371734269_018888.html
[4] Sinem Özlek ,http://provagunlukleri.blogcu.com/lorca-dosyasi-i/2065123
[5] Metin Kızık, “Lorca'nın kalemi, Dali'nin paleti...”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2009http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/83430/Lorca_nin_kalemi__Dali_nin_paleti....html
[6] Victor Fernandez, agy.


Saturday, February 6, 2016

Buenaventura Durruti (1896-1936)

Efsanevi İspanyol anarşist ve İç Savaş’ta savaşan Buenaventura Durruti’nin biyografisi:

Neredeyse mitik bir figürün hayat hikayesini birkaç yüz kelimeye indirmek kolay bir iş değil. Abartma korkusu olmaksızın, Buenaventura Durruti’nin şahsında İspanyol işçileri ve köylülerinin mücadelesini ve daha özel olarak, İspanyol anarşizminin ruhunu sembolize ettiği söylenebilir.
Durruti 14 Temmuz 1896’da merkez İspanya’da bir şehir olan Leon’da doğdu. Babası bir demiryolu işçisiydi. 14 yaşında okulu bıraktı ve demiryolu manevra istasyonunda tamirci çırağı oldu. Babası gibi sosyalist UGT sendikasına katıldı. Sendika ve işveren arasındaki anlaşmanın hükümet tarafından bozulması sonucunda gidilen 1917 Ağustosundaki grevde aktif rol aldı.
Bu grev bölgede bir genel grev halini aldı. Hükümet orduyu devreye soktu ve üç gün içerisinde grev yapan işçiler ezildi. Birlikler, aşırı bir gaddarlıkla 70 kişiyi öldürürken 500 kişiyi yaraladılar. Grev yapan 2.000 işçi ise hapsedildi.
Durruti, Fransa’ya kaçmayı başardı. Burada, Ocak 1919’daki dönüşünde anarşist CNT sendikasına katılmasında ona ilham veren sürgün anarşistlerle bağlantı kurdu.  Asturya (Asturias) madenlerindeki diktatör işverenlere karşı verilen mücadeleye katıldı ve Mart 1919’da ilk defa tutuklandı. Durruti kaçmayı başardı ve önündeki yaklaşık on beş yılda kendisini CNT ve anarşist hareketin eylemlerine adadı.
Bu yıllarda çeşitli grevlere katıldı ve sürgüne gitmeye zorlandı. İspanyol hükümeti istemeden isyanı “ihraç etti”, zira Durruti ve yakın arkadaşı Francisco Ascaso, Avrupa ve Latin Amerika’da, gittikleri her yerdeki özgürlük mücadelesine mutlulukla katıldılar.
1931 yılında İspanyol Monarşisi çöktü ve Durruti, kızları Colette’e hamile olan Fransız eşi Emilienne ile Barcelona’ya taşındı. Burada, asıl olarak anarşist bir örgüt olan İberya Anarşist Federasyonu’na (FAI) katıldı ve diğer militanlarla beraber “Nosotros” grubunu kurdu. Bunlar, yeni ilan edilen Cumhuriyet’e karşı hiçbir hayale kapılmayan ve sosyal devrime doğru ilerleyişte bunun uygun ve olgun bir an olduğunu düşünen, CNT içindeki radikal eğilimleri olan üyelerdi.
Liberal/reformist Halk Cephesi’nin Şubat 1936’daki seçim zaferi ile Sağ ve Sol, ihtilafa düştü ve Franco’nun 19 Temmuz 1936 tarihindeki askeri darbesine önayak oldular. CNT ve FAI orduya karşı cesaret, organizasyon ve halk hareketiyle karşı koydu, işte bu İspanyol Devrimi’ydi.
İspanya’nın büyük bölümünde, faşistlerin silah ve mühimmat yönünden üstünlüğüne rağmen zafer kazandılar. Anarşistlerin katkıları ülke çapında faşistlere karşı direnişte belirleyici ve Katalonya’da, tek başına isyancıları bastırıcı nitelikteydi. Durruti, buradaki savaşta en gözüpek savaşçılardan birisiydi. Francisco Ascaco da burada hayatını kaybetti.
 
Anarşistlerin hedefi olan işçilerin kontrolü, doğrudan demokrasi ve özgürlük, 24 Temmuz’da Barcelona’da bir gerçeklik olmaya başladı. Durruti silahlı bir kol ile faşistler tarafından işgal edilmiş olan Zaragossa’ya hareket etti. Zorlu savaşların ardından, bu işçi milisler, subaylar veya diğer askeri rütbeler olmaksızın çok daha iyi teçhizata sahip düzenli birlikler karşısında ilerlediler ve Aragon cephesini kurtardılar.
Buna paralel olarak anarşist güçler, Aragon’da tarım kolektiflerinin kurulması şeklinde bir sosyal dönüşümü de desteklediler ancak Komünist ve Sosyalist partilerdeki otoriterleri rahatsız ettiler. Onlara göre, devrim devam ederken savaş kazanılamazdı. Savaş olsun veya olmasın, bu özenti yöneticiler gerçek bir işçi demokrasisini sevmeyeceklerdi.

Aragon’un özgürleşmesinden sonra, Toronto ‘Star’dan Pierre van Passen, Durruti ile bir röportaj yaptı.“Bizim derdimiz” diyordu Durruti, “faşizmi nihai olarak ezmektir. Evet ve hükümete rağmen ezmek. Dünyadaki hiçbir hükümet faşizmle ölümüne savaşmaz.”
“Burjuvazi, elindeki iktidarın parmakları arasından kayıp gittiğini gördüğünde kendisini korumak için faşizme rücu etti. İspanya’nın Liberal hükümeti faşist unsurları uzun süre önce güçsüz hale getirebilirdi. Bunun yerine, taviz verdiler ve ayak sürüdüler. Şimdi bile , bu hükümetin içinde isyancılara yumuşak davranmak isteyen insanlar mevcut.”
Ve burada Durruti güldü. “Mevcut hükümetin, işçi hareketini ezmek için bu isyancı güçlere ihtiyaç duymayacağı söylenemez..
“Biz istediğimiz şeyi biliyoruz. Bizim için, dünyanın bir yerinde, Stalin tarafından, kendi barış ve huzuru için Almanya ve Çin’deki işçileri faşist barbarlara kurban eden bir Sovyetler Birliği’nin olması hiçbir şey ifade etmiyor. Biz devrimi şu anda, İspanya’da istiyoruz, bir sonraki Avrupa savaşından sonra - değil”
“Biz kendi devrimimiz ile Hitler ve Mussolini’ye, bütün bir Rus Kızıl Ordusu’ndan daha çok kaygı veriyoruz. Biz Alman ve İtalyan işçi sınıfına faşizmle nasıl başa çıkacaklarına karşı bir örnek teşkil ediyoruz.”
“Ama” diyerek böldü Passen, kazansanız bile “bir harabenin üzerinde oturuyor olacaksınız.” Durruti ise “biz hep varoşlar ve duvardaki deliklerde yaşadık. Kendimizi bir süre nasıl idare edeceğimizi biliyoruz. Unutmamalısın ki, biz nasıl inşa edeceğimizi biliyoruz. Burada, Amerika’da ve her yerde sarayları ve şehirleri yapan biz işçileriz.”
“Biz işçiler, bunların yerini alacak olanları ve daha iyisini inşa edebiliriz. Biz harabelerden korkmuyoruz. Biz dünyanın mirasçısıyız, buna ilişkin en ufak bir şüphe dahi yok. Burjuva, tarih sahnesinden çekilmeden önce kendi dünyasını yakıp yıkabilir. Biz burada, kalplerimizde, yeni bir dünya taşıyoruz. Bu dünya her dakika büyüyor.”

Durruti, eşitlerinin kendisini gördüğü tek rütbe olan ve tek ayrıcalığı en ön cepheden savaşmak olan bir “elebaşı” olarak, silahlı işçilerin duyguları ve hedeflerini şekillendirmişti. Cesaret dolu yaşamı aynı yılın Kasım ayında sona erdi. Ayın 15’inde 1.800 kişiden oluşan bir güçle Madrid’in savunmasını desteklemeye gelen Durruti, hemen en sıcak bölgeye gitti ve ayın 19’unda silahla yaralandı ve ertesi günün şafağında öldü. İki gün sonra, ayın 22’sinde Barcelona’da Montjuich mezarlığına gömüldü. Tabutunu, anarşizmin kara kızıl bayrağını taşıyan 500.000 kişi taşıdı. Şehrin gördüğü en büyük cenaze korteji Durruti’ye aitti.
Burada, sendikası ve anarşist idealleri için savaşan, kendisi için hiçbir özel ayrıcalık istemeyen; okuduğu ve düşündüğü gibi davranan; seven, hayal eden ve bu dünyayı, içinde doğduğundan daha iyi bir hale getirerek ayrılmaya kararlı bir adam var.


Mikhail Alexandrovich Bakunin

Doğum:  18 Mayıs  1814 Pryamukhino, Rusya – Ölüm:  13 Haziran  1876 Bern, İsviçre.

Anarşist hareket eylemleriyle, düşünceleriyle ve yazılarıyla ünlü olan birçok kadın ve erkek ortaya çıkarmıştır. Ancak belki de bu insanlar arasında en tanınmış olanı Rus anarşisti Mikhail Bakunin’dir.
Anarşistlerin tanrıvari liderleri ya da her şeyi bilen peygamberleri yoktur. Hiç kimse her zaman haklı değildir ve eleştiriden azade olamaz. Hata yapmayan bir kişi ya insan değildir ya da hiçbir şey yapmamaktadır. Eleştiriye kapalı bir kahraman fetişi tuzağına düşmeksizin başka insanların eylem ve düşüncelerinden ilham almak da mümkündür. 
Özgürlüğe Giden İlk Adımlar
1814’de Çarlık Rusya’sında doğan Bakunin, hızlıca adaletsizliğe karşı yakıcı bir nefret geliştirdi. 21 yaşında, üniformalı geçen birkaç yıldan sonra, ordudan istifa etti ve demokratik çevrelere karışmaya başladı. Dokuz sene sonra Paris’te Proudhon ve Marx gibi radikallerle tanıştı. Bu dönemde özgürlüğün ancak tabi uluslarda (subject nations) gerçekleştirilecek devrimlerle bağlantılı olan genel bir kalkışma yoluyla ulaşılacağına dair bir kuram geliştirdi.
Bakunin’in tutkulu demokrasi mücadelesi ve kolonyalizm karşıtlığı onu birçok Avrupa monarşisinin gözünde “bir numaralı halk düşmanı” haline getirdi. 1848’te Polonya’nın bağımsızlığını destekleyen bir konuşma yaptığı için Fransa’dan kovuldu. Bakunin’in özgürlük ile eşitlik tutkusu ve adaletsizlik ile ayrıcalıklara karşı duruşu ona çağının radikal hareketleri arasında olağanüstü bir şöhret kazandırdı.
Bir sene sonra Mayıs İsyanı’nda önderlik rolü üstleneceği Dresden’e gitti. Bu olay onun yakalanmasına ve ölüm cezasına çaptırılmasına sebep oldu. Avusturya monarşisi de Bakunin’i almak istiyordu ve böylece Bakunin Avusturya’ya iade edilerek tekrar ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak cellat, Bakunin’in boynuna ipi geçirmeden önce Rusya, mahkûmun kendilerine iadesini istedi ve Bakunin takip eden altı yılı mahkeme yapılmaksızın Peter ve Paul Kalesi’nde[2] geçirdi. Hapishaneden çıkışını Sibirya sürgünü takip etti.
Sibirya’dan Kaçış
Bakunin 1861’de dramatik bir kaçış yaparak Japonya, Panama Kanalı ve San Fransico üzerinden Avrupa’ya geri döndü! Takip eden yıllarda kendini Polonya bağımsızlık mücadelesine adadı. Daha sonra kendi düşüncelerini yeniden ele almaya başladı. Ulusal bağımsızlık, çalışan halkın özgürlüğünü mümkün kılabilir miydi? Bu soru onu ulusalcılıktan uzaklaştırarak anarşizme yönlendirdi.
1868’de birçok Avrupa ülkesinde birimi olan radikal sendika örgütleri federasyonu, Uluslarası İşçi Birliği’ne (1. Enternasyonal olarak da bilinen) katıldı. Bakunin’in düşünceleri çok hızlı bir şekilde yayıldı ve böylece anarşizmin ünlü bir temsilcisi haline geldi. Bakunin, Marx’ın ekonomik kuramı ile büyük ölçüde uzlaşsa da, onun otoriter politikasını reddetmiş ve böylece Enternasyonal içindeki ana bölünme de Marksistler ve Anarşistler arasında yaşanmıştır.
Marx, sosyalizmin devleti ele geçirerek gerçekleştirilebileceğini düşünürken, Bakunin devletin sönümlenmesini ve özgür işçilerden oluşan özgür federasyonlar temelindeki yeni bir toplumu hedeflemiştir. Bu düşünce kısa zamanda Enternasyonal’in İtalya ve İspanya’daki politikası haline gelmiş, İsviçre, Belçika ve Fransa’da popülerlik kazanmıştır. Ne var ki anarşist düşünceyi yenilgiye uğratmayı başaramadıktan sonra Marx ve onun takipçileri Bakunin’e karşı bir karalama kampanyası başlatarak ona iftiralar attılar. 
Bir Hareket Doğuyor
Bakunin’e karşı getirilen ithamları incelemek üzere bir komite kuruldu ve bu komite oy çokluğuyla Bakunin’i suçlu bularak ihracına karar verdi. Buna karşılık Enternasyonel’in İsviçre birimi ithamların yanlış olduğunu kanıtlayan yeni bir kongre çağrısında bulundu. Bir başka uluslararası konferans da Bakunin’in haklı olduğuna karar vererek, bir azınlık tarafından koyulan her türlü kuralı reddeden anarşist pozisyonu benimsedi.
Yenik düşen Marx ve takipçileri Enternasyonal’in genel konseyini New York’a taşıdılar. Burada Enternasyonal kendisine yönelen tüm ilgiyi kaybetti. Bakunin’in yaşamının son on yılında geliştirdiği düşünceler modern anarşist hareketin temelini oluşturdu. Yaşamı mücadeleyle geçen Bakunin, 1 Temmuz 1876’da İsviçre’de öldü.
Bakunin büyük bir miras bıraktı. Ancak birçok manifesto, makale ve kitap yazmasına karşın asla tek bir bütünlüklü eseri nihayete erdiremedi. Öncelikli olarak bir aktivist olduğu için kelimenin tam anlamıyla yazdığı cümlenin ortasında durarak mücadelelerde, grevlerde ve isyanlarda yer aldı. Bakunin’den sonraki kuşaklara kalan bir fragmanlar koleksiyonu oldu. Bütünlüklü bir eser ortaya koyamamış olsa da Bakunin’in kendi zamanı ile olduğu kadar bugün ile de ilintili olan yazıları yüksek bir kavrayış gücüyle doludur.
Diktatörlük Tehlikesi
Düşüncelerin ve entelektüellerin devrimde, halkın eğitimi ve onların ihtiyaç ile arzularını dile getirme bakımından önemli bir rol oynadığı anlayışını kabul etmekle beraber Bakunin, bir tehlikeye de işaret etmiştir. Entelektüelleri, iktidarı ele geçirme ve proletarya diktatörlüğünü kurma denemelerine karşı uyarmıştır. Ona göre, ne kadar iyi anlamda kullanılırsa kullanılsın küçük bir insan gurubunun çoğunluğun faydası adına hükümet darbesini gerçekleştirmesi ortak duyuya aykırı bir hurafedir. Rus Devrimi’nden çok uzun süre önce Bakunin yeni entelektüeller sınıfının ve yarı-entelektüellerin toprak ağaları ve patronların yerine geçmeyi hedefleyerek halkın özgürlüğünü ilga edebileceği uyarısında bulunmuştu.
1873’te çok isabetli bir şekilde Marksist partinin proletarya diktatörlüğü altında parti liderlerinin hükümetin dizginlerini güçlü ellerde toplayacaklarını ve kitleleri yeni ayrıcalıklı bilimsel ve siyasal bir sınıf kurmak isteyen devlet mühendislerinin emirleri altındaki iki büyük orduya -sanayi ve tarım orduları- ayıracaklarını öngörmüştü.
Bakunin’e göre hükümet, azınlığın yönetim aracıdır. Siyasal iktidar, otoritenin birkaç elde toplanması olduğu sürece Bakunin onun lağvedilmek zorunda olduğunu ilan eder. Onun yerine halk ile iktidar konumları arasındaki ilişkiyi kitlelerin kendi elleriyle, kendi federasyonları ve gönüllü örgütleri yoluyla değiştirecekleri sosyal bir devrim geçmelidir.
“Siyasal iktidar olarak adlandırılan her şeyi ilkesel ve pratik düzlemde tamamen lağvetmek zorunludur. Zira siyasal iktidar varolduğu sürece yöneten ve yönetilen, efendiler ve köleler, sömürenler ve sömürülenler her zaman olacaktır.”[3]
Bakunin’in haklı olmadığını şimdi kim söyleyebilir?
 [1] Bu yazı ilk olarak Workers Solidarity Movement dergisinin 1996 Bahar tarihli 47. sayısında yayınlanmıştır. Yazının online versiyonu şu linkten okunabilir: http://www.spunk.org/library/groups/wsm/sp001362.txt
[2] Bu kalenin öncelikle İsveç ordusunun saldırılarından korunmak için inşa edildiği, daha sonra ise Dostoyevski, Troçki ve Gorki gibi ünlü isimlerin de kaldığı bir hapishaneye dönüştürüldüğü söylenmektedir. (ç.n.)
[3] Bakunin’den alıntılanan bu ünlü paragraf Fransızca yayınlanan Toplu Eserler’in ikinci cildinde geçmektedir. Bknz. Oevres, II, (ed. James Guillaume), Paris P.V. Stock, 1907. s.39 (ç.n.)