Dünya
edebiyatına dev yapıtlar kazandıran Lev Nikolayeviç Tolstoy (Rusça: Лев Никола́евич Толсто́й), asil bir ailenin çocuğu olarak 9
Eylül 1828 tarihinde Moskova’da dünyaya geldi. Ne eğitim hayatında ne de
iş hayatında dikiş tutturamayan yazar; ilk gençlik yıllarında içki ve kadınlara
olan düşkünlüğünün yanı sıra bohem ve sefil bir hayat yaşamıştır.
23 yaşında
orduya girdi ve edebiyatla bu dönemde tanıştı. Onun edebiyata yönelmesinde
Rousseau, Puşkin, Dickens ve Turgenyev’in büyük etkisi olmuştur. İlk
romanlarını para ve ün için yazdı. İlerleyen zamanlarda yüksek sosyeteden bir
kıza tutulduysa da bu aşk başarısızlıkla sonuçlandı.
Ünlüydü,
övgülerin odağıydı; ama mutlu değildi. Hatta intihar etmeyi bile düşündü ve
kurtuluşu ‘’aile hayatı’’nda görüyordu.
Bir gün Sofiya
adlı, kültürlü, lükse ve eğlenceye düşkün, asil bir genç kadına aşık oldu.
1862’de evlendiler, evlendiklerinde Sofiya 18, Tolstoy 34 yaşındaydı.
Evliliklerinin
ilk on beş yılı hem en mutlu hem de en verimli çağlarıdır. Savaş ve Barış ile
Anna Karennina gibi iki dev yapıta işte bu on beş yıl içinde imza attı. Tolstoy
yazıyor, Sofiya onun yazdıklarını kopya ediyordu. Sofiya, eserlerini okuyor;
öğütlerde bulunuyor, Tolstoy bu öğütleri önemseyip yapıtlarında değişiklik
yapıyordu.
Bir gün, neden
olduğunu bilmediğimiz bir sebepten dolayı eşinden nefret etti. Sadece eşinden
değil, çocuklarından ve çalışmaktan da. Hayatla bağları kopma noktasına geldi,
hayranlarından gelen hiçbir mektubu okumaz, hiçbir dostu ile görüşmez oldu. Bu
dönemde hem Tolstoy hem de eşi günlük tutmaya başladılar, ilginç olan ise
birbirlerinin günlüklerini okuyor olmaları idi. Bu durum da ilişkilerini daha
karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale soktu.
Esasında
Tolstoy ile eşi birbirinden oldukça farklıydı. Tolstoy lüksten ve şatafattan ne
kadar nefret ediyorsa Sofiya o denli seviyordu. Para ,
şöhret, zenginlik Sofiya’nın vazgeçilmezleriydi. Tolstoy ise tüm bunlara artık
değer vermiyordu. Ve en kötüsü eşi, Tolstoy’u her şeyden ve herkesten
kıskanıyordu. Kıskançlığı adeta hastalık derecesindeydi. Dostlarını,
hayranlarını, kendi kız kardeşini; hatta kızını bile kıskanıyordu. Bir gün
Tolstoy’un odasında duvarda asılı duran, öz kızının fotoğrafına ateş edecek
kadar tehlikeli bir hal almıştı kıskançlığı.
Günlüğüne
aynen şunları yazmıştı: ‘’Halkla ilişkisi bana tiksinti veriyor, kıskançlıktan
kendimi öldüreceğim.’’ Tolstoy ise bu olanlar karşısında son derece
umutsuz ve çaresizdi. Hayatın güzelliğine olan inancını yitirdikçe, önceleri
inkar ettiği Tanrı’ya sığınıyordu. Hatta bu mutsuzluğu o kadar kronik bir
hal aldı ki cinsel ilişkiden suçluluk duymaya ve kendinden iğrenmeye başladı.
Tolstoy
hayatının son yirmi yılında şanının ve şöhretinin doruklarındaydı. Ona bir
kerecik dokunabilmek, yüzünü bir an görebilmek ve sesini bir nebze de olsun
duyabilmek için hayranları, kapısının önünde kuyruğa giriyordu. Yaşadığı yeri,
hayranları hacca gidercesine ziyaret ediyorlardı. Atı ile gezintiye çıktığında
köylüler, sanki onların güçlü efendisiymişcesine önünde saygı ile
eğiliyorlardı.
Tolstoy tüm
bunlar karşısında ne mi yaptı: Bütün topraklarını ve değerli tüm eşyalarını
dağıttı. Ailesini çok kızdırsa da eserlerinin telif haklarını Rus halkına
bağışladı. Edebi işlerinin başına da dostu Vlademir Çerkov’u getirmesi, eşinin
gururunu kırdı ve onu ziyadesiyle kızdırdı. Ve Tolstoy ile Vlademir Çerkov’un
eşcinsel bir ilişki içinde oldukları iddiasını ortaya attı.
Tüm bunlar yaşandıktan sonraki dört yıl Tolstoy için eşinin azarlamaları, öfkesi, her işinde kusur bulması ve onu incitmesiyle geçti.
Tüm bunlar yaşandıktan sonraki dört yıl Tolstoy için eşinin azarlamaları, öfkesi, her işinde kusur bulması ve onu incitmesiyle geçti.
Günlüklerinden
edindiğimiz bilgilere göre Sofiya, Tolstoy’u, acımasız derecede soğuk ve aşırı
bencil olduğu için suçluyordu. Ona göre Tolstoy, Sofiya’dan ruhen oldukça
uzaktı.
Günlüğünün bir yerine şu satırları yazmıştır: ‘’Çalışma odasının kapısını araladığımda ‘Hiç rahat bırakmıyorsun beni.’ dedi.’’
Günlüğünün bir yerine şu satırları yazmıştır: ‘’Çalışma odasının kapısını araladığımda ‘Hiç rahat bırakmıyorsun beni.’ dedi.’’
Mutsuz olan
sadece Tolstoy değildi, eşi de büyük ızdıraplar içinde kıvranıyordu. Hep eski,
mutlu günlerine özlem duyuyor; o günleri yeniden yaşamak istiyordu. On üç
çocuğundan yedisini kaybetti. Ve bu onun için büyük bir yıkım oldu. İntihara
meyilliydi ve donarak ölmeyi denemiş, başaramayınca da zehir içmeye
kalkışmıştır. Tolstoy ile yaşadığı her olumsuz durumda da intihar fikri beynini
kurcalamıştır.
Tostoy ise
aradığı mutluluğu ve huzuru dünyevi aşkta bulamayınca Tanrı’ya yöneldi ve ilahi
aşkın peşinde koştu. Hıristiyanlığı, Museviliği ve İslamiyet’i inceledi. Ona
göre Hıristiyanlık, yaşama anlam veren bir öğretiydi; ama mezhepler arasındaki
kafir suçlamalarına, aforozlara, inancı tekeline alma ideallerine anlam veremiyordu. Sevgiyi
hayatın gayesi olarak gören Tolstoy, özellikle ‘’öldürme’’yi anlayamıyordu. Bir
fikir belirdi kafasında, yeni bir dinin kurulması, İsa’nın dininin; ama her
türlü mucize ve dogmadan arınmış olarak. Bunun gerçekleşmesi için tüm hayatını
feda edeceğini bile söylemiştir.
Tabii kilise, Tolstoy’a cephe aldı. O zamanlarda eşini, bir kez daha kağıtlarını karıştırırken yakalayınca her şeyi geride bırakarak kaçtı. Tüm her şeyden uzaklaşma yolunu tercih etti. Çünkü hayat artık ona çok ağır geliyordu ve yalnızlığı özlüyordu. Evinin hapishaneden bir farkı yoktu.
Tabii kilise, Tolstoy’a cephe aldı. O zamanlarda eşini, bir kez daha kağıtlarını karıştırırken yakalayınca her şeyi geride bırakarak kaçtı. Tüm her şeyden uzaklaşma yolunu tercih etti. Çünkü hayat artık ona çok ağır geliyordu ve yalnızlığı özlüyordu. Evinin hapishaneden bir farkı yoktu.
Onun şanını,
evini, eşini, çocuklarını bırakarak yalnızlığa ve huzura doğru kaçması aslında
dünyevi hayatı terk etmesi anlamına geliyordu. Çünkü kusursuzluğa ulaşabilmesi
için İncil’in istediği gibi eşini ve çocuklarını terk etmesi, kutsallığa
ulaşabilmek için de mülkiyet ve kazançtan vazgeçmesi gerektiğine inanıyordu.
İnsan ne kadar yalnızsa Tanrı’ya o kadar yakındır fikrine sahipti. Ama
amaçlarını alt üst eden
bir şey olmuştu, bindiği tren daha hareket etmeden kompartımanın önüne onu
görmek isteyen hayranları doluşmuş, ülkenin dört bir yanından gazeteciler onun
peşine düşmüştü.
Yolda
hastalandı, ailesine haber verildi. Hasta yatağında iken tek istediği eşinin
yanına getirilmemesiydi. Ancak bilincini yitirdikten sonra eşi odasına
girebildi ve gözyaşları içinde kocasına veda etti.
Ölürken son istediği eşinin cenazesine gelmemesi idi. 20 Kasım 1910 tarihinde ölürken, son sözleri ise şunlar oldu: ‘’Tanrı her şeyi yoluna koyacaktır, arayınız, her zaman arayınız.’’
Ölürken son istediği eşinin cenazesine gelmemesi idi. 20 Kasım 1910 tarihinde ölürken, son sözleri ise şunlar oldu: ‘’Tanrı her şeyi yoluna koyacaktır, arayınız, her zaman arayınız.’’
By Esen Kartal