‘Milli
Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün
değildi… Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde
kuruldu…’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?
Mesela…
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam
yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye
olamıyorlardı. Mesela… Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı.
Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma
namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi.
Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli
Mücadele döneminde sahip oldu.
Dinin
kullanılması ne kadar sürüyor?
Askerî zafere
kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya
dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de,
“Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela… Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam
milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve
Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra
bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.
İslamiyet
birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?
Birleştirici
unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu
ama… 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun
halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet
dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.
Bugün ciddi
bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek… Neden bizim
ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?
Bizim ordunun
siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne
kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu
kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını
sağlıyor. Zaten ordunun istediği de…
Ordunun asıl
istediği nedir?
Ordunun istediği
de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve
Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi
oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor.
Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik
eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok.
Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede
atılacak adımlara hep ordu karar verdi.
Cumhuriyet
kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?
Bugün 72,5
milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede
muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.
Niye?
Şunu unutmamak
lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da
cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs
olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz
1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.
Atatürk
İstanbul’a niçin küstü?
İstanbul
kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi.
İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde,
Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi
Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun
üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm
ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.
Affediliyor
mu?
Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay
sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu,
Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun
yapısını sormuştunuz… Ona dönersek… Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de
Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir
buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.
Rumelilik ve
Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma
mı var?
Olmaz olur mu?
Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar
idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve
ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran
kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa
Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye
giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa
Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.
Peki,
çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?
Rumelililer
kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir.
Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’
hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba
hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler.
Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların
Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu”
deseydi, bu sözler kabul
edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.
Ama yapılan
yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i
Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?
Yok canım.
Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik
anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu
makamlara getirildiler.
Atatürk hukuk
konusunda bilgili miydi?
Bir kurmay
subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa
için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre
yapılmasını istediği için Enver, eğer
yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de
böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek
gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani
onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.
Anlamadım…
Mesela bir
milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday
göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin
ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.
Böyle bir
meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?
Söyle anlatayım…
Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine
inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele,
kafalarındaki modeli topluma kabul
ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya…
Demokrasiye
hazırlanılmıyor muydu?
Bakın…
Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa,
1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi
niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire
başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı
olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu
geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi
getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.
Peki ordu,
‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?
Sürdürdü.
Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani,
‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir
kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle
uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece,
“Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu
söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda
tutmak lazım.
Padişahın
yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?
M. Kemal’e
geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış.
Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da
Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten
emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle…
Ordu, Atatürk
zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?
Başta da dedim
ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.
Ordu Atatürk’e
karşı darbe yapabilir miydi ki?
Gayet tabii
yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir
şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi…
1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim”
diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.
Daha önce ne
yapıyor o paraları?
Kendi elinde
tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak
kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç
âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti
kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk,
600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce
Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.
Milli Savunma
Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?
Savaş için
ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para
yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.
Başbakan,
sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor?
Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?
“Bu para
yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii,
demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de
bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk
ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta
devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve
atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması
için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.
Orduya bu
ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?
Aslında
Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve,
Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere,
“Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.
Üniformayı
çıkarıyorlar mı?
Çoğu orduda
kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı
muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve
muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı
çıkaranlar tasfiye ediliyor.
Takrir-i Sükûn
Kanunu neydi?
Bu,
dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım… Terakki
Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar
oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları
ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan
yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.
O dönemde
Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?
Tabii. En
büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen
mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız
yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler
alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o
dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı
yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?
Niye mümkün
değil?
Rumların
boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü
güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân
Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya
dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk
tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh
Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.
Şeyh Sait
ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?
İkisi birarada
bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve
oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor.
İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele
sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki
soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu
teşhis bu.
Cumhuriyet’in
kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle
değil mi?
Çok benziyor.
“İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz,
başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması,
muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu
üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.
Ne kadar
sürüyor?
Kanun iki
seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun,
hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her
örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan
kaldırabiliyordu.
Takrir-i Sükûn
döneminde neler yaşandı?
Meclis biri Diyarbakır ’da, diğeri
Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün
Türkiye oldu.
Ayaklanma
Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?
Eee, başka
yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a
varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan
bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait
ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu
kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü
özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır.
Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in
ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?