25/10/2010
Gönüllü-gönülsüz
seçmenleri Erdoğan'ı hoyratlığına, nadanlığına rağmen değil, tam da o yüzden
seviyor bana kalırsa.
Babalık
imgesi, liderlerle ilişkisinde bu toplumun en sorunlu damarlarından birini
oluşturur.
Ömrümüzün uzun baharını kimi babaların gölgesi altında geçirmiş bir toplum olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın, liderlik geleneğimizde yarattığı kopuş üstüne nice çalışmalar bekliyor akademiayı.
O, kendi liderliğinin babayla kopuş temsilini, devletle arasındaki gerilim; statükoyla arasındaki savaşla biçimlendirdi. Uzun süren bir seyire kilitlendik; devletin sopasından bezmiş bir halk olarak onun sıcak delikanlılığıyla ısındık. Bizim adımıza devletten intikamını alacak olan serkeş büyük abimiz için duacı olduk.
Şimdi Zizek’in totaliter demokrasi tanımındaki saptamasını hatırlamamak ne mümkün: “Öznelerin liderlerini takip etmeleri yetmez. Aktif bir şekilde onu sevmeleri de gerekir.”
Tayyip Erdoğan’ın yüzünü okumak, onun liderlik konusundaki kelamını doğru anlamak için yeterli. Aynı yola baş koymuş hırsı kavi, genleri namüsait lider adayı iktidar süprüntüleri tarafından hırpalandıkça, haksızlığa uğradıkça iyice keskinleşmiş, şahin edalı bir bakış. Kendine sonsuz güvenen bir savaşçının her an her şeye meydan okuyan bakışları.
Kendine soru yöneltme cüretini gösteren hadsizlere lisenin alikıranbaşkeseni edasıyla itişerek kısa cevaplar vermeler. Her an herkes tarafından sorgulanıyorum paranoyasıyla ilmek ilmek örülmüş bir kendini savunma nadanlığı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın çift kişiliğinden dem vurmak; kimi konuşmalarına şükranla taşmış gözyaşları dökerken kimi tavırları karşısında, “Yine hırsı-nefreti fazla kaçırmış, yine yanlış naralar atıyor” diye gönül koymamız; yani onda tutarsızlık dediğimiz şey, RTE’nin siyasi hayatını, hayır efendim, asla kısaltmıyor.
Hatırlatmıyor mu?
Bu noktada Adorno’nun bir tahlilini hatırlatmasam olmaz. Tahlilin faşist lider/Hitler nesnesini, demokrasiye geçmemek için taklalar atan bir bahtsız ülkenin en az 30 yılını sultası altına alacağa benzeyen, alternatifsiz bir lider olarak okursanız, gereksiz infiale kapılmazsınız.
Daha ellili yıllara gelmeden, Freud’un ‘Grup Psikolojisi ve Ego’nun Tahlili’ üstüne düşünürken Adorno, odak ilkenin birey ve kitle arasındaki bağın libidinal özelliği olduğunu saptar ve bunu kendi faşizm ve faşist propaganda okumasına izdüşürür. Ailenin çöküşü sonucu, artık baba yegâne koruyucu olmaktan çıkmış, psikolojik olarak da üstün bir sosyal fail olma özelliğini kaybetmiştir.
Adorno’nun saptaması
Adorno da Hitler’in bir baba figürü, bir Kayzer değil bir ‘Führer’, bir ağabey figürü olduğunu saptar. Babanın yerini ve bütün yetkilerini devralan ama onunla fazla özdeşleşmekten kaçınan bir ağabey. Böylelikle faşist lider ve kitlesi arasındaki libidinal bağ, özdeşleşmeye ve narsisizme izin veren bir ilişki iklimi yaratır. Takipçisi, liderinde olmak istediğini görür. Dolayısıyla faşist liderin, bendelerinin günlük hayatından fazla kopmadan, ürkütücü bir farklılık göstermeden varlığını sergilemesi gerekmektedir. Kendini takip edenlere benzemeli ve bu benzerliği hissettirmelidir. Adorno, Hitler’in imgesini de bu stratejiyle açıklar. Ona göre Hitler kendini King Kong ile bir taşra berberi kırması olarak sunar. Faşist lider, kendini takipeden küçük adamların bütün kolektif
tıynetlerini daha geniş ve zengin biçimde kendisinde birleştiren bir ‘büyük
küçük adam’dır. Adorno’nun o zamanlar yeterince ciddiye alınmamış faşist lider
analizi tam da bu nokta üstüne kuruludur: “Hitler, ucuz soytarılıklarına rağmen
değil tam da bu nedenle, sahte vurgulamaları ve maskaralıkları yüzünden sevilmiştir.”
En can alıcı nokta
Faşist liderin ağabey olarak imgesinin en can alıcı noktası da baba karşısındaki ikirciktir. Babanın yerine geçip aynı zamanda onun iktidarını tehditeden
‘Ağabey’, iktidar adına babanın asla izin vermeyeceği kolektif şiddete de onay
verir, hatta kışkırtır.
Erdoğan’ın yeri geldiğinde haykırdığı, “Lider olunmaz, lider doğulur” şiarı da kaçınılmaz olarak kendinde sınırsız haklar vehmeden doğuştan seçilmiş bir liderin dokunulmazlık garantisi oluyor.
Gönüllü-gönülsüz seçmenleri de Erdoğan’ı hoyratlığına, nadanlığına rağmen değil, tam da o yüzden seviyor bana kalırsa. Burnundan kıl aldırmayan, mahallenin güçlüsü bir ağabey gerek gizlice gerek iştiyakla seviliyor. Ortada bir tutarsızlık görenler; bildik parametreleri eriten AKP karşısında teçhizatsız kalıyor, bildiklerinin kekemesi oluyorlar.
AKP, sınıflar arası, kimlikler arası kutuplaşmaları karşılıksız ilan edip bütün toplumun ilgisini laik-dindar eksenine çekerek tehlikeli kutuplaşma ihtimallerini berhava etmiş oluyor.
Erdoğan, geçen gün yaptığı bir konuşmada, haddini bir kez daha zorluyordu: “Önce kadınların kendi dayanışmasını sağlamamız gerekiyor. Bakıyorsun bir başörtülü bayan kalkıp başı açık olan bayan için her türlü mücadeleyi vereceğim diyor ama öbür tarafta başını örtmeyen hanım kardeşim kalkıp başörtülü için ‘Ben de senin için bu mücadeleyi vereceğim’ demiyor. İşte sıkıntı bu”, buyurduklarından birkaç cümle.
Bütün hanım kardeşlerinden üçer çocuk doğurmalarını, onca protestoya rağmen yüzü hiç kızarmadan ısrarla talep etmişliği olan Başbakan, şimdi de sadece başı açık hanım kardeşlerine görevlerini hatırlatıyor. Kadınların kendi dayanışmalarını sağlayacağız ya.
Feministlerin payı
Şimdiye kadar, üniversitelerde ve çeşitli platformlarda türban yasağına karşı canla başla mücadele vermiş olan sosyalist, feminist kadınlar ve onların direniş tarihi, elbette Başbakan’ın ilgi ve kayıt alanına girmiyor. Türbana özgürlük mücadelesinin görünürlük kazanmasında hakları gasp edilen öğrencilerle birlikte, onların yanı başında mücadele vermişlerin payını görüp de ne olacak.
Yiğit ağabeyimiz, kadınları başı açıklar-kapalılar diye iki kutupta değerlendirmenin politik yararlarına inanmış bir kere.
İyi-dindar Kürtler ve kötü dağlı Kürtler ayrımından bir sonuç alamadan kadınları ‘dayanışmacı mağdur başı örtülüler’le ‘bencil tuzu kuru başı açıklar’ olarak iki hücreye yerleştiriyor. Böyle olduğunda bakımı daha kolay değil mi bu türün?
Erdoğan’ın dayanışmadan ne anladığını tahmin etmek güç değil.
Çünkü başı açık-kapalı kadınların bu dünyaya karşı ortak itirazlarını seslendirecekleri güçlü bir dayanışma hattı, Başbakan ve temsil ettiği adamların ucuz kahramanlıklarının, hoyrat şefkatsizliğinin alanını yerle bir eder.
Ömrümüzün uzun baharını kimi babaların gölgesi altında geçirmiş bir toplum olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın, liderlik geleneğimizde yarattığı kopuş üstüne nice çalışmalar bekliyor akademiayı.
O, kendi liderliğinin babayla kopuş temsilini, devletle arasındaki gerilim; statükoyla arasındaki savaşla biçimlendirdi. Uzun süren bir seyire kilitlendik; devletin sopasından bezmiş bir halk olarak onun sıcak delikanlılığıyla ısındık. Bizim adımıza devletten intikamını alacak olan serkeş büyük abimiz için duacı olduk.
Şimdi Zizek’in totaliter demokrasi tanımındaki saptamasını hatırlamamak ne mümkün: “Öznelerin liderlerini takip etmeleri yetmez. Aktif bir şekilde onu sevmeleri de gerekir.”
Tayyip Erdoğan’ın yüzünü okumak, onun liderlik konusundaki kelamını doğru anlamak için yeterli. Aynı yola baş koymuş hırsı kavi, genleri namüsait lider adayı iktidar süprüntüleri tarafından hırpalandıkça, haksızlığa uğradıkça iyice keskinleşmiş, şahin edalı bir bakış. Kendine sonsuz güvenen bir savaşçının her an her şeye meydan okuyan bakışları.
Kendine soru yöneltme cüretini gösteren hadsizlere lisenin alikıranbaşkeseni edasıyla itişerek kısa cevaplar vermeler. Her an herkes tarafından sorgulanıyorum paranoyasıyla ilmek ilmek örülmüş bir kendini savunma nadanlığı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın çift kişiliğinden dem vurmak; kimi konuşmalarına şükranla taşmış gözyaşları dökerken kimi tavırları karşısında, “Yine hırsı-nefreti fazla kaçırmış, yine yanlış naralar atıyor” diye gönül koymamız; yani onda tutarsızlık dediğimiz şey, RTE’nin siyasi hayatını, hayır efendim, asla kısaltmıyor.
Hatırlatmıyor mu?
Bu noktada Adorno’nun bir tahlilini hatırlatmasam olmaz. Tahlilin faşist lider/Hitler nesnesini, demokrasiye geçmemek için taklalar atan bir bahtsız ülkenin en az 30 yılını sultası altına alacağa benzeyen, alternatifsiz bir lider olarak okursanız, gereksiz infiale kapılmazsınız.
Daha ellili yıllara gelmeden, Freud’un ‘Grup Psikolojisi ve Ego’nun Tahlili’ üstüne düşünürken Adorno, odak ilkenin birey ve kitle arasındaki bağın libidinal özelliği olduğunu saptar ve bunu kendi faşizm ve faşist propaganda okumasına izdüşürür. Ailenin çöküşü sonucu, artık baba yegâne koruyucu olmaktan çıkmış, psikolojik olarak da üstün bir sosyal fail olma özelliğini kaybetmiştir.
Adorno’nun saptaması
Adorno da Hitler’in bir baba figürü, bir Kayzer değil bir ‘Führer’, bir ağabey figürü olduğunu saptar. Babanın yerini ve bütün yetkilerini devralan ama onunla fazla özdeşleşmekten kaçınan bir ağabey. Böylelikle faşist lider ve kitlesi arasındaki libidinal bağ, özdeşleşmeye ve narsisizme izin veren bir ilişki iklimi yaratır. Takipçisi, liderinde olmak istediğini görür. Dolayısıyla faşist liderin, bendelerinin günlük hayatından fazla kopmadan, ürkütücü bir farklılık göstermeden varlığını sergilemesi gerekmektedir. Kendini takip edenlere benzemeli ve bu benzerliği hissettirmelidir. Adorno, Hitler’in imgesini de bu stratejiyle açıklar. Ona göre Hitler kendini King Kong ile bir taşra berberi kırması olarak sunar. Faşist lider, kendini takip
En can alıcı nokta
Faşist liderin ağabey olarak imgesinin en can alıcı noktası da baba karşısındaki ikirciktir. Babanın yerine geçip aynı zamanda onun iktidarını tehdit
Erdoğan’ın yeri geldiğinde haykırdığı, “Lider olunmaz, lider doğulur” şiarı da kaçınılmaz olarak kendinde sınırsız haklar vehmeden doğuştan seçilmiş bir liderin dokunulmazlık garantisi oluyor.
Gönüllü-gönülsüz seçmenleri de Erdoğan’ı hoyratlığına, nadanlığına rağmen değil, tam da o yüzden seviyor bana kalırsa. Burnundan kıl aldırmayan, mahallenin güçlüsü bir ağabey gerek gizlice gerek iştiyakla seviliyor. Ortada bir tutarsızlık görenler; bildik parametreleri eriten AKP karşısında teçhizatsız kalıyor, bildiklerinin kekemesi oluyorlar.
AKP, sınıflar arası, kimlikler arası kutuplaşmaları karşılıksız ilan edip bütün toplumun ilgisini laik-dindar eksenine çekerek tehlikeli kutuplaşma ihtimallerini berhava etmiş oluyor.
Erdoğan, geçen gün yaptığı bir konuşmada, haddini bir kez daha zorluyordu: “Önce kadınların kendi dayanışmasını sağlamamız gerekiyor. Bakıyorsun bir başörtülü bayan kalkıp başı açık olan bayan için her türlü mücadeleyi vereceğim diyor ama öbür tarafta başını örtmeyen hanım kardeşim kalkıp başörtülü için ‘Ben de senin için bu mücadeleyi vereceğim’ demiyor. İşte sıkıntı bu”, buyurduklarından birkaç cümle.
Bütün hanım kardeşlerinden üçer çocuk doğurmalarını, onca protestoya rağmen yüzü hiç kızarmadan ısrarla talep etmişliği olan Başbakan, şimdi de sadece başı açık hanım kardeşlerine görevlerini hatırlatıyor. Kadınların kendi dayanışmalarını sağlayacağız ya.
Feministlerin payı
Şimdiye kadar, üniversitelerde ve çeşitli platformlarda türban yasağına karşı canla başla mücadele vermiş olan sosyalist, feminist kadınlar ve onların direniş tarihi, elbette Başbakan’ın ilgi ve kayıt alanına girmiyor. Türbana özgürlük mücadelesinin görünürlük kazanmasında hakları gasp edilen öğrencilerle birlikte, onların yanı başında mücadele vermişlerin payını görüp de ne olacak.
Yiğit ağabeyimiz, kadınları başı açıklar-kapalılar diye iki kutupta değerlendirmenin politik yararlarına inanmış bir kere.
İyi-dindar Kürtler ve kötü dağlı Kürtler ayrımından bir sonuç alamadan kadınları ‘dayanışmacı mağdur başı örtülüler’le ‘bencil tuzu kuru başı açıklar’ olarak iki hücreye yerleştiriyor. Böyle olduğunda bakımı daha kolay değil mi bu türün?
Erdoğan’ın dayanışmadan ne anladığını tahmin etmek güç değil.
Çünkü başı açık-kapalı kadınların bu dünyaya karşı ortak itirazlarını seslendirecekleri güçlü bir dayanışma hattı, Başbakan ve temsil ettiği adamların ucuz kahramanlıklarının, hoyrat şefkatsizliğinin alanını yerle bir eder.