Thursday, May 31, 2012

ANNAN Planının Uygulanması Şiddeti Kışkırtanların Siyasi İradelerini Gerektiriyor

ANNAN Planının Uygulanması Şiddeti Kışkırtanların Siyasi İradelerini Gerektiriyor

Mayis 31, 2012

NEW YORK – Suriye'nin BM Daimi Temsilcisi Beşşar Caferi, BM'nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan planının uygulanmasının Suriye hükümetinin değil şiddeti kışkırtan, silahlı terör gruplarına silah, para ve Suriye dışında barınak temin edenlerin siyasi iradelerini kullanmalarını gerektirdiğini belirtti.
Uluslar arası güvenlik konseyinin Suriye konusunu tartıştığı oturumun ardından basın toplantısı düzenleyen Caferi, Annan planının şiddetin tüm taraflarca durdurulmasını öngördüğünü, kimlikleri açıklanan bazı tarafların Suriye'ye silah kaçırmayı sürdürmeleri ışığında söz konusu tarafların bu noktaya saygı göstermesi gerektiğini ifade etti.
Suriye hükümetinin planı uygulama konusunda ciddi olduğunu söyleyen Caferi, fakat farklı seçenekler sunan tarafların plana saygı göstermeyen ve başından itibaren başarısızlığını ilan eden aynı taraflar olduğuna dikkat çekti.
BM Temsilcisi, Cumhurbaşkanı Beşşar el-Esad'ın Annan'la yaptığı görüşme sırasında tüm tarafların plana uyması, silahlıları finanse etmeyi ve Suriye'ye silah kaçırmayı durdurması gerektiğini hatırlattığına değinerek " büyükelçilerin oturum sırasında yaptıkları konuşmaların çoğunluğu dengeliydi. Büyükelçiler Huvla'da yaşanan olaylar başta olmak üzere Suriye'deki durumu daha dikkatli ifadelerle değerlendirdiler" dedi.
Suriye hükümeti ve halkının Huvla'da yaşanan korkunç katliamdan dolayı şoka uğradığını bildiren BM Daimi Temsilcisi, "yaşanan katliamlardan hiç kimse Suriye halkından daha fazla rahatsız olmamıştır. Çünkü hayatını kaybeden çocuk, sivil ve askerler halkımızın evlatlarıdır. Katliamda 26 asker ve subay şehit düştü" diye konuştu.
Caferi, Huvla katliamını çirkin, korkunç ve haksız olarak nitelendirirken katliamı işleyenlerin Suriye adaletinin önüne çıkarılıp yargılanmaları gerektiğine dikkat çekti.
Katliamın ulusal komisyon tarafından soruşturulduğuna ve komisyonun çalışmalarını iki gün içinde sonlandıracağına işaret eden Caferi, soruşturma sonuçlarının tüm dünyaya duyurulacağını ve katliamın faillerinin mutlaka ortaya çıkacağını ifade etti.

Uluslar arası Toplum Terör Gruplarına Silah Temin Edip Barındıranları Belirlemeli

Uluslar arası toplumdan Annan planına aykırı faaliyetlerde bulunup silahlı terör gruplarını silahlandırıp barındıranları belirlemesini talep etti.

BM Temsilcisi Caferi, Huvla katliamının yaklaşık bir yıl önce başlayan Suriye krizinin başlangıcını oluşturmadığını söyleyerek güvenlik konseyindeki büyükelçilerin bir kısmının yüksek bir sorumlulukla Suriye'de üçüncü bir unsurun, silahlı grupların bulunduğunu kabul ettiğini, Suriye'nin bir yıldan bu yana bunu açıklamaya çalıştığını kaydetti.
BM Temsilcisi, Suriye halkının bazı Arap ve bölge ülkelerinin yanı sıra bir kısım dünya ülkeleri tarafından korunan, eğitilen ve finanse edilen silahlı terör gruplarıyla karşı karşıya olduğuna dikkat çekti.
Caferi, Suriye'nin BM Genel Sekreteri, uluslar arası güvenlik konseyi üyeleri ve BM ajanslarına bazı silahlıların adı ve kimlikleri, Suriye'ye kaçırılan silahların miktarı ve türü ve kaçırılma tarihi konusunda yüzden fazla mektup gönderdiğinin altını çizdi.
Lübnan yönetiminin Libya'dan gelen ve Suriye'deki silahlılara ulaştırılması planlanan silahlarla yüklü bir gemi yakaladığını hatırlatan Caferi, Suriye'de Libya ve Tunus uyruklu 26 teröristin yakalandığına, öldürülen yabancı teröristlerin de kimliklerinin açıklandığına işaret etti.
BM Daimi Temsilcisi, Selefi Suriyeli bir muhalifin üç gün önce Lübnan televizyonlarından birine Cidde'den canlı yayına bağlanarak Türkiye'den gelmekte olan Lübnanlı vatandaşları Suriye topraklarından kaçırma sorumluluğunu üstlendiğine değindi.

Suriye Tehlikeli Silahlı Terör Gruplarıyla Mücadele Ediyor

"Bu nedenle daha fazla kanıt sunmaya gerek yok. Çünkü herkes Suriye'nin tehlikeli silahlı terör gruplarıyla mücadele ettiğini biliyor" diye ekledi.
Caferi, "Almanya Büyükelçisi kendisinin ve hükümetinin Huvla'daki Suriyeli çocuklara gösterdiği önemi dile getirirken UNIFIL güçlerine bağlı deniz birliklerinin Libya'dan gelen silah yüklü geminin Lübnan deniz sularını geçmesine izin verdiğini unuttu" diye belirtti.
Bir kısım ülkelerin Suriyeli Büyükelçi ve diplomatların görevlerine son vermesi konusunda ise Caferi, diplomasinin yaptırım, herhangi bir ülkeye saldırma ya da diplomatlarını kovmaya değil uluslar arasında diyaloga dayandığını ve uzlaşmacı siyasi çözümler bulma görevi taşıdığını söyleyerek bu davranışların Suriye krizine yönelik gerçek niyetleri ortaya koyduğunun altını çizdi.
Bazı tarafların Huvla katliamından Suriye hükümetini sorumlu tutmaları konusunda ise Caferi, "BM Genel Sekreteri Yardımcısı Herve Ladsous hükümeti suçlamamış sadece şüphelerini dile getirmiştir. Emin olmakla kuşku içinde olmak arasında büyük bir fark var. Ulusal soruşturma komisyonun iki gün içinde açıklayacağı sonuçlar her şeyi açığa çıkaracak" dedi.
Suriye'nin BM Daimi Temsilcisi Caferi; eli kanlı teröristlerin yakın bir süre içinde Homs kırsalındaki Huvla, Teldo ve Şomariye bölgelerinde 3 ayrı katliam işlediklerinin altını çizerek, bu katliamlarla fitneyi körükleme ve uluslararası kamuoyunun tepkisini toplamayı hedeflediklerini söyledi.
Güvenlik Konseyinin Suriye ordusunun çekilmesini talep eden son başkanlık bildirisine de değinen Caferi, Suriye yönetimin orduyu çektiğine dikkat çekerek "fakat bir ironi yaşanıyor. Sivilleri korumak için ordu ve güvenlik güçlerini konuşlandırdığımızda eleştirilere maruz kalıyoruz. İnsanları katleden silahlı gruplarla mücadele etmediğimiz zaman sivilleri korumadık diye eleştiriliyoruz. Hükümetin sivilleri korumak için güvenlik güçlerini konuşlandırmasını gerektiren durumlar ortaya çıkıyor" diye konuştu.
Körfez ülkeleri hükümetlerine ve Suriye'de iç savaşı alevlendirmek isteyen ülkelere Annan planının başarısızlığına bel bağlamama çağrısında bulunan Caferi, Suriye hükümetinin meşru siyasi muhalefeti ulusal diyaloga çağırdığını, fakat düşman hükümet ve ülkelerin silahlı grupları ve Suriye dışındaki muhalif kanadı diyaloga girmemeye teşvik ettiğini vurguladı.
Caferi, bazı tarafların bölünmüş muhalif grupları şiddeti durdurmaya çalışan Suriye hükümetine şantaj yapmak amacıyla birleştirmeye çalıştığına işaret ederek şiddeti durdurmaları için silahlı terör gruplarına ve bu gruplara destek veren Arap ve bölge ülkelerine baskı yapma zorunluluğuna dikkat çekti.
Bazı büyükelçilerin silahlı teröristlerin varlığını itiraf etmeleri konusunda ise Caferi, bazı büyükelçilerin Suriye'nin yaklaşımına ortak olurken bir kısmının barışı ve güvenliği koruma yönünde sorumsuzca davrandıklarını ifade etti.

Suriyelilerin Kanı Üzerinden Ticaret Yapmaya Son Verilmeli

BM Daimi Temsilcisi, farklı seçeneklerden söz eden büyükelçilerin gerginliği tırmandırma amacı taşırken aynı zamanda Annan planına aykırı davrandıklarını belirterek planın başarılı olması için tüm tarafların plana eşit şekilde bağlı kalmaları ve Suriyelilerin kanı üzerinden ticaret yapmaya son vermeleri gerektiğine vurgu yaptı.
Caferi, güvenlik konseyindeki diplomatların makul ve kabul edilebilir çözümlere ulaşmak için konseyde bulunduklarına dikkat çekerek "Suriyelilere gerçekten yardım etmek istiyorlarsa, Suriyelilerin gerginliği tırmandırmayı durdurma ve Suriye hükümetine muhaliflerle diyalog masasına oturma yolları konusunda yardım etmekle ilgili mesajlara ihtiyacı var. Bunlar benim değil Suriye hükümetinin yöneteceği siyasi süreçten söz eden Annan'ın ifadeleridir." diye belirtti.
Jeffrey Feltman'ın BM'de üst düzey bir göreve getirilmesi konusunda ise Caferi, BM Genel Sekreterinde bu konuda herhangi resmi bir mektup almadığını bildirerek bu durumun gerçekleşmesini gerginliğin tırmandırılmasının göstergesi olarak kabul etti.
Caferi, "BM'nin görevi uluslar arası topluma ajandalar dayatmak değil uluslar arası ajandaları uygulamaktır. Üst düzey görevlerde yer alacak tarafsız ve adil uzmanlara ihtiyacımız var" dedi.
Diyalogun Şam'ın dışında gerçekleşme ihtimali konusunda ise BM Temsilcisi, hükümetin Çin ya da Rusya'nın müzakerelere ev sahipliği yapma önerisini kabul ettiğini, fakat muhalefetin dış kışkırtmalarla bunu reddettiğini bildirerek topun Suriye'nin değil başkalarının sahasında olduğunu ifade etti.

Çurkin: Silahlı Gruplar Annan Planını İhlal Etmek İçin Her Fırsatı Değerlendiriyor

Diğer yandan Rusya'nın BM Daimi Temsilcisi Vitali Çurkin, silahlı terör gruplarının Annan planını ihlal etmek için her fırsatı istismar etmeyi sürdürdüklerini söyleyerek terör gruplarının vatandaşları ve hükümet yetkililerini katletme, el yapımı bombalar yerleştirme gibi eylemlerine işaret etti.
Çurkin, güvenlik konseyinin oturumu ardından düzenlediği basın toplantısında, Annan planının uygulanmasında hiçbir ilerleme kaydedilmediğine dikkat çekerek Suriye hükümetinin planın uygulanması konusunda nispeten bir ilerleme kaydettiğine işaret etti.
Muhalefetin siyasi diyaloga katılmayı şiddetle reddettiğini belirten Rus temsilci, bazı tarafların hala dış müdahale çağrısı yaptığını ve Suriye içinde terör grupları silahlandırma çabalarını sürdürdüğünü ifade etti.
Çurkin, Suriye'ye yasa dışı yollarla silah kaçırma çabalarının sürmesinin endişe verici olduğunu dile getirerek silahlı gruplara en iyi silahların temin edilmesi ışığında bazı tarafların daha ciddi hareket etmelerini gerektiğini kaydetti.
Güvenlik konseyinin gözlemciler heyeti konusunda aldığı iki karara uymak ve saygı göstermek gerektiğini söyleyen Çurkin, Annan planına saygı göstermeyen ve çatışmayı militarize etmeyi sürdüren taraflara baskı yapma önemine vurgu yaptı.
Rus Temsilci Çurkin, yaptırımlardan söz etmenin olumsuz olduğunu belirterek Rusya'nın Suriye'de siyasi çözümü desteklediğini ve tek taraflı bir destek sunmadığını bildirdi.
Başka seçenekleri öne sürmenin bölgede vahim sonuçlar yaratacak felaket senaryosundan ibaret olduğunu ifade eden Çurkin, tüm ülkelere Annan planına uyma ve herhangi bir icraat almadan önce dikkatle düşünme çağrısında bulundu.
Bununla birlikte Çurkin, muhalefete silah temin eden ülkeleri seçeneklerini gözden geçirmeye ve eylemlerinin sonuçlarını değerlendirmeye çağırdı.
Rusya'nın diğerleri ne yaparsa yapsın Suriye'yi savunmayı sürdürüp sürdürmeyeceğine ilişkin soruyu yanıtlayan Çurkin,"Rusya Suriye, Suriye halkı, Rusya ve uluslar arası toplum için doğru olanı yapacaktır" dedi.

Tuesday, May 29, 2012

Duvar Dergisi



Duvar Dergisi Üzerine İzlenimler
Derviş Aydın Akkoç
 Söze şu sıralar dergilerde pek görünmeyen bir ismin, İsmail Mert Başat’ın kısa ama kuvvetli bir yazısını özetleyerek başlamak istiyorum. İ. Mert Başat, SBF kökenli bir şair; ayrıca 68’ kuşağından. Kendisiyle yıllar evvel İzmir’de bir kez karşılaşma fırsatım olmuştu. Oradan buradan uzun uzun konuşmuştuk. Başat’ın talebelik döneminde, ki memleketin hararetli yılları, Mahir Çayan’larla arkadaşlığı olmuş. Bu arkadaşlığa ilişkin anıları hevesle dinlediğimi hatırlıyorum. Hatta kendisinde Çayan’ın el yazmalarının olduğundan da söz etmişti. Hangi yazıların nüshasından bahsetmişti, doğrusu anımsamıyorum şimdi. Ama herhalükarda kıymetli bir ganimeti muhafaza ediyor olmanın hissi içindeydi. Bu da çok normal tabii. Mütevazılığı ve samimiyeti ise hâlâ zihnimde... O yaşına rağmen yerinden kalkıp çay ikram etmesi, misafirperverliği, tane tane konuşması, sözlerindeki sıcaklık, sadelik, bilgi ile kurulan, iktidar duygusunu kapı dışarı eden o eda… Tüm bunlar Başat’ın bendeki imgeleri… Ömrü uzun ve sağlıklı olsun diyorum, bu girizgâh vesilesi ile. Şiir ve doğal olarak edebiyat, hakiki bir politik derttir Başat’ta. Şiiri kapitalizmin, küreselleşmenin karşısına bir direniş yatağı olarak çıkarır, hem de hiç tereddüt etmeden. İtiraz Yazıları adlı kitabındaki şu çözümleme mesela: “Şiir, pek çok açıdan, özgürlükle özdeş bilinir. Şair şiirini metalaştırdıkça, şair çıkar amacı içerdikçe, şiir bu özdeşlikten uzaklaşır”. Tespitler tartışmaya mahal bırakmaz: Şair yerini bilmeli, Turgut Uyar’ın o sessizce işleyen devrimci retoriğine başvuracak olursak “adam olmalıdır”. Şiiri ve edebiyatı özgürlükle bağlantılı olarak düşünmek, dün olduğu gibi bugün de sol edebiyatın şanındandır.

Okul Olarak Dergiler

Başat’ın sözünü ettiğim kitabında, dergi çıkarmakla ilgili kısacık bir yazı var: “Bir Dergi Çıkarmak, Bir Kurum Yaratmak”. Kendisi de, vakti zamanında çıkan Türkiye Yazıları adlı derginin (ki 12-13 bin tiraja ulaşmıştır) mutfağında yer almıştır. Dolayısıyla dergi çıkarmanın müşkülatını, sıkı organizasyon gerektiren işleri içeriden biliyor. Sözgelimi derginin yayın politikasının belirlenmesi; dokümantasyon çalışması, fotoğraf, karikatür, desen çıkarma; yazıların değerlendirilmesi ve yazı stoklarının oluşturulması; abonelik işlemleri, matbaa gel-gitleri; dergileri poşetleme-adresleme-postalama (dergi poşetleme-postalama işini Birikim’de Kerem Ünüvar yapıyor her ay, bir keresinde denk gelmiştim, masasının üzerinde dergiler, adresler, poşetler yığılıydı, kırmamış, o eşikte ağırlamıştı beni). Bu gibi işler, dergi çıkarmadaki görünmeyen emektir. Velhasıl okur bir dergiye raflarda ulaşır, bir küçük yanlışlık gördüğünde de insafsızca kıyıcı eleştirilerde bulunur ama neticede tüm bu işleri yapanlar da insanlardır, onların da türlü sıkıntıları, yorgunlukları, işlerine yabancılaşmaları vardır. Elbette dergi, okurun huzuruna en az kusurla çıkmalıdır. İsmail Mert Başat, dergi çıkarmanın ve en az kusura ulaşmanın “kurumlaşma” ve “ekip çalışması” ile mümkün olabileceğini belirtiyor. Türkiye’de çıkan dergilerin genellikle kısa ömürlü olmalarının nedenini de, bu iki unsurun yokluğu ile açıklıyor. Haklılık payı çok yüksek saptamalar bunlar. Yazısında dergi çıkarmanın zorluklarına işaret ederken, “genç arkadaşların gözünü korkutmak istemiyorum” yollu bir şerh düşer hemencecik. Zira bu zorlukları dile getirirkenki amacı, “kültürel yaşama dâhil olan her derginin kimliğini sağlam kurması, uzun yıllar yaşamasıdır.” Dergiler uzun yıllara yayılan bir ömre sahip olmalıdırlar. Başat’a göre, “dergiler gerçek birer okuldurlar, bu okul yalnızca eğitim-öğretim süreci sağlamakla kalmaz, iyi bir örgütlenmenin ve bunun bilgilerinin yatağını oluşturur. Ve bugün, büyük sermayenin kontrolündeki ‘profesyonel’ dergilerin dışında bağımsız ama öz ve estetik niteliklerini önceleyen ve amatörlüğün tözü ile yol alan dergilere her zamankinden çok gereksinimimiz var”. Soldaki büyük yenilgiyi, geri çekilişi düşünecek olursak, kültürel bir faaliyet olmanın ötesine taşan bu ihtiyacın nasıl da yakıcı bir hale geldiği su götürmezdir.

Yeni Bir Derginin Doğumu

Bu gereksinimin karşılanması hususunda bir dergi yayın hayatına başladı. Mart ayında, yeni bir edebiyat dergisi göründü: Duvar. Başat’ın sözünü ettiği, aslında Turgut Uyar’dan mülhem “efendimiz acemilik”, yani “amatörlüğün tözü” derginin ruhunu oluşturuyor bence. Peşinen söyleyeyim ki, bir okur olarak beni en fazla umutlandıran da dergideki bu amatörlük ruhu. Holding dergilerinin şaşaasına karşı, gösterişsizliği kılavuz etmiş bir dergi Duvar. Yazılar, şiirler, değiniler su gibi okunuyor, rahat ama bir o kadar da kışkırtıcılar. Yanlış anlaşılmasın, yayın kurulu zaten yıllardır bu işin içinde olan insanlar: Akif Kurtuluş, Süreyyya Evren, Ali Çakmak, Yılmaz Varol, Enis Akın… Derginin kurucu kadrosu yayın serüveninin uzun soluklu olacağı duygusunu uyandırıyor kişide. Dilerim böyle de olur. Militan ruhlu yazarlar hepsi. Çıkış yazıları da bu militan ruhu ele veriyor: “Derginin adı Duvar. Hâlâ bir özgürleşme imkânı adına, varoş çocuklarının, kolları ve hafızası façalı şehrin kötü çocuklarının, sistemle yaralanmışların öfkelerini, hayallerini, aşklarını çizdikleri grafitilerini, aforizmaları ve öylesine kurşunkalem yazıları anmak adına, Duvar dedik.” Burada tek tek yazıları sıralamayacağım. Metin Kaygalak’ın, Süreyyya Evren’in, Ali Aydemir’in şiirleri, şiirin ölümünden dem vurulan bir evrede, şiir adına insanı heyecanlandırıyor… Yılmaz Varol’un Cemal Süreya incelemesi çok samimi. Süreya’yı okura daha bir sevdiriyor, yeniden okumaya heveslendiriyor. Dersim kıyımından güç bela kurtulmuş, Kürtçeden sürülüp Türkçeyi yurt edinmiş, ana bellemiş bir şairin acının üstesinden nasıl geldiğini çok lirik bir tarzda anlatıyor. Enis Akın’ın Hilmi Yavuz eleştirisi de dikkate değer. Zira küfretmeden, kara çalmadan, bunun yerine argümanlar öne sürerek, bağlam içine oturtup meseleyi şahsileştirmeden eleştiri yapmanın çok güzel bir örneğini sunuyor. Bir sosyal bilimler öğrencisi olarak, bu metottaki rikkatten çok şey öğrendim. Umarım bu tarz eleştiri metinlerine derginin ilerleyen sayılarında da rastlanır.

Yazılarla ilgili bir küçük eleştiri olarak şunu belirteceğim. Derginin ilk yazısı olan, siyaset bilimci Wendy Brown’dan aktarılan duvarlarla ilgili çeviri parçasından söz etmek istiyorum. Bu metin (kitabın kendisini göz önüne aldığımızda) tamamıyla bağlamsız, sırf kitabın adında geçen duvar kelimesinden ötürü dergiye alınmış. Wendy Brown bu çalışmasında günümüzün hâkim küreselleşme ve evrensel demokrasi söylemlerine rağmen, devlet, iktidar ve sermaye mekanizmalarının durmaksızın duvarlar ördüğünden, bu duvarlar vasıtasıyla da, -Balibar’ın ifadesiyle- “sınır rejimlerini” muhkemleştirdiğinden, hayatı daha bir katlanılmaz kıldığından, özgürlüklerin altını oyduğundan söz ediyor. Yani derginin çıkış yazısında kast edilen duvar mecazına taban tabana tezat teşkil eden kötü duvarlardan bahsediyor. Bir başka ifadeyle sokaklarda, caddelerde sıralanan ve muhaliflerin hislerini kazıdıkları duvarlar değil, düpedüz kapitalizmin güdümünde örülen somut ve siyasi duvarlardır söz konusu olan. Demem o ki, kanımca bir başyazı olarak, yanlış tercih?

Hayatın Değiştirilmesi Arzusu ve Duvar

Cemal Süreya “Edebiyatımızda Dergiler” başlıklı metninde, Türkiye’de dergilerin dönemlere göre hangi saiklerle yayın dünyasında arzı endam ettiklerini açıklar. 300’e yakın dergiyi titizlikle incelemiştir Cemal Süreya. Bu incelemelerden kimi sonuçlar çıkarır, aslında dergileri tarihselleştirir. Buna göre, dergilerde “edebiyat kavramlarının yanı sıra, 1930’lara kadar tarih terimleriyle, 1940’lara kadar felsefe terimleriyle konuşulmaktadır; 1950’den sonra toplumbilim terimleri, 1960’dan sonra da ekonomi terimleri öne gelecektir”. Bu dönemselleştirmeden hareketle şunu söylemek mümkün: saf edebiyat dergisi hiçbir zaman çıkarılmamıştır, edebiyat mutlaka ve her defasında başka alanlarla ilişki içinde olmuştur. Süreya’ya göre, “edebiyat dergilerinin hemen hepsinde hayatın değiştirilmesi isteği görülür”. Bu istek 1960’lardan sonra, daha bir sola kaymıştır. Duvar’da da bu isteğin izleri görülüyor. Bir farkla ki, hayatı değiştirme isteğine 1980 sonrasının sızısı, yenilgisi de sirayet etmiştir. Yenilginden çıkışın, toparlanma isteğinin işaretleri de Çıkış yazısının satır aralarında mevcut. Ezcümle Duvar bir edebiyat dergisi ama tıpkı geçmişte olduğu gibi politik dertleri de olan bir dergi. Bu politiklik bana kalırsa nostaljik bir algının tezahürü değil, zira derginin kurmayları yenilginin sonuna kadar farkında, zaten bir noktada da amaç yenilginin muhasebesini edebiyat cephesinden gerçekleştirmek: “kuşatmayı yarmak, değerlerin yeniden ele alınmasını, gözden geçirilmesini ve taşınmasını gerektiriyor.” Değerlerin, bir vakitler dünyayı değiştirmek isteyenlerin sahip oldukları değerlerin yeniden değerlendirilmesi ve nihayet yeniden yola düzelme amacı… “Suya değil duvara yazma”, yani silinip gidene değil, kalıcı olana yaslanma, hissiyatı ve fikriyatı duvarlara kazıma… Duvar dönemin Ant, Eylem, Adımlar, Yurt ve Dünya, Yürüyüş gibi köktenci sol dergilerinden değil, bende daha ziyade Cemal Süreya’ların, Tomris Uyar’ların çıkardığı Soyut dergisinin o güzelim havasını uyandırdı. Muhalefeti-siyaseti estetiğe yedirerek, kör göze parmak hesabı Kötülüklerden bahsetmemesinden ötürü oluştu bu his.

Son olarak, Yeni Şafak yazarlarından Ömer Lekesiz, Duvar’a ‘hoş geldin’ derken, kendi kavlince yayın politikasına inceden inceye bir ayar vermeye çalışıyor, dergideki militanlığa çatıyor, kaş kaldırıyor. Şu ifadeleri dile getirirken dergiyi alıcı gözle okumadığı, şöyle bir göz gezdirdiği anlaşılıyor: “Duvar vesilesiyle şu olguya yeniden tanık olduğumu da inkar etmiyorum: Yerellikle evrensellik arasında Kemal Tahir kadar olsun optimum bir seviyeyi tutturamayan Sol edebiyatçılar, -edebi teamüller planında- kendi zamanlarının ilerisine geçmeye kalkıştıklarında posta düşmekten, geçmişin imgeleriyle bir hayali yeniden canlandırmaya kalkıştıklarında geride kalmaktan (ve her iki durumda da marjinalleşmekten) kurtulamıyorlar. Duvar’ın durumu da aşağı yukarı böyle.” (Yeni Şafak, 28 Mart). Dergiyi külliyen okuyan bir okur olarak, derginin neyin gerisinde kaldığını, neyin ilerisine sıçramak istediğini, bu esnada da nasıl marjinalleştiğini doğrusu çıkaramadım. Yerellik-evrensellik, Doğu-Batı gibi sahte ve yapay ikilikler muhafazakâr kavrayışın hâlâ sola yönelik eleştirilerinin belkemiğini teşkil ediyor ya, insan şaşırmadan edemiyor. Bir de Sol edebiyat diye dönüp dolaşıp Kemal Tahir’in örnek gösterilmesi de ayrıca bir tuhaf, Murat Belge’nin Tahir’deki milliyetçi damarları bunca ifşa etmesinden sonra…

Hâsılı, Duvar’ı okumalı, politik ve edebi söz adına şu karanlık günlerde az biraz da olsa, umutlu ve iyimser olmalı…ALINTI

Monday, May 28, 2012

“Nietzsche bir anarşistti”

“Nietzsche bir anarşistti” – Emma Goldman’ın Nietzsche Dersleri

1913 ile 1917 arasında, Emma Goldman Birleşik Devletlerin başından sonuna Nietzsche ve onun teorilerinin çağdaş anarşist meseleler bakımından önemini konu alan kamuya açık bir dizi ders verdi. Bu dönem boyunca hepsinde, Los Angeles’tan New York’a, en azından yirmi üç kez, Nietzsche’nin düşüncesiyle ateizm, devlet-karşıtlığı ve (Birinci Dünya Savaşı bağlamı göz önünde tutulursa) milliyetçilik/militarizm-karşıtlığı temalarının ilişkisi üzerine göründü.

O halde Goldman’ın Nietzsche değerlendirmesi yalnızca kamusal bir kayıt sorunu gibi görülebilir ve Nietzsche’nin anarşizmle ilişkisi hakkındaki iddialarının kesin niteliğini tespit etmek için yalnızca bu derslerin metinlerine danışılması gerekir; ne yazık ki mesele bu değildir. Goldman’nın yayınladığı anarşist bir gazete olan Mother Earth’ün[1] (Toprak Ana) yazıhanesine yapılan polis baskınları yüzünden, fitne çıkaracağı ya da Amerika’nın savaş çabasının altını oyacağı farz edilen her türlü materyale el konulmuştur. Anlaşılan, Goldman derslerinin kopyalarını kendisi de araştırmış, fakat başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[2] Böylece, Nietzsche konuşmalarının asıl metinleri gelecek kuşaklara ulaşamamıştır.

Buna rağmen, varolan diğer kaynaklar Goldman açısından, Nietzsche’nin modern bir anarşist praksis oluşturmak bakımından temel önemde olduğu düşüncesini ve bunun yanında kendi yolunu oluştururken kendisinin de doğruladığı gibi Nietzshe’ye olan borcunu ortaya çıkarmamızı mümkün kılar. Goldman’ın denemelerinde baştanbaşa ona kısa göndermeler vardır. Fakat derslerden yıllar sonra, 1930’da yayınlanmış olan otobiyografisi Hayatımı Yaşarken, Nietzsche’nin onun üzerindeki oluşturucu etkisinin, yalnızca entelektüel değil kişisel yaşamında da açıkça görülen bir teşvik sağladığını belirginleştirir. Aynı zamanda o dönemden hayatta kalan, onun birkaç Nietzsche dersine ilişkin Özgür Toplum ve Toprak Ana gibi gazetelerin sağladığı hayatta kalmış çeşitli anlatımlar da var. Düş kırıklığına yol açan üstünkörülüklerine rağmen bu bilgiler, bu konu üzerine genel içeriği ve derslerinin gidişatı hakkında bazı fikirler verirler.

Hem otobiyografisi hem de denemelerindeki Nietzsche ile ilgili yorumlarını birleştirdiğimiz zaman bu eleştiriler, Goldman’ın derslerinde bu filozof hakkında söylenmesi gereken şey olarak yalnızca geriye kalan ipuçlarını elde etmemize yardımcı olur. Böyle yaparak, anarşist teori ve pratiği şekillendirmede Nietzsche’nin düşüncesinin önemli bir rolü olduğu anlayışı çıkarılabilir ki her şeye rağmen, Goldman bunu ifade etmekte çok sıkıntılıydı.

Goldman, Nietzsche’nin eserleriyle olan ilk karşılaşmasını, kısa bir süreliğine geçici olarak kaldığı Viyana dönemine, 1895 ile 1899 arasında orada hemşirelik ve ebelik üzerine çalıştığı yıllara tarihler.[3] Çalışmalarından ayrı olarak aynı zamanda gizlice anarşist toplantılara katıldığı ve ders verdiği Londra’yı ve Paris’i ziyaret etmiş ve bu münasebetle, devrimci çevre arasında uluslararası bir ün kazanmaya başlamıştır. Bu şekilde, Kropotkin, Louis Michel ve Malatesta gibi şöhretli anarşistlerle tanışmaya başlamıştır; fakat otobiyografisi de kanıtlıyor ki, bu dönemde yaptığı okumalar sayesinde tanıştığı yazarlar arasında Nietzsche, anarşist oluş bakımından öbürleri kadar önemliydi onun için.

Kültürel nitelikli şeylerin -müzik, drama, edebiyat- devrimci bakımdan daha doğrudan politik nitelik taşıyan şeylerle eşit olanaklara sahip olduğuna dair ısrarı ile bu birbirine benzerdi. Örneğin, Avrupa’dayken, anarşist toplantıların dışında, Wagnerci operalara devam etmiştir, Elenora Duse’nin sahnedeki icrasını görmüş ve Levy Bruhl ve Sigmund Freud’un derslerini dinlemiştir. Burada aynı zamanda, Henrik Ibsen, Gerhart Hauptmann ve von Hofmannsthal’ın yanında Nietzsche’nin de eserlerini keşfetmiştir. Goldman bu yazarları, özellikle “eski değerleri aforoz ederek fırlatıp atmaları”[4] nedeniyle över ve anarşist ruhla uyumlu bir hareket olarak destekler. Gerçekten, yukarıda bahsedilen bu isimler o dönemde Avrupalı avangartlar tarafından övülmekteydiler. Bir entelektüel, yazar veya sanatçı kendisini bir “modern” ve zamanın ruhu (zeitgesit) ile uyumlu olarak düşünmek için onların çalışmalarından haberdar (au fait) olmalıdır. Nietzsche, yüzyıl-sonu (fin-de-siècle) bohemleri tarafından özellikle Almanca konuşan dünyada, ikona kırıcılığın bir örneği olarak görülmeye başlandı. Ezici geçmişin ahlakının, dininin, geleneklerinin ve kurumlarının döküntülerini ve ağırlığını temizlemeyi gerektiren bir peygamber olarak görüldü. 19. yüzyılın sonunda bu, insanın miraslarını ve geleneklerini, “baba”ya ait olan eski dünya düzenini reddetmesiyle ilgiliydi; fakat bu fenomen, bilhassa Alman Dışavurumcuları arasında Birinci Dünya Savaşına kadar sürdü.[5]

Bir anarşist olarak, yine de, Goldman heveslerinde olağandışıdır; ve bir kadın ve Yahudi olmanın buna ilave etkenleri göz önünde tutulduğunda, Nietzsche’ye olan ilgisi belki de çok daha dikkate değer. Yine de, kültürel olarak zamanına uygun olmak, onu tersine siyasal olarak zamana aykırı kılar; tıpkı o sırada ona en yakın anarşist olan Ed Brady ile (“genç ikona kırıcıların en cüretkârı”[6]) Nietzsche hakkındaki heyecanını paylaşmayı denediğinde olduğu gibi. Ona, esrime içinde “Avrupa’daki yeni edebiyat ruhu”nun temsilcisi Nietzsche ve onun “dilinin büyüsü, görüşlerinin güzelliği”[7] üzerine mektuplar yazmıştır. Bununla birlikte: “Ed’in yeni sanat konusunda benim duyduğum coşkuyu paylaşmadığı anlaşılıyordu… Temelsiz kitaplar okuyarak enerjimi boşa harcamamamı öğütlüyordu. Doğrusu beni hayal kırıklığına uğratmıştı ama kendisi okuma fırsatı bulunca, yeni edebiyatın devrimci ruhunu takdir etmekten geri kalmayacağını düşünerek teselli buldum”.[8]

Goldman yıllar sonra Amerika’daki Nietzsche derslerinin izleyicileri için de aynı umudu taşıdı; ve Brady gibi diğer anarşistlere göre devrimlerin politik olduğu kadar kültürel de olması gerektiği anlaşılamazdı. Ne var ki, Brady ve ilişkileri için, kısa süre sonra farkına vardığı gibi, hiç umut yoktu. Edebiyatın yanı sıra politika hakkındaki düşünceleri de “klasik” çamura saplanmıştı ve dönemin diğer anarşistleri gibi, o da insanın bir başkasıyla yapacağı herhangi bir şeyin nasıl olacağını göremedi. Hayatımı Yaşarken’de, Goldman’ın Brady ile olan ilişkisini nasıl ve neden bitirdiğini anlatan bölümü uzun uzun alıntılanmaya değerdir çünkü onun hem anarşist hem de ‘modern’ olarak duruşu hakkındaki alakalı kanaatlerinin gücünü tasvir eder.

Nietzsche sebep oldu buna… Bir akşam… James Hunekerle genç arkadaşlarımızdan, yetenekli bir ressam olan P. Yelineck de oradaydı. Aralarında Nietzsche’yi tartışmaya başladılar. Büyük filozof şaire duyduğum hayranlığı ve yapıtlarının bende yarattığı etkiyi dile getirerek ben de katıldım tartışmaya. Huneker şaşkınlığını gizleyemeyerek, “propogandadan başka bir şeye ilgi duyacağımı zannetmemiştim.” dedi. “Anarşizmin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyorsun da ondan” dedim. “Yoksa hayatın her alanını ve her çabayı kapsadığını, eskiyi, zaman aşımına uğramış değerleri ise yıktığını bilirdin.” Yelineck, sanatçı olduğu için anarşist olduğunu; tüm yaratıcıların anarşist olması gerektiğini, çünkü yaratıcı ifade için özgürlüğe ve ferahlığa ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Huneker sanatın “izmler”le bir ilgisi bulunmaması gerektiği düşüncesindeydi. “Nietzsche de şahsında bunu kanıtlıyordu zaten” diyordu. “O bir soylu, ideali ise üstinsan, sürü içinde yer alan sıradan insanlara ilgi duymuyor, güvenmiyor onlara.” Nietzsche’nin bir toplum kuramcısı değil, bir şair, bir isyancı ve bir yenilikçi olduğuna dikkati çektim. Soyluluğu ne doğuştan ne de kesedendi; ruhuydu soylu olan. Bu nedenle de Nietzsche anarşistti, tüm gerçek anarşistler soyluydu bana göre.[9]

Burada Goldman, daha sonra denemelerinde ve derslerinde yapacağı gibi, Nietzsche’nin yanlış anlaşılmayla karşı karşıya olan fikirlerini ve bunların önemini savunur. Brady’nin yanıtı aşina olduğu bu direnişin tipik bir örneğidir:

“Nietzsche bir ahmak” dedi. Hastalıklı bir beyni var. Onu sonunda pençesine alan deliliğe doğuştan mahkûmdu zaten. On yıl geçmeden unutulup gidecek; sözde modernler de aynı akıbete uğrayacak. Geçmişteki büyük değerlerle kıyaslandığında bunlar birer kukladan başka bir şey değil.”[10]

Bu hadise üzerine öfkelenen Goldman Brady’den ayrılmaya karar verdi: “Sen eskiye saplanmışsın. N’apalım, orada kal! Ama beni de tutabileceğini sanma… Seni kendimden koparmak pahasına da olsa kendimi kurtaracağım.”[11] Belli ki Goldman’a göre, Nietzscheci tüm değerlerin değeraşımı (transvaluation) görevi onu tutkuyla yüreklendiriyordu. Hem “modern” hem de anarşist bir projeyi gerçekleştirmek için, her şeyi sorgulamaya sormaya ve/veya kendisi için ne kadar güç olursa olsun reddetmeye açıkça istekliydi.

Bu olaydan hemen sonra, Goldman Özgür Toplum dergisi çevresine dayanan anarşist çevre tarafından düzenlenen bir konferans turuna başladı. Bunun parçası olarak, Şubat 1898^de Philadelphia’da, tüm ahlak ve kanun sistemlerinin baskısını tartışırken Nietzsche’yi zikrettiği “Ahlakın Temelleri”[12] başlıklı bir konuşma sundu. Özgür Toplum onun yorumlarına dair bir malumat verir:

Yoldaş Goldman, tüm ahlakın, ahlakçılarca “materyalist anlayış” olarak görülen, başka bir deyişle egoya dayandığı düşüncesini sürdürdü. Goldman, Putların Alacakaranlığı’nda “Şimdiki ahlakımız, tarifsiz ölçüde zarara sebep olan yozlaşmış bir özel durumdur.” Diye yazan Nietzsche ile tamamen uyum içinde olduğunu söyledi.[13]

Goldman, Kropotkin ve Lacassagne’yi zikrederken de, “Devletin ve Kilisenin, tüm ahlaki davranışların temeli olarak kullanılacak ahlak kurallarını düzenleme hakkını reddetti.” Bu siyasal referansları edebi olanlarla yan yana yerleştirme manevrası, Goldman’ın dolambaçlı pratiğinin tipik bir örneğidir ve sanatsal ifadenin açıkça politik broşürlerden bile daha büyük kavrayışlar ve devrimci esinler sağlayabileceğine olan inancının kanıtıdır.

Goldman, daha sonraki makalelerinde propagandadan, yani saf politik söylemden ziyade sanata ve edebiyata daha derin bir etki atfetti. Toprak Ana adlı aylık anarşist dergiyi yayımlarken, 1906’dan sonra, “toplumsal açıdan anlamlı” sanat anlayışı sunmanın yanı sıra teori tartışmaları için kısmen bir forum sağlamayı umdu.[15] Bu tutum Anarşizm ve Diğer Denemeler’in 1911’deki önsözünde en açık ifadesini bulur:

Harikalar yaratan kişiye olan büyük inancım sözden ibaret değil. Düşünceyi veya hatta duyguyu uyandırmaktaki yetersizliğinin farkına vardım. Yavaş yavaş… Sözlü propagandanın en iyi durumda insanları uyuşukluklarından sarsmanın bir aracı olduğunu görmeye başladım: uzun süreli bir tesir bırakmaz… İnsanın duygularını ifade etmesinin yazılı biçimiyle tamamen farklı olduğunu da… Yazar ile okuyucu arasındaki ilişki daha içtendir. Doğru, kitaplar sadece olmasını istediğimiz şeylerdir; daha doğrusu, anlam çıkarmaya çalıştığımız şeylerdir. Sözlü anlatımla kıyaslandığında yazının önemini daha iyi gösterebiliriz.[16]

Bu sebeplerden dolayı, Goldman, Nietzshe’nin seçtiği- şiirsel, edebi, hatta düşsel- anlatım tarzlarının, ifade ettiği şeyin asıl içeriği kadar temel önemde olduğunu sürekli olarak yineler. Onun bu düşünceleri, siyasal söylemin sınırları hakkında önemli bir kavrayış sunarlar ve bugün hala anlamlıdırlar.

Goldman’ın, hem makalelerinde hem de konferanslarında, Brady’nin dirençli önyargılarıyla yüz yüze geldiğinde yaptığına çok benzer şekilde Nietzscheci kavramları savunduğu tekrar tekrar keşfedilebilir. Amerika’nın Birinci Dünya Savaşına girmesinden hemen önce dolaşımda olan Nietzsche’nin fikirleri hakkındaki belirli talihsiz yanlış yorumları -Nazilerce daha sonra bir araya getirilerek, filozofun uzun süre sonra entelektüeller ve sanatçılar arasında rehberlik edici bir güç olmasını sona erdiren yanlış yorumları- temizlemeye hevesliydi. Bu yanlış yorumlar temelde Nietzshe’nin en çok bilinen ve tartışmalı kavramı olan Üstinsan ve yanı sıra Goldman’ın Stirner’inkine yakın olarak gördüğü “aristokratik” tipteki bireycilikle ilgili fikirlerine ilişkindir. Bu yüzden, Nietzsche’nin cahilce yanlış okumanuşlarıyla karşılaştığı zamanki düş kırıklığını anlatır:

Okuyucular arasındaki yaygın olan en cesaret kırıcı eğilim, yazarın fikirlerinin ve kişiliğinin ölçütü olarak bir yapıttan bir cümleyi koparıp almaktır. Örneğin Freidrich Nietzsche, güçsüzden nefret eden biri olarak kınanmıştır, çünkü o Üstinsana inanmıştır. Bu üstinsan görüşünün, aynı zamanda bir zayıflar ve köleler ırkı doğurmayacak bir toplum durumunu istediği, bu dev zihnin yüzeysel yorumcularının aklına gelmez.[17]

Stirner’i bireycilik etiketiyle “herkesin kendi adına hareket ettiği, şeytanın geride kalanı kapıp götürdüğü” şeklindeki alçaltılmış formüle indirgeyen “aynı dar görüşlü tutumu” küçümsemeye devam eder.[18]

Aynı şekilde, Hristiyanlık (ya da daha erken döneminde reddettiği Yahudik) yerine tanrıtanımaz olduğunu resmen ilan ederken “geçmişin ölü toplumsal ve ahlaki değerlerini aşmayı üstlendiğini” bildiren Goldman, kendi muhalif duruşunu Nietzsche ve Stirner’in bireyciliğine dayandırır.[19] Her iki filozofun da Hıristiyanlığa karşı olduğunu iddia eder çünkü:

Onun içinde habis bir köle ahlakını, yaşamın reddini, kuvveti ve kişiliği oluşturan tüm unsurları yok edicisini gördüler. Doğru, Nietzsche, ayrıcalıklı bir azınlık için olan efendi-ahlakı lehine, Hıristiyanlığın tabiatındaki köle-ahlakı fikrine karşıydı. Fakat ben, onun efendi düşüncesinin mevki, kast ya da servet bayağılığıyla hiç ilgisi olmadığını öne sürmeye cesaret ediyorum. O daha ziyade, insani olanakların içindeki efendiliği, yeni ve güzel şeylerin yaratıcısı haline gelmeyi öğrenebilmesi için eski gelenekleri ve aşınmış değerleri alt etmesine yardımcı olabilecek olan insandaki efendiliği kast ediyordu.[20]

Bu kaygılar Goldman’ın 1913–1917 dönemi sırasında gerçekleşen sonraki büyük ders dizilerinde tekrarlanır. Bu yıllardaki konuşmalarının birçoğu özel olarak Nietzsche veya doğrudan onunla ilişkili konular üzerinedir.[21] Her ne kadar bu derslerin metinleri günümüze kadar ulaşmamış olsa da, eldeki kısıtlı kaynaklardan açığa çıkıyor ki başlıkların bazen belirli bir izleyici topluluğuna göre uyarlanmasına veya daha güncel hale getirilmesine rağmen konuşmaların içeriğinin hemen hemen aynı olabilir. Örneğin, çeşitli zamanlarda, “Nietzsche, Avrupa Savaşı’nın Entelektüel Fırtına Merkezi”, “Freidrich Nietzsche, Büyük Savaş’ın Entelektüel Fırtına Merkezi” veya “ Nietzsche ve Alman İmparatoru” üzerine verdiği derslerde olduğu gibi.[22]

Diğer zorunlu askerlik ve savaş karşıtı eylemleriyle birlikte bu dersler, Alexander Berkman ile zorunlu askere almaya engel olmak için gerçekleştirdikleri “komplo” suçlamasıyla tutuklanmaları, ve sonrasında yeni komünist Rusya’ya talihsiz sürgünleriyle en sonunda (Amerika’nın Birinci Dünya Savaşına katıldığı yıl) 1917’de sonuçlandı.

Bu dizideki diğer konuşmaları, Nietzsche’nin düşüncesinin çeşitli çağdaş anarşist kaygılarla ilintili olmasıyla ilgilidir: bireycilik, tanrıtanımazlık, devlet-karşıtlığı ve ahlak-karşıtlığı. Gerisi, doğrudan Nietzsche ile ilgili olmamasına rağmen, Goldman’ın -örneğin, kadınların oy hakkı, doğum kontrolü, özgür aşk gibi- toplumsal meselelere dair tartışmaları Nietzscheci/Stirnerci bireycilik kavramlarıyla canlandırma isteğine delalet eder. Onun da değindiği gibi, “Çoğunluğa inancımın olmayışı, bireyselliğin imkânlarına duyduğum inancım tarafından belirlenmiştir. Yalnızca, bireysellik, ortak bir amaç için kendisine eşlik edecekleri seçmekte özgür hale geldiği zaman bu kaos ve eşitsizlik dünyasının dışında düzen ve uyumu ümit edebiliriz.”[23]

Goldman, 25 Temmuz 1915’te San Francisco’da Toprak Ana’da özet olarak anlatılan “Nietzsche, Savaşın Entelektüel Fırtına Merkezi”[24] isimli konuşma verdi. Bu anlatımdan, Goldman’ın, filozofun düşüncesine ilişkin “Avrupa’da halihazırdaki katliamdan sorumlu tutulması … gereken ‘Güç İstenci’ni savunan adam” suçlaması da dahil yeterli bilgi sahibi olmayan suçlamalara karşı koyma göreviyle hala kendisini yeniden karşı karşıya yüze bulduğu açık. Toprak Ana’daki haber, Goldman’ın bu gibi yanlış iddialarla ne şekilde uğraştığını nakleder:

Bayan Goldman, Freidrich Nietzsche’nin “üstinsanı”nın -eğer herhangi bir şekilde ortaya çıksaydı- şu anki standartların gözden geçirilmiş bir kavranışından ortaya çıkması gerektiğine; Nietzsche’nin görüşünün bugünün kavramlarının üstünde ve ötesinde olduğuna işaret eder… Bizim “aristokrasi” diye adlandırdığımız, zayıflığın üniformalı alametine karşı Nietzsche’nin tavrını göstermek için, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten alıntı yapmaktadır… Hiç kimse, Bayan Goldman’ın yorumunun, Nietzsche’yi basiretsiz tutkuların tarafında sayabileceğini duymamaktadır. Şunu açık hale getirmiştir: Nietzsche, şu anda zorlukla düşünülebilir derinlikleri idrak etmekten yanadır; ve bu gerçeğe itiraz edenler sadece Friedrich Nietzsche’yi anlamadıklarını kanıtlarlar. [26]

Goldman “Kıskançlık: Sebepleri ve Muhtemel Çareleri” adlı tarihsiz bir makalesinde de benzer bir noktaya işaret eder:[27]

“İyinin ve kötünün ötesindeki” filozof Nietzsche, şu anki ulusal nefret ve makineli tüfekli yıkımları suçlarının faili olarak suçlandı; ama yalnızca sadece kötü okurlar ve kötü talebeler onu bu şekilde yorumlarlar. “İyinin ve kötünün ötesinde”, kovuşturmanın, yargılamanın, öldürmenin ötesinde vs. anlamlarına gelir. İyinin ve Kötünün Ötesinde kendimize benzemeyen, farklı olan tüm ötekilere dair anlayışla birleşerek bireysel iddiaların gerisindeki manzarayı gözlerimizin önüne serer.[28]

Toprak Ana 1915 yılında Philadelphia’da verilen “Freidrich Niezsche, Avrupa’nın Entelektüel Fırtına Merkezi”[29] başlıklı bir dersinde Goldman’ın yine bu konu ile uğraştığını raporlar. Gazete şöyle yorumlar;

Şu anda Nietzsche, (onu okumamış ve okusalar bile anlayamayacak olan) uluslarla bireylere, hep kendini düşünen merhametsiz acımasızlığın ve açgözlülüğün her türlü biçimi için bir özür sağlar. “Ben bir Nietzscheciyim” demek çok büyük bencilce davranışların hafifletilmesi demektir. Fakat gerçek Nietzsche’nin sentetik yorumu ve onun felsefi bir açıklaması için, insan Emma Goldman’ı sessizce dinler.[30]

Goldman’a has birşey olarak görülen bu konu bu gazetecinin yorumundan da görülebilir: “Bayan Goldman bu derste diğerlerinden daha fazla bize kendisini gösterir. bu konuyla daha uyumlu bir konuşmacı nadiren bulunur.”[31]

Ve Goldman, her türlü güncel olayla bağlantılı olan, zamanının en acil meseleleri ve tartışmalarıyla kendi gözde konusuyla uyumlu hale getirmekten fazlasına muktedirdi. Ne var ki bu, kesinlikle onun sadece moda haline gelmiş meseleleri hemen benimsemesi durumu değildi. Her zaman Goldman’ın kendi gündemini oluşturduğu ve anarşist praksis açısından kendi önceliklerini belirlediği açık bir duyarlılık vardı.

Onun derslerinde ve denemelerinde düşüncesini ayırıcı kılan, Kropotkin’ci kolektivizmle Nietzscheci bireyciliğin bir harmanlamasına tanık oluruz. Kendiliğin (self) önceliğini ve özerkliğini savunurken eşzamanlı olarak, topluma dair kadın meseleleri, çocukluk dönemi, eğitim, cinsiyetler arası ilişkiler gibi meselelerle de ilgileniyordu. [32]

Fakat özerk kendiliğin kolektif adına kurban edilmemesi üzerindeki ısrarı, onun duruşunu komünizm ya da sosyalizmden veya kitleleri ya da işçileri devrimci bir ışık altında gören sendikalizm gibi belirli anarşizm türlerinden ayrı tutan budur. Bunda her zamanki gibi Nietzsche onun örneğiydi:

Freidrich Nietzsche devlete soğuk canavar adını verir. O, modern diktatörlük kılığındaki iğrenç canavarı ne diye adlandırsaydı? Bu yönetim şimdiye kadar, bireye hemen hemen hiç hareket alanı vermemişti; fakat yeni Devlet ideolojisi savunucuları bu kadarını bile bahşetmez. “Birey hiçbir şeydir” diye ilan ederler, “göz önünde tutulan şey topluluktur”. Hiçbir şey, yeni ilahın doymak bilmez iştahını bireyin tamamen teslim olmasından daha fazla tatmin etmeyecektir.[33]

Fakat Goldman, kendisinin “bireysellik” dediği şeyi hâkim Amerikan ideolojisinin sevgilisi “arızalı bireycilik” kavramından de ayırt etmeye de gayret eder.[34] Bu ikincisini, “sadece bireyi ve onun bireyselliğini bastırma ve yenilgiye uğratma girişimi”, “bir avuç çıkarcı üstün insana hizmet etmeleri için insanları köle sınıfı olarak sürüleştirirken tamamen efendiler için ‘bireycilik’” ifade eden bir doktrin olarak reddeder.[35] Benzer bir tema, 1917 Mayısı’nda New York’ta verdiği “Devlet ve Güçlü Muhalifleri: Freidrich Nieztsche, Max Stirner, Raplh Waldo Emerson, David Thoreau ve Diğerleri” başlıklı dersin konusu olabilirdi.[36]

Bir anarşist ve aynı zamanda Rusça (Litvanyaca), Almanca ve Yiddişçe konuşan bir Yahudi kadın göçmen olarak Goldman’ın düşünceleri, açıkça entelektüel, kültürel ve dilsel bakımdan örneğin Benjamin Tucker tarafından icra edilen Amerikan radikalizminden ayrıdır. Amerikan muhalif mirasının belirleyici özellikleri Protestanlık, Emerson’un ve Thoreau’nun bireyciliği ve Jefforson’nın demokrasisinin bir birleşiminden türemiştir; bunlar Goldman’ın anarşizminin çok az borçlu olduğu felsefelerdir. İçinde yer aldığı anarşist çevrelerdeki diğer Avrupalı göçmenler gibi, gerideki Eski Dünya’ya ait geçmişi terk etmiş, kendisini sadece Yeni Dünya’daki köksüzlükte bulmuştur. Bundan dolayı, onun siyasal felsefesi bu yerli Amerikan radikal geleneklerinden başka köklere sahiptir. Goldman, bir Amerikan toplumsal-kültürel bağlam içinde sonuç karışımı ekleyerek, Stirner’in kendilik kavramıyla Kropotkin’in kolektivizmini yeniden formüle etmiş ve onları Nietzscheci değeraşımı projesi ile birleştirmiştir.[37]

Eğer Goldman’ın bireyciliğe ve toplumsala gösterdiği birleşik dikkat alışılmış değilse, bu yüzden zamana uygun olana karşın zamana aykırı olana değer vermekle ilgilenir. Nietzsche’ye yönelik ilgisini başka çağdaşlarının birçoğuyla paylaşmasına rağmen, o bunu oldukça farklı bir anlamda yapmıştır. Yüzyıl sonu entelektüelleri ve 20. yüzyıl başı dışavurumcuları için, örneğin, Nietzsche’nin Üstinsan’ı sürünün ortak eğilimlerine veya burjuva ideolojisine karşı yaratıcı dehanın üstünlüğünü temsil eder. Kimi Alman sanatçı ve yazarlar, devletin eski dünya düzenine ve yıpranmış kurumlarına karşı olmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşını, en azından başlangıcında, geleneklerin ve tarihin kısıtlamalarından özgür bir yeni dünya doğuracak olan sözde Nietzscheci yıkımın bir örneği olarak selamlayacak kadar ileri gittiler.[38]

Bu elbette yalnızca, Goldman’ın hep dikkat çekmeye gayret ettiği Nietzsche’ye yönelik ters yaklaşım türlerinin, ne filozofun düşüncesinin ne de anarşizmin tüm ruhuyla uyumlu olmadığını gösterir. Bunun için Goldman, Nietzsche’yi, pek de her şeyden önce “zamanın ruhu” ile uyumlu veya sadece “modern” olma endişesi taşıyan birisi olarak değil; fakat daha ziyade öncelikle ve en başta bir anarşist olarak okumuştur. Onun Nietzsche okumalarını çağdaşlarının çoğunluğundan ayıran budur. Şöyle ifade eder:

“Hedefine ulaşmış” sanatçılar entelektüel ufuktaki ölü ruhlardır. Uzlaşmaz ve gözü pek ruhlar asla “hedefine ulaşmaz”. Onların yaşamı zamanlarının aptallık ve durgunluğu ile sonsuz bir savaşımı temsil eder. Onlar Nietzsche’nin “zamana aykırı” dediği şeyde kalmalıdırlar, çünkü yeni bir biçim, yeni bir ifade ya da yeni değerler için çabalayan her şey daima zamana aykırı olmaya mahkûm edilmişlerdir.[39]

Aynı şekilde, çağdaş karşı-kültür eğilimleriyle meşgul olduğu ve o dönemde çok önemli olan toplumsal ve siyasal sorunlara kendini adadığı sırada Goldman’ın Nietzsche dersleri, filozofun kendi ruhunda, görünüşe göre oldukça zamana aykırı mesajlar iletmek amacındaydı. Goldman’a göre bu, anarşizmin devam eden amacını -“Nietzsche’nin bir anarşist” olduğunu iddia etmesine imkân veren- kavrayışı- temsil eder. [40]
  
EK:

Emma Goldman’ın Freidrich Nietzsche üzerine Konuşmalarının Kronolojisi:

1913

25 Nisan 17:00, Kadınlar Kulübü ve 20:00: Howe Hall, Denver. Nietzsche üzerine bir dizi açılış dersi olarak planlanmış.

26 Nisan, 17:00, Kadınlar Kulübü ve 20:00: Normal Hall, Denver. Nietzsche üzerine bir dizi açılış dersi olarak planlanmış.

28 Nisan, 17:00, Kadınlar Kulübü, and 8 PM: Howe Hall, Denver. Nietzsche üzerine bir dizi açılış dersi olarak planlanmış.

25 Nisan, Kadınlar Kulübü, Denver. Nietzsche üzerine bir ders planlanmış.

30 Nisan, 17:00 Kadınlar Kulübü, 20:00 Howe Hall, Denver. Nietzsche üzerine bir bildiri planlanmış.

1 Mayıs, Kadınlar Kulübü, Denver. Nietzsche üzerine bir ders planlanmış.

8 Haziran, Jefferson Square Hall, San Francisco. “İsa Karşıtı Friedrich Nietzsche: Hristiyanlığa karşı Güçlü Saldırı.”

15 Haziran, Mammoth Hall, Los Angeles. “Friedrich Nietzsche Devletçilik-Karşıtı”

20 Temmuz, Jefferson Square Hall, San Francisco. “Friedrich Nietzsche, Devletçilik-Karşıtı.”

23 Kasım, Harlem Mason Tapınağı, New York City. “Friedrich Nietzsche, Devletçilik-Karşıtı.”

30 Kasım, Harlem Mason Tapınağı, New York City. “İyinin ve Kötünün ötesinde”

21 Aralık, Harlem Mason Tapınağı, New York City. “İsa Karşıtı Friedrich Nietzsche: Hristiyanlığa karşı Güçlü Saldırı.”

 1915

21 Mart, Harlem Mason Tapınağı, New York City. “Nietzsche, Birinci Dünya Savaşı’nın Entelektüel Fırtına Merkezi.”

30 Mayıs, Marble Hall, Denver. “Friedrich Nietzsche, Avrupa Savaşı’nın Entelektüel Fırtına Merkezi.”

25 Temmuz, Averill Hall, San Francisco. “Nietzsche, Savaş’ın Entelektüel Fırtına Merkezi.”

3 Ağustos, Turn Hall, Portland, Oregon. “Nietzsche ve Savaş.”

Tarihi Bilinmiyor, Philadelphia. “Friedrich Nietzsche, Avrupa’nın Entelektüel Fırtına Merkezi.”

16 Kasım, Turner Hall, Detroit, Michigan. “Friedrich Nietzsche, Avrupa Savaşı’nın Entelektüel Fırtına Merkezi.”

2 Aralık, Fine Arts Theatre, Chicago, Illinois. “Nietzsche ve Alman İmparatoru”

1916

13 Şubat, Harlem Mason Tapınağı, New York City. “Nietzsche ve Alman İmparatoru.”

23 Mart, Arcade Hall, Washington, D.C. “Nietzsche ve Alman İmparatoru.”

28 Mart, Müzik Konservatuarı, Pittsburgh. “Friedrich Nietzsche, Birinci Dünya Savaşı’nın Entelektüel Fırtına Merkezi.”

15 Haziran, Burbank Hall, Los Angeles. “Friedrich Nietzsche ve Alman İmparatoru.”

21 Temmuz, Averill Hall, San Francisco. “Friedrich Nietzsche ve Alman İmparatoru.”

1917

20 Mayıs: Harlem Mason Taınağı, New York City. “Devlet ve Düşmanları: Friedrich Nietzsche, Max Stirner, Ralph Waldo Emerson, David Thoreau and Diğerleri”; Nietzsche üzerine bir konuşma olarak planlanmış.

Bilgiler Berkeley, Kaliforniya Üniversitesi’nde, Emma Goldman Tebliğleri Projesi tarafından sağlanmıştır.

Notlar

1 Bak. Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken (İstanbul: Metis-Kaos Yayınları, 1996).
2 Bu bilgi Berkeley, California Üniversitesi, Emma Goldman Tebliğleri Projesi Editör/Direktörü Candace Falk tarafından sağlanmıştır.
3 Goldman, Hayatımı Yaşarken, s. 178.
4 Agy, p. 178.
5 Bak Roger Cardinal, Expressionism (London: Paladin, 1984), passim.
6 Goldman, Hayatımı Yaşarken, p. 178.
7 Agy.
8 Agy.
9 Agy., s. 199.
10 Agy., p. 200.
11 Agy., ss. 200-201.
12 Bakınız. Ek.
13 O. Shilling, “Emma Goldman in Philadelphia,” Free Society, March, 13, 1898.
14 Agy.
15 Introduction, Alix Kates Shulman, ed., Red Emma Speaks: Selected Writings and Speeches (London: Wildwood House, 1979), p. 14.
16 Goldman, Preface, Anarchism and Other Essays (New York: Dover Publications, 1969), pp. 41-43.
17 Agy., p. 44.
18 Agy.
19 Goldman, ‘The Failure of Christianity,’ Red Emma Speaks, p. 186.
20 Agy., pp. 186-87.
21 Bakınız. Ek.
22 Bakınız. Ek.
23 Goldman, Preface, Anarchism and Other Essays, pp. 44-45.
24 Bakınız. Ek.
25 David Leigh, “Emma Goldman in San Francisco,” Mother Earth, October, 1915, pp. 278-79.
26 Agy.
27 Bu dersin aslı New York Kamu Kütüphanesi’nin Elyazmaları Bölümünden temin edilmiştir., Alix Kates Shulman tarafından Kızıl Emma Konuşuyor’un ikinci kısmının önsözüne kaydedildiği gibi, s. 103. Shulman bu metnin 1912 civarlarında yazıldığını öne sürer.
28 Goldman, “Jealousy: Causes and a Possible Cure,” Red Emma Speaks, pp. 168-69.
29 Bakınız. Ek.
30 Harry Boland, “Two Days in Philadelphia” in Mother Earth, December, 1915, p 342.
31 Agy.
32 Goldman’ın derslerinin birçoğunun özel olaylarda Yiddişçe olarak verilmesine dikkati çekmek bu bağlamda ilginçtir. Bu, gelenek ve dinin reddi de dahil Nietzscheci bir tüm değerlerin değeraşımı projesini benimserken, yine de belirli bir kültürel süreklilik düşüncesine sahip çıkmış olduğuna işaret eder gibi görünüyor. Bkz. Hayatımı Yaşarken, çeşitli yerlerde
33 “The Individual, Society and the State” in Red Emma Speaks, p. 94.
34 Agy., p. 89.
35 Agy.
36 Bakınız. Ek.
37 Bkz. Linnie Blake, “A Jew, A Whore, A Bomber: Becoming Emma Goldman, Rhizomatic Intellectual” in Angelaki 2:3 (1997), pp. 179-90.
38 Bakınız Roger Cardinal, çeşitli yerlerde.
39 Goldman, “Intellectual Proletarians” in Red Emma Speaks, p 178.
40 Goldman, Hayatımı Yaşarken, s. 1

ÖZERKLİK ve İSYAN


UYUMSUZLAR FRAKSİYONU

Gündelik hayatın ayrıntıları, kendi özgünlükleri bağlamında hakiki isyan potansiyelleri barındırır. Gündelik olan, salt gözlemlenmekle yetinilmeyecek değerler ve anlamlarla, bilfiil yıkma/yaratma sürecinin asli alanı durumundadır. Sıradan diye adlandırılarak büyük harfle Anarşizmin lûgatından çıkartılmaya çalışılan ayrıntılarda muazzam başkaldırı dinamikleri mevcuttur.

İçinde yaşadığımız çağın gelişimi,kamusal alan tarifi, örgütlenme deneyimleri pek çok başlık altında anarşizmin geleneksel,muhafazakâr ezberleriyle hesaplaşabilmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla hazır kalıplarla, sloganlarla, teorinin gri atmosferinde kanıksanmış iyi-kötü, doğru-yanlış ikilemleri baştan aşağı, bir bütün olarak yeni bir yapısöküme tabi tutulmalı. Nihilist, vandal, isyancı, bireyci vb. sıfatların hakaret içeriğiyle lafı gediğine oturtma hamlesi olarak bazı kesimler tarafından mekanik bir makine misali sarfedilmesi halen sürmekte olan tutucu reflekslerin dışavurumudur. Esasen bu sayılanların hiçbiri küçük harfle yazılan, ideolojik ortodoksluktan ve yıkıcı iradeden soyunmamış anarşizmin uzağında, ötesinde yer almaz; anarşi, hepsiyle karmaşık bir akrabalık ilişkisi kurabildiğinde hayatın içinde somut roller üstlenebilecek kudrete sahip olabilir.

Artık Büyük Gösteri, öylesine farklı kanallardan yaşamı kuşatma altına alıyor ki, ezbere kavramlarla kişinin kendini ikna edecek yanıtlar üretebilmesi bile imkânsız. Artık inanma devri kapandı; günümüzde inanana inanılıyor. Artık kimse ne istediğini bilmiyor;başkasının istediği isteniyor yalnızca. İstemek, eylemek ve bilmek bir başkasına devredilerek ilga edildi. Mevcut bütün ekranlar, röportajlar, videolar vasıtasıyla yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı gösteriyor. Başkasının gündemlerini, başkasının arzularını, başkasının gözlerini içselleştirerek izliyoruz. Büyük anlatıların küçük figüranı olmak birileri için erdem olarak addediliyor. Görme sorumluluğunu bile makinelere bırakacağımız zamanlara giderek yaklaşıyoruz; organik işlevlerimiz bile bilgisayarlar tarafından devralınıyor.

Büyük bir özerkliği, tüm denetim ve baskı biçimlerinin özgürlük ortamında derinleşmiş içselliğini hedefleyen özgürleşme hareketinin tümü reaksiyonerdir. Dışarıdan gelen her şey, en beter sömürü de olsa, dışarıdan gelmesi dolayısıyla olumlu nitelik kazanır. Yabancılaşma, aslında - genelgeçer eleştiri dilinin ötesinde- olumludur, yabancılaşmış yanımızı tutsak eden ötekiyi düşman haline getirebilir çünkü.

Özneye kendinden gelen her şey, sahici olduğundan dolayı iyi değildir; dışarıdan gelen her şeye de sahtelik atfedilemez. Kendi varoluşumuz da dahil, bize bağlı olmayan hiçbir şeye boyun eğmek zorunda değiliz. Doğduğumuz andan itibaren bağımsız olabilme halinin üstünde herhangi bir özgürlük mevcut değildir.

Kendi enerjimizle, irademizle değil de başkalarından, sevdiklerimizden, nefret ettiklerimizden çaldığımız enerji ile yaşıyor olmak utanç vericidir. Kaçamak,çalıntı bir enerjiyle yaşamaya son verelim. Ötekini kendi yazgımız yapabilme gücüyle incelikli şekilde enerjiyi söküp, salabilmeliyiz. Ancak yaşamımızın biçimlerini aşındırdığımız sürece isyan sürekli kılınabilir.

Hiçbir özel iradesi olmayan, boşlukta dalgalanan 'kitle' diye, 'toplum' diye adlandırılarak kutsanan katmanlar politik düzenin yıkıcısı olamazlar, sistemin labirentlerinde garip biçimde salınabilirler ancak. Onlara öznellik ve söz yasaktır; onlara tapanlara özerklik ve isyan nasıl yasaksa! Kendini özgürleştirici bir faaliyetin öznesi sayan toplumcuların düştükleri yerin asıl adı kölelik çukurudur. Kendisi olamayan insan, yapay işlevleriyle makineye dönüşebilir ancak.

İnsan taklidi yapmak için değil, kendimiz olabilmek için İSYAN!

Monday, May 14, 2012

DEMOKRASİ' PARADİGMASI


'DEMOKRASİ' PARADİGMASI VE SONRASIZ MODERNLİK

Yiğit Tunçay
             

John Lukacs, yüzyılların süreleri üzerine yaptığı tespitte, yüz seneden oluşan yüzyılın, sayısal manada ondalık takvime tekabül etmesinden çok, medeniyetlerin, ulusların ve bireylerin hayatlarındaki gerçek dönüm noktaları açısından, yüzyılın başka bir anlam kazandığını ileri sürüyor. Böylelikle 17. yüzyılın 101 yıl, 18. yüzyılın 126 yıl, 19. yüzyılın ise Napolyon savaşlarının sonundan (1815) I. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar (1914) toplam olarak 99 yıl sürdüğünü gözlemliyor. Bu tespitten yola çıkarak, kapitalistlerin paylaşım savaşı ile başlayan (1914) 20. yüzyılın, Doğu Bloku'nun kutup değiştirmesi ve belirgin olan soğuk savaşın sona erdiği 1989 yılına kadar tam 75 yıl sürdüğünü görebiliyoruz.

Ulusların düşünsel sınırları
Çağlara baktığımızda ise, kabaca kadim, orta ve modern çağlar karşımıza çıkıyor. Orta çağların 1989'da bittiğini düşünen bazı vakanüvisler, 17. yüzyılın dünya düzeninin bitişini görmüyorlardı. 1815'ten sonra devrimler oldu. 19. yüzyılın son çeyreğinde ise, modernizm kendini tam anlamı ile hissettirmeye başladı. 1893'te H. V. Hofmannsthal modernlik üzerine şöyle diyordu:"Hayatın çözümlenmesi ve hayattan kaçış".

Artık iki zıt nokta birbiriyle çakışıyordu. Modernizm, mekanik akıl ile sezgici aklı ısrarla bu iki uç arasındaki bir gerilime iterek çatışmayı mutlaklaştırmıştı. Her alanda gelişen bu tartışma ulusların düşünsel sınırlarını ortadan kaldırarak iletişim ağının örülmesine ve düşüncelerin gittikçe enternasyonalize olmasına neden olmuştu.

20. yüzyıla girildiğinde, kendine ilerici bir misyon biçmiş olan burjuvazinin sözcüsü, presbiteryen W. Wilson ulusların kendi kaderlerini tayin etme fikrini yayıyordu. Emek-sermaye çelişkisinin ve eşitsiz gelişmenin yaşandığı bu dünyada, ulus çıkarlarını (kendi sınıflarının) sınıfların üstünde tutan "demokrasi" havarisi emperyalistler, böylelikle dünyayı iki büyük felakete sürüklediler. Birincisinde kendi aralarında paylaşım için mücadele ettiler, daha sonra da faşizme karşı cephe oluşturdular.

'Kalkınma' ve 'demokrasi'
1917 Devrimi'nden sonra dünya iki kutuplu hale gelmişti. Ancak, 2. Dünya Savaşı'nda güç kaybeden Avrupa devletleri, savaş sonrasında merkeziyetçiliğini ABD'ye kaptırmış ve "demokrasi" sözcülüğünü yapan ABD soğuk savaşın kaçınılmaz kutbu olmuştur. Doğu Avrupa'yı etkisi altına alan sosyalizm, ABD'nin en büyük korkusu halini almış ve buna karşılık sosyalizmin etkisinin önünü kesebilmek için, toplumsal ve teknolojik "kalkınma" ideolojisini devreye sokmuştur. Bu "kalkınma" ideolojisi ile birlikte, emperyalistlerin kontrolünde pazar sınırları kalkmaya başlamış ve kapitalizm enternasyonalize olma sürecini başlatmıştır. Bu siyasi modelin ideolojik pazarları, aynı ihracat yönelimli büyüme stratejisini izleyen Latin Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya'nın birçok ülkesi olmuştur.

Böylelikle emperyalistler hem sosyalizme karşı iknacı, hem de düşük emek maliyetli bir sonuca ulaşmışlardır. Sanayileşmeye yönelik bu "kalkınma" ideolojisinin önemli sacayağı ise uygulanan "demokrasi" illüzyonu olmuştur. Devrimci dönüşümlerin önünü alabilmek için halk güçlerini hareketsiz bırakan, statükosunu meşrulaştırmak niyetiyle geniş halk kitlelerine ekonomik ve toplumsal uyum politikalarını zaman zaman silahlı dayatan sivilleştirilmiş muhafazakar, otoriter, baskıcı "demokratik" rejimdir.

ABD, SSCB'de sosyalizmin çözülüşü ve Doğu Avrupa'daki değişimlerin ardından, sanayileşmeye yönelik stratejisini değiştirerek, insanların beynine yönelik ideolojik saldırılarını önemli bir silah olarak kullandığı iletişim araçlarının yardımı ile sahte düşünsel patikalar yaratmış ve mutlak felsefi spekülasyonlara dayalı, oyalayıcı suni tartışmaları başlatmıştır. Bu strateji, sanayileşme sonrası toplumun beyninde hasar yaratan ciddi bir zihin yarılmasına neden olmuştur. Böylelikle "kalkınma" paradigması son bulmuş ve yeni bir savaş yöntemi olarak "demokrasi" paradigması devreye girmiştir.

Tiyatroda bir teknik vardır, fars tekniği. Başka bir deyişle söyleyecek olursak, trafik tiyatrosu. Bu oyun tekniği, ilkel, inanırlığın sınırını aşan ve saçma konulardan oluşan bir güldürü türüdür. Ama en önemlisi, bütün bu saçmalıkların nasıl yutturulduğudur. İşte fars tekniğinin dikkat edilmesi gereken noktası budur. Bu nokta ise hızdır. Eğer oyuncu, bu oyunu hızla oynarsa, seyircinin düşünmesini engelleyen bir unsurdur. Seyirci oyunu sadece yüreğiyle seyreder, aklı devredışı kaldığı sürece, ne kendi durumunu, ne de oyunu analiz edebilir. Böylelikle seyirci tiyatrodan çok eğlenmiş olarak çıkar. Tiyatrodan çıkan seyircinin aklı hala cebindedir. Çünkü kapitalizm, onu hayatın içinde zaten bir hıza mahkum etmiştir. Seyircinin içinde bulunduğu yaşam koşulları düşünmenin yollarını kapatmıştır. Zaten onun trajedisi, seyirci durumuna düşmesiyle başlamıştır. Kendine düşünme zamanı yaratamayan seyirci, büyük bir hızla geriye doğru akan tarihte, yüzyıllar boyu büyük mücadeleler vererek elde ettiği birikimlerini de kaybetmektedir. Artık o seyirci mekanik bir robota dönüştürülmüş modern köledir.

'Demokrasi' ve modernlik
Yazımızın tarihsel akışında bahsettiğimiz, modernizmin tartışmaları ve oluşturduğu düşünsel iletişim ağı ile bilim, felsefe ve sanatta sürekli değişimler gerçekleşmişti. Bu değişimlerin temel noktası, olguculuğun karşısına göreceliliğin gelişiydi. Özellikle fizikte, A. Einstein'in izafiyet teorisi, Max Planck'ın belirsizlik ilkesi (Kuantum Kuramı), öncesinde felsefenin bir dalı olarak metafizik kuramlara dayandırılan ve S. Freud'dan sonra bir bilim olma özelliği kazanan psikoloji ve felsefede Husserl'in fenomenolojik yaklaşımları ile yeni bir çağ açılıyordu. Kelimenin kökenine baktığımız zaman, modern kelimesi latince 'modernus' biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda hıristiyan olan o dönemi, Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için kullanılmış. Yani modern terimi kendini hep "eski"den "yeni"ye geçişin sonucu olarak belirlemiş.

Burjuva devrimlerini yaşayan insanlık, eski dünyayı tasfiye etmenin mutluluğunu fazlası ile abartmış ve gün geçtikçe büyüyen bir canavar olan kapitalizmden hala bir şeyler beklemektedir. Aydınlanma yoluna çıkmış insanlık bu gelişimini altüst eden ve emek-sermaye çelişkisine dayalı sanayileşme hızını yaşamıştır Avrupa merkezciliğinde akan tarih, Avrupa'da yaşanan büyük savaşlarla sona ermiş ve teknoloji savaşının lideri olan Amerika'ya bu tarihsel konumunu devretmiştir. Amerika ise bu fırsatı, herşeyi metaya dönüştüren bir anlayışla değerin artmasına ve insanları büyük bir hızla üretmek için üretmeye yöneltmiş, ciddi bir değer elde edebilmek için üretilenleri kendi kontrolü altında belirsiz bir pazara sürmüştür. Bu belirsiz pazar hem değerin ta kendisi, hem de sosyalizme karşı yürütülen ideolojik savaşta bir cephe oluşturmak amacı ile kapitalizmin enternasyonalize edilişidir. Peki bu bir modernizasyon mudur?

1980'lerin sonunda, SSCB ve diğer ülkelerde sosyalizmin çözülüşünün ardından ABD teknoloji ile yürüttüğü savaş stratejisini değiştirerek ideolojilerin bittiğini ilan etmiş ve "demokrasi" illüzyonunu yaratarak teknolojisi ile dili işgal etmiştir. Dil artık teknolojinin bir nesnesi haline gelmiş ve hep sonsuz olanı elde etmek isteyen kapitalizmi bir "istenç metafiziği" olarak gören Lyotard'ın dediği gibi ideolojik savaş artık iletişim alanına kaydırılmıştır. Bu "iletişim ideolojisi"nin hedefi doğrudan insan beynidir. Bilindiği gibi iletişim aracı dildir. Dille yapılacak saldırılar insan beyninde büyük hasarlar yaratır. Yani dünyayı bütünlüklü olarak algılayan insan beynini parçalayarak, düşünceyi kodlayıp, küçük gruplara ayrılan mesajlar haline getirmek ve genel toplumsal anlayışı bölerek etkisiz topluluklar halinde lokalize eden bir yöntemdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, beyinde meydana gelen bu zihin yarılmasının diğer adı ise şizofrenidir. Böylece insanlık siyasal yollardan toplumsal bir hastalığa dönüşen şizofreniye sürüklenmiştir.

Ayna halkına özgürlük
Bu konjonktürel durumu besleyen en büyük unsur ise, mutlaklaştıran spekülasyonlara açık bir alan olan felsefedir. Felsefe ile çıkış alan bu yöntem, bilim ve sanatta karşılıklarını bulmaktadır ve her alanda buna "modernizm sonrası" (post-modernizm) denmektedir. Çıkışsız bir labirente dönüşen insan beyni, bir taraftan genel kazanımlarını kaybederken, diğer taraftan burjuva düzeninin epistemolojik tutkalı olan öznelliğini dayatır hale gelmiş ve bu öznellik yanılsamasının içinde tıpkılaşmayı yaşar hale gelmiştir.

Yüzyılımızın başından beri geliştirilen sivil toplum projeleri ile gelinen bu katastrofik durum, biraz önce yukarıda tespit ettiğimiz toplumsal şizofreni, bir gün toplumsal depresyona yol açacaktır. Ama bütün bu toplumsal sonuçların çıkış noktası olarak gösterilen ve şimdilik sürekliliğini sağlayan siyasal çözüm "demokrasi" illüzyonudur.

Yüzü sürekli bunlara dönük olan ülkemizin durumuna bir cevap olarak, Borges'in bir öyküsünün özeti ile bitirmek istiyorum: "Aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece ayna halkı dünyayı işgal eder. Çıkan savaşın sonunda, Sarı Sultan'ın büyük gücü sayesinde, ayna halkı altedilir. Sarı sultan, işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit etmekle cezalandırır. Artık ayna halkı, insanların kölesi "yansımalar"dır. Ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır.

25 Mart 1995 tarihli SÖZ Dergisi'nde yayınlanmıştır.