Barınma grevi, planlama, doğrudan eylem / Giancarlo de Carlo
Topluluğu yeniden kurmak:
Barınma grevi, planlama, doğrudan eylem
Barınma sorunu çağdaş toplum krizinin temelidir ... Bütün toplumsal
yapımızın bir çözülme durumunda olduğunu ve ancak en radikal, güçlü
çarelerin onu iyileştirebileceğini fark etmek için İtalya'nın etrafını
dolaşıp kasaba ve köyleri gezmek ... insanların nerede doğup, çoğalıp
öldüğünü ve yaşadıkları evleri görmek yeterlidir.
Nüfusun aşırı yoğunlaşması konutun esas işlevini yerine getirmesini
önler, yararlı insan ilişkilerinin gelişebildiği bir ortama son verir
ve fiziki, ahlaki bozulmanın tehlikeli bir aracı, hastalık ve ölümün
bir aracı olur.
1946'da İtalya'daki ortalama çocuk ölüm oranı binde yüz altmış dokuz
iken, barınma koşullarının biraz daha iyi olduğu Fransa'da binde yüz
ondu...
Napoli'de, 1935 ve 1941 arasında yapılmış bir araştırmada, ziyaret
edilen 8.431 çocuktan %16.8'i akciğer veremiydi ve yalnızca %11'i
akciğer ağrıları çekmiyordu. Vakaların %69'unda ev tek gözlü bir
odadan meydana geliyordu, %70'i çoğunlukla ailecek aynı odada, aynı
yatakta hastayla kalıyordu.
Milan'da tüberkülozlu yüz aileden yetmiş altısı bir veya iki odada kalıyordu.
Bu sayılar günümüz konutunun insan hayatına tehlike teşkil ettiğini
göstermek açısından yeterli olacaktır, zira daha fazlasını aktarmaya
burada yerimiz yok. Ancak altı çizilmesi gereken bir önemli olgu daha
var: İtalya'da her 100 işçi sınıfı meskeninden otuz üçü orta ve üst
sınıf evlerle karşılaştırıldığında aşırı kalabalıktır.
Bu yeni bir şey değil. Günümüz yoksullarının evleri, M.Ö üçüncü
yüzyıldaki kölelerinkinden ya da Roma İmparatorluğu'ndaki
pleblerinkinden çok az farklıdır. Bu, kriz momentleri ve devlete karşı
direnişinin zayıflamasıyla çakışan bir fenomendir.
Bağımsızlık duyusunun zayıflaması devletin otoritesini güçlendirir.
Doğrudan eylem dürtüsü azalır, tasnif ve bürokratik ruh zafer kazanır,
eğitim tamamen niceliksel olur, kültür ve sanat yaşamdan koparılır,
hayatın kendisi bölümlere ayrılır ve soyutlama yollarında
zayıflatılır. Aynı zamanda kent kendi doğal fiziksel ve tinsel
yenileme işlevini kaybeder ve insana kendi çöküşü içerisinde acı
çektirerek zarar verici bir organizma olur.
Bugünkü durum yeni bir fenomen değildir ancak daha önce olduğundan
kötüdür, çünkü etkileri daha kapsamlı, daha tüyler ürpertici ve bizim
için işe yarar olabilen teknikteki ilerlemelerden dolayı daha
saçmadır. Yine de günümüz toplumsal organları, kapitalizm ve devlet,
bu çaresiz krizi çözecek bir şey yapmaktan acizdir. Ayrıcalık ve
otorite ilkeleri hüküm sürdüğü müddetçe yeni materyaller, yeni inşa
süreçleri boşunadır.
Kapitalizm imkanları az olan sınıflar için evler inşa etmiyor ve
edemez de, çünkü bu tür yatırım iyi bir geri dönüşüm sağlamaz ... özel
sermaye, yalnızca üst sınıf konuta ve iyi bir geliri garanti eden
(ofis blokları, lüks dükkanlar, sinemalar vb.) bu tip binalara
yatırılır ve yoksullar bütün sonuçları bakımından halen daha fazla
nüfus kalabalığına neden olan eski ve hijyenik olmayan binalarda
barınak bulmaya itilir...
Devlet bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, yapamaz. Devlet
otoritenin temel nedeni olduğu için -gerçek bir şey gibi görünen ve
somut gerçeklikle hiçbir bağı olamayan bir soyutlama- bir
soyutlamaymış gibi davrandığı ve manipüle ettiği insanın kendisidir.
Ev, insanla doğrudan ilişki içerisinde bir organizmadır. Ev insanın
dışsal çevresi, uzamdaki olumlamasıdır. Dolayısıyla insanı bir
bireyden ziyade, biraz daha büyük bir rakamın kesiri olarak kabul eden
devletle evin hiçbir ilişkisi yoktur.
Devlet bu ilişkileri her ne zaman üstlense sonuçlar korkunç olmuştur.
Bunu doğrulamak için tarihe dönüp bakabiliriz -eski Mısır'ın, Roma
İmparatorluğu'nun, Fransız monarşisinin zalim despot devletleri
yönetimindeki kentleri betimleyebiliriz- ancak bu, günümüzde herhangi
bir İtalyan kentini düşünmek için kafidir... toplu konutlar çok
sınırlıdır ve hedeflenen kitlenin karşılayamayacağı kadar çok
maliyetli olur. Üstelik çirkin ve kötü bir şekilde inşa edilir;
nitekim insanlar için değil de devletin algıladığı soyut insanlar için
inşa edilirler.
Günümüzde belediye konutçuluğu, insanların epey berbat bir şekilde
kafeslendikleri kentlerimizin çevresini tekdüze bir şekilde kaplayan
bakımsız barakalar demektir. Ne nitelik ne de nicelik bakımından konut
sorununu çözmezler, fakat bunlar devletin yapabileceği en büyük
katkıdır.
Konut sorunu yukarıdan çözülemez. Bu halkın sorunudur ve halkın kendi
somut irade ve eylemi dışında çözülmeyecek hatta cesurca
yüzleşilemeyecektir; dolayısıyla şimdiye kadar düşünülen evler için
doğrudan eylem türünün -bina kooperatifleri, boş evlerin illegal
işgali ve barınma grevleri- geçerlilik ve sınırlarını değerlendirmek
faydalı olacaktır.
Bina kooperatifi elbette düşük maliyete evler yaratmada etkili bir
araç ve kolektif eylem biçimleri bakımından kiracılar için değerli bir
deneyimdir. Savaştan beri artan bu kooperatifler, genellikle belirli
sayıda bina teknisyenini görevlendirmek ve belediye girişimleriyle
karşılaştırıldığında -daha etkin iç örgütlenmeleri ve daha adil kazanç
paylarıyla mümkün olan- daireleri rekabete dayalı bir kira bedeline
piyasaya sürme maksadıyla oluşturulur. Ancak kolektif eylemin ilginç
bir örneği olmalarına rağmen, temel barınma sorununu düzeltmek
açısından çok az şey yapabilirler, zira esas amaçları barınma değil iş
sağlamaktır ve iş, rekabete dayalı piyasanın dalgalanmasına göre
taahhüt edilir.
Çok daha az sıklıkla bir araya gelen kiracıların kooperatifleri
belirli sayıda evsize konut sağlamayı amaçlar: Binaların mevcut
fiyatlarla satın alınması ve konut olarak örgütlenmeleri. Eğer
(varlıklıyla sınırlı, kooperasyondan daha ziyade sadece bölünmüş bir
mülk sahipliği ve her türlü toplumsal önemden yoksun olan)
hissedarlığı dışarıda bırakırsak, bu kooperatif tipi ancak dış mali
yardımla var olabilir. Ve çözüm elbette, bazı yerlerde varsayıldığı
gibi, eninde sonunda kooperatif evlerini işgal edecek kiracıların
doğrudan kooperatif toplu konutları değildir. Bu doğrudan eyleme dair
eğitici bir örnek olabilir, ancak neredeyse hiç de pratik bir yöntem
değildir ve çok az somut sonuç verir. Günümüz konutu, modern üretken
tekniklerle güncellenmeyen, geleneksel inşa yöntemlerin masrafından
dolayı maliyetlidir. Genellikle inşaat ustalığında eğitilmemiş ve
uygun alet ve malzemeler verilmemiş kiracıların doğrudan üretimi, çoğu
kez kötü işçilik ve görece yüksek maliyetlerle sonuçlanır.
Çözüm (mevcut toplumsal yapı içersinde hareket edeken) ortak bir mali
mekanizmayla beraber komünal bir eylem programında birleşmiş apartman
ve kiracı kolektiflerinin oluşturulmasındadır. Devletin mali yardımına
... ya da politik eylemden kaynaklanan ve kooperatifleri finansörlerin
çıkarlarına bağlayarak er veya geç kendi tuzaklarını ortaya çıkaran
girişkenlik türüne bel bağlayamayız. Bu nedenle yerel mali durumdan
gelen finansmanın özerk olması gerekir. Nitekim bu özerklik, mesai
harcayan, üretime katkıda bulunan, para yardımında bulunan, hali
hazırda tamamen topluluğa ait olan zenginliği ellerinde
bulunduranlardan yardım isteyen ve belediyelerin zorunlu alanlar ile
temel inşaat malzemelerini bedava ya da düşük maliyete sağlamaya
zorlayan kolektifin üyelerinin mümkün olduğunca karşılıklı
yardımlaşmasına dayalıdır.
Doğrudan eylemin bir başka biçimi boş binaların illegal işgalidir. En
önemli örnekler 1914-18 savaşından ve son savaşın hemen ardından
İngiltere'de, birçok ülkede bu tür eylemlere adını vermiş olan
"Gecekonducular" hareketiyle birlikte ortaya çıktı. "Gecekonducular"
aslında barınma için kullanılabilen ev ve binaların işgalinin yanı
sıra, bir başka "illegal" işgal biçimi olan mülk sahiplerinin tebliğ
ettiği tahliye emirlerinin sistematik ve örgütlü reddinden meydana
geliyordu. İtalya'da savaştan hemen sonra yaygın bir "gecekondulaşma"
patlaması oldu. Örneğin Messina'da, insanların aşırı ihtiyacına rağmen
3000 odanın boş olduğu başpiskaposun sarayına evsiz insanlar el koydu.
Çoğu kez tahliye emirlerine karşı evlerin etrafında kiracılardan
oluşan, bireysel ya da kolektif, nöbetçi mangaları aracılığıyla
gösterilen direniş örnekleri çoğaldı.
Barınma grevi, yukarıda vurgulanan anlamda tamamlayıcı, doğrudan eylem
yöntemidir. Daha yüksek ücretler için grev bir barınma grevi olarak
düşünülmediği için, ki haftalık ücretin önemli bir kısmı kiraya gider,
emsal eksikliğinden ötürü yaygın bir şekilde uygulanmamıştır. Kira
ödemeyi kolektif olarak reddetme biçiminde, barınma grevinin önemli
oranda gecekondulaşmaya yardımı olur.
İncelediğimiz doğrudan eylemin yöntemleri, taktik olarak etkili
olmalarına karşın, kesin bir çözüm sağlayamazlar. Barınmanın esas
nedenlerini bulmak ve bunlara makul ölçüde eylemle karşı koymak için
sorunun kökenini doğru kavramamız gerekir.
Ev yalnızca dört duvardan oluşmaz, o aynı zamanda uzam, ışık, güneş
ışığı ve dış çevredir. Beraberinde okul, sağlık hizmetleri, yeşil
ortam, çocukların oynaması için oda, dinlenme tesisleri, eğlenceler,
kültür; başka bir deyişle iş, üretim, mübadele için rahatlık ve
kolaylıklar, ekonomik hayatın araçlarını gerektirir. Ev, aslında
topluluğa doğru genişler. Ev sağlıklı olduğunda insanın emelleri için
etkili bir araçtır ve sağlıklı bir topluluğun yapısına ahenkle uyar.
Çağdaş kent sağlıksız bir topluluğun yanı sıra -ki aslında bu topluluk
bile sayılmaz- yalıtılmış bina ve insanlardan oluşan fiziki bir moloz
yığınıdır. Kapsamlı bir gecekonducular hareketi ve ev inşaatında
devasa bir artış, nüfusun tamamına şimdi zenginlerin tadını çıkardığı
standartta konut sağlasa bile sonuç aynı olacaktır, zira kapitalist
uygarlıkta kent yetersizdir ve onun yapısında ev sağlıklı olamaz.
Evin hastalığı kentinkiyle çakışır.
Ortaçağ cemaatinin parçalanmasından beri, otorite lehine insan
ilkesinden vazgeçme, somut olguların soyutlamalara tabiiyeti ve
soyutlamanın hakikatler dünyasına yüceltilmesi -insanın kendi kolektif
hayatına yeterli toplumsal anlamı verme kabiliyetini kaybetmesi- bu
illetin kökenidir.
Bunun günümüzdeki sonucu, şevki kırılmış ve parçalanmış bir toplumsal
bedendir. İnsani bakış açısından bu yetersizdir çünkü insanı
akranlarıyla, doğayla, kolektif üretken süreçlerle ilişkisiz bir
hayata -hava geçirmez şekilde asfalt ve taşla damgalanmış bir hayata-
indirger. İşlevsel bakış açısından yetersizdir çünkü civarında bulunan
bölgenin aktif merkezi olmak yerine, pahalı bürokratik ve üretken
olmayan yapısından ötürü bölgeden yiyecek soğurarak asalak bir beden
haline gelmiştir.
Mevcut toplumsal yapıyı kurtarma, hayatın acil gerçekliklerini
mahvetme aracı olarak algılanan kent planlaması, tehlikeli bir düştür.
Ancak farklı bir tarzda, komünal elbirliğinin tezahürü olarak
düşünüldüğünde, insanın hakiki varlığını özgürleştirme gayreti olur.
Doğa, sanayi ve bütün insan etkinliği arasında uyumlu bir bağ
oluşturma çabasıdır ve trafik, ulaşım ya da bina estetiği sorunundan
çok daha fazlasıdır.
Bu nedenle yeni kent planlamacılığı olgusunda kabul ettiğimiz tutum
belirleyicidir.
Karşıt bir tutum benimsemek mümkündür: "İlle de otoriteden doğacak
plan yalnızca zararlı olabilir. Toplumsal hayattaki değişimler planı
izleyemez. Plan yeni yaşam tarzında tali olacaktır." Veya bir katılım
tutumu benimsenebilir: "Plan mevcut toplumsal düzenimizin yönünü
değiştirerek onu 'tasfiye etmenin' fırsatıdır ve değiştirilen bu amaç
devrimci bir toplumsal yapı için zorunlu başlangıçtır."
İlk tutum iki ana argümana dayanır: Birincisi, otoritenin
özgürleştirici bir fail olamayacağıdır -ki bu tamamen doğrudur;
ikincisi, insan özgür olana kadar hiçbir şey yapamayacağıdır -ki bu
yanlış bir görüştür. İnsan özgürleştirilemez, kendisini
özgürleştirmesi gerekir ve bu özgürlük yönündeki her türlü ilerleme
ancak kendi iradesinin bilinçli ifadesi olabilir. Bölge, kent ve
ülkenin sorunlarının sonsuz büyüklüğünün araştırılması böyle bir
faaliyettir. Sorunların doğasını ortaya çıkarmak ve bunların
çözümlerini hazırlamak, otoritenin iktidarını ortadan kaldırıp
iktidarı halka veren doğrudan eylemin somut bir örneğidir. Aslında
"devrimin halletmesi için beklemek" anlamına gelen muhalif tutum,
toplumsal devrimin şimdinin sorunlarından ötürü geleceği düşünmekten
aciz, bezmiş ve güdük insanlarca değil de, temiz eller tarafından
başarılacağı gerçeğini hesaba katmaz. Devrimin özgür bir toplumun
zorunlu koşullarını yaratmak için bu kötülüklerin yok edilmesiyle
başladığı unutulur.
Eğer kent planlamacılığını otoritenin gözü kararmış tekelinden
kurtarmada başarılı olup toplumsal hayatın gerçek sorunlarında komünal
bir araştırma ve inceleme organı yaparsak, devrimci bir silah
olabilir. Bu sorunlar çoktur ve acilen çözülmesi gerekir.
Bölgede, özel mülkiyet keyfi olarak sürülebilir toprağı böldü ve
insanlar ile toprak arasındaki duygusal ve işlevsel ilişkiyi yok
etmenin yanı sıra, topluluğun bütün hayati çıkarlarının yoluna
engeller koydu. Üretim, mübadele, ulaşım, iletişim ve hizmet
sorunlarının hepsi bunları çözecek ne etkiye ne de beceriye sahip olan
ayrıcalıklı azınlıkların ya da devletin ellerindedir.
Kentte ikamet edenlerin aşırı kalabalığı ve katmanlaşması, bireysel ve
toplumsal hayatın bütün yönlerini yok etti ya da yozlaştırdı. Okullar
sağlıksız ve aşırı kalabalık, sağlık hizmetleri yetersiz, trafik
kaotik ve tehlikeli, yeşil alan ise toprak spekülatörleri tarafından
massediliyor.
Evde insan bir hayvan düzeyine düşürülüyor. İnsan ışık, hava, güneş ve
çimden, doğayla ve akranlarıyla bağlantıdan mahrum bir şekilde
bağımsızlığını ve toplumsal hayat yetisini kaybediyor. Halim selim,
yumuşak başlı, disipline ve savaşa yatkın hale geliyor.
Durum tersine çevrilebilir. Eğer yerel sorunlara ilişkin kapsamlı bir
bilgi ve anlayış geliştirip bunları çözmede teknik araçları
geliştirirsek ve daha sonra bu planların uygulamaya konduğunu
ihtiyatla ve bilfiil görürsek, o zaman kent ve ülke planlamacılığı
kolektif doğrudan eylemin en etkin aracı olabilir.
* Giancarlo de Carlo (1919-2005): İtalyan anti-faşist direnişinde ve
savaş sonrası İtalyan anarşist hareketinde aktif olan ünlü bir
mimardı. Mimar çalışmalarının plan ve tasarıların tüketici ve ikamet
edenlerle birlikte oluşturulduğu bir tür "katılımcı mimarlığı"
savunuyordu. Şehirciliği ve mamur çevreyi tartışan küresel bir forum
olarak Spazio e Società ile Uluslararası Mimari ve Tasarı
Laboratuarı'nı (ILAUD, 1974-2004) kurdu. Colin Ward tarafından
çevrilen yukarıdaki parçalar ilk olarak aylık İtalyan anarşist dergi
Volontà'da yayınlanan de Carlo'nun bir makalesinden alınmıştır.
Ward'ın çevirisi Haziran 1948'de İngiliz anarşist gazetesi Freedom'da
yayınlandı.
[İtalyanca aslından yapılan İngilizce çevirisinden Akın Sarı
tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]