Komşularla Sıfır Sorun'un en önemli yönü Kemalizmle dış politika üzerinden yürütülen bir hesaplaşma girişimi olmasıydı ve bugünkü haliyle bu denemenin başarısızlığı ortaya çıktı
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu nun geliştirdiği sıfır sorun söyleminin gerçekçi olmaması eleştiriliyor.
Aslında 2000’lerde dış politika açısından her şey yolunda görünüyordu. Türkiye ’de siyasal ve ekonomik istikrar sağlanmış, 1 Mart tezkeresinin geçmemesi özellikle Ortadoğu ’da Türkiye ’nin görünümünü yükseltmişti. Türkiye yeni bir vizyonla ve Komşularla Sıfır Sorun (KSS) söylemiyle dış politikayı yeniden tanımlayacak, komşularla kronikleşmiş bütün sorunları çözeceği gibi, Bosna’dan Afganistan ’a, Yemen’den Gürcistan’a her bölgesel sorunun içinde olacak, sorun çözdükçe güçlenecek, bir bölgesel güç, bir merkez ülke, medeniyetler ittifakının öncüsü, düzen kuran, hiçbiri olmazsa, Davutoğlu’nun sözünü ettiği bir “akil ülke” olacaktı. Ama olmadı.
Olması zordu. Çünkü Ahmet Davutoğlu ’nun geliştirdiği KSS söyleminin hem felsefi temeli zayıftı hem de Türkiye ’nin tarihsel ve coğrafi bağlamı gözönüne alındığında gerçekçi değildi. KSS’nin ilk sorunu öncelikle iç politikaya yönelik bir söylem olmasıydı. Burada Davutoğlu’nun kasttetiği, AKP öncesi dış politikanın sorun ürettiği ve dönemsel gelişmelerden, komşuların kendisinden bağımsız olarak, içsel bir sorunu olduğu imasıydı.
Yanlış tanımlama
Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabından başlayarak çeşitli konuşma ve yazılarında Cumhuriyet ideolojisinin, yani kökenini pozitivizmden alan modernist siyaset anlayışının, o açıkça dile getirmekten kaçınsa da, kısacası Kemalizmin özsel olarak çatışmacı olduğunu, sorun ürettiğini savunuyordu. Davutoğlu’na göre modern öncesine denk düşen Osmanlı bir barış projesiyken, Cumhuriyet’le birlikte bir modernleşme süreci, tarihsel bir sapma yaşanmış, halka karşı baskıcı bir siyaset izlenirken, bunun dış politikaya yansıması da kaçınılmaz olarak çatışmacı bir siyaset olmuştu. KSS söylemi, salt iktidar değiştiği için bile dış politikada tekrar barışçı bir yönelime geçme imkanının doğduğunu ima ediyor, geçmişte halkın beklenti ve taleplerini karşılamayan dış politikanın yerine, AKP ile birlikte barış ve sorun çözmeye yönelen bir dış politikaya geçildiğini iddia ediyordu. Yani, KSS’nin en önemli yönü Kemalizmle dış politika üzerinden yürütülen bir hesaplaşma girişimi olmasıydı ve bugünkü haliyle bu deneme başarısız oldu.
Cumhuriyet yukarıdan aşağı yürütülen bir modernleşme projesini hayata geçirirken ve ulus devleti inşa ederken, içte çatışma üreten ve/veya üremesine zemin hazırlayan baskı politikaları içermiş olsa da, bütün 80 yıllık dış politikanın bir çatışma ve sorun üreten yapı olarak tanımlanması doğru değil. Böyle bir iddia Türkiye ’nin gerçekten de komşularıyla en sorunlu olduğu 1990’lar için bile gerçeği yansıtmaz. Örneğin, Türkiye yaşanan bütün sorunlara rağmen rejim değiştikten sonra Bulgaristan ’a yönelik düşmanca bir tutuma girmedi, Ermenistan ’ı ilk tanıyan ülkelerden biri oldu, bu ülkeyle birlikte kıyı devleti olmadığı halde Yunanistan ’ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütüne üye olmasına itiraz etmedi. Kaldı ki, 1998’den sonra, 1999’dan sonra Yunanistan ’la yumuşamaya geçilebildi.
Davutoğlu formüle ettiği bu yeni dış politika söylemini, kendisinden önceki dış politikanın anti-tezi olarak sundu. Yani, Batılı ve Batıcı, halkından, tarihinden, kültüründen ve coğrafyasından kopuk ve bu nedenle çatışma üreten bir dış politika yerine, İslamcı cenahta geniş yer tutan, devletin halkıyla bütünleşmesini yansıtan bir dış politikanın doğal olarak eski rejimden arta kalan sorunları çözmesi ve barışçı bir dış politikaya geçmesi bekleniyordu. Çünkü dış politikada sorun yaratan komşular değil, Türkiye ’nin sahip olduğu rejimdi. Oysa, İslamcı siyaset laiklik dışında hiçbir alanda kurulu düzenin anti-tezi olmadı. Zaten iktidara geliş süreci hakim küresel düzenle çatışmaya değil uzlaşmaya dayanıyordu.
Düzen kurucu güç
KSS ile ilgili bir başka sorunlu nokta, dış politikanın belli bir küresel ve bölgesel bağlam içinde gerçekleşiyor olması ve Davutoğlu’nun Türkiye ’nin buradaki yerini, kendisinin ise bu süreçteki rolünün önemini abartılı bir şekilde tanımlamasıydı. Ona göre, halkın gerçek temsilcisi AKP iktidarıyla birlikte yükselişe geçen Türkiye , bütün bu coğrafyada sözü dinlenen düzen kurucu bir güç olacağı için, bölgesel siyaseti istediği gibi yönlendirebilecekti. Bu iddia da gerçekleşmedi. Türkiye ’nin aynı anda birden fazla bölgesel sorunda kolaylaştırıcı rolü oynamaya kalkması, Lübnan ve Irak içindeki sınırlı konular dışında, herhangi bir sonuç getirmedi. Getirmeyince de inandırıcılığı azaldı ve kayboldu.
Bölgesel siyasetin dinamikleri 2011’e gelindiğinde Türkiye ’nin kapasitesinin sınırlarını açık bir şekilde gösterdi ve yanlış aksiyomlar üzerine inşa edilen dış politikanın nasıl tıkanma ve savrulmayla sonuçlanacağı konusunda ders verir nitelikte seyretti. Hatta, ilginç bir şekilde Türk dış politikasındaki sorunlar Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu 2009’dan sonra belirginleşmeye ve ağırlaşmaya başladı. Ermeni açılımı çöktü, Kürt sorunu ağırlaştı, Kıbrıs sorunu çözülemediği gibi ağır hakarete maruz kalan Kıbrıslı Türkler AKP döneminde Türkiye ’ye yabancılaştı, Rumların Akdeniz ’de doğalgaz aramaya başlamaları ve İsrail ’le yakınlaşmalar sorunu daha da derinleştirdi.
Yine ilginç bir şekilde dış politikada en fazla sorun Davutoğlu’nun ve genelde AKP ’nin en iddialı olduğu bölgede ortaya çıktı. Davutoğlu’nun eleştirdiği Kemalist rejimin Ortadoğu bölgesini tanımadığı, ihmal ettiği, partisinin ve kendisinin ise bölge siyasetine, toplumuna, sorunlarına içeriden vakıf olduğu iddiası da temelsiz kaldı. Örneğin, Davutoğlu çok iyi bildiğini iddia ettiği Ortadoğu ’daki dönüşümü öngöremedi. Yoksa, ayaklanmadan hemen önce başbakan Erdoğan ’ın Kaddafi ’nin elinden ödül alması, Suriye’yle yakınlaşmanın ortak bakanlar kurulu toplantısı ve liderlerin ailece tatil yapmasını gerektirmeyecek bir düzeyde tutmak mümkündü. Davutoğlu’nun genel olarak Arap Baharı olarak tanımlanan büyük dönüşümü öngördüğüne dair tek bir cümlesini ve Türkiye ’nin buna hazırlıklı olduğunu gösteren tek bir hamlesini görmedik.
Merkez ülkeden cephe ülkeye
Dış politikanın KSS ilkesiyle yürütüldüğünün söylendiği bir dönemde Türkiye ’nin ilk kez hem İran , Irak ve Suriye ve hem de İsrail ’le ilişkileri kötü seyreder oldu. Yine ilk kez, AKP döneminde İsrail sivil Türkiye vatandaşlarını öldürürken, 1998’den beri ilişkilerin yakın olduğu Suriye bir savaş uçağını düşürdü. Bir süre önce İsrail ile Suriye arasında arabulucuk yapmaya çalışan Türkiye şimdi ikisiyle de çatışmada. Türkiye dış politikasında çatışmacı olduğu söylenen geçmişinde hiçbir silahlı gruba başka bir ülkede faaliyet göstermesi için topraklarını açmadı. Bu bağlamda çöken aslında yalnızca KSS de değil. Türkiye ’nin önalıcı diplomasi uygulayan, olayların arkasından sürüklenmeyip oyun kurucu, proaktif bir aktör olduğu yolundaki iddialar da KSS ile birlikte çöktü.
Sonuçta Davutolu öncülüğünde Türkiye , dış politikanın bölgesel ve küresel bağlamını gözardı ederek içeride gereğinden fazla beklenti, dışarıda ise yer yer rahatsızlık yaratan bir politikaya yöneldi. Daha 2004’te Türkiye ’nin Soğuk Savaş döneminin “cephe” ülkesi olmaktan “merkez” ülke konumuna yükseldiği iddia edilirken, Ortadoğu ’da dengelerin değişmesiyle birlikte Türkiye Sünni-Şii, ABD -Rusya çekişmesinde bir cephe ülkesine dönüştü. Geldiğimiz noktada Davutoğlu’nun bu durumu açıklamak için tek yapabildiği “Biz bir anlayışı kırdık ve sorun Türkiye ’de değil komşularda” demek oldu. Bu ikinci argüman zaten 1990’larda çok sık kullanılıyordu, ayrıca KSS’nin ruhuna da aykırıydı. Bu söyleme geçilmiş olması, sonuçta dönüp dolaşıp aynı çizgiye gelindiğinin itirafı olsa gerek.
İLHAN UZGEL: Prof. Dr., AÜ., SBF
Olması zordu. Çünkü Ahmet Davutoğlu ’nun geliştirdiği KSS söyleminin hem felsefi temeli zayıftı hem de Türkiye ’nin tarihsel ve coğrafi bağlamı gözönüne alındığında gerçekçi değildi. KSS’nin ilk sorunu öncelikle iç politikaya yönelik bir söylem olmasıydı. Burada Davutoğlu’nun kasttetiği, AKP öncesi dış politikanın sorun ürettiği ve dönemsel gelişmelerden, komşuların kendisinden bağımsız olarak, içsel bir sorunu olduğu imasıydı.
Yanlış tanımlama
Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabından başlayarak çeşitli konuşma ve yazılarında Cumhuriyet ideolojisinin, yani kökenini pozitivizmden alan modernist siyaset anlayışının, o açıkça dile getirmekten kaçınsa da, kısacası Kemalizmin özsel olarak çatışmacı olduğunu, sorun ürettiğini savunuyordu. Davutoğlu’na göre modern öncesine denk düşen Osmanlı bir barış projesiyken, Cumhuriyet’le birlikte bir modernleşme süreci, tarihsel bir sapma yaşanmış, halka karşı baskıcı bir siyaset izlenirken, bunun dış politikaya yansıması da kaçınılmaz olarak çatışmacı bir siyaset olmuştu. KSS söylemi, salt iktidar değiştiği için bile dış politikada tekrar barışçı bir yönelime geçme imkanının doğduğunu ima ediyor, geçmişte halkın beklenti ve taleplerini karşılamayan dış politikanın yerine, AKP ile birlikte barış ve sorun çözmeye yönelen bir dış politikaya geçildiğini iddia ediyordu. Yani, KSS’nin en önemli yönü Kemalizmle dış politika üzerinden yürütülen bir hesaplaşma girişimi olmasıydı ve bugünkü haliyle bu deneme başarısız oldu.
Cumhuriyet yukarıdan aşağı yürütülen bir modernleşme projesini hayata geçirirken ve ulus devleti inşa ederken, içte çatışma üreten ve/veya üremesine zemin hazırlayan baskı politikaları içermiş olsa da, bütün 80 yıllık dış politikanın bir çatışma ve sorun üreten yapı olarak tanımlanması doğru değil. Böyle bir iddia Türkiye ’nin gerçekten de komşularıyla en sorunlu olduğu 1990’lar için bile gerçeği yansıtmaz. Örneğin, Türkiye yaşanan bütün sorunlara rağmen rejim değiştikten sonra Bulgaristan ’a yönelik düşmanca bir tutuma girmedi, Ermenistan ’ı ilk tanıyan ülkelerden biri oldu, bu ülkeyle birlikte kıyı devleti olmadığı halde Yunanistan ’ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütüne üye olmasına itiraz etmedi. Kaldı ki, 1998’den sonra, 1999’dan sonra Yunanistan ’la yumuşamaya geçilebildi.
Davutoğlu formüle ettiği bu yeni dış politika söylemini, kendisinden önceki dış politikanın anti-tezi olarak sundu. Yani, Batılı ve Batıcı, halkından, tarihinden, kültüründen ve coğrafyasından kopuk ve bu nedenle çatışma üreten bir dış politika yerine, İslamcı cenahta geniş yer tutan, devletin halkıyla bütünleşmesini yansıtan bir dış politikanın doğal olarak eski rejimden arta kalan sorunları çözmesi ve barışçı bir dış politikaya geçmesi bekleniyordu. Çünkü dış politikada sorun yaratan komşular değil, Türkiye ’nin sahip olduğu rejimdi. Oysa, İslamcı siyaset laiklik dışında hiçbir alanda kurulu düzenin anti-tezi olmadı. Zaten iktidara geliş süreci hakim küresel düzenle çatışmaya değil uzlaşmaya dayanıyordu.
Düzen kurucu güç
KSS ile ilgili bir başka sorunlu nokta, dış politikanın belli bir küresel ve bölgesel bağlam içinde gerçekleşiyor olması ve Davutoğlu’nun Türkiye ’nin buradaki yerini, kendisinin ise bu süreçteki rolünün önemini abartılı bir şekilde tanımlamasıydı. Ona göre, halkın gerçek temsilcisi AKP iktidarıyla birlikte yükselişe geçen Türkiye , bütün bu coğrafyada sözü dinlenen düzen kurucu bir güç olacağı için, bölgesel siyaseti istediği gibi yönlendirebilecekti. Bu iddia da gerçekleşmedi. Türkiye ’nin aynı anda birden fazla bölgesel sorunda kolaylaştırıcı rolü oynamaya kalkması, Lübnan ve Irak içindeki sınırlı konular dışında, herhangi bir sonuç getirmedi. Getirmeyince de inandırıcılığı azaldı ve kayboldu.
Bölgesel siyasetin dinamikleri 2011’e gelindiğinde Türkiye ’nin kapasitesinin sınırlarını açık bir şekilde gösterdi ve yanlış aksiyomlar üzerine inşa edilen dış politikanın nasıl tıkanma ve savrulmayla sonuçlanacağı konusunda ders verir nitelikte seyretti. Hatta, ilginç bir şekilde Türk dış politikasındaki sorunlar Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu 2009’dan sonra belirginleşmeye ve ağırlaşmaya başladı. Ermeni açılımı çöktü, Kürt sorunu ağırlaştı, Kıbrıs sorunu çözülemediği gibi ağır hakarete maruz kalan Kıbrıslı Türkler AKP döneminde Türkiye ’ye yabancılaştı, Rumların Akdeniz ’de doğalgaz aramaya başlamaları ve İsrail ’le yakınlaşmalar sorunu daha da derinleştirdi.
Yine ilginç bir şekilde dış politikada en fazla sorun Davutoğlu’nun ve genelde AKP ’nin en iddialı olduğu bölgede ortaya çıktı. Davutoğlu’nun eleştirdiği Kemalist rejimin Ortadoğu bölgesini tanımadığı, ihmal ettiği, partisinin ve kendisinin ise bölge siyasetine, toplumuna, sorunlarına içeriden vakıf olduğu iddiası da temelsiz kaldı. Örneğin, Davutoğlu çok iyi bildiğini iddia ettiği Ortadoğu ’daki dönüşümü öngöremedi. Yoksa, ayaklanmadan hemen önce başbakan Erdoğan ’ın Kaddafi ’nin elinden ödül alması, Suriye’yle yakınlaşmanın ortak bakanlar kurulu toplantısı ve liderlerin ailece tatil yapmasını gerektirmeyecek bir düzeyde tutmak mümkündü. Davutoğlu’nun genel olarak Arap Baharı olarak tanımlanan büyük dönüşümü öngördüğüne dair tek bir cümlesini ve Türkiye ’nin buna hazırlıklı olduğunu gösteren tek bir hamlesini görmedik.
Merkez ülkeden cephe ülkeye
Dış politikanın KSS ilkesiyle yürütüldüğünün söylendiği bir dönemde Türkiye ’nin ilk kez hem İran , Irak ve Suriye ve hem de İsrail ’le ilişkileri kötü seyreder oldu. Yine ilk kez, AKP döneminde İsrail sivil Türkiye vatandaşlarını öldürürken, 1998’den beri ilişkilerin yakın olduğu Suriye bir savaş uçağını düşürdü. Bir süre önce İsrail ile Suriye arasında arabulucuk yapmaya çalışan Türkiye şimdi ikisiyle de çatışmada. Türkiye dış politikasında çatışmacı olduğu söylenen geçmişinde hiçbir silahlı gruba başka bir ülkede faaliyet göstermesi için topraklarını açmadı. Bu bağlamda çöken aslında yalnızca KSS de değil. Türkiye ’nin önalıcı diplomasi uygulayan, olayların arkasından sürüklenmeyip oyun kurucu, proaktif bir aktör olduğu yolundaki iddialar da KSS ile birlikte çöktü.
Sonuçta Davutolu öncülüğünde Türkiye , dış politikanın bölgesel ve küresel bağlamını gözardı ederek içeride gereğinden fazla beklenti, dışarıda ise yer yer rahatsızlık yaratan bir politikaya yöneldi. Daha 2004’te Türkiye ’nin Soğuk Savaş döneminin “cephe” ülkesi olmaktan “merkez” ülke konumuna yükseldiği iddia edilirken, Ortadoğu ’da dengelerin değişmesiyle birlikte Türkiye Sünni-Şii, ABD -Rusya çekişmesinde bir cephe ülkesine dönüştü. Geldiğimiz noktada Davutoğlu’nun bu durumu açıklamak için tek yapabildiği “Biz bir anlayışı kırdık ve sorun Türkiye ’de değil komşularda” demek oldu. Bu ikinci argüman zaten 1990’larda çok sık kullanılıyordu, ayrıca KSS’nin ruhuna da aykırıydı. Bu söyleme geçilmiş olması, sonuçta dönüp dolaşıp aynı çizgiye gelindiğinin itirafı olsa gerek.
İLHAN UZGEL: Prof. Dr., AÜ., SBF