Kuba’dayim. Havana. Ucak sehre dogru alcalmaya basladiginda, Air
France’in 500 kisiden fazla yolcu tasiyan jumbosunun pencereleri asagida
yanan sehir isiklarina bakan merakli gozlerle doluyor.
Kuba, kimileri icin geriye kalmis son kale, sosyalismo o muerte
diyenlerin yasadigi, umut filizlerinin yesil yesil dalgalandigi bir yer.
Kimileri icin ise, dusmesine ramak kalmis, Castro olmeden, gidelim bir
sosyalist ulke gorelim diyenlere bir acik hava muzesi, sonuna gelinmis
bir filmin kacirilmamasi geren son karelerinin gectigi eski bir sinema.
Benim icinse eve gelmek gibi bir sey, tum devrim tarihini cocuklugumdan
beri ezbere yutmusum.
Havaalanina iner inmez, bizimle beraber baska bir ucagin
yolcularinin da ayni saatte indiklerini goruyoruz. Pasaport kuyrugunda
en az bin kisi var. Onumdekiler italyan, arkamdakiler berlinli alman,
yan kuyruktakiler fransiz ve tabii bol bol ispanyol, kanadali.
Salon, her ismin basina bir compeneronun (yoldas) eklendigi
isimlerin cagirildigi anonslarla doluyor, Compenero Menez, Compenero
Fernandez. Duvarlara asilmis renkli posterlerde ‘visit Trinidad, visit
Santiago de Cuba’ yazilari, guzel plajlar, eski kolonyal evler.
Benim yanimda da Kosta Rika’daki gemiye calismaya yollanan
erzincanli gemici bir Turk, bir geceligine geldigi Havana’nin kizlarinin
en kolay nerede bulunabilecegini soruyor onune gelene.
Elimde pasaportum, Turkiye’den bir seyahat acentasindan pazarlikla
60 liraya satin aldigim vize kuponum ve sirt cantamin arkasinda sarkan
uyku tulumumla onune dikildigim gozlerine yesil uniformasina uygun far
cekmis memur kiz, kalacagin adresi yazmamissin dediginde, nerede
kalacagimi bilmiyorum, bir arkadas gelip alacak deyince, kendi elleriyle
buranin en pahali otelilinin adini yaziyor: Hotel National. Arkasina
gizlenmis kamerayla bir resmimi cekip, bilgisayarina kaydediyor ve
kapiyi aciyor, iyi tatiller diye. Muchas Grazias Compenora, deyince de
gulumsuyor.
Gumrukten cikmam da uc saatimi aliyor, yurt disindan gelmis
kubalilarin goze kalin gelen bavullarindaki her bir giysi parcasi tek
tek cikartilip masaya yigiliyor, elektronik aletler sokuluyor, iclerine
bakiliyor.
Disari cikiyorum, Apo karsiliyor. Binip bir taksiye sehre iniyoruz.
Yolda Paris’te aktarma yaparken benim gibi potansiyel terorist arap
gencleriyle beraber havaalani karakoluna goturuldugumu anlatiyorum.
Cadde boyunca billboardlarda Fidel’in devasa resimleri, Cuba Libre
yazilari. Temizlenip boyandiktan sonra cam bir muhafazaya konulmus,
Granma gemisi, arkasindaki bina ise Devrim Muzesi.
Ilk geceyi Apo’nun yataginda bayilarak geciriyorum.
Sabahsa ilk isimiz bana ‘illegal’ bir oda bakmak oluyor. Yasli bir
ciftin yaninda iki odali evlerinin bir odasini geceligi bes dolardan
onbes gunlugune tutuyorum. Aslinda ‘Casa Partikular’ dedikleri, yari
ozel pansiyonlarda geceligi 25-30 dolardan bir oda tutmamiz gerek.
Bunlarin da bu kaldigim evden bir farki yok. Tek farklari, devletten,
kazandiklari paranin buyuk bir bolumunu vergi olarak odemek kosuluyla
aldiklari izinler. Oteller ise cok pahali, en ucuzu yuz dolardan
basliyor ve hemen hepsi luks.
Ev sahiplerim altmisli yaslarinda bir cift. Adam ekonomist ve
yuksek dereceli bir memur. Kapinin girisinde oglunun polis yuzbasisi
diplomasi asili ancak, kapi caldiginda benim odaya saklanmam gerek ve
balkona cikmam kesinlikle yasak. Yikadigim camasirlari veriyorum kendisi
asiyor. Kadinsa, binada baska dairelerde kalan turistlerin
camasirlarini yikiyor, odalarini temizliyor. Oglen yemege eve gelen
kocasina yemek hazirliyor. Aksam oldugunda da odalarindaki iki
sandalyeye karsilikli oturup biraz muhabbet ediyor ve saat yedi gibi de
caddede sarhos turistlerin yaptiklari gurultuyu bastirmak icin
televizyonu acik birakarak yatiyorlar.
Evde uc gunde bir buzlari eritilen eski bir rus mali buzdolabi,
sesinden baska her seyi parazit yapan siyah beyaz bir televizyondan
baska dise dokunur bir sey yok. Seyrettikleri kanaldan bizdeki eski
kurtulus savasi filmleri gibi goruntuler gosteriliyor. Her yarim saatte
bir ‘Viva Fidel, Viva Raul, Viva Cuba Libre’ cangili giriyor. Artik
oturdugum yerden, Fidel’in, Raul’un ve Che’nin seslerini taniyabilecek
kadar kulak dolgunluguna erisince, ilk gunlerden hosuma giden bu
paralolari, bir hafta da cekemez hale geliyorum. Oysa burada bu
goruntuler kirk yildan beri aynen devam ediyor. Fidel hergun en az yirmi
kere Havana’ya giriyor, Che traktorun uzerinde tarla suruyor, Raul her
toplantinin sonunda son sozu soyluyor, toplanti salonundaki herkes ayaga
kalkiyor, ayni sloganlari atarak, canhiras alkisliyor.
Kuba’da bes televizyon kanali var. Bunlarin dordu devlet
televizyonu, biri ise yirmi dolarlik ek bir masrafla izlenebilen,
Miami’den yayin yapan karsi devrimci Kubalilara ait. Bu sonuncusunu
izleyemedim ancak devlet kanallari tam bir kesmekes. Ellerindeki teknik
malzemenin yetersiz olusu anlasilabilir fakat yine de aksam
haberlerinden sonra baslayan ve sokakta kimseyi birakmayan brezilya
dizisini anlayabilmis degilim. Seyrederken bari Kole Isuara’yi
koysaydiniz diyor insan ister istemez. Brezilyali zengin bir ailenin
karsilikli ask mesk, para iliskileri, tek bir bolumu bile kacirilmadan
toplu halde izleniyor. Oncesindeki haberler de hep ayni, birbirlerine
madalya takan yasli askerler, bilmem hangi basarilardan dolayi A3
boyutlarinda takdirname dagitim torenleri ve ispanyolca CNN’den alinan
goruntuler esliginde Irak Savasi. Program aralarinda yine Viva Fidel,
Viva Cuba Libreler. Bir keresinde de ulkenin disa yonelik petrol
bagimligini azaltacak elektrikli ocak tanitiliyordu, ondan sonra da
‘bugun ne pisirelim’de yumurtali ekmek tarifi verildi.
Oysa yumurtayi bulmak cok zor. Gittigimiz pazarin disinda, bir
kovaya saklamis satan bir kadindan, Turkiye’deki fiyatindan bile pahali
aldik. Pazarlarin durumu tam bir icler acisi. Etler ‘ucuncu dunya’
pazari standartlarinda, havanin sicagina ragmen sinekler icerisinde,
acikta satiliyor. Ancak cok ucuz, bir kilo domuz eti iki dolara
alinabiliyor. Yenilebilir tek bir domates yok. Karpuz, salatalik,
patlican artik sebze ve meyve olarak ne varsa ki ceside baktiginda,
‘buyuk’ bir pazarda bile sayisi onu, onbesi gecmiyor, cope atilacak
cinsten, ham, yarali bereli yada ici gecmis seyler. Alinabilecek tek
meyve civil civil kirmizisiyla elma ki bunlar da Amerika Virginia’dan
ithal edilmis ve dolara endeksli marketlerde tanesi 50 cente satiliyor.
Kiminle konusmaya kalksam, karsima hemen ambargo cikiyor. Eger
ambargo olmasaydi, boyle olmazdi, hersey daha guzel olurdu deniyor ancak
burada insanlar ne kadar buna ikna edilmis olurlarsa olsunlar, beni
ikna etmekten cok uzak. Bir ulkenin tarim politikasini, ozellikle uzun
surecek bir ambargonun altinda kirilan bir ulkede en azindan kendi
kendine yetecek kadar gelistirmis, degistirmis olmasi gerek. Fakat
burada devrimden once ekilen seker kamisindan ve tutunden halen vaz
gecilmis degil.
Devrimden once ulkeyi yozlastiran turizme geri donus simdilerde
sicak doviz girisinin tek yolu olarak goruluyor. Sehir merkezinde,
turistlerin bol bulundugu Eski Havana’da gecmisten kalmis birbirinden
guzel binalar restore ediliyor, sehir en azindan turistlerin gozune hos
gorulecek hale getirilirken, hemen yani basindaki binalarda her odasinda
ayri bir ailenin kaldigi dairelerde insanlar isiksiz, havasiz odalarda
tika basa yasiyorlar. Her sey dokuluyor. Sanki kimse el atmamis. Bir
binanin, icinde insanlar yasiyorken bu hale gelmesinin, merdivenlerinde
isik olmamasinin, kapilarinin kirik olmasinin hic bir aciklamasi yok.
Bazilarinin duvarlarinda ‘devrim savunma komitesi, bilmem kacinci
seksiyon’ tabelalarina ragmen, kimse cikip da, hadi bir el atalim, kendi
oturdugumz binalari bir elden gecirelim, en azindan suraya bir duy
takalim, kapiya iki civi cakalim dememis. Evlerde oturanlarin yaptiklari
tek degisiklik, her pencereye hirsizliga karsi takilmis demir
parmakliklar. Devletin ilerde lazim olur diye bos tutulan buyuk binalari
cercevelerine varana kadar sokulmus, calinmis. Kimiyse cokmus. Herkes
kendi kendine yasiyor. Bir apartmandaki komsuluk iliskileri,
Tarlabasi’nda yikilmaya yuz tutmus binalarda yasayan insalarin kendi
aralarindaki iliskiden farksiz. Kimseye en azidan, kendi yasadigi
binada, yasam kalitesini yukseltecek kadar bile bir orgutlenme,
dayanisma ruhu verilmemis. Sehrin en iyi durumda olan yerleri devlet
dairelerinin bulundugu binalarla kiliseler.
Uzun yollarda toplu ulasim araci olarak, ya uzerlerine saclarin
kaynaklanarak kapatildigi kamyonlara bineceksin ya da yine convertible
(dolara endeksli ikinci bir para birimi) ile yeni otobuslere. Sehir
icinde ise tirlarin uzerlerine yerlestirilmis ve nedense ortalari basik
birakildiklari icin iki horguclu deveye benzediklerinden ‘deve’ diye
adlandirilan gunun her saati tika basa otobusler var yada devrim
sirasinda sahiplerinin birakip kactiklari eski amerikan arabalari dura
kalka calisiyorlar dolmus olarak. At arabalari da var tek tuk de olsa.
Bir de Kalkuta’da bile ‘bir insanin baska bir insani kendi gucunu
kullanarak tasimasi, insanlik disidir’ diye yasaklanmis riksalar
geziniyor ortalarda. Sehir dumduz bir alana yayilmisken, bisiklete binen
yok gibi. Ama ozel araba da yok degil. Eski zamanlardan kalma ladalar
ve bol bol da yeni model avrupa, japon arabalari doldurmus caddeleri,
opel, toyota en revacta olanlari.
Sehirde hic bir yesil alan yok. Central Park denilen yer, sadece
iki ana caddenin arasinda bir kac agacin ve bir kac bankin konuldugu bir
yer ki burasi da genellikle gunun tum saatlerinde bagiris cagiris
bezybol tartisanlarin isgali altinda. Insanlara biraraya gelecekleri
mekanlar ‘sokak barlari disinda- olusturulmamis. Sehrin disinda ise
ortasinda kocaman bir Lenin bustu ve Castro’nun onu oven sozlerinden
baska hic bir seyin olmadigi, ben gittigimde de dev bir lunapark insa
edilen Lenin Parki var. Burada da ne oturulacak bir yer gordum ne de
gelmis gezinen kubali birisini. Zaten araban olmadan buraya kadar gelmek
ayri bir sorun.
Sokaklarda kimi kadinlar evlerinin onune koyduklari taburelerin
uzerlerine yerlestirdikleri, incik boncugu satiyor. Koca koca adamlar,
ellerinde karton kutularda ev yapimi pasta dilimlerini dolastiriyorlar.
Bazi evlerin pencelerinde pizzalar, kucuk sandevicler. Hemen her sokakta
bir bar, rom icen sarhoslar. Her evden yukselen, eskiliklerinden
yorulmus teyplerden muzik sesleri. Kimilerinin elinde bizdeki kucuk sut
kutularina benzer kutularda satilan romlar. Her koseye oturmus, issiz
gucsuz gencler. Balkonlarda, pencerelerde yaslilar. Bezybol oynayan
cocuklar, top niyetine mesrubat kapagi firlatiyorlar birbirlerine. Iki
uc kisi bir araya gelmis, araba tamir ediyor. Kimileri sallanan
koltuklarinda cocuk emziriyor.
Ve tabii her kosede bir iki polis. Kollarina dikilmis islemelerinde
PNR, Polica National Revolutionar yaziyor, devrimci milli polis yani.
Kafalarina gore birini durdurup, kimlik bilgilerini merkeze bildiriyor,
gelecek cevabi bekliyorlar. Eger cebinde bir cep telefonu, kolunda
pahali bir saatin varsa ve belli bir isin de yoksa, alti ay bir kampa
goturuluyorsun. Nereden buldun parayi da bunlari aldin? Hele bir de
kadinsan ve ustelik rengin de siyahsa, yaninda da turist bir erkek
varsa, kimligini veriyor ve sokagin ortasinda en az yarim saat surecek
bir sorguya aliniyorsun. Uyusturucu satmak, fahiselik yapmak kesinlikle
yasak! Oysa, daha ilk gunden fahiseler nerede, kokain kaca ogrenmek
mumkun. Ustelik buralari sehrin diger barlari ve restoranlari gece 11de
kapandiklari halde sabaha kadar acik olan tek yerler ve hemen merkezde,
buyuk otellerin oldugu kosedeler.
Apo’nun ev sahibi karisiyla kavga etmis, Apo’da kaliyor. Gece
iciyoruz, o anlatiyor, Fidel icin kolunu verirmis. Fidel, bu dunyadaki
tek devrimci, en iyi ekonmist, en zeki insanmis. Yasasin Kuba diyor,
yasasin sosyalizm. Evet, insanlar Che’ye Bolivya’da yardim etmedi,
olumune sebep oldu, Camillo’yu ayarlanmis bir ucak kazasinda oldurdu,
iktidara tek basina oturdu diyorlarmis ancak hepsi yalanmis. Kuba emin
adimlarla, yavas yavas fakat emin adimlarla yukseldikce yukseliyor,
onurunu korumaya devam ediyormus. Ama bu el ici kadar odayi geceligi 15
dolardan kiraya veriyor ve bana ucuza ‘ayarladigi’ purolarimi iciyor
gizli gizli. Sag yanimizdaki diger odanin duvarlari da ciplak kadin
posterleriyle suslenmis, otellerine kadin goturemeyen turistlere 25
dolardan saatlik kiraya veriliyor. Sol yanimizda ise eski karisi ve 20
yaslarindaki kizi kaliyor. Onlarin hemen yanindaki odada ise iki ay
Ispanya, Sevilla’da avukatlik yapan, iki ay da burada yasayan insan
azmani cussesiyle bir avukata kiraya verilmis. Avukat, kubali bir
kadinla beraber kaliyor. Yemegini pisirtiyor, temizligini yaptiriyor,
arada da yatiyor. Cogu zaman da kendisine baska kadinlar bulmasi icin
disari gonderiyor. Eger cani o gun grup yapmak istemezse de koridora
attigi bir sandalye uzerinde saatlerce bekletiyor. Ev sahibi, biraz daha
sarhos olunca, kendi kizinin da turistlerle para karsiligi yattigini,
kendisinin utancindan agladigini anlatmaya basladigi sirada, ispanyol
beyimiz bir seylerden rahatsiz olmus olacak ki, o gece beraber oldugu
her iki kadini da gozlerimizin onunde tekme tokat doverek odasindan
disari atarken, ben ve Apo’dan baska mudahale edip, kadinlari adamin
elinden almaya cabalayan kimse cikmiyor.
Sokaklarda, ellerinde bir sigara, turistlere atesiniz var mi diye
yanasip puro, kadin, esrar, kokain satmaya calisanlar, evsizler,
dilenciler dolasiyor. Buna ragmen sehirde sadece dolara endeksli Kuba
Convertible ile alis veris yapilan marketlerle, restoranlar ve barlardan
da var bol bol. En pahali televizyonlardan, kedi kopek mamasina kadar
her seyi bulmak mumkun. Coca cola da var, Nescafe de. Kucuk bir pet sise
suyun fiyati boyle bir markette yarim dolara geliyor. Ulkedeki ortalama
maas ise 20 dolar civarinda. Ancak, hemen hepsi tika basa dolu ve
millet alis veris yapiyor. Muzik guruplarinin mikrofonsuz performans
sergiledikleri barlarda sadece turistler yok, kubalilar da yerlerini
almis. Bir Mojito 3-4 dolar ediyor. Sadece kuba pesosunun gectigi
dukkanlarda ise, bir kac alimunyum tencere ve bir kac plastik ivir
zivirdan baska bir sey bulmak mumkun degil. Parasi olmayana hicbir yerde
bir sey yokken Venezuela uzerinden ulkeye getirilmis 60 dolardan
baslayan fiyatlariyla, Cin isi Adidas ayakkabi magazalarinin onunde
kuyruklar oluyor.
Ancak, ulkeye akin akin gelen turistlerin, bir aksam yemeginde
odedikleri para bir aylik bir maasa denk gelirken, bunu goren insanlara
siz bunlara aldirmayin, bu tip seylere ozenmeyin demek haksizlik.
Ustelik, buradaki her sey turistin cok zengin olduguna ve ceplerindeki
parayi son kurusuna kadar almaya yonelik gelistirilmis. Eger kisitli bir
butcen varsa ve hakikatten bu ulkeye turist olarak degil de sosyalist
bir ulkede neler oluyor, Kuba’da neler yapilmis, neler yapiliyor diye
geliyorsan, ve eger devlet tarafindan davetli degilsen hareket etmen cok
zor. Kubalilarin bindikleri otobuslere, dolmuslara binmen, onlarla ayni
sinemaya gitmen olanaksiz. Bir sehirden bir sehire giderken binecegin
tren bile turist olunca cok yuksek fiyatlara satiyor biletini, ulkenin
ortalarinda 20 kilometrelik plaji ile Varadero’da bir gecelik otel
fiyati 150 dolardan basliyor, yok, benim derdim degil oralara gitmek,
desen de yapabilecek bir seyin yok. Baska bir yere gitmeye kalkistiginda
da odeyecegin fiyatlar bunlardan farkli degil. Havana’da devrimden
sonra karargah olarak kullanilan, eski Hilton, sonraki adiyla Cuba
Libre’nin onunden son model, gicir gicir Mercedes taksiler kalkiyor.
Ortalama bir amerikalinin bile konusamayacagi kadar guzel ingilizce
konusan resepsiyonist kiz, paran varsa Che’nin yattigi odayi ayarliyor.
Hotel National’de ise kiyafetin uygun! degilse otele alinmiyorsun.
Yemek salonunda sunulan yemeklerde kus sutu bile var. Biz biriyle
bulusmaya gittigimizde, Turkiye Avea’nin gidin bakin, eglenin gelin diye
gonderdigi bir grupla karsilastik. Kubalilari doviz dar bogazindan
kurtaracigina inanilan ve aslinda tam bir sikisilmisliktan kurtulmanin
son caresi olarak, yeniden kesfedilen turizm, ulkeye bir daha kapanmasi
zor olan yaralardan baska bir sey acmiyor. Devlete ait iki sayfalik
Granma gazetesinden, Bohemia dergisi ve televizyon kanallarindan baska
insanlari dis dunya ile baglayacak hic bir iletisim kanali yok. Internet
sadece belli bazi -Havana’da sadece 2 tane gordum- internet kafeden,
otellerden, seyahat acentalarindan baska bir yerde yok. Ve simdiye kadar
gordugum en pahali (saati, calisanin kendi cebine attigi ile beraber 5
euro) ve en yavas baglantilardi. Boyle olunca da bu ulke disinda yasayan
herkesin, ozellikle kapitalist ulkelerden gelenlerin hayatlarinin cok
iyi olduguna inaniliyor. Uzerlerindeki tisortlere, ayaklarindaki
ayakkabilara imreniliyor. Her yedigin ictiginde hesap fazladan
getiriliyor, yada tezgah altindan satilan seylerin parasi cebe atiliyor.
Burada uygulandigi haliyle ‘turizm’, hem dunyayi kubalilara hem de
dunyaya kubalilari ve devrimi yanlis tanitiyor. Zamaninda hasbel kader
solculuk yapmis insanlar gelip, ceplerinde dolarlar ellerinde pahali
fotoraf makinalariyla eski model arabalarin resimlerini cekiyor,
yenilerini gormezden geliyor, Devrim Muzesi’ne (!) gidiyor, ardi ardina
devirdikleri romlarla beraber eski kahramanlik hikayelerini anlatiyor,
istahlari kabarinca da geceligi 10 dolardan iki genc kiz goturmeye
calisiyorlar.
Evet ulkede okuma yazma orani cok yuksek ancak, dogru durust bir
kitapci dukkani bile yok. Yabanci bir gazete, dergi okumak imkansiz
cunku satilmiyor. Bir gece gittigim uc hastanenin ikisinde doktor yoktu
ve simdiye kadar gordugum en kotu durumda olan hastanelerdi. Tum
fayanslari kirik, tekerleksiz bir sedyede bekleyen yasli mi yasli bir
hasta. Her taraf les gibi, hani su saglam girsen hasta cikarsin
dedikleri cinsten, 70′li yillarin SSK hastanelerinin bire bir ornegi. Ne
oluyor peki?
Kuba’yi diger eski ‘sosyalist’ ulkelerden fakli kilan ne? Che mi?
Che yillardan beri burada yok. Tisortlerde ve sarhos bar sarkilarinda
geciyor adi. Kimi insanlarin kollarinda dogme olmus. Bazi sokaklarin
duvarlarinda profesyonel ellerden ciktiklari belli olan resimleri
boyanmis. Turistler, Kuba hatirasi diye onunde durup resim cektiriyor,
kendi ulkelerinde bulunmuyormus gibi posterlerini satin aliyorlar.
Che’nin dunyada satilabilen bir marka haline getirildigini ve
posterinden tutun, parfumune kadar her seyinin yapildigini biliyoruz ama
burada da az bir para kazanilmiyor Che uzerinden. Ve Havana’da kaldigi
evin hemen yakinina dikilen sehrin hemen her yerinden gorulebilen
Havana’nin en yuksek heykeli, Che’ye degil, Isa’ya ait.
Devrim 48 yasinda. Nereden baksan iki nesil gecmis aradan ve olurse
ne yapacagiz diye adi gecen sadece biri var; Comandate Jefe, Fidel. Ve
ulkede tek bir muhalif yok! Tek basina bu bile bazi seylerin eksik
kaldigini gosteriyor. Evet ‘eksik’ ve ‘yanlis’ gordugum bir suru sey
var. Ancak, sunu da acikca soylemek gerek ki, tum bu cok kisa bir zaman
icerisinde gorduklerimden kendim de emin degilim. Her seyden once sadece
Havana’yi gordum, ve HIC ispanyolcam yok. Bir de Kuba nufusunun cok
buyuk bir kisminin yasadigi bu sehri gormek, ulkenin tumu icin ne kadar
bir fikir verebilir bilemiyorum.
Ayrica unutulmamasi gereken bir sey daha var, o da ne yaparsak
yapalim, kendimizi hem bize dayatilan ‘modern’ yasam anlayisindan hem de
bize bir sekilde ogretilen ve kendi kendimizi de bilip bilmeden ikna
ettigimiz, sosyalist dunyanin ‘guzellikleri’ fikrinden siyiramiyor,
subjektif kaliyoruz.
Sosyalizm uzerine, birakin en kucuk mahalle biriminde bile yasama
gecirmeyi, daha dogru durust bir tartisma bile yurutememis ulkelerden
gelerek, yine kendi aklimizca, nasil bir sey oldugunu bilemedigimiz bir
hayal dunyasini ariyoruz. Tabii ki bulamiyoruz. Cunku oyle bir sey yok.
Esitlik, bagimsizlik, ozyonetim, huzur, yuksek yasam kalitesi ve
bunlarin elde tutulmasina yonelik direnisin nasil bir sey oldugunu, en
azindan sosyalist bir dunyada tam olarak nasil bir sey olmasi
gerektigini bilemiyoruz. Sonra da kalkip, Kuba’ya gelerek, ‘dilek ve
temmenilerimizin’ gerceklesmemis oldugunu gormek, kelimenin anlamina cuk
diye oturan bir hayal kirikligi yasatiyor.*
Devrim, bir melodinin iyi kotu calinan ilk notalari olabilir ancak
sonralari herkesin davulunu, zilini alarak katildigi ve bir orkestranin
caldigi bir parca haline gelebilmeli ki, hem calan hem dinleyen herkesin
kulaginda hos tinilar biraksin. Calanlara yeni katilimlar saglansin,
dinleyicilerden kimse yerinde duramasin, oynasin, dans etsin.
Tum bu yazdiklarimin aslinda kendi kendine konusmalar oldugunu da
belirtmek istiyorum, amacim kimseyi devrimden, esitlikci bir dunya
ozleminden sogutmak degil. Aksine, tekrar ve baska dusunmeye baslamanin
zamani geldigine inaniyorum.
Eger yayinlanirsa, ilk sayisinin prova baskisindan baska hic bir
nushasini bile okumadigim bir gazetede yayinlanacagini bilmek de tuhaf
bir duygu. Umarim, fazla kizanim cikmaz, venezuela’yi da yazarim.
Fazla param yok, hatta neredeyse hic yok ancak yarin Venezuela’ya,
Karakas’a geciyorum. Ve elimden geldigince tum kitayi dolasmak
istiyorum. Ispanyolcayi da bir an once ogrenmeliyim, nasil olacak
bilmiyorum. Elimde, resimlerle kendi kendine ispanyolca diye, resim dolu
bir kitap ve sayfalari daha simdiden cildinden yaprak yaprak ayrilmis,
aradigim hic bir kelimeyi bulamadigim kotu bir sozluk var. Ne bir harita
ne de bir hazirligim olmadan, gidebildigim kadar gidecegim.
Bakalim yol ne zaman geriye donecek.
Zafer
*buralarini cogul gectim, gercekte tekil haliyle
————————————————————————
Venezuela, Chavez’in ulkesi
Havaalanindan cikip bir otobuse binip sehre gideyim diye bekledigim
duragin onundeki yuzlerce metre uzunlugundaki duvara bir duvar ressami
ustaligiyla, hic acele edilmeden Chavez’in, Simon Bolivar’in rengarenk
resimleri cizilmis, sosyalist Venezuela yazilari yazilmis. Arkamda ise
kiyi boyunca uzanan tepelerde sivasiz evleriyle gecekondu mahalleleri.
Sehir kiyidan otuz kilometre kadar icerde, yuksek daglarin
arasindaki bir yaylaya yerlestirilmis. Ilk bakista Artvin’i, Bursa’yi
hatirlatiyor. Sehir girisindeki tepelere birbirlerine siki siki bitisik
ve hemen hepsi birbirinin bire bir benzeri gecekondular, tepenin tam
seklini almis altlarindaki yukseltiyi aynen yansitiyorlar.
Metro istasyonu onune gelip de indigimde karsilastigim ilk sey, her
yere naylon ortulerini sermis, birbirinin ayni seyleri satmaya calisan
isportacilar oluyor. Koselerde de celik yelekleriyle devasa polisler.
Metroya binip, sehir merkezine geldigimde ayni manzaranin daha da
bir katmerlisi cikiyor karsima. Bir metre onumu gormeme imkan yok, her
yerde tisort satanlar, gozlukculer, ayakkabicilar, masalarinin uzerine
zincirlerle bagladiklari telefonlaryla gorusme yaptiran konturlu
telefoncular, tek sigara satanlar, kopya Dvd, muzik cdleri satanlarin
seslerini sonuna kadar actiklari televizyonlari, muzikler,
hamburgerciler, mesrubat, dondurma satanlar. Ortaliga atilmis alcak
masalarda siraya girmis, parmaklarina uzun yapma tirnak taktiran
kadinlar, yarin geceki yilbasina hazirlaniyorlar.
Ugradigim tum oteller cok pahali, ustelik cogunun kapisi demir
parmakliklarla kapatilmis, resepsiyonda oturan ile kapi gorevlisi
vasitasiyla konusabiliyorum. Buldugum ucuz fakat kotu bir otelde ise,
pasaportumdaki hilali goren gorevli, arap oldugumdan kuskulanip, oda
vermek istemiyor once. Meger Saddam’i asmislar bu sabah ve Madrid
Havaalani bombalanmis. Venezuela’yi bombalamaya gelmis bir fanatik
zannediyor beni. Ikna edip, odayi tutuyorum asagi inip biraz gezineyim,
bir sey yiyeyim dedigimde de oturdugum bir sokak lokantasinda bira
icerken, onumde iki kisiye dort kisi saldiran ve doverek soyanlari
seyrediyorum. Milletin tepkisi, hey hey diye bagirmaktan ileri gitmiyor.
Ustelik gaspcilardan biri karni burnunda hamile bir kadin ve hic de
acele etmeden kacip karisiyorlar kalabaligin arasina.
Otele gidip yatiyorum, bilirim boyle sehirleri, gunduzleri daha
guvenli olur diye ukalalik yapiyor ve sabah otelden on-onbes metre bile
ilerlemeden gogsunden en az bes bicak yarasiyla oldurulmus birinin
ceplerinde kimlik arayan polisi gorunce, simdiye kadar bildigim tum
guvenlik bilgilerimin sinifta kaldigini goruyorum.
Aksama da Istanbul’dan tanistigim bir arkadasin evine gidiyorum.
Beylukduzu gibi biryerde guvenlikli bir site. Bana anahtari getirenler,
Karakas’i dogru durust bilmiyorlar bile, cok tehlikeli diyorlar. Oysa
burada da onbes yirmiyi bulan katlarin en ustteki pencerelerine varana
kadar parmakliklar takilmis. Sokaklarda park etmis arabalardan baska hic
bir sey yok. Kazara karsilastigin biri arkasindan yurumene izin
vermiyor, alenen duruyor, onune gecesin diye bekliyor.
Cok sasiriyorum, zira Guney Amerika ulkeleri icerisinde bu
goruntulerle Venezuela’da karsilasacagimi hic sanmiyordum. Oysa yapilan
istatistiklere gore, Karakas, Brezilya, San Paola’dan daha tehlikeli
gozukuyor. Hatta kimilerine gore oldurulen insan sayisi acisindan bazi
savas bolgelerinden bile riskli bir bolge. Bu sene yilbasi sonrasi
gordugum bir gazete, ‘yilbasi, yirmi dort saate otuz dort olu’ basligi
atmis. Hafta sonlari bu sayi kiminin dedigine gore onda falan
kaliyormus, kimine goreyse elliyi buluyormus.
Tabii bunlar oluenlere ait sayilar, o gunu yaralanarak atlatanlarin
kac kisi oldugunu allah bilir. Sokakta gordugum her polisin belinde
kalin bir tabanca ve sirtinda celik bir yelek var. Insanlar iki adimlik
yol icin bile minibuse biniyor, yolda yurumek istemiyorlar.
Sehirde her yer banka subesi dolu, bu kadar cok bankayi Turkiye’de
bile gordugumu hatirlamiyorum. Merkezdeki yuksek binalarin tepelerinde
isikli devasa reklam panolari, Pepsi, Nescafe ve Nestle. Herbiri
urettikleri urunlerin hammadesini yine bu topraklardan aliyor ve yine
ayni insanlara, ‘sosyalist devrimin saha kalktigi’ ulkenin insanlarina
takir takir geriye satiyor. Yuruken karsima, Bolivar’in muzesi cikiyor.
Yeni restore edilmis eski bir bina. Giris bedava. Salonlarina o
zamanlara ait antika mobilyalar yerlestirilmis. Duvarlarinda ise altisar
yediser metreyi bulan genislikleriyle tarihi yagli boya tablolar.
Birinde Kristof Kolomb yeni cikmis karaya, kendisini sevincle karsilayan
yerliler ve basini baba sefkatiyle oksadigi bir cocuk. Arkasinda da
hacini kaldirmis, hak dinini mujdeleyen bir papaz. Diger birinde ise,
sehrin girislerinde gordugum simdi uzeri derme catma tugla evlerle
kaplanmis bir tepeye benzeyen bir yerin yesil tepesinde atini saha
kaldirip, kilicini cekmis, ‘ozgurlusterici’ Bolivar. Golgesi arkadaki
buluta dusmus.
Disari cikip bir gece onceden internetten adreslerini buldugum
anarsist halk kutuphanesine dogru devam ediyorum. Bindigim minibus,
asagilardan hep merak ettgim gecekondu mahallelerinden birine dogru
tirmanmaya basliyor. Inecegim yere geldigimizde, minibus soforu, emin
misin der gibi gozlerime bakiyor. Indigimde ise, durup dururken basina
is alacaksin mealinden cesaret verici sozler ediyor. Girdigim sokagin
tum koselerine dagilmis adamlar, kosedeki tum cepheleri parmakliklarla
cevrilmis bakkalin onunde uzerlerinde atletleri ellerinde bira siseleri
ile sarhos sarhos yuzume bakiyorlar. Ne oldugunu anlamarina izin
vermeden gecip gidiyorum onlerinden. Kucuk cocuklar ucurtma ucuruyor,
biraz daha palazlanmislari, park etmis eski otomobillerin kaputlarina
oturmus, kimbilir hangi planlarin son detaylarini gozden geciriyorlar.
Aslinda hic de o kadar tehlikeli gozukmuyor burasi ama kutuphaneye
geldigimde her yanindan demir parmakliklarla kapatilmis, eski bir
mahalle bakkalindan kutuphaneye cevrilmis oldugunu goruyor, iceride bir
yerde kafeste oturur gibi oturan onsekiz yaslarinda iki genc buluyorum.
Yabanci oldugumu anladiklarinda biri gelip kapiyi aciyor. Digeri de
hemen arkasinda. Icerisi kitap dolu, duvarlar eski yuruyuslerden arta
kalmis pankartlar, afislerle kaplanmis. Disarida kapi girisinde ise
Drakula’nin ilk film versiyonundaki resminin yer aldigi, ‘devlet,
vampirdir, kaninizi emer’ yaziyor. Konusmaya basliyoruz ve ispanyolcamin
(!) en azindan az da olsa anlasabilecek seviyeye gelmis oldugunu
goruyorum. Biraz sonra da otuz yaslarinda insan irisi Raphael geliyor
arabasiyla. Ingilizce biliyor. Kahve yapiyorlar, konusmaya basliyoruz.
Kapi niye kilitli diye soruyorum once, guvenlik diyor. Kapiyi acik
birakirlarsa soyulacaklarindan korkuyorlar. Peki o zaman niye actiniz
burada bu kutuphaneyi dedigimde de kirasi ucuzmus, baska bir yerde bu
kadar ucuzunu bulamadiklarindan kiralamislar burayi. Parmakliklari
siyirarak kapiya saplanmis dokuzluk bir mermi cekirdegini gosteriyor.
Bu insanlar yasamak icin calmak zorundalar, baska da bir yollari
yok diyor. Calmak ve soymak disinda geriye kalan tek alternatifleri, bu
fare deligi gibi evlerden de olmak ve disaridaki evsizler ordusuna
katilmak. Chavez iktidara geldi geleli sekiz sene olmus ve bu son secim
zaferi ile de daha 2012′ye kadar garantisi var. Ancak anlattigina gore
Chavez’den once ulkenin yoksul orani %40′dan %80′e firlamis. Yirmiyedi
milyonluk Venezuela’da yaklasik iki milyon kisi evsizmis. Asagi inersen,
nehrin kiyisindaki agaclik alanda binlercesini birarada gorebilirsin
diyor. Arada bazilari alinip ustu acik stadyumlara konuluyormus. Bazen
yemek de veriyorlarmis. Ulkede acilan okuma yazma kurslari da gercek
anlamda cahilligin onune gecmek icin degil, istatistiksel gelismeleri
kayit altina alabilmek icinmis. Bu kurslara kayit yaptiranlara, devam
etmeseler bile para yardimi yapiliyormus. Bir cesit oy satin alma diyor.
Diger bir yontem de insanlara ‘sadece kirmizi- tisort ve siperlikli
sapkalar dagitmak. Peki diyorum, bu Chavez ne yapiyor? Bilmiyorum diye
cevap veriyor. “Degisen bir sey yok, sosyalist ve devrimci oldugunu
soyluyor ancak yaptigi seyin devrim olduguna inanmiyorum. Ulkedeki
petrolu halen amerikali sirketler cikariyor, rafine ediyor ve yurt
disina goturuyorlar. Ulkenin tum onemli gereksinimleri yurt disindan
ithal ediliyor, ulke yabanci banka, yatirimci dolu ve hic birinin ulkede
yeni calisma alani actigi yok.” Son zamanlarda uyusturu ile mucadeleye
onem verilmis ancak, polis ayni polis, asker ayni asker. Rusvet ve
yolsuzluk diz boyu. Bir seyin engellendigi yokmus. Cezaevleri ise bir
dram. Gecen sene cezaevlerinde olen mahkum sayisi tam 474! Her biri
silahli cetelerin kontrolu altinda, suyu akmayan, yemek dagitilmayan,
tuvaleti bile olmayan cezaevleriymis bunlar. Tutuklular, tuvalet olarak
daha sonra pencereden attiklari gazete kagitlarini kullaniyorlarmis.
Politik tutuklulari soruyorum, darbe ile suclananlar ve Kolomb’un
heykelini devirdigi icin iceri atilan bir anarsistten baskasini
bilmiyor.
Laf hazir cezaevlerinden acilmisken o da bana, isim isim hem de hic
sasirmadan, Mehmet Tarhan’i, Hayata Donus Operasyonu’nu, F tiplerini,
aclik grevlerini soruyor. Kendimden utaniyorum zira benim bu ulke
hakkinda bildigim tek sey Chavez, baska da bir sey bilmiyorum.
Egitim sistemini, universiteleri konusuyoruz, agirlik ozel
okulardaymis. Cok kotu durumda olan iki devlet universitesi varmis.
Gerisi ozelmis. Iscileri konusuyoruz. Grevler bitti diyor, ozellikle son
secimlerden once grev yapmaya kalkismak, hukumeti elestirmek hemen
karsi devrimci olarak suclanmaya yol aciyormus.
Kalkip, tum kutuphaneyi, kalin demir saclarla bir daha
kilitledikten sonra, arabasina bindirip, en yakin metro istasyonuna
birakiyor beni. Gaz pedalinin oldugu yere icten kilitli bir kapak
yaptirmis, ayaklarimin altinda da bacagim kadar bir direksiyon kilidi
var. Hepimiz dolusunca arabaya, hemen tum kapilari kilitliyor, hizini
hic kesmeden devam ediyor. Yolda bir cami goruyorum, Peki Chavez ve din
diye sorunca da, camiye gidince musluman, kiliseye gidince katolik, tam
bir iktidar asigi makyevelist diye acikliyor.
Ya diger devrimciler, solcular? Hemen herkes chavesist olmus, hatta
chvesist anarsitler diye adlandirilan bir gurup bile varmis. Devlette
gorevler verilmis, kurumsallasmaya baslamislar. Chavez oncesi silahli
mucadele veren orgutler de ellerinden silahlarini birakmamis,
yuzlerinden maskelerini cikarmamislar ancak, Chavez hukumetini
karsisinda silahli mucadele verilecek bir yonetim olarak gormuyor,
aciktan desteklemeseler bile kosteklemiyorlarmis da.
Bir sonraki gun tekrar ayni yere gittigimde, ellili yaslarda baska
biriyle karsilasiyorum. O da ayni mealde seyler anlatiyor. Tam bir
pazarlamaci, iyi bir demegog diye tarif ediyor Chavez’i. Chavez diyor,
Venezuela icin tam da Amerika’nin ihtiyac duydugu tipte bir lider ve
Bush, Venezuela’dan gelen petrolu garantiye almadan Irak’a saldirabilir
miydi diye de sorarak ekliyor. Birlesmis Milletler’de yaptigi konusmada,
Chaomsky’nin oldugunu soylerken, dili falan surcmedi, zira kitabi eline
birisi vermis, ne kitabi okumuslugu var ne de Chaomsky’in adini
duymuslugu diye anlatirken parmakliklara yanasan biri, para istiyor
israrla. Zorla savusturyor, merkezi kapatip, cikiyoruz. Bu da beni en
yakin metro istasyonuna goturup birakiyor. Iki de bir de kendine dikkat,
buralarda dokuz yasinda cocuklar bile silah tasiyorlar, yabanci
oldugunu anlamasinlar, gelir soyarlar diyor. Oysa benim her halimden
yabanci oldugum belli. Saclarim uzun ve buraya geldim geleli sakallari
tras vaktini haftalar gecmis tek kisi olarak kendimi gordum. Daha agzimi
acar acmaz da bir suru hata yapiyor, istiyorum diyecegime, ben peynirim
diyorum. Ispanyolcadaki tum kelimeler birbirine benziyor gibi geliyor
bana. Yazili olarak gorunce anlamasi kolay ancak, is seslendirmeye
gelince cok zorlasiyor. Dolayisiyla boyle bir gasp olayi ile karsi
karsiya kalsam ne yapacagimi bilemiyorum. Yolda yuruken kendi kendime
soruyorum; ya, ben niye araya o kadar yolu, koca okyanusu koyup da
kalktim buralara geldim. Ne guzel yasayip gidiyordum, Amerika’da
devrimler baslamisti ve yakinda bizim oralara da gelecekti. Oysa simdi
buralarda Amerika’yi yeniden kesfediyor gibiyim. Dunyanin yuvarlak
oldugunu ve nereye gidersem gideyim ayni kapiya ciktigini goruyorum.
Kendi kendime kiziyorum. Kendin kasindin, evinde otursaydin, soguk
biralarini icip, televizyon seyretseydim diyorum. Guluyorum.
Sehrin kuzey kisimlarina dogru gidiyorum. Yuksekligi bin iki bin
metreyi bulan daglarin eteklerinde bambaska bir Karakas ile cikiyor
karsima. Son model arabalar, yemyesil caddeler, devasa alis veris
merkezleri, son derece modern vilalarla doldurulmus yuksek duvarli
siteler uzaniyor onumde. Sosyalist devrim burada mi yasaniyor?
Aksam olunca da eve donmek icin otobuslerin kalktigi garaja
geliyorum. Tum venezuela’da, metrodan baska devletin islettigi HIC bir
toplu ulasim araci yok! Her sey yolcu tasima ucretleri hukumetce
duzenlenerek taksilere, minibuslere ve ozel otobuslere birakilmis.
Benzin cok ucuz olmasina ragmen (bir depo dizel icin bir (1) dolar
odenirken benzinli arabalar icin bu fiyat sadece iki (2) dolar. Oysa
bunun altinda arabasi olmayana hic bir faydasi yok. Zira minibuse indi
bindi icin verilen para yaklasik 4 litre benzin parasina esit. Metro da
ilk bakista ucuz geliyor ancak o da 2,5 litrelik benzin degerinde.
Aksama yemeklik bir seyler almak icin markete ugradigimda fiyatlara daha
aliskin gozlerle bakiyorum; 12lik bir yumurta kutusunun fiyatina bes
sise bira alinabiliyor ve bu para bir ekmek almaya yetmiyor.
Sise sise bira aliyorum ben de, kasada para odendikten sonra,
aldigin seyleri posetlere bahsis karsiligi dolduran cocuklarin
uzerlerinde yine o kirmizi tisortlerden var.
Eve gelip elimde biram, televizyonu actigimda Chavez yeni
kabinesini acikliyor, bakanlarini tanitiyor, her birinin omuzuna
guzellik yarismalarinda takilanlar gibi kalin birer kurdele asiyor, tek
tek sarilip opuyor. Baskan yardimcisi olarak atadigi milletvekiline de
kinindan cikarip havada salladigi suslu bir kilic hediye ediyor.
Ardindan ozel bir sirkete ait elektrik sirketi ile bir telefon sirketini
devletlestirecegi mujdesini veriyor. Merkez bankasinin bagimsizligini
kaldiracagini, kendisine baglayacagini ve yeni bir devrimci anayasinin
son hazirliklainin bitmek uzere oldugunu, yakinda milletvekillerine
sunulacagini, ozel yetki istemlerinde bulunacagini acikliyor.
Devrimimizi yapiyoruz, kendi Venezuela devrimimizi, hic bir sey bizi bu
devrimi gerceklestirmekten alikoyamaz diye de bitirdigi konusmasi salon
dolusu partili tarafindan coskuyla alkislaniyor.
Oysa bu elektrik sirketinin 14.000 calisani, bir bucuk seneden beri
toplu sozlesmeleri sonuclanmadigi icin, gectigimiz secimlerden once
greve gitmek istediklerinde, sirketin eski calisanlarinin grev kirici
olarak cagirilmalariyla engelleniyorlar. Ve sirketin basinda bulunan,
Nervis Villabos, ayni zamanda son hukumetin enerji bakani yardimcisi.
Ne diyeyim, hayirlisi olsun. Kamulastirmak iyidir. Devrim iyidir. Karsi cikacak bir yon bulamiyorum.
Fakat yarin sabah erkenden kalkip, Otobuse binecek ve Kolombiya’ya
dogru yola cikacagim. Daha cantami hazirlamam gerek, televizyonu kapatip
yatiyorum. Canta dedigim zaten uc tisort bir pantalon.
Zafer
Aykiri Venezuela haberleri icin: www.nodo50.org/ellibertario