Kıvılcımlı’nın,
geliştirdiği tarih tezi ile “Türk solu”na bir tarih bakışı kattığı söylenebilir.
Bir medeniyetten ötekine geçiş aşamasını önemsediği tarih çalışmalarının
anahtar kavramları tarihsel evrim ve sosyal devrimdir.
Tarihsel devrim, eski
egemen sınıfı yıkıp yerine yeni bir sosyal sınıfı geçirmeyi, bir üretim tarzı
değişikliğini sağlayamadığından medeniyeti kurtaramaz; sonuç olarak ya
medeniyetler yıkılıp yeniden kurulur ya da eski medeniyet Rönesans’a uğramış
olur. Modern çağa gelindiğinde tarihsel devrimler süreci sona erer, sosyal
devrimler tarihi başlar. Çünkü modernlikle birlikte insanlığın edindiği bilinç
ve teknik kazanımlar eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak
yeni bir sosyal sınıf imkânı sağlayabilmektedir. Kıvılcımlı, bir medeniyetten
ötekine geçişi mümkün kılacak unsur olarak üretici güçlere (teknik, coğrafya,
tarih, insan üretici güçler) vurgu yapar. Tarihin aydınlığa kavuşabilmesi için,
teknik üretici güce yüklenen aşırı önemin kırılması, insan üretici gücün öne
çıkması gerektiğini belirtir. Teknikle insan arasında yaptığı ayrım “barbarlık”
kavramına verdiği önemde özellikle açığa çıkmaktadır. Kıvılcımlı için
barbarlık, belli bir toplumsal aşamaya verilen addan öte ahlaki anlamlarla
yüklüdür, birtakım ahlaki özelliklerin bütünüdür. Söz konusu aşamaya
geçildikten sonra da bu özelliklerin devam ettiğini düşünür. Bu özellikler;
dürüstlük, kendi toplumu içinde (yurttaşına karşı) hoşgörü sahibi olmak,
eşitlikçiliktir. Kıvılcımlı, teknik ilerlemeden ziyade, belirtilen “ahlaki
özelliklerle yüklü barbarlığın” tarihi belirlediğini, onun “maddesi”ni
oluşturduğunu söyler. Yani Kıvılcımlı'nın barbarlığa ahlaki yaklaşımı
insan-teknik arasında yaptığı ayrıma açıklık getirmektedir; tersinden
söylersek, insanla teknik arasındaki ayrımdan özcü bir ahlaki anlam
çıkartmaktan bahsetmemektedir. Türkiye analizleri çerçevesinde “ordu”nun
konumunu da bu bağlamda ele alır Kıvılcımlı. Genel olarak üstün ahlaki
niteliklere ve ilkel sosyalizm geleneğine sahip “barbar savaşçıları” olarak
gördüğü ordunun, bu tarihsel misyonunu modern Türkiye’de sürdürdüğünden
bahseder. Dolayısıyla devrim konusunda Türkiye’ye özgü bir değerlendirme
sunmaktadır. Kıvılcımlı’ya göre, Türkiye’de ordu, her modernleşme hareketine
“motor ve öncü kesilmiştir”. İktidarı alaşağı ederek ama toplumun sınıf
yapısını değiştirmeyerek, ordunun yaptığı tarihsel devrimdir. Böylelikle
Kıvılcımlı, Türkiye özelinde modern çağda da tarihsel devrimin olabilirliği
sonucuna ulaşır. Kıvılcımlı’ya göre, devrimin öz gücü her zaman işçi sınıfı
olmakla birlikte, Türkiye söz konusu olduğunda insan üretici gücün bir unsuru
olarak “vurucu güç” de hesaba katılmalıdır. Vurucu güç ile kastettiği ordu
tarihsel devrimi gerçekleştirdikten sonra işçi sınıfı ön plana geçer; ve güçlü
bir işçi sınıfı mevcutsa tarihsel devrim sosyalist devrime dönüşebilir.
Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs darbesinden sonra Cemal Gürsel’e çektiği kutlama
telgrafını, 12 Mart müdahalesine “Ordu Kılıcını Attı” başlıklı yazıyla verdiği
tepkiyi bu açıdan değerlendirmek gerekir. Kıvılcımlı’nın din konusuna yaklaşımı
da tarih çalışmalarından bağımsız değildir. Kıvılcımlı’ya göre, din toplumsal
bir olaydır. Toplum dini yaratır. Ancak toplum dini etkilediği gibi, din de
toplumu etkiler. Böylelikle din, insanların düşünce ve davranışlarına, kişiler
üstü güçlerin etkilerinin yorumlanarak uygulandığı teorik bir dünya görüşü ve
pratik bir evren düzenine karşılık gelir. Belli bir dinin belli bir toplum
tarafından alımlanması belli bir medeniyet düzeyine ulaşmayı gerektirmektedir.
Bu açıdan Kıvılcımlı’ya göre, Müslümanlık, Türk toplumunda, sınıfsız toplum
davranış ve düşüncelerini, sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine
doğru değiştirmiştir. Müslümanlık'la birlikte, yazılmamış Türk Töre’si yerine,
sosyal sınıf münasebetlerini haklı çıkarıp düzenleyen yazılı dogmalar
geçmiştir. Nitekim Kıvılcımlı Eyüp
Sultan Konuşması’nda, Hz. Muhammed’in “ben peygamberlerin sonuncusuyum”
sözünün toplumsal düzeni kuran yasaların dünyevileşmesine işaret ettiğini
belirtmiştir.
Yukarıdaki
açıklamalardan yola çıkarak Kıvılcımlı’nın tezlerini üç eksende toplamak mümkün:
1) Tarih tezi ile
sol düşünceye kattığı tarih bakışı, diyalektik materyalizmin temel
önermelerinden uzağa düşmemek ve disiplinin içine saplanıp kalmamak kaydıyla
ayrıntılı bir antropoloji metodolojisi,
2) Türkiye özelinde
orduyu devrim stratejisinin bileşeni olarak konumlandırması (insan üretici
vurucu güç),
3) Sol-Müslümanlık
bahsi çerçevesinde dine getirdiği sosyalist ve kapsayıcı-kapsamlı yorum.
Doğudan olarak,
Kıvılcımlı'nın dava arkadaşı Türkiye solunun bilge ismi Vedat Türkali ile
özelde bu üç başlık üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik. Sorularımız, bu üç
meseleyi merkeze alarak Kıvılcımlı’nın Anadolu’da yerlici bir direniş
kültürünün öznesi olarak görülüp görülemeyeceğini tartışmaya çalışıyor.
Doğudan: Kıvılcımlı’nın
örgütçü kişiliğinden ve özel anılarınızdan yola çıkarsak; 27 Mayıs ve 12
Mart'ta onun ordu-siyaset ilişkisine bakışı nasıldı? Kıvılcımlı'nın yukarıda
özetlemeye çalıştığımız tezlerini yeniden düşündüğümüzde, bugün onun gözünde
ordu yine temel bir önem taşır mıydı? Ordu-sivil ilişkilerine bugün nasıl
bakardı? Sizce, alternatif bir çıkış arayacak sol, bugün ordu-siyaset
ilişkisine nasıl yaklaşabilir?
Vedat Türkali: 27
Mayıs’ı, o günkü bütün sol gibi coşkuyla karşıladı Doktor Hikmet... Daha ilericisini
de bekler oldu. ‘58 Yılında, ben Sultanahmet Cezaevi’nden, o günkü infaz yasası
gereği, Ankara Yarı Açık Matbaa Cezaevi'ne gönderileceğim sırada yaptığımız
uzun konuşmada, ülke için beklentileri konusunda, “Bu heriflerin (Ankara’daki
yöneticileri diyor) iki temel sorun var başlarında; biri ordu, öteki Kürt
sorunu... Türkiye’de bir şey patlak verecekse, bu iki yerden verecektir.”
demişti. Ordudan gelmiş biri olarak benim olası görmediğim 27 Mayıs, onun
beklediği bir olaydı yani. Bu bekleyiş, onun tarih araştırmalarından, özellikle
de Osmanlı toplum yapısına bakış açısından kaynaklanıyordu. Sonraki ilerici
bekleyişi de, salt 27 Mayıs coşkusundan doğan umma, bekleme olgusu değildi.
Burada bir anımı daha anlatacağım: Yeni Anayasa hazırlıklarının yapıldığı
günlerde, bir gün heyecanla Nişantaşı, Şair Nigâr Sokak’ta oturduğumuz eve
geldi. Ona göre, askerleri gene kandırıyorlardı! Yaptırılmak istenen Anayasa,
finans kapitale bağımlı, tefeci-bezirgân düzeni emperyalist Batı’ya entegre
etme çabasındaki bir NATO oyunuydu. Ankara’daki Milli Birlik Komitesi’nin
başındaki Cemal Gürsel’e gidip tutulan yolun yanlış olduğunu anlatacak, Vatan
Partisi çizgisindeki “doğru yol”u gösterecektik onlara! Teorik açıdan nice
doğru olursa olsun, böyle bir girişimin boşuna olacağını ne kadar söylediysem
de dinletemedim. Ankara’ya bir başkasıyla gidip, orada benim en eski arkadaşım,
Doktor’a da çok saygılı olan Sefer Aytekin’i alıp birlikte Cemal Gürsel’e
çıkmışlar. Kapısında saatlerce bekletilmişler. İzzet Cebe, ‘51 TKP davasının başyargıcı
ve MİT sorumlusuydu, gelip girmiş Gürsel’in odasına... Bunlara da yol görünmüş;
eli boş dönmüşler sonunda. Yazılarını okuduysanız, finans
kapital-tefeci-bezirgân egemenliğine karşı zaman zaman ilerici adımların, bir
yanıyla halk kökenli silahlı örgüt olarak “ordu”ca atıldığının vurgulandığını
görürsünüz. Ancak onun da çok iyi bildiği gibi, o “ilericilik” Kemalizmce
yıllar yılı çarpıtılarak sömürülmüştü. Böylece Kemalist ideolojinin, ülkenin
temel sorununu, “laik-şeriatçı” kavgası biçimindeki uyutma kalıbına indirgeyen
beyin yıkamalarından geçirilmiş bir ordu vardı karşımızda. Bu ordu, daha sonra
bir de, Soğuk Savaş dönemindeki Amerikan (NATO) damgalı anti-komünist eğitimin
ağır baskısı altında ne duruma gelmişti; bunu da özellikle göz önünde tutmak
gerekiyordu.
Bütün bunlara
karşın, çeşitli renkleriyle Türk Solu genel olarak yeni bir ilerici girişimi
(Bu herhalde sosyalizm olacaktı!), 27 Mayıs’ın getirdiği coşkuyla ordudan
bekliyordu. Bu olgu yadsınamaz. Doğan Avcıoğlu’sundan en keskin goşist atılımcıya
kadar hemen herkesin ilk günlerde en azından bilinçaltında bu vardı. Aslında,
ordunun hiç değilse “tarafsız hayırhahlığını” sağlayamamış (yani, en azından
orduyu nötralize edememiş) hiçbir devrimci devinimin başarı şansının olmadığı
bilinir. Bugün Güney Amerika'da bile, seçimle iktidar olmuş Şavez’i (Chavez),
sarayı basıp istifaya çağıran “karşı-devrim” yıkamamışsa, bunu ordunun desteği
sağladı. Ancak, 27 Mayıs'ta -bir anlamda- gafil avlanmış bizdeki karanlık
güçler, ordudaki çatlağı kapatma yollarını düşünmeye başlamışlardı. 12 Mart,
öyle anlaşılıyor ki, ordudaki Kemalist “sol!” güçlerle birlikte “ilerici darbe”
düşüne kapılanların başarısızlıklarının doğurduğu bir “karşı-darbe”dir.
Böylece, emekçi sınıfların, katmanların yeterince bilinçli, örgütlü olmaması,
sol ideoloji, teori alanındaki terslikler, yanlışlar, dağınıklıklar, (Dahi
bolluğu!!!) “12 Mart”, onun peşinden gelen “12 Eylül” rövanşlarına da ortam
hazırladı. Devrimi vuruştukları dağlardan kentlere indirecekleri inancıyla
yiğitlikle ortaya atılan gençlerimiz, tarihsel-sosyal yapımızın ordu-köylü
kayasına çarptılar. Bir yanıyla kazanım sayılabilecek ‘61 Anayasası kaldırıldı.
Daha geri bir anayasa getirildi. Soygun, sömürü düzeni, orduda temellenmiş
Kemalist gelenekle tam aldatıcı bir “dinli-dinsiz” çatışması biçimine sokularak
bereketli biçimde sürdürüldü, sürdürülüyor...
Doğudan: Kıvılcımlı
bugün yaşasaydı, ordunun genel eğilimlerine baktığında, devrim stratejisinde
“vurucu güç” rolü atfettiği bu kurumu nasıl değerlendirirdi?
Vedat Türkali: “Dr.
Hikmet yaşasaydı bugün nasıl düşünürdü?” sorusu formel mantıklı spekülasyonlara
yol açar. O günlerden bu yana ülkede, dünyada, baş döndürücü bir hızla o kadar
çok şey değişti, öyle altüstlükler, zıddına dönüşler oldu ki, bu konuda yargıya
varmak kolay değil, doğru da değil. Ancak, Kıvılcımlı'nın temel tanılarındaki
saptamalar; din “İslam” olgusuna, Kürt Sorunu’na bilimsel yaklaşımlarındaki
doğruluk bugün her günden daha açık seçik ortaya çıkmış durumda. Hele Kürt
Sorunu'nda, bırakın benim sözünü ettiğim cezaevi konuşmasını, 70 yıl önce
yazdığı, “Yedek Güç Milliyet (Doğu)” bugünleri nasıl da bildirir nitelikte![1]
Ülkemizin yapısı
konusunda benim düşüncelerim, Yalancı Tanıklar Kahvesi[2] adlı son romanımda
belirlenmiş gibidir. “Sol-sağ”, “ileri-geri” kavramları, dinsel inançlara göre
değil, bu karmaşık sömürü düzeninde halkları soyanlarla, soyulan sınıflar,
katmanlar arasındaki temel çelişkiye göre belirlenip kullanılmalıdır. Tarihin
bugünkü “globalist” aşamasında (ki finans-kapital emperyalizminin vardığı son
duraktır bu), Türkiye’nin bu sisteme “entegre” olmaya elverişli
“tefeci-bezirgân-finans kapital saltanat’lı” yapısı ülkemizin emekçi
sınıflarının acılarını olduğu kadar aldatılma grafiğini de yükseltiyor.
Soyulan, sömürülen, acılar içinde kıvranan insanları dinsel ya da din karşıtı
masallarla kandırmaya kalkışanlar, bu Müslüman halka önerecek “derde deva” bir
şey bulamazlar, gerçek kurtuluş yolunu gösteremezler. Başını örtenle örtmeyen,
namaz kılanla kılmayan, birbirlerine saygılı biçimde soyguna, sömürüye karşı
yan yana savaşmanın bilincine vardığı gün, kurtuluş yolumuz açılmış olacaktır.
Bizlere Türkiye’de bu tarihsel doğruyu, Marksizm’in Leninist bilimsel
çizgisinde yürüyen Dr. Kıvılcımlı öğretti.
Bugünkü basında vardı;
“refah ülkesi!” Amerika’da tam 50 milyon insanın aç olduğunu resmen
açıkladılar. Bu sayılar, emperyalizmin yağma, soygun alanındaki İslam
dünyasında daha da korkunçtur. Türkiye’mizde kimileri “...doyuncaya,
tıksırıncaya, çatlayıncaya …kadar” yerken, kaç milyon aç insanımız var,
düşündünüz mü? Yazgı mı bu? İnsan onuruna yakışmayan bu yazgıyı kim yazıyor?
“Tanrı” diyorsanız, sizin kutsal Tanrı inancınıza da kuşkuyla bakarım,
insanlığınıza da! Tanrı'ya nasıl yakıştırabilirsiniz bunu! “Dinli-dinsiz”, “gâvur-Müslüman”
sorunu değil, “soyan-soyulan” sınıflar sorunudur bu. Dinsel inanç dedikleriniz,
bu soygunun sürüp gitmesine mi yardımcı oluyor, yoksa insan onuruna yakışır bir
dünyayı mı savunuyor? Ölçü, odur.
Doğudan: Kıvılcımlı,
İslam düşüncesi ve İslam tarihi kaynaklarıyla yakından ilgileniyor. 15 Ekim
1957 tarihinde Eyüp Meydanı’nda yaptığı, İslamî motifler taşıyan seçim
konuşmasında dine sosyalist bir yorum getiriyor. Örneğin bu konuşmada
Kıvılcımlı, "kıyamete kadar yaşayacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi
ibadet et"; “insan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır” gibi
sözlerden hareketle Vatan Partisi’nin kendini hak ve çalışmak gibi iki prensip
üzerine kurduğundan bahseder. Ayrıca Hz. Muhammed’in sonuncu peygamber
oluşunun, artık kanunları insanların yapacağı anlamına geldiğini; camilerin
siyasi meselelerin konuşulduğu toplantı ve hesaplaşma yerleri olduğunu
hatırlatarak bunlardan dersler çıkarılması gerektiğini belirtir. Bir yandan
yaşamının sonuna kadar kendisini bir Kuvay-ı Milliyeci olarak gören, diğer
yandan sosyalist düşünceye yakın duran Kıvılcımlı’nın İslamî düşünce ile
ilişkilenme tarzını siz nasıl değerlendirirsiniz? Eyüp Konuşması’ndan yola
çıkarak, sol-İslam bağlantısını bugünkü sol açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Kıvılcımlı bugün Eyüp'te konuşsa, neler diyebilirdi?
Vedat Türkali: Eyüp
Konuşması'na dayanarak sözünü ettiğiniz dinsel alıntılar üstünde durmak,
âyetleri yorumlayarak çıkarsamalara kalkışmak uzun, ayrıntılı çalışma
gerektirir. Dr. Hikmet’in Eyüp Konuşması'nda, âyetlerden, hadislerden
alıntılarla vurguladığı noktalar, onun Marksist yöntemle İslam’a bakışının
özeti gibidir. Sözünü ettiğim romanım Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde benim
İslam’a, bir İslam ülkesi olarak toplumumuza yaklaşımım da bu çizgidedir.
Doktor yaşıyor olsaydı ne derdi? Ne diyecek; “dediklerimi hâlâ mı anlamadınız?
Hırsızın, sömürücünün dinlisine- dinsizine değil, sınıflarına bakın; sizi
Allah, Peygamber değil, mala, mülke tapan Ebu Süfyan tayfası soyguncular
ayırıyor” derdi herhalde! Biz de onu diyoruz bugün...
Doğudan: Kıvılcımlı
sağ ve sol cenahlarda bugüne kadar farklı şekillerde algılandı. Örneğin onu,
Marksizme “büyük katkı sağlayan düşünür” olarak görenler; “burjuva teorileri”
ürettiğini söyleyerek eleştirenler; milliyetçilik, etnik ve cinsel ayrımcılık,
muhafazakârlık, korporatizm, darbecilik vb.’nin şekillendirdiği Türk solu
geleneği ile bu gelenekten kopuşun tam arasına konumlandıranlar; tezini değil
de “mücadele azmi”ni önemseyenler, aynı şekilde, “Türkiye’nin orijinalitesi”
diye sunduğu şeyi değil de Türkiye’nin özgül koşullarını değerlendirmeye dönük
çabasını övenler; dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle suçlayanlar ya da
düşüncelerini hiç dikkate almayanlar oldu. Bu algılamaların sizce sorunlu
yanları nelerdi, Kıvılcımlı'nın sol ile Müslümanlık arasında kurmaya çalıştığı
bağlantılar, dönemi açısından nasıl değerlendirilebilir? Sağda ve solda
Kıvılcımlı'nın anlaşılamamasının arkasındaki etkenler neler olabilir?
Vedat Türkali: Sergilediğiniz,
Dr. Hikmet’e yönelik eleştirel düşünce akımları toplumumuzdaki kara sataşmalar,
saldırılardır. Yeri geldikçe açıklamalar yaptığımız için, bunların üzerinde tek
tek durup yanıtlamaya kalkmak zaman kaybı olur. Özetle şu denebilir: sol,
-Marksist Sol da içinde- Sosyalist dünyanın sol böğründeki Türkiye’nin politik
durumuna ister istemez koşullu kaldı. O dar çizgi içinde ürettiği özgün
düşüncelerini, hiç ödünsüz savunan, Kemalist devlet soluna yiğitçe cephe alan
Dr. Hikmet, dinsel sağın da kolay anlayıp sindirebileceği bir kişilik değildi.
İslam dünyasının Emekçi dünya Sosyalizmine, yarım buçuk da olsa soğuk bakmayan
aşaması ancak İkinci Emperyalist Savaş sonrası, nice acı denemelerin getirdiği
bir ayma ile başlamıştır. Ülkemize gelişi ise, her iyi, doğru şey gibi çok
sonraları olmuştur. Bugün de kendini tam bulmuş değildir. İçine düştüğü
çöküntünün ürküsünde kıvranan finans-kapital dünyasına bağımlı, bin bir
mafyacı, gizli servisçi, cuntacı oyunun sürdürüldüğü bir ülkede, bu iş kolay da
değildir.
Doğudan: Kıvılcımlı’nın
tezlerinin, solun günümüz dünyasında yürüttüğü tartışmalar ışığında yeniden ele
alınması sizce anlamlı mıdır? Özellikle “sol-Müslümanlık” bahsinde Kıvılcımlı
bugün, sol tarafından nasıl örnek alınabilir? Kıvılcımlı'nın dertlerinden yola
çıkarak (yukarıda bahsettiğimiz “vurucu güç” olarak ordu, sol-Müslümanlık
ilişkileri ve tarih tezinde ısrarla üzerinde durduğu sol düşünceye antropoloji
metodolojisi katma gayreti), bugün Türkiye'de Müslüman-sol bir ittifakın varlık
şansı nedir? Bu oluşum, ülkenin siyasal hayatına ne katabilir?
Örneğin, 10 Aralık
Hareketi'nin vizyonuna ve benzer bir yapılanmanın geleceğine nasıl
bakıyorsunuz? Bu hareketlerde sizce eksik olan yanlar nelerdi? Bu gibi
hareketler, Kıvılcımlı örneğinden neler öğrenebilir? Kıvılcımlı üzerine Ekim
ayında düzenlenen etkinliklerde bu konuya nasıl yaklaşıldı?
Vedat Türkali: Burada
önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var: Dr. Hikmet’in görüşleri
için kullandığınız “…Sol düşünceye Antropoloji metodolojisi katma gayreti!”
yargınız doğru bir yaklaşım sayılmaz; sakıncalıdır, yanılgılara götürebilir.
Dr. Hikmet, Marksist’tir. İnsana, topluma, doğaya “Tarihsel Maddeci”
kimliğiyle, Marksist metodoloji ile, yani “Diyalektik Materyalist” yöntemle
bakar. Antropoloji; 17.-18. yüzyıllardaki, Marks’tan önceki dönemde, insanın
dinle, feodal sistemle uyumsuzluğunu doğasının özünde bulunan öğeye bağlayan,
kaba materyalist bir akımdır. İnsanı, toplumdaki sosyo-ekonomik konumunda
değil, biyolojik bir olgu olarak alır. Dr. Hikmet’in çalışmalarını
Antropolojizm’le karıştırmamaya özen göstermek gerekir. Tarih üstüne yaptığı
çalışmalarda Antropoloji’nin buluşlarını da göz önünde tutmuştur. Daha
eskilerde Engels, ünlü Toplumun Kökenleri yapıtını, Amerikalı Antropolog Lewis
Morgan’ın Amerikan Kızılderili topluluklarındaki antropolojik araştırmalarına,
bulgularına dayandırmıştı. Bu bilimsel bulgular ışığında “Yabanıllık,
Barbarlık, Uygarlık” aşamalarını anlatırken Barbarlık'tan Uygarlık'a geçişte,
toprağın daha bol üretim için derin kazılmasını sağlayan “demir”in kullanılması
koşulunu o da önemle belirtir. Ancak, daha sonraki yıllarda, Gordon Childe’ın
Mezopotamya’daki araştırmaları gösterdi ki, Dicle-Fırat’ın suladığı bu bitek
topraklarda üretim bolluğu ile Barbarlık'tan Uygarlık aşamasına “demir”
döneminden önce geçilmiştir. Üç “semavi” din bu topraklarda çıktı. Gelişen
bezirgân-tefeci ilişkilerle birlikte sınıflar, devlet, para, aile, kadının
köleleşmesi bu bölgede odaklandı. Dr Hikmet’in çalışması, Engels’in Morgan’a
dayalı görüşlerini yeni bulgularla geliştirip varsıllaştırmaktır. Marks,
Darvin’in buluşlarından da güç kazanmıştı, Ekonomist Adam Smith’in emeğe dayalı
değer teorisinden de yararlandı. Marks ne Darvin’cidir, ne de Adam Smith’çi.
Kaldı ki, Marksizm, temel felsefe yanıyla Hegel’in idealist diyalektiğine,
Feuerbach’ın mekanik materyalizmine dayanır. Gerçek Marksistler bilimsel
alandaki tüm gelişmeleri izlerler; yeni bilimsel yaratışları, buluşları bilim
ölçülerine göre değerlendirip gerekirse yeni açılımlara giderler. Bilimsel
dünya görüşü bunu gerektirir. Bilimin yeni verilerine, buluşlarına sırtını dönüp
kafasına yerleşmiş hazır yargılarla her şeyi açıklayabileceğini sanmak,
dogmatik tavırdır. Öyleleri kafalarına yerleştirdikleri “doğru”ları yinelerler;
yaşamın canlı, sıcak gerçeklerine kapalı kalmaya yazgılı olurlar. Sorunuzun
diğer bölümleriyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim: Tüm çabamız, bugünün
dünyasında Türkiye için, halk yığınlarına ters düşmeyen, doğru siyasal yolu
saptamaya yöneliktir. 10 Aralık Atılımı, Kemalist kökenli solun (Laikçi
“sol”un!) toparlanmasına, halka yaklaşan bir yolun bulunmasına yönelikti. Asıl
gövde, iktidarı yakalama yolundaki CHP’de olduğu için çamura battı. Bugün de
açıkça görünen gerçek, CHP'nin sol-sosyal demokrat değil, halk yığınlarına ters
düşmüş “sosyal şoven” bir parti olduğudur. Toplum yapısını teorik olarak doğru
saptamadan doğru “praxis” sağlanamaz. Uzatmadan altını özenle çizerek
belirtelim ki, bugün bizim üzerinde birleşmeye çalıştığımız politika yolu,
ülkede alışılmış “ilerici”- “gerici”, “sol”-“sağ” kavramlarının doğru
değerlendirilip doğru yorumlanmasına dayanan, emekçi sınıflardan, katmanlardan
oluşmuş halk yığınlarını sömürüden, soygundan kurtarmak için bilinç kazandırma
yoludur. Evet, bin bir engelli güç bir yoldur, ama tek doğru yoldur bu...
Doğudan: Türkiye'de
Müslümanlık'la-sol arasındaki mesafeyi bugün nasıl görüyorsunuz? Devletin bu
mesafenin oluşmasındaki sorumluluğu/kabahati nedir? Solcuların ve Müslümanların
getirebilecekleri özeleştiriler neler olabilir? Bunlarla bağlantılı olarak, son
romanınız Yalancı Tanıklar Kahvesi'nde 70'lerin bazı solcularının
"toplumsal güç olarak din" ile ilgilendiklerini görüyoruz.
Romanınızdaki karakterlerden Kıvılcımlı'nın etkisinde kalan ve onun
mücadelesini 70'lerin sonunda devam ettirmek isteyenler var mıdır? Romanda
Kıvılcımlı nerede duruyor acaba? 2000'lerin solcularının dine ve özelde
Müslümanlık'a bakışlarını Yalancı Tanıklar Kahvesi'nin idealist solcularıyla
karşılaştırabilir miyiz?
Vedat Türkali: Bu
sorularınızın büyük bölümünün yanıtlarını yer yer konuştuğumuzu sanıyorum.
Kıvılcımlı'yla ilgili yeterince açıklama var romanda. Romancının kendi romanını
tanıtmaya kalkışması bana pek uygun gelmiyor. Roman kahramanları konuyu
tartışırken din-devrim ilişkileri sorunsalımız da çok yönüyle tartışılıyor. Bu
tartışmalar gündemdeki canlı yerini bugün de koruyor. Denebilir ki din-devrim
ve sol ilişkileri, hem de bugün, her günden daha açık, daha ağırlıklı biçimde
tartışılıyor. Yukarıda da üsteleyerek belirttiğimiz gibi, halklarımızı doğru
bilinç yolunda birleştirmemizin baş yoludur bu ilişki. Bu sorunu çözemezsek
daha uzun süre boşuna acılar çekeriz.
Doğudan: Kıvılcımlı'nın
yukarıda üç başlık etrafında toparlamaya çalıştığımız Kıvılcımlı'nın dertlerini
birlikte düşündüğümüzde (1. Sol-Müslümanlık bahsi / 2. İnsan üretici güç ve 12
Mart'ta devrim stratejisinin bileşeni olarak “vurucu güç” ordu / 3. Tarih Tezi
ile solculara bir antropoloji metodolojisi katma fikri), sonuç olarak,
Kıvılcımlı Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülebilir
mi?
Vedat Türkali: “Yerlici”
sözcüğünü, “ülkemize özgü” anlamında kullanıyorsanız, bir yanıyla “Evet”. Ama
bizim bakışımız, finans-kapital pençesinde kıvranan bu emperyalist dünyada
enternasyonaldir. Unutmayalım ki, Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde anlatılan
Endonezya’daki Tan Malaka, İran’daki Musaddık, tüm İslam dünyasında yaşanan
benzer olaylar, içinde yaşadığımız dünyanın temel karakteristiğini oluşturuyor.
Çağa bilimsel bakış ülkemizde de bizi böyle bilince çağırıyor.
Dipnotlar
[1] Dr. Hikmet
Kıvılcımlı, Yedek Güç-Milliyet (Doğu), Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul.
[2] Vedat Türkali,
Yalancı Tanıklar Kahvesi, Turkuvaz Yayınları, İstanbul, 2009.