Saturday, May 2, 2020

Taner Akçam: Ermenileri imha belgeleri Osmanlı arşivlerinde mevcut



Yabancı ülke parlamentoları karar alamazlar’, diye bağırıp çağırmak yerine, kendi arşiv belgelerimiz üzerinde konuşmayı öğrenmemiz gerekir.'

ARTI GERÇEK - ABD Kongresi'nin alt meclisi Temsilciler Meclisi’nin 1915 'Ermeni Soykırımı'nı resmen tanıyan yasa tasarısını 11 red, 3 çekimser oya karşın, 405 oy ile kabul etmesi ve tasarının ABD Senatosu’na gönderilecek olması üzerine, Türkiye’den bildik resmi tepkiler gelmeye başladı.
AKP Grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı ve Recep Tayyip Erdoğan; kabul edilen tasarı ile ilgili olarak, "ABD kamuoyunda ülkemiz aleyhine oluşan hava kullanılarak geçirildi. Fırsatçılık yapıldı” dedi. Ayrıca, Erdoğan parlamentoda yaptığı değerlendirmede soykırım tasarısının kabulünü “iftira” olarak değerlendirerek; “Tüm dünyaya sesleniyorum bu atılan adımın hiçbir kıymeti harbiyesi yok, bunu tanımıyoruz. Kendileri çalıp, kendileri oynuyorlar. Buna rağmen ülkemize atılan iftiranın bir ülke parlamentosunda kabul edilmesinden üzüntülüyüz” ifadelerini kullandı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da partisinin grup toplantısında konuya ilişkin yaptığı değerlendirmede; “Tarihteki olayları günümüze taşıyıp intikam alma işine dönüştürürseniz bu doğru olmaz. Bizim tarihçilerimiz ve onların tarihçileri bir araya gelip incelesinler. Gelelim bir araya hepberaber arşivlere bakalım. Ama bunu alıp da ben egemen gücüm intikam alırım derseniz bu doğru değildir” şeklinde konuştu. 
Tarihte ne olduğu ve ABD’nin bu kararının ne anlama geldiğini ABD’de, Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Holokost ve Soykırım Çalışmaları Merkezi’nde bulunan Kaloosdian/Mugar kürsüsünde çalışmalarını sürdüren tarihçi, sosyolog Prof. Dr. Taner Akçam’a sorduk.
Taner Akçam, Artı Gerçek için yaptığı değerlendirmede kararı; “Bayram değil seyran değil, o halde ABD Temsilciler Meclisi’nin bu soykırım kararı niye? Elbette, kararın alınma nedeni doğrudan Soykırım Meselesi ile ilgili değil. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askeri harekatına sinirlenen ABD, bir nevi intikam alma yoluna gidiyor.  Hem de böylece kendisinin Suriye’de yaptığı büyük hataların üstünü örtmüş olacak” şeklinde  yorumladı.
Bu vesile ile yıllardır üzerinde çalıştığı “Ermeni  Soykırımı” üzerine,  Artı Gerçek okurları için  meselenin özü hakkında bilgi veren  Taner Akçam şunları söyledi:
“Elbette yabancı parlamentolarda, 1915 konusunda karar alınmasından hoşnut olmayabiliriz.
Rahmetli Hrant da hoşlanmazdı. Ne zaman böyle bir konu gündeme gelse: “Soykırım Anadolu topraklarında oldu, çözümü de Anadolu topraklarında olacaktır” derdi.
Bunun için ne yapmak lazım? Çok basit. Konuyu dış parlamentoların konusu olmaktan çıkartmak ve bu toprakların bir sorunu haline getirmek gerek.
Yani, konuyu önce kendimiz tartışmalıyız.
“Soykırım” kelimesini kullananlar hakkında soruşturma açmaktan, hapse tıkmaktan, 24 Nisan soykırım anması yapanları göz altına almaktan vazgeçmeliyiz.
Kafayı kuma gömüp, 1915’de bir şey olmadı, diye bağırmanın anlamı yok. İnanı da yok zaten.
Ben burada çok basit bir soru sorayım.
Ve kendi arşivlerimize bakarak bu sorunun cevabını arayayım.
Kavga konusu nedir? 1915’de Osmanlı Hükümeti Ermenileri imha kararı almış mıdır?
Almışsa ne zaman almıştır?
“ERMENİLERİN İMHA KARARI:  1 ARALIK 1914”
Cevap çok basit. Eldeki Osmanlı arşiv belgelerine göre, Osmanlı Hükümeti, Ermenilerin imha edilmesi doğrultusunda ilk kararı 1 Aralık 1914 tarihinde almıştır. Belgesi Osmanlı Arşivinde.
Kararı alan, belgedeki ifadeyle: Erzurum “Merkez Komitesi.”
Karar hemen aynı gün “gizli” notuyla İstanbul’a iletilmiş. Ve özel olarak, “telgrafın telgrafhanedeki kopyası(nın)” imha edilmesi istenmiş.
İlk imha kararı Van ve Bitlis vilayetlerindeki Ermenilere ilişkin.
Alınan karardaki ifade aynen şöyle: “[madde] 4. Gerek merkezde ve gerek mülhakâtta rehber-ihtilal [ihtilal önderi] olacak veyahut İslamlara tasallut edecekleri [saldıracakları] maznun[şüpheli] Ermenilerin şimdiden bi’t-tevkif [önceden tutuklanarak] İslamlara tasallutları görüldüğü takdirde imha edilmek üzere hemen Bitlis’e sevkleri.”
Karar, bir ihtilale önderlik veya Müslümanlara saldırı zanlısı olabileceklerin toplanması ve imha edilmesini istiyor. Yani, esas olarak erkek nüfusa ilişkin. Bir nevi bir ön-tedbir.
İmha etmek kavramının belgede kullanılması son derece önemli.
1 Aralık 1914’de alınan bu kararın uygulamaya konduğunu ve sadece erkek nüfusla sınırlı kalmadığını ve kadın ve çocukları da kapsadığını başka kaynaklardan da biliyoruz.
Potansiyel bir tehdidi ortadan kaldırmak amacıyla imha hemen birçok soykırımda gözlenen ortak bir özelliktir.
En bilinen örneği Nazilerin Yahudileri imhasıdır.
Yahudilerin ilk kitlesele imhası “Einsatztruppen” olarak bilinen özel birlikler tarafından 1941 yaz aylarında uygulamaya kondu.
Amaç, Rusya içlerine ilerleyen Alman Birliklerinin arkasında ayaklanma ihtimalini ortadan kaldırmak idi. Aynı Osmanlı örneğinde olduğu gibi, ilk önce erkek nüfusa yönelik olan imha uygulaması kısa sürede kadın ve çocukları da kapsayacaktı.
1 Aralık 1914 kararı bir bölge ile sınırlıdır.
Burada ikinci bir soru akla geliyor. Peki alınmış nihayi bir karar var mıdır, varsa ne zaman alınmıştır?
“NİHAYİ İMHA KARARI 15 ŞUBAT / 3 MART 1915”
Bu soruya da artık kesinliğe yakın bir tarzda cevap verebiliyoruz.
Ermenilerin imhası için nihayi bir karar vardır ve bu karar 15 Şubat ile 3 Mart 1915 arasında alınmıştır.
Böylesi bir kararın alındığını bize söyleyen İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın reisi Bahaettin Şakir’dir.
Şakir, 3 Mart 1915’de İttihat ve Terakki Adana görevlisine yazdığı bir mektupta, “Cemiyet, vatanı bu lanetlenmiş kavmin [Ermenilerin] ihtirasından kurtarmaya… [ve] Türkiye’de yaşayan bütün Ermenileri, bir tanesi kalmayıncaya kadar mahvetmeye karar, bu hususta da hükümete geniş yetki vermiştir. Hükümet katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda, vali ve ordu kumandanlarına gerekli izahatı verecektir.”
Mektubun altında Bahaettin Şakir’in imzası vardır.
Bu imzanın Şakir’e ait olduğunu da artık kolaylıkla gösterebiliyoruz.
“BELGELER KÜTÜPHANELERİMİZDE MEVCUT”
Elimizde Bahaettin Şakir’e ait 100’ün üzerinde imza örneği var. Bunlar, İttihat ve Terakki Partisi’nin bölgelerle yaptığı yazışmaların tutulduğu 1905-1907 yıllarına ait Paris Defterleri içerisinde. Bu defterler, hem kütüphanelerimizde mevcut hem de orijinal halleri ile yeniden basılmışlardır.
Osmanlı Arşivinde, Ermenilerin imha edilmesinden söz eden birçok başka belge daha var.
Özellikle Erzurum, Sivas, Bitlis, Diyarbakır ve Van valileri telgraflarında imhadan açık olarak söz ederler.
Örneğin, Kasım 1914 tarihinde Erzurum ve Van valileri, “Ermeniler hakkında karâr-ı kat’î ve ta’lîmât verilmesi zamanı gelmiştir,” diyerek İstanbul’u nihai bir karar almaya zorlarlar.
İstanbul başta temkinlidir ve “Ermeniler hakkında bir kat’i talimat verinceye kadar” Valilerin, bölgenin ihtiyaçlarına göre davranmalarını ister.
Ama Valiler, kendi yerel tedbirlerinin yeterli olmadığını ve kendilerine merkezce alınmış nihai bir kararın tebliğ edilmesini  isterler.
Sivas Valisinin Ermenilerin imhası için karar alınmış ise kendisine gönderilmesini isteyen Mart 1915’a ait şu sözleri iyi bir örnek teşkil eder: “Ermenilerin “imha ve tenkilleri kararlaştırılmış ise”, elde yeteri kadar askeri kuvvet var olduğu için “şu sıranın icraata pek müsait olduğu…”
Bitlis Valisi için, Ermenilerin imhası vatanını selameti için kaçınılmazdır: İstabul’a yazdığı bir telde, “mevcudiyetleri bünye-i vatan… için daima muzırr görülen bu unsurun [Ermenilerin] kuvva-yı maddiye ve maneviyesiyle imkân mertebesinde imhası selamet-i vataniye icabâtına göredir” demektedir.
Yine Bitlis Valisine göre, ““İmha tedbirlerinin tatbik zamanı ve icraatı” ise “savaşın durumuna ve devletin siyasetine göre tayin” edilmelidir.
“DİLEYEN ALIP OKUYABİLİR, BELGELER OSMANLI ARŞİVİNDE…”
Bu belgelerin önemi, sadece açık olarak Ermenilerin imha edilmesinden söz ediyor olmaları değildir.
Bu belgeler şu anda Osmanlı Arşivinde mevcutturlar. Ve isteyen araştırmacılar bunları alıp okuyabilirler.
Osmanlı Arşivindeki mevcut bu belgelerin bize gösterdiği basit bir gerçek vardır.
Artık kafamızı kuma sokarak gidebileceğimiz bir yer yok.
“Yabancı ülke parlamentoları karar alamazlar”, diye bağırıp çağırmak yerine, kendi arşiv belgelerimiz üzerinde konuşmayı öğrenmemiz gerekir.
Eğer siz, tarihle yüzleşmez, hakikatleri kabul etmekte direnirseniz, başkaları bunu size karşı bir silah olarak kullanmaktan çekinmezler.
Hrant haklı idi: Soykırım Anadolu topraklarında oldu, çözümü de bu topraklarda bulunmalıdır.”


Saturday, April 8, 2017

Joseph Goebbles'in Propaganda ilkeleri

"Joseph göbbels: tagebücher 1924-1945 / ralf georg reuth" adlı kitap göbbels'in günlüklerini incelmiştir: 

"kitleler aklını yitirmiş bir sarhoşluk içinde. böyle devam etmeli." (s.696)

"entellektüelizm, her nevi propagandanın en feci düşmanı"dır. (s.1299)

"gerçek olaylar ve durumlar hakkında açık seçik bir malumata sahip olsalardı, bu haberleri okuyarak gitgide gevşeyip çökebilirdi insanlar. alman halkının bütün bunları öğrenmemesi ne iyi! sahip olacağı kanaat hazır halde önüne konuyor." (s.1633)

bakanlığı döneminde, göbbels'in bellibaşlı propaganda araçlarından biri, bayrak asma kampanyalarıdır. özellikle kritik dönemlerde, halkı "havaya sokmak" ve "havayı değiştirmek" istediğinde, bu yönteme başvurur. günlükler'de şöyle bahseder göbbels bu yöntemden: "berlin bayrak takındı"... "berlin bayraklarla süslü"... "şehir bayrak denizi"... "tüm almanya bayrak denizi"... "üç gün bayrak asılmasını tamim ediyorum. anında berlin bir bayrak denizi." (s.1215) 
hukuk, "steril, herhangi bir görüşe sahip değil ve sorumsuz" (s.1465) olduğu için, habistir.

"yargı devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkarı olmalıdır." (s.1771) 

bunun haricinde;

"yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır."
"biz bir şey söylemek için değil, belli bir etki sağlamak için konuşuruz"

"bana vicdansiz bir medya temin et; sana bilinçsiz bir halk sunayım.."

Devamı
Kaynak: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/418/4641.pdf























 
















Tuesday, November 29, 2016

Yusuf Ekinci "Masum olduğu için öldürüldü"


Tarık Ziya Ekinci, kardeşi, avukat Yusuf Ekinci'nin "devletin içinde yuvalanmış gizli bir örgüt tarafından öldürüldüğünü" iddia ediyor
Azer BORTAÇİNA

       Ankara'nın ünlü avukatlarından Yusuf Ekinci, 1994 yılının 24 Şubat'ında bürosundan çıkıp, özel otomobiliyle evine giderken kayboldu.
       Oysa o, neşeyle karısına telefon açıp, yola çıktığını haber vermişti bile. Saat 24.00'ü vurduğu zaman eşi artık dayanamadı ve polise telefon etti. Sonra aklına onun son günlerde söylediği sözler geldi. Gözleri doldu, soğuk terler boşaldı bedeninden.
       "Ülkü, bir gün Güneydoğu'da görülen bu faili meçhul cinayetler büyük şehirlerde de olabilir. Evlerinden alınıp kurşuna dizilenlerden biri de ben olabilirim."
       Onun sezgilerine çok inanmakla birlikte karşı çıkması, dua etmesi lazımdı. Geceyarısı acı acı çalan telefon sesiyle irkildi, ahizeyi kulağına götürdü umutla. Konuşan yoktu ama arka fondan daktilo sesleri geliyordu. Ardından bir sessiz telefon daha...
       Ertesi günü Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde otomobilin yanında kurşunlanmış bir ceset bulundu. Tam 15 kurşunu Ekinci'nin vücuduna boşaltmışlardı.
       Beş yıldır Yusuf Ekinci'nin avukat olan eşi Ülkü Ekinci ve kardeşi Tahsin Ekinci'yle birlikte hukuk mücadelesi veren ağabey Tarık Ziya Ekinci, "Bu alçakça cinayeti kim ya da kimler işledi?" diye soruyor.
       "İpucu bulunmadı ya da bulunmak istenmedi. Çeşitli makamlara çok sayıda başvuruda bulunduk ama cevap veren olmadı. Devlet yetkilileri sanki olay Türkiye dışında geçmişçesine, tam bir sessizlik ve ilgisizlik içindeler. Oysa devletin varlık nedeni, bireyin ve toplumun güven içinde yaşamalarını sağlamaktır. Vatandaşların herhangi bir saldırı ya da cinayete uğraması halinde de, olayın faillerini yakalayarak adaletin önüne çıkarmak ve toplumun duyarlı olduğu adalet beklentisini tatmin etmektir."
       Tarık Ziya Ekinci, kardeşinin hiç kimseyle bireysel, ailevi ya da mesleki ihtilafı olmadığını ve siyasi etkinlik içine girmediği için de Mumcu, İpekçi, Emeç gibi ideolojik terör örgütlerinden biri tarafından öldürülemeyeceğini söylüyor:
       "Yusuf, Liceli, Kürt asıllı bir aydındı. Öldürüldüğü günlerde terörle mücadelenin odak yeri Lice ilçesi ve köyleriydi. Aynı dönemde Licelilere dönük, faili meçhul öldürme olayları da sıklaşmıştı. Sevgili kardeşimin gizemli katlinin bu döneme rastlaması ve oluş biçimine ilişkin nesnel veriler bu cinayetin, devletin içine yuvalanmış kimi gizli örgütlerin yargısız infaz eylemi olduğunu gösteriyor."
       Cinayeti aydınlatmak için görevlendirilen güvenlik ekibi, özensiz bir soruşturmadan sonra çalışmaya son verdiği gibi, dava dosyası da küçük bir ilçe olan Gölbaşı Adliyesi'nde kaldı. Aile tüm delilleriyle Adalet Bakanlığı'na başvurdu ama bakanlıktan gelen yazı ilginçti:
       "İlgili yazınız Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından incelenmiştir. Bu dosyanın Gölbaşı Adliyesi'nde kalması hukuka uygundur."
       Cinayetin, yalnız özel harekat timlerinde bulunan Uzi marka silahla işlendiğini söyleyen Ekinci, kuşkularını sıralarken öfkeleniyor:
       "TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu'nda başka bir cinayet araştırması sırasında Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin, Uzi marka silahların sadece kendilerinde olduğunu açıkladı. CHP'li Fikri Sağlar da, Ekinci cinayetinde kullanılan silahın Uzi marka olduğunu hatırlatınca, Şahin birden şaşırıp, kekeliyerek ikircikli bir yanıt verdi."
       1994 yılının ilk altı ayında İstanbul, Ankara ve İzmir gibi üç büyük şehirde yirmiye yakın Kürt kökenli işadamı, aydın, yüksek bürokrat ve sendikacı öldürüldü. Bunların tümü faili meçhul cinayet olarak dosyalara geçti.
       Her yıl 24 Şubat'ta Yusuf Ekinci'nin anısına bilimsel bir sempozyum düzenlediklerini söyleyen Tarık Ekinci, sözlerini şöyle noktalıyor:
       "Cinayet işlemekle görevli örgüt, bence, kardeşimi bir masum Kürt aydını olduğu için seçti. Amaç onun şahsında bir mesaj vermekti. Yani `öldürülmeniz için herhangi bir eyleme katılmanız gerekmez. En masum aydınlardan biri olan Yusuf Ekinci bile öldürüldükten sonra bir bir sıranızı beklemelisiniz' dediler. Ama biz bu tehditlerden korkmuyoruz, cinayetin faillerini bulana kadar mücadele edeceğiz."

Başarılı avukat
       Yusuf Ekinci, 14 Ağustos 1942'de Diyarbakır'ın Lice ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Lice'de, liseyi ise Diyarbakır'da bitirdi. 1967 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu.
       Fakülteyi bitirdikten sonra stajını Diyarbakır'da yaptı. 12 Mart darbesinde gözaltına alınıp, tutuklandı. Duruşmalar sonunda aklanarak tekrar avukatlık mesleğine döndü. 80'li yıllara doğru Ankara'ya yerleşen Yusuf Ekinci, kendisi gibi avukat olan eşi Ülkü ile evliliklerinden iki erkek ve bir kız çocukları var.

Cinayetin sırrı Uzi'de
Ercüment İŞLEYEN

       ANKARA Barosu avukatlarından Yusuf Ekinci, 24 Şubat 1994 günü bürosundan çıktıktan sonra evine giderken, kimliği belirsiz kişiler tarafından kaçırıldı ve cesedi bir gün sonra Gölbaşı'nda kurşunlanmış olarak bulundu.
       Ekinci'nin öldürülmesinin ardından başlayan soruşturmada hala bir ilerleme sağlanamadı. Oysa yanıt bekleyen sorular birbirini izliyor.
       Ekinci, kaçırıldığı gün akşam saatlerinde evine telefon açıp saat 18.00 sıralarında çıkacağını söyledi. Onun bürosundan kaçta çıkıp nereye gideceğini eşinden başka kimse bilmiyordu.
       Soru: Yusuf Ekinci'nin telefonları dinleniyor muydu?
       Ekinci, trafiğin yoğun olduğu bir saatte, özel otomobili ile giderken durdurulup kaçırıldı. Kaçırıldığını gören kimse olmadı. Ekinci'nin kendisini götürenlere direnmediği sanılıyor.
       Soru: Avukat Yusuf Ekinci'yi özel otomobiliyle kaçıranlar polis kimliği mi kullanıyordu, daha önceden tanıdığı kişiler miydi?
       Kaçırma gecesi, Ekinci'nin bürosunun bulunduğu Kızılay ile evinin bulunduğu Oran semti arasındaki otoyolda görevli trafik ekiplerinin bilgisine başvrulmadı.
       Soru: Yol üzerindeki polislerin bu konudaki tanıklığına neden başvurulmadı?
       Kaçırıldığı gece evini arayan kimliği belirsiz bir kişi, hiç konuşmadan telefonu kapattı. Eşi bu sırada arkadan daktilo seslerinin geldiğini duydu. Soru: Eve gelen esrarengiz telefonla ilgili niçin araştırma yapılmadı?
       Yusuf Ekinci'yi öldüren silahın daha çok özel operasyonlara katılan polis birimlerinin kullandığı Uzi olması dikkat çekiciydi. Cesetten çıkan özel harekat timlerinin kullandığı mavi çekirdekli özel mermiler de çete kuşkularını arttırdı.
       Soru: Cinayet silahından yola çıkarak herhangi bir soruşturma niçin yapılmadı?


Ayhan Çarkın tutuklandı



Avukat Yusuf Ekinci’nin eşi avukat Ülkü Ekinci ve oğlu avukat Sertaç Kamil Ekinci, cesedin bulunmasının yıl dönümü olan 25 Şubat 2011’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına faili meçhul cinayetin işlendiği tarihte görev yapan yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. (aa)

Friday, November 11, 2016

Kıvılcımlı Üzerine Acemice Bir Giriş



Kıvılcımlı’nın, geliştirdiği tarih tezi ile “Türk solu”na bir tarih bakışı kattığı söylenebilir. Bir medeniyetten ötekine geçiş aşamasını önemsediği tarih çalışmalarının anahtar kavramları tarihsel evrim ve sosyal devrimdir. 
Tarihsel devrim, eski egemen sınıfı yıkıp yerine yeni bir sosyal sınıfı geçirmeyi, bir üretim tarzı değişikliğini sağlayamadığından medeniyeti kurtaramaz; sonuç olarak ya medeniyetler yıkılıp yeniden kurulur ya da eski medeniyet Rönesans’a uğramış olur. Modern çağa gelindiğinde tarihsel devrimler süreci sona erer, sosyal devrimler tarihi başlar. Çünkü modernlikle birlikte insanlığın edindiği bilinç ve teknik kazanımlar eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak yeni bir sosyal sınıf imkânı sağlayabilmektedir. Kıvılcımlı, bir medeniyetten ötekine geçişi mümkün kılacak unsur olarak üretici güçlere (teknik, coğrafya, tarih, insan üretici güçler) vurgu yapar. Tarihin aydınlığa kavuşabilmesi için, teknik üretici güce yüklenen aşırı önemin kırılması, insan üretici gücün öne çıkması gerektiğini belirtir. Teknikle insan arasında yaptığı ayrım “barbarlık” kavramına verdiği önemde özellikle açığa çıkmaktadır. Kıvılcımlı için barbarlık, belli bir toplumsal aşamaya verilen addan öte ahlaki anlamlarla yüklüdür, birtakım ahlaki özelliklerin bütünüdür. Söz konusu aşamaya geçildikten sonra da bu özelliklerin devam ettiğini düşünür. Bu özellikler; dürüstlük, kendi toplumu içinde (yurttaşına karşı) hoşgörü sahibi olmak, eşitlikçiliktir. Kıvılcımlı, teknik ilerlemeden ziyade, belirtilen “ahlaki özelliklerle yüklü barbarlığın” tarihi belirlediğini, onun “maddesi”ni oluşturduğunu söyler. Yani Kıvılcımlı'nın barbarlığa ahlaki yaklaşımı insan-teknik arasında yaptığı ayrıma açıklık getirmektedir; tersinden söylersek, insanla teknik arasındaki ayrımdan özcü bir ahlaki anlam çıkartmaktan bahsetmemektedir. Türkiye analizleri çerçevesinde “ordu”nun konumunu da bu bağlamda ele alır Kıvılcımlı. Genel olarak üstün ahlaki niteliklere ve ilkel sosyalizm geleneğine sahip “barbar savaşçıları” olarak gördüğü ordunun, bu tarihsel misyonunu modern Türkiye’de sürdürdüğünden bahseder. Dolayısıyla devrim konusunda Türkiye’ye özgü bir değerlendirme sunmaktadır. Kıvılcımlı’ya göre, Türkiye’de ordu, her modernleşme hareketine “motor ve öncü kesilmiştir”. İktidarı alaşağı ederek ama toplumun sınıf yapısını değiştirmeyerek, ordunun yaptığı tarihsel devrimdir. Böylelikle Kıvılcımlı, Türkiye özelinde modern çağda da tarihsel devrimin olabilirliği sonucuna ulaşır. Kıvılcımlı’ya göre, devrimin öz gücü her zaman işçi sınıfı olmakla birlikte, Türkiye söz konusu olduğunda insan üretici gücün bir unsuru olarak “vurucu güç” de hesaba katılmalıdır. Vurucu güç ile kastettiği ordu tarihsel devrimi gerçekleştirdikten sonra işçi sınıfı ön plana geçer; ve güçlü bir işçi sınıfı mevcutsa tarihsel devrim sosyalist devrime dönüşebilir. Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs darbesinden sonra Cemal Gürsel’e çektiği kutlama telgrafını, 12 Mart müdahalesine “Ordu Kılıcını Attı” başlıklı yazıyla verdiği tepkiyi bu açıdan değerlendirmek gerekir. Kıvılcımlı’nın din konusuna yaklaşımı da tarih çalışmalarından bağımsız değildir. Kıvılcımlı’ya göre, din toplumsal bir olaydır. Toplum dini yaratır. Ancak toplum dini etkilediği gibi, din de toplumu etkiler. Böylelikle din, insanların düşünce ve davranışlarına, kişiler üstü güçlerin etkilerinin yorumlanarak uygulandığı teorik bir dünya görüşü ve pratik bir evren düzenine karşılık gelir. Belli bir dinin belli bir toplum tarafından alımlanması belli bir medeniyet düzeyine ulaşmayı gerektirmektedir. Bu açıdan Kıvılcımlı’ya göre, Müslümanlık, Türk toplumunda, sınıfsız toplum davranış ve düşüncelerini, sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine doğru değiştirmiştir. Müslümanlık'la birlikte, yazılmamış Türk Töre’si yerine, sosyal sınıf münasebetlerini haklı çıkarıp düzenleyen yazılı dogmalar geçmiştir. Nitekim Kıvılcımlı Eyüp Sultan Konuşması’nda, Hz. Muhammed’in “ben peygamberlerin sonuncusuyum” sözünün toplumsal düzeni kuran yasaların dünyevileşmesine işaret ettiğini belirtmiştir.
Yukarıdaki açıklamalardan yola çıkarak Kıvılcımlı’nın tezlerini üç eksende toplamak mümkün:
1) Tarih tezi ile sol düşünceye kattığı tarih bakışı, diyalektik materyalizmin temel önermelerinden uzağa düşmemek ve disiplinin içine saplanıp kalmamak kaydıyla ayrıntılı bir antropoloji metodolojisi,
2) Türkiye özelinde orduyu devrim stratejisinin bileşeni olarak konumlandırması (insan üretici vurucu güç),
3) Sol-Müslümanlık bahsi çerçevesinde dine getirdiği sosyalist ve kapsayıcı-kapsamlı yorum.
Doğudan olarak, Kıvılcımlı'nın dava arkadaşı Türkiye solunun bilge ismi Vedat Türkali ile özelde bu üç başlık üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik. Sorularımız, bu üç meseleyi merkeze alarak Kıvılcımlı’nın Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülüp görülemeyeceğini tartışmaya çalışıyor.
Doğudan: Kıvılcımlı’nın örgütçü kişiliğinden ve özel anılarınızdan yola çıkarsak; 27 Mayıs ve 12 Mart'ta onun ordu-siyaset ilişkisine bakışı nasıldı? Kıvılcımlı'nın yukarıda özetlemeye çalıştığımız tezlerini yeniden düşündüğümüzde, bugün onun gözünde ordu yine temel bir önem taşır mıydı? Ordu-sivil ilişkilerine bugün nasıl bakardı? Sizce, alternatif bir çıkış arayacak sol, bugün ordu-siyaset ilişkisine nasıl yaklaşabilir?
Vedat Türkali: 27 Mayıs’ı, o günkü bütün sol gibi coşkuyla karşıladı Doktor Hikmet... Daha ilericisini de bekler oldu. ‘58 Yılında, ben Sultanahmet Cezaevi’nden, o günkü infaz yasası gereği, Ankara Yarı Açık Matbaa Cezaevi'ne gönderileceğim sırada yaptığımız uzun konuşmada, ülke için beklentileri konusunda, “Bu heriflerin (Ankara’daki yöneticileri diyor) iki temel sorun var başlarında; biri ordu, öteki Kürt sorunu... Türkiye’de bir şey patlak verecekse, bu iki yerden verecektir.” demişti. Ordudan gelmiş biri olarak benim olası görmediğim 27 Mayıs, onun beklediği bir olaydı yani. Bu bekleyiş, onun tarih araştırmalarından, özellikle de Osmanlı toplum yapısına bakış açısından kaynaklanıyordu. Sonraki ilerici bekleyişi de, salt 27 Mayıs coşkusundan doğan umma, bekleme olgusu değildi. Burada bir anımı daha anlatacağım: Yeni Anayasa hazırlıklarının yapıldığı günlerde, bir gün heyecanla Nişantaşı, Şair Nigâr Sokak’ta oturduğumuz eve geldi. Ona göre, askerleri gene kandırıyorlardı! Yaptırılmak istenen Anayasa, finans kapitale bağımlı, tefeci-bezirgân düzeni emperyalist Batı’ya entegre etme çabasındaki bir NATO oyunuydu. Ankara’daki Milli Birlik Komitesi’nin başındaki Cemal Gürsel’e gidip tutulan yolun yanlış olduğunu anlatacak, Vatan Partisi çizgisindeki “doğru yol”u gösterecektik onlara! Teorik açıdan nice doğru olursa olsun, böyle bir girişimin boşuna olacağını ne kadar söylediysem de dinletemedim. Ankara’ya bir başkasıyla gidip, orada benim en eski arkadaşım, Doktor’a da çok saygılı olan Sefer Aytekin’i alıp birlikte Cemal Gürsel’e çıkmışlar. Kapısında saatlerce bekletilmişler. İzzet Cebe, ‘51 TKP davasının başyargıcı ve MİT sorumlusuydu, gelip girmiş Gürsel’in odasına... Bunlara da yol görünmüş; eli boş dönmüşler sonunda. Yazılarını okuduysanız, finans kapital-tefeci-bezirgân egemenliğine karşı zaman zaman ilerici adımların, bir yanıyla halk kökenli silahlı örgüt olarak “ordu”ca atıldığının vurgulandığını görürsünüz. Ancak onun da çok iyi bildiği gibi, o “ilericilik” Kemalizmce yıllar yılı çarpıtılarak sömürülmüştü. Böylece Kemalist ideolojinin, ülkenin temel sorununu, “laik-şeriatçı” kavgası biçimindeki uyutma kalıbına indirgeyen beyin yıkamalarından geçirilmiş bir ordu vardı karşımızda. Bu ordu, daha sonra bir de, Soğuk Savaş dönemindeki Amerikan (NATO) damgalı anti-komünist eğitimin ağır baskısı altında ne duruma gelmişti; bunu da özellikle göz önünde tutmak gerekiyordu.
Bütün bunlara karşın, çeşitli renkleriyle Türk Solu genel olarak yeni bir ilerici girişimi (Bu herhalde sosyalizm olacaktı!), 27 Mayıs’ın getirdiği coşkuyla ordudan bekliyordu. Bu olgu yadsınamaz. Doğan Avcıoğlu’sundan en keskin goşist atılımcıya kadar hemen herkesin ilk günlerde en azından bilinçaltında bu vardı. Aslında, ordunun hiç değilse “tarafsız hayırhahlığını” sağlayamamış (yani, en azından orduyu nötralize edememiş) hiçbir devrimci devinimin başarı şansının olmadığı bilinir. Bugün Güney Amerika'da bile, seçimle iktidar olmuş Şavez’i (Chavez), sarayı basıp istifaya çağıran “karşı-devrim” yıkamamışsa, bunu ordunun desteği sağladı. Ancak, 27 Mayıs'ta -bir anlamda- gafil avlanmış bizdeki karanlık güçler, ordudaki çatlağı kapatma yollarını düşünmeye başlamışlardı. 12 Mart, öyle anlaşılıyor ki, ordudaki Kemalist “sol!” güçlerle birlikte “ilerici darbe” düşüne kapılanların başarısızlıklarının doğurduğu bir “karşı-darbe”dir. Böylece, emekçi sınıfların, katmanların yeterince bilinçli, örgütlü olmaması, sol ideoloji, teori alanındaki terslikler, yanlışlar, dağınıklıklar, (Dahi bolluğu!!!) “12 Mart”, onun peşinden gelen “12 Eylül” rövanşlarına da ortam hazırladı. Devrimi vuruştukları dağlardan kentlere indirecekleri inancıyla yiğitlikle ortaya atılan gençlerimiz, tarihsel-sosyal yapımızın ordu-köylü kayasına çarptılar. Bir yanıyla kazanım sayılabilecek ‘61 Anayasası kaldırıldı. Daha geri bir anayasa getirildi. Soygun, sömürü düzeni, orduda temellenmiş Kemalist gelenekle tam aldatıcı bir “dinli-dinsiz” çatışması biçimine sokularak bereketli biçimde sürdürüldü, sürdürülüyor...
Doğudan: Kıvılcımlı bugün yaşasaydı, ordunun genel eğilimlerine baktığında, devrim stratejisinde “vurucu güç” rolü atfettiği bu kurumu nasıl değerlendirirdi?
Vedat Türkali: “Dr. Hikmet yaşasaydı bugün nasıl düşünürdü?” sorusu formel mantıklı spekülasyonlara yol açar. O günlerden bu yana ülkede, dünyada, baş döndürücü bir hızla o kadar çok şey değişti, öyle altüstlükler, zıddına dönüşler oldu ki, bu konuda yargıya varmak kolay değil, doğru da değil. Ancak, Kıvılcımlı'nın temel tanılarındaki saptamalar; din “İslam” olgusuna, Kürt Sorunu’na bilimsel yaklaşımlarındaki doğruluk bugün her günden daha açık seçik ortaya çıkmış durumda. Hele Kürt Sorunu'nda, bırakın benim sözünü ettiğim cezaevi konuşmasını, 70 yıl önce yazdığı, “Yedek Güç Milliyet (Doğu)” bugünleri nasıl da bildirir nitelikte![1]
Ülkemizin yapısı konusunda benim düşüncelerim, Yalancı Tanıklar Kahvesi[2] adlı son romanımda belirlenmiş gibidir. “Sol-sağ”, “ileri-geri” kavramları, dinsel inançlara göre değil, bu karmaşık sömürü düzeninde halkları soyanlarla, soyulan sınıflar, katmanlar arasındaki temel çelişkiye göre belirlenip kullanılmalıdır. Tarihin bugünkü “globalist” aşamasında (ki finans-kapital emperyalizminin vardığı son duraktır bu), Türkiye’nin bu sisteme “entegre” olmaya elverişli “tefeci-bezirgân-finans kapital saltanat’lı” yapısı ülkemizin emekçi sınıflarının acılarını olduğu kadar aldatılma grafiğini de yükseltiyor. Soyulan, sömürülen, acılar içinde kıvranan insanları dinsel ya da din karşıtı masallarla kandırmaya kalkışanlar, bu Müslüman halka önerecek “derde deva” bir şey bulamazlar, gerçek kurtuluş yolunu gösteremezler. Başını örtenle örtmeyen, namaz kılanla kılmayan, birbirlerine saygılı biçimde soyguna, sömürüye karşı yan yana savaşmanın bilincine vardığı gün, kurtuluş yolumuz açılmış olacaktır. Bizlere Türkiye’de bu tarihsel doğruyu, Marksizm’in Leninist bilimsel çizgisinde yürüyen Dr. Kıvılcımlı öğretti.
Bugünkü basında vardı; “refah ülkesi!” Amerika’da tam 50 milyon insanın aç olduğunu resmen açıkladılar. Bu sayılar, emperyalizmin yağma, soygun alanındaki İslam dünyasında daha da korkunçtur. Türkiye’mizde kimileri “...doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya …kadar” yerken, kaç milyon aç insanımız var, düşündünüz mü? Yazgı mı bu? İnsan onuruna yakışmayan bu yazgıyı kim yazıyor? “Tanrı” diyorsanız, sizin kutsal Tanrı inancınıza da kuşkuyla bakarım, insanlığınıza da! Tanrı'ya nasıl yakıştırabilirsiniz bunu! “Dinli-dinsiz”, “gâvur-Müslüman” sorunu değil, “soyan-soyulan” sınıflar sorunudur bu. Dinsel inanç dedikleriniz, bu soygunun sürüp gitmesine mi yardımcı oluyor, yoksa insan onuruna yakışır bir dünyayı mı savunuyor? Ölçü, odur.
Doğudan: Kıvılcımlı, İslam düşüncesi ve İslam tarihi kaynaklarıyla yakından ilgileniyor. 15 Ekim 1957 tarihinde Eyüp Meydanı’nda yaptığı, İslamî motifler taşıyan seçim konuşmasında dine sosyalist bir yorum getiriyor. Örneğin bu konuşmada Kıvılcımlı, "kıyamete kadar yaşayacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et"; “insan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır” gibi sözlerden hareketle Vatan Partisi’nin kendini hak ve çalışmak gibi iki prensip üzerine kurduğundan bahseder. Ayrıca Hz. Muhammed’in sonuncu peygamber oluşunun, artık kanunları insanların yapacağı anlamına geldiğini; camilerin siyasi meselelerin konuşulduğu toplantı ve hesaplaşma yerleri olduğunu hatırlatarak bunlardan dersler çıkarılması gerektiğini belirtir. Bir yandan yaşamının sonuna kadar kendisini bir Kuvay-ı Milliyeci olarak gören, diğer yandan sosyalist düşünceye yakın duran Kıvılcımlı’nın İslamî düşünce ile ilişkilenme tarzını siz nasıl değerlendirirsiniz? Eyüp Konuşması’ndan yola çıkarak, sol-İslam bağlantısını bugünkü sol açısından nasıl değerlendirirsiniz? Kıvılcımlı bugün Eyüp'te konuşsa, neler diyebilirdi?
Vedat Türkali: Eyüp Konuşması'na dayanarak sözünü ettiğiniz dinsel alıntılar üstünde durmak, âyetleri yorumlayarak çıkarsamalara kalkışmak uzun, ayrıntılı çalışma gerektirir. Dr. Hikmet’in Eyüp Konuşması'nda, âyetlerden, hadislerden alıntılarla vurguladığı noktalar, onun Marksist yöntemle İslam’a bakışının özeti gibidir. Sözünü ettiğim romanım Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde benim İslam’a, bir İslam ülkesi olarak toplumumuza yaklaşımım da bu çizgidedir. Doktor yaşıyor olsaydı ne derdi? Ne diyecek; “dediklerimi hâlâ mı anlamadınız? Hırsızın, sömürücünün dinlisine- dinsizine değil, sınıflarına bakın; sizi Allah, Peygamber değil, mala, mülke tapan Ebu Süfyan tayfası soyguncular ayırıyor” derdi herhalde! Biz de onu diyoruz bugün...
Doğudan: Kıvılcımlı sağ ve sol cenahlarda bugüne kadar farklı şekillerde algılandı. Örneğin onu, Marksizme “büyük katkı sağlayan düşünür” olarak görenler; “burjuva teorileri” ürettiğini söyleyerek eleştirenler; milliyetçilik, etnik ve cinsel ayrımcılık, muhafazakârlık, korporatizm, darbecilik vb.’nin şekillendirdiği Türk solu geleneği ile bu gelenekten kopuşun tam arasına konumlandıranlar; tezini değil de “mücadele azmi”ni önemseyenler, aynı şekilde, “Türkiye’nin orijinalitesi” diye sunduğu şeyi değil de Türkiye’nin özgül koşullarını değerlendirmeye dönük çabasını övenler; dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle suçlayanlar ya da düşüncelerini hiç dikkate almayanlar oldu. Bu algılamaların sizce sorunlu yanları nelerdi, Kıvılcımlı'nın sol ile Müslümanlık arasında kurmaya çalıştığı bağlantılar, dönemi açısından nasıl değerlendirilebilir? Sağda ve solda Kıvılcımlı'nın anlaşılamamasının arkasındaki etkenler neler olabilir?
Vedat Türkali: Sergilediğiniz, Dr. Hikmet’e yönelik eleştirel düşünce akımları toplumumuzdaki kara sataşmalar, saldırılardır. Yeri geldikçe açıklamalar yaptığımız için, bunların üzerinde tek tek durup yanıtlamaya kalkmak zaman kaybı olur. Özetle şu denebilir: sol, -Marksist Sol da içinde- Sosyalist dünyanın sol böğründeki Türkiye’nin politik durumuna ister istemez koşullu kaldı. O dar çizgi içinde ürettiği özgün düşüncelerini, hiç ödünsüz savunan, Kemalist devlet soluna yiğitçe cephe alan Dr. Hikmet, dinsel sağın da kolay anlayıp sindirebileceği bir kişilik değildi. İslam dünyasının Emekçi dünya Sosyalizmine, yarım buçuk da olsa soğuk bakmayan aşaması ancak İkinci Emperyalist Savaş sonrası, nice acı denemelerin getirdiği bir ayma ile başlamıştır. Ülkemize gelişi ise, her iyi, doğru şey gibi çok sonraları olmuştur. Bugün de kendini tam bulmuş değildir. İçine düştüğü çöküntünün ürküsünde kıvranan finans-kapital dünyasına bağımlı, bin bir mafyacı, gizli servisçi, cuntacı oyunun sürdürüldüğü bir ülkede, bu iş kolay da değildir.
Doğudan: Kıvılcımlı’nın tezlerinin, solun günümüz dünyasında yürüttüğü tartışmalar ışığında yeniden ele alınması sizce anlamlı mıdır? Özellikle “sol-Müslümanlık” bahsinde Kıvılcımlı bugün, sol tarafından nasıl örnek alınabilir? Kıvılcımlı'nın dertlerinden yola çıkarak (yukarıda bahsettiğimiz “vurucu güç” olarak ordu, sol-Müslümanlık ilişkileri ve tarih tezinde ısrarla üzerinde durduğu sol düşünceye antropoloji metodolojisi katma gayreti), bugün Türkiye'de Müslüman-sol bir ittifakın varlık şansı nedir? Bu oluşum, ülkenin siyasal hayatına ne katabilir?
Örneğin, 10 Aralık Hareketi'nin vizyonuna ve benzer bir yapılanmanın geleceğine nasıl bakıyorsunuz? Bu hareketlerde sizce eksik olan yanlar nelerdi? Bu gibi hareketler, Kıvılcımlı örneğinden neler öğrenebilir? Kıvılcımlı üzerine Ekim ayında düzenlenen etkinliklerde bu konuya nasıl yaklaşıldı?
Vedat Türkali: Burada önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var: Dr. Hikmet’in görüşleri için kullandığınız “…Sol düşünceye Antropoloji metodolojisi katma gayreti!” yargınız doğru bir yaklaşım sayılmaz; sakıncalıdır, yanılgılara götürebilir. Dr. Hikmet, Marksist’tir. İnsana, topluma, doğaya “Tarihsel Maddeci” kimliğiyle, Marksist metodoloji ile, yani “Diyalektik Materyalist” yöntemle bakar. Antropoloji; 17.-18. yüzyıllardaki, Marks’tan önceki dönemde, insanın dinle, feodal sistemle uyumsuzluğunu doğasının özünde bulunan öğeye bağlayan, kaba materyalist bir akımdır. İnsanı, toplumdaki sosyo-ekonomik konumunda değil, biyolojik bir olgu olarak alır. Dr. Hikmet’in çalışmalarını Antropolojizm’le karıştırmamaya özen göstermek gerekir. Tarih üstüne yaptığı çalışmalarda Antropoloji’nin buluşlarını da göz önünde tutmuştur. Daha eskilerde Engels, ünlü Toplumun Kökenleri yapıtını, Amerikalı Antropolog Lewis Morgan’ın Amerikan Kızılderili topluluklarındaki antropolojik araştırmalarına, bulgularına dayandırmıştı. Bu bilimsel bulgular ışığında “Yabanıllık, Barbarlık, Uygarlık” aşamalarını anlatırken Barbarlık'tan Uygarlık'a geçişte, toprağın daha bol üretim için derin kazılmasını sağlayan “demir”in kullanılması koşulunu o da önemle belirtir. Ancak, daha sonraki yıllarda, Gordon Childe’ın Mezopotamya’daki araştırmaları gösterdi ki, Dicle-Fırat’ın suladığı bu bitek topraklarda üretim bolluğu ile Barbarlık'tan Uygarlık aşamasına “demir” döneminden önce geçilmiştir. Üç “semavi” din bu topraklarda çıktı. Gelişen bezirgân-tefeci ilişkilerle birlikte sınıflar, devlet, para, aile, kadının köleleşmesi bu bölgede odaklandı. Dr Hikmet’in çalışması, Engels’in Morgan’a dayalı görüşlerini yeni bulgularla geliştirip varsıllaştırmaktır. Marks, Darvin’in buluşlarından da güç kazanmıştı, Ekonomist Adam Smith’in emeğe dayalı değer teorisinden de yararlandı. Marks ne Darvin’cidir, ne de Adam Smith’çi. Kaldı ki, Marksizm, temel felsefe yanıyla Hegel’in idealist diyalektiğine, Feuerbach’ın mekanik materyalizmine dayanır. Gerçek Marksistler bilimsel alandaki tüm gelişmeleri izlerler; yeni bilimsel yaratışları, buluşları bilim ölçülerine göre değerlendirip gerekirse yeni açılımlara giderler. Bilimsel dünya görüşü bunu gerektirir. Bilimin yeni verilerine, buluşlarına sırtını dönüp kafasına yerleşmiş hazır yargılarla her şeyi açıklayabileceğini sanmak, dogmatik tavırdır. Öyleleri kafalarına yerleştirdikleri “doğru”ları yinelerler; yaşamın canlı, sıcak gerçeklerine kapalı kalmaya yazgılı olurlar. Sorunuzun diğer bölümleriyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim: Tüm çabamız, bugünün dünyasında Türkiye için, halk yığınlarına ters düşmeyen, doğru siyasal yolu saptamaya yöneliktir. 10 Aralık Atılımı, Kemalist kökenli solun (Laikçi “sol”un!) toparlanmasına, halka yaklaşan bir yolun bulunmasına yönelikti. Asıl gövde, iktidarı yakalama yolundaki CHP’de olduğu için çamura battı. Bugün de açıkça görünen gerçek, CHP'nin sol-sosyal demokrat değil, halk yığınlarına ters düşmüş “sosyal şoven” bir parti olduğudur. Toplum yapısını teorik olarak doğru saptamadan doğru “praxis” sağlanamaz. Uzatmadan altını özenle çizerek belirtelim ki, bugün bizim üzerinde birleşmeye çalıştığımız politika yolu, ülkede alışılmış “ilerici”- “gerici”, “sol”-“sağ” kavramlarının doğru değerlendirilip doğru yorumlanmasına dayanan, emekçi sınıflardan, katmanlardan oluşmuş halk yığınlarını sömürüden, soygundan kurtarmak için bilinç kazandırma yoludur. Evet, bin bir engelli güç bir yoldur, ama tek doğru yoldur bu...
Doğudan: Türkiye'de Müslümanlık'la-sol arasındaki mesafeyi bugün nasıl görüyorsunuz? Devletin bu mesafenin oluşmasındaki sorumluluğu/kabahati nedir? Solcuların ve Müslümanların getirebilecekleri özeleştiriler neler olabilir? Bunlarla bağlantılı olarak, son romanınız Yalancı Tanıklar Kahvesi'nde 70'lerin bazı solcularının "toplumsal güç olarak din" ile ilgilendiklerini görüyoruz. Romanınızdaki karakterlerden Kıvılcımlı'nın etkisinde kalan ve onun mücadelesini 70'lerin sonunda devam ettirmek isteyenler var mıdır? Romanda Kıvılcımlı nerede duruyor acaba? 2000'lerin solcularının dine ve özelde Müslümanlık'a bakışlarını Yalancı Tanıklar Kahvesi'nin idealist solcularıyla karşılaştırabilir miyiz?
Vedat Türkali: Bu sorularınızın büyük bölümünün yanıtlarını yer yer konuştuğumuzu sanıyorum. Kıvılcımlı'yla ilgili yeterince açıklama var romanda. Romancının kendi romanını tanıtmaya kalkışması bana pek uygun gelmiyor. Roman kahramanları konuyu tartışırken din-devrim ilişkileri sorunsalımız da çok yönüyle tartışılıyor. Bu tartışmalar gündemdeki canlı yerini bugün de koruyor. Denebilir ki din-devrim ve sol ilişkileri, hem de bugün, her günden daha açık, daha ağırlıklı biçimde tartışılıyor. Yukarıda da üsteleyerek belirttiğimiz gibi, halklarımızı doğru bilinç yolunda birleştirmemizin baş yoludur bu ilişki. Bu sorunu çözemezsek daha uzun süre boşuna acılar çekeriz.
Doğudan: Kıvılcımlı'nın yukarıda üç başlık etrafında toparlamaya çalıştığımız Kıvılcımlı'nın dertlerini birlikte düşündüğümüzde (1. Sol-Müslümanlık bahsi / 2. İnsan üretici güç ve 12 Mart'ta devrim stratejisinin bileşeni olarak “vurucu güç” ordu / 3. Tarih Tezi ile solculara bir antropoloji metodolojisi katma fikri), sonuç olarak, Kıvılcımlı Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülebilir mi?
Vedat Türkali: “Yerlici” sözcüğünü, “ülkemize özgü” anlamında kullanıyorsanız, bir yanıyla “Evet”. Ama bizim bakışımız, finans-kapital pençesinde kıvranan bu emperyalist dünyada enternasyonaldir. Unutmayalım ki, Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde anlatılan Endonezya’daki Tan Malaka, İran’daki Musaddık, tüm İslam dünyasında yaşanan benzer olaylar, içinde yaşadığımız dünyanın temel karakteristiğini oluşturuyor. Çağa bilimsel bakış ülkemizde de bizi böyle bilince çağırıyor.
Dipnotlar
[1] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yedek Güç-Milliyet (Doğu), Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul.
[2] Vedat Türkali, Yalancı Tanıklar Kahvesi, Turkuvaz Yayınları, İstanbul, 2009.

Sunday, November 6, 2016

Emma Goldman/ Rus Devriminin Çöküş Nedenleri



Giriş

Rusya’da geçirdiğim iki yıl içerisinde Amerikan basınında benimle yapıldığı iddia olunan görüşmelerden söz eden çok sayıda yazı yayımlandı.
Bu yazıların birkaçında benim düşüncelerimi değiştirdiğim, artık devrime inanmadığım ve devrimin zorunluluğundan artık emin olmadığım beyan edildi.
Hatta bir gazete sansasyonel bir hikaye uydurup odamda kutsal bir eşya gibi bir Amerikan bayrağı bulundurduğumu yazdı. Kısacası, Amerikan hükümetine karşı işlediği suçların farkına varmış, günah çıkaran bir papaza benzetildim.
Bunların tümü tabii ki saçmalıktan ibarettir. Düşüncelerimin doğruluğuna hiçbir zaman şimdiki kadar derinden inanmamıştım; daha önce hiçbir zaman, anarşist öğretinin iç tutarlığına ve mantığına ilişkin bu kadar güçlü kanıtlarım olmamıştı. Ancak kimseyle ayrıntılı bir söyleşi yapmadım.
Bunun nedeni ise, Rusya’nın trajik durumunu kavrayabilecek duruma gelmek için bir yıldan fazla bir zamana ihtiyaç duymuş olmamdı. Şimdi olduğu gibi o zamanda Rus sorununun birkaç sıradan lafla geçiştirilemeyecek kadar karmaşık olduğuna inanıyordum. Rusya üzerine, orada birkaç hafta ya da en iyi olasılıkla birkaç ay kaldıktan sonra yazan insanların kitaplarının büyük bir kısmının bana çok yüzeysel gelmesinin nedeni de budur. Kendim net bir fikir sahibi olmadan belli bir fikri kamuoyu nezdinde açıklama sorumluluğunu hissetmiş bile olsam, bunu basın temsilcilerine yapamazdım.
Emperyalist güçlerin Rusya’nın boğazını sıkmaya devam ettikleri bir süreçte suskunluğumu sürdürmenin gerekli olduğunu düşünüyordum.
Ayrıca gazetecilerle yaşadığım otuz yıllık deneyim, istisnalarının olduğunu memnuniyetle itiraf etsem de, onların dürüstlükleri konusunda beni ikna etmeye yetmiyordu.
Artık suskunluk dönnemi sona erdi. Bu nedenle söylenmesi gerekenleri açıkça söyleyeceğim.
Bu noktada karşılaşacağım zorlukların bilincindeyim. Gericilerin, yani Rus devriminin düşmanlarının sözlerimi yanlış yorumlayacaklarını biliyorum.
Komünist Partisi ile Rus devrimini birbirine karıştıran devrimin sözüm ona dostlarının da beni mahkum edeceklerinden eminim. Bu nedenle tutumumu iki tarafa da açıklamamamın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Dört yıl önce ABD hükümeti benden bir cani yaratarak evimi ve ülkemi terke zorladı. Ve bunların tümü savaşa karşı sesimi yükseltme cesareti göstermemden dolayı oldu. O zamanlar savaşın yol açacağı korkunç yıkıma, olağanüstü maddi hasara ve onun sınırsız sayıda insan hayatına mal olacağına dikkat çekiyordum.
Suçum buydu.
Bugün savaşı desteklemiş olan birçok insan, savaşın genel öfke seline kapılmayanların haklı olduğuna, savaşın bir takım şarlatanlar ve onların hempaları tarafından savaş lordlarının çıkarları için başlatıldığına, desteklendiğine ve finanse edildiğine inanıyor. “Demokrasi için savaş”, “savaşı bitirmek için savaş” sloganları dünyayı gerçek bir cehenneme çevirdi.
Açlık kralı bütün ülkeleri kasıp kavururken, savaş sırasında insan etini yok ederek zenginleşenler kralların bu en güçlüsüne kur yapıyorlar. Milyonlarca insanın katledilmesi ve yerkürenin yarısının çöle çevrilmesiyle yetinmeyip, dünyayı bir kaleye, halkların yüzyıllar süren savaşımla elde edilen hak ve özgürlüklerinin zincire vurulduğu bir zindana çevirdiler.
Bir zamanlar “cesur ve özgür insanların ülkesi” olarak bilinen demokratik Amerika, tüm ülkelerin başkaldıranlarına kucak açan İngiltere, özgürlüğün eşiği Fransa ve daha önemsiz birçok ülke… hepsi bugün ruhun çöllerinden başka nedirler? Bunların bir zamanlar konuklara açık olan kapıları bugün kapalı ve sürgülü. Sadece politik tutukluların iniltileri, sınırsız sayıdaki işsizin küfür ve bedduları bu düşünce ve fikir mezarlığında sessizliği bozuyor.
Gerçekten de savaş lordları, eserleriyle övünebilirler. Komploları başarılı oldu. Demirden pençeleriyle dünya halklarının enselerine çölmüş bulunuyorlar. Aslında şu Rusya da olmasa keyiflerine diyecek yok.
O asil sermaye ve ordu ikilisi Rusya’da bir devrimin olacağını hesaplamamıştı. Tam da emperyalizmin zaferinden emin olduğu, savaş ganimetlerinin su gibi akmaya başladığı bir dönemde Rus halkının kalkıp da devrimi tüm dünyaya yayabilecek bir yangını çıkarıvermesi hiç de “kibar” bir davranış değildi.
Bu “hayasızlığı” ezmek için birşeyler yapmak gerekiyordu. Almanya ile savaş, ikiyüzlülükle, Alman halkına karşı değil, Alman emperyalizmi ve militarizme karşı bir savaş diye sunulmuştu. Aynı hilekar dil Rus devrimine karşı tezgahlanan haçlı seferi olumlanırken de kullanıldı.
‘Rus halkna değil, Bolşeviklere karşı savaşılıyordu -devrimi onlar ateşlemişlerdi, onların yok edilmeleri gerekiyordu’ (emperyalistlerin söylemi bu.dev-demokrat). Böylece Rusya’ya karşı savaş başlatıldı. İşgalciler milyonlarca Rus’u öldürdüler. abluka nedeniyle yüzbinlerce kadın açlık ve soğuktan öldü.
Rusya umutsuzluğun ve ölümün kol gezdiği korkunç bir çöle dönüşmüştü. Bolşeviklerin iktidarı sınırsız bir güce ulaşırken, Rus devrimi yerle bir olmaktaydı. Emperyalistlerin Rusya’ya karşı yürüttükleri dört yıllık komplonun sonucu budur.
Peki, bu neden oldu? Çok basit:Devrimi tek başına gerçekleştiren ve onu ne pahasına olursa olsun saldırganlara karşı korumaya kararlı olan Rus halkı, sınırsız sayıdaki cephede, içteki düşmanlara gerekli dikkati gösteremeyecek derecede meşguldü.
Rusya’nın işçi ve köylüleri cephede kahramanca hayatlarını ortaya koyarlarken, içerdeki düşman giderek güçleniyordu.
Bolşevikler, yavaş ama güvenli adımlarla Sovyetleri yok eden, devrimi çökerten, bürokrasi ve despotizm açısından dünyanın bütün büyük devletleriyle boy ölçüşebilecek merkeziyetçi bir devlet kuruyorlardı.
İki yıllık gözlem ve dneyimlerime dayanarak kesin olarak söyleyebilirim ki, dıştan sürekli bir saldırı tehdidi olmasa, Rus halkı Kolçakların, Denikinlerin ve diğerlerinin saldırılarında olduğu gibi, içteki tehdidi görecek ve defetmiş olacaktı.
Emperyalistlerin karşı saldırıları olmasa, halk, komünist devletin yıkılan Rusya’yı yeniden inşa etmek konusundaki yeteneksizliğini, sığlığını anlayacak, onun çablarının gerçek hedefini kavrayacaktı.
Bu durumda kitleler ülkenin dumura uğramış sosyal güçlerini harekete geçirebilirlerdi. Peki halk da aynı şekilde yanılıp yolunu şaşıramaz mıydı? Tabii, bu da mümkündü. Ancak bu durumda kendi insiyatifine ve gücüne güvenmeyi öğrenecek ve sadece bununla bile devrim kurtarılabilecekti.
Yüzyılların en büyük olayı Rus devriminin çöküşü, yalnızca yabancı güçlerin müdahalesini talep eden bir kısım eski devrimcinin caniyane aptallıkları ve bu müdahaleyi finanse eden emperyalistler yüzünden gerçekleşmiştir. Bolşeviklerin, saldırıların hedefi olmaları nedeniyle, uzunca bir süre sosyal devrimin kutsal sembolü olarak gözükebilmelerini de buna borçluyuz.
Uğursuz bir yanılgıyı burada ortaya koymak istiyorum. Hayır, devrime inancımı yitirmedim. Tersine, Lenin’in askeri komünizm diye adlandırdığı şeyin dünyaya dayatılması durumunda, gelecek her devrimin yenilgiye mahkum olduğuna mutlak bir biçimde inandığım için bu yanılgıyı ortaya koymak istiyorum.
Bolşeviklerin Rus Devrimine neler yaptıkları, devletin gerekliliği konusunda ikna olduğum için değil; Rusya’da yaşananlar, hangi biçim altında ve hangi gerekçeyle davranırsa davransın her tür devletin, kitlelerin özgür düşünmelerini ve eylem taleplerini felce uğratan ölümcül bir ağırlık oluşturduğunu her çeşit teoriden daha net bir biçimde gözlerimizin önüne serdiği için anlatacağım.
 Bunu anlatmayı Bolşeviklerin eliyle çarmıha gerilen devrim, eziyet edilen Rus halkına ve yanıltılan dünyaya karşı bir borç olarak görüyorum. Ve bütün borcumu, yazdıklarımın gerici güçler tarafından kötüye kullanılmasına ve görme yetilerini yitirmiş radikallerin saldırılarına aldırış etmeksizin ödemek istiyorum…
Stokholm, Ocak 1922 – Emma Goldman
  
Sovyet Devriminin Çöküş Nedenleri

Rus devriminin boğulmasına katkıda bulunan faktörler tartışılırken, sadece karşı-devrimcilerin bu trajedide oynadıkları role dikkat çekmek yeterli değildir. Şüphesiz ki onların suçları sonsuza kadar lanetlenmeyi hak edecek kadar büyüktür.
Bu Rus “yurtseveleri” -monarşıstler, Kadetler (anayasal demokratlar), sağcı sosyal devrimciler vs.. – dünyayı bir dış müdahale için velveleye verdiler. Onlar bu savaşta, kendi ülkelerinden ve başka uluslardan binlerce insanın kurban edilmesinin baş sorumlularıdır. Kendileri tam bir güvenlik içinde yaşıyorlardı: Onlara ne Çeka’nın kurşunları, ne de açlığın ya da tifüsün uğursuz eli ulaşıyordu. Yurtsever rolü oynamak için bütün imkanları mevcuttu.
Ama bunların hepsi yeterince bilinen şeylerdir ve yeniden açıklanmaları gerekli değildir. Bilinmeyen, Rus devriminin çöküşüyle sonuçlanan bu büyük sosyal trajedide rol oynayan güçlerin, sadece müdahale traftarı Ruslar ve müttefiklerinden ibaret olmadığıdır.

Bir diğer güç Bolşeviklerin kendisiydi ve şimdi onların rolleri hakkında birşeyler söylemek istiyorum.

Belki de Rus devriminin kaderi daha doğarken belli olmuştu. Devrim, Rusya’nın kanını kurutan, erkek nüfusun en seçkin kesimini yok eden ve tüm ülkeyi çöle çeviren dört yıllık bir savaşın ardından ortaya çıktı.
Bu koşullar altında devrimin, dünyanın geri kalan kısmının azgın saldırısına karşı koyacak gücü bulamaması anlaşılabilirdi. Bolşevikler, Rus halkının büyük politik değişimler için gerekli olan ilk atılımı gerçekleştirecek güce ve özveriye sahip olduğunu, ancak devrimci bir dönemin yavaş ve yupratıcı günlük işleri için zorunlu olan sabra sahip olmadığını iddia etmekteler.

Ben bu iddianın doğru olduğunu düşünmüyorum.
Bu iddia iyi gerekçelenndirilmiş olsa bile ben, Rus devrimini oğan ve halkı despotizm boyunduruğu altına sokan şeyin, esas olarak dışardan gelen saldırılar değil, Rusya’nın kendi içindeki anlamsız ve acımasız yöntemler olduğu savında direnirdim.
 Bu, Bolşeviklerin Marksist devlet sanatıydı;ilk dönemlerde devrimin başarısı için zorunluluk olarak göklere çıkarılan, ama her tarafa sefalet, güvensizlik ve düşmanlık yaydıktan ve halkın Rus devrimine güvenini yavşa yavaş yok ettikten sona zararlı görülüp bir kenara atılan taktikti.
Herhangi bir dönemde, devrim için en büyük tehlikenin dış saldırılardan mı, yoksa içeride halkın dışlanmasından, devrime olan ilgisinin felce uğratılmasından mı geldiği yolunda bir kuşku var olduysa, Rus devrimi bu kuşkuyu ebediyen ortadan kaldırmıştır.
Müttefiklerin para, savaş malzemesi ve insan gücüyle destekledikleri karşı-devrim, tam anlamıyla başarısızlığa uğramıştı. Onun yenilgisi Kızıl Ordu’daki kahramanlık ruhundan ziyade, her saldırıya başarıyla karşı koyan halkın devrimci coşkusuyla açıklanabilri. Buna rağmen Rus devrimi acılı bir sürecin sonunda can verdi. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Esas nedenler uzakta değildir. Bir devrimin karşıdan gelen bütün direnişleri kırabilmesinde ve engelleri başarıyla aşabilmesinde, onun sürekli olarak halkın önünü bir meşale gibi aydınlatması, halkın ise sürekli olarak devrimin tutkulu kalp atışını hissetmesi çok önemlidir.
Başka bir ifadeyle, kitlelerin, devrimin kendi eserleri olduğunu ve yeni bir yaşam kurmak demek olan o zor işe fiilen katıldıklarını her zaman hissetmeleri gerekir. Kısa bir süre için de olsa, Ekim Devriminden sonra işçiler, köylüler, askerler kendi devrimci kaderlerinin gerçekten de sahibi olmuşlardı. ama hemen sonra komünist devletin görünmez demir eli işin içine girdi, kendi amaçları için kllanmak üzere devrimi halktan kopardı.
Bolşevikler Marksist kilisenin cizvit papazları gibidirler. İnsan olarak samimiyetsiz ya da kötü niyetli oldukları için değil. Politika ve yöntemlerini belirleyen şey onların Marksizmleridir.
Kullandıkları araçlar kendi asli hedeflerini gerçekleştirilmelerini engelledi. Komünizm, sosyalizm, eşitlik, özgürlük: Rus kitlelerin, uğruna büyük acılar çektiği her şey, Bolşevik taktiğin “amaç bütün araçları kutsar” yolundaki cizvitçi ilkesi ışığında anlamsızlaştırılıp kirletildi.
Ekim Devrimine özelliğini veren idealist çabaların yerini kinizm ve kabalık aldı. Her türden coşku felce uğratıldı her tür kamusal kaygı yok edildi, Bugün halka katılımsızlık ve ilgisizlik hükmetmektedir. Ne yabancı güçlerin müdahalesinin, ne de ablukanın halkı devrime yabancılaştırma, ona devrimle ilgili ger şeyden nefret etme duygusunu verme gücü yoktu.
Bunu gerçekleştiren Bolşeviklerin iç politikaları oldu. Halk bugün “Bütün bu değişiklikler ne için yapıldı?” diye soruyor. “Tüm egemenler birbirinin aynısı; yoksullara ise her zaman acı çekmek düşüyor.” Bolşeviklere Rusya üzerinde iktidarlarını kurma imkanı veren, halktaki, yüzyılların boyun eğmişliğiyle birleşen bu kadercilikti. Peki bu deneyim, Bolşevikleri, amacın tüm araçları kutsamadığı konusunda ikna etti mi?

Şüphesiz Lenin sık sık pişmanlığını ifade eder.

Komünistlerin Rusya çağındaki her Konklavesinden(1) sonra bir Mea Culpa(2) duyarız. Genç bir komünist bir gün bana, “Lenin günün birinde Ekim Devrimini bir hata olarak açıklarsa şaşırmam” demişti.
Gerçekten de Lenin hatalarını itiraf ediyor. Ama bu durum onun aynı yanlış politikayı devam ettirmesini hiçbir şekilde engellemiyor.
Her yeni deneyim Lenin ve fanatik taraftarlarınca devrimin ve bilimin zirvesi olarak sunuluyor. Yeni yasaların haklılığını ve anlamını sorgulayanların, ölçüsüz davrananların vay haline! Böyleleri derhal karşı-devrimci, spekülatör ya da eşkiya diye damgalanıyor.
Ancak Lenin çok geçmeden yeniden pişmanlığını beyan edip, kendi kör takipçi sürüsüyle, son deneyimin başarılı olabileceğine inanan bu insanlarla soytarılar diye alay ediyor.
Lenin, tüm dünyayı ve Rusya’yı dört yıl boyunca yanıltıp, komünizmin kurulmakta olduğu konusunda ikna etmeye çalıştıktan sonra, Tüm Rus Sovyetlerinin son kongresinde kendi arkadaşlarıyla alay etti, onları bugün Rusya’da komünizmin kurulabileceğine inanacak kadar saf olmakla suçladı.
Lenin bu açıklamaları yaparken cezaevi kapıları, hala, suçları aynı şeyleri üç yıl önce ve daha hafif tonda söylemekten ibaret olan çok sayıda insanın üstüne kapalıydı.
Burada Bolşeviklerin, hedeflerine ulaşmak için, halka değişik dönemlerde hikmetinden sual olunmaz gerçekler diye sunup kabule zorladıkları ve sonuçta devrimin çöküşüne neden olan yöntemleri sıralamak ilginç olurdu.
Ancak yazımızın boyutları, Bolşevik devletin sorumluluğunu taşıdığı bu eylemlerin ayrıntılı biçimde incelenmesine izin vermiyor. Bu nedenle, sadece en önemli dönemleri ve çarpıcı yöntemleri kısaca anlatmakla yetineceğim.
Brest-Litowsk anlaşması, ardından gelen tüm kötülüklerin çıkış noktası oldu. Anlaşma, Bolşeviklerin o zamana kadar dünyaya ilan ettikleri her şeyin toptan inkarıydı: Savaş tazminatlarının reddi, her türden gizli diplomasinin ortadan kaldırılması, tüm ezilen halklara kendi kaderlerini tayin hakkı.
Bolşevikler buna rağmen, Alman halkını dikkate almaksızın, Alman emperyalizmiyle anlaşma imzaladılar.
Bu anlaşma Letland, Finlandiya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’ya ihanet edilerek satın alındı. Sonuç? Yıllar süren iç savaş, birlik olmaları devrimin savunulması açısından yaşamsal önemde olan devrimci güçlerin parçalanması ve ülkeyi bugüne kadar egemenliği altında tutan kızıl dehşetin başlaması.
Ukrayna ve Beyaz Rusya köylüleri Alman saldırganları geri püskütrtmeyi bildiler, ancak Bolşeviklerin ihanetini ne unuttular, ne de affettiler.
“Çeteleri yok etmek” için Ukrayana’da sürekli olarak bulundurulan bir milyon askerin varlığı, Ukrayna köylülerinin Bolşevik devleti nasıl bir aşkla sevildiklerine tanıklık ediyor.
Brest-Litowskihanetine kadar işçilerle omuz omuza olan köylüler, anlaşmanın ardından, işçi ve köylülerin temsilcileri olma iddiasındaki Bolşeviklere nefret ve tiksinti duygularıyla yüz çevirdiler. Lenin, devrimin nefes alması için onay istiyordu.
Ama bu onun Rusya açısından bedeli en ağır olan hatasıyd: çünkü bu, devrimin boğulması demekti.
1: Kardinallerin Papa’yı seçmek için yaptıkları toplantı (ç.n)
2: (Latince) hata yaptım (ç.n)

Raswjorstka (Ürünlerin Zorla alınması)

Brest-Litowsk Anlaşmasını, Raswjorstka, yani ürünlerin köylülerden zorla alınması izledi. Bolşevikler, Raswjorstka’ya, şehirlerin yiyecek gereksinimini karşılamayı reddettikleri için başvurmak zorunda kaldıklarını iddia etmekteler.
 Bu, olsa olsa, kısmen doğrudur. Köylüler gerçekte ürünlerini hükümetin ajanlarına vermeyi reddediyorlar ve işçilerle doğrudan ilişki kurabilme hakkını talep ediyorlardı. Ancak köylülerin bu talepleri kabul edilmedi.
Bolşevik hükümetin yetersizliğii ve bürokrasinin kokuşmuşluğu köylülerin memnuniyetisizliğinin ortaya çıkmasında büyük rol oynadı. Ürünlerine karşılık olarak vaat edilen endüstri ürünleri köylülere ya hiç ulaşılmadı ya da ulaştığı ender durumlarda da eksik, kırılıp dökülmüş olarak ulaştı.
Kharkowda bulunduğum dönemde bürokrasinin merkezi mekanizmasının yetersizliğini gözleyebilme imkanım olmuştu. Bir büyük fabrikanın deposunda çok soayıda tarım makinası bulunuyordu. Moskova, sabotaj cezası tehdidi ile bunların iki hafta içinde hazır hale getirilmesini emretti.
Emir yerine getirildi. Ama daha sonra makinalar altı ay boyunca burada yatmaya devam etti ve merkezi hükümet bunları makina gereksinimleri had safhada olan köylülere dağıtma konusunda en küçük bir girişimde bile bulunmadı. Bu, Moskova’daki “sistemin” nasıl çalıştığı, daha dorğusu çalışmadığını gösteren çok sayıdan örnekten sadece biridir.
Bu koşullarda köylülerin, Bolşevik devletin yönetme yeteneğine olan güvenlerini yitirmiş olmalarına şaşılabilir mi? İşte Bolşevikler, sonunda köylülerin güvenini ikna ve dostlkla kazanamayacaklrını görmek zorunda kaldıkları çareyi Raswjorstka’da, yani ürünleri köylülerden zorla almada buldular.
Köylüleri bu kadar öfkelendirecek ve onları yeni hükümetin mutlak düşmanı haline getirecek daha başarılı bir yöntem asla bulunamazdı. Raswjorstka, köylüleri sürekli tehdit altında tutan bir dehşet sembolü oldu ve onların herşeyini ellerinden aldı.
Bu çılgın yöntemin, çok sayıda kurbana ve davasa tahribata yol açank korkunç sonuçlarına ilişkin tam bir dökümünün yapılması anacak gelecekte mümkün olabilecektir. İnanılmaz gibi gözükse de açlığın en büyük nedenlerinden birinin Raswjorstka olduğu, Rusya’da iyi bilinen bir gerçektir.
Çünkü bu sistemle sadece köylülerin son pudlarına(3) değil, gelecek yıl ekecekleri patateslerine ve tohumlarına da el konuldu. Volga yöresindeki içler acısı durumun asıl nedeninin kuraklık olduğu doğrudur. Ama birkaç bölgenin Volga’daki açlığa derman olacak kadar ürün yetiştireceği de en az o kadar doğrudur.
Mallarına el konulan köylülerin hükümet ajanlarına karşı direnişlerini takip eden ve daima “komünistlerin” yönetiminde gerçekleştirilen cezalandırma seferlerinde köylülere karşı şiddet kullanılıyor ve genellikle, uğranılan köyün tümü tahrip ediliyordu.
Köylülerin yerel makamlar ve nihayet Moskova nezdindeki protestoları da sonuçsuz kalıyordu. Şimdilerde Rusya’da Bolşeviklerin gıda maddedileri “toplamaları” ile ilgili anlamlı bir anekdot dilden dile dolaşmaktadır:
Bir köylü heyeti Lenin’in karşısına çıkar;“Evet beybaba,” der Lenin köyün en yaşlısına, “artık memnun olmalısınız. Toprağınız, ineğiniz, tavuğunuz, kısaca herşeyiniz var.” “Öyle evlat, Tanrıya şükür,” diye yanıtlar köylü; “Toprak bana ait, ama ürünü elimden alıyorsun; inek benim malım, sütü elimden alıyorsun; tavuk benim tavuğum, yumurtayı elimden alıyorsun. Tanrıya şükür evlat.”
Bu şekilde sömürülüp aldatılan köylüler komünistlere cephe aldılar. Raswjorstka, tüm adaletsizlikleriyle ceza seferleri, ülkede güçlü bir devrim karşıtı hissiat yarattı.
Rusya konusunda yazılar hazırlayan kimi yazalar hükümetin köylülerin uzlaşmazlıklarıyla ilgili geliştirdiği tezi aynen kabullendiler.
Örneğin, bugünkü Rusya’nın diğerleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde en samimi ve ciddi eleştirmeni Bertrand Russel,”Bolşevizmin Teorisi ve Pratiği” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Köylülerin Bolşeviklere yönelik antipatileriyle ilgili nedenlerin yetersiz olduğunun itiraf edilmesi gerekir.”
Açıktır ki, Bertrand Russel’ın Raswjorstka’nın sonuçlarını gözlemleme fırsatı hiç olmamıştır, yoksa başka bir izlenim edinirdi. İşin gerçeği, Rus köylüleri o kadar pasif ve ağırkanlı olmasalardı, Bolşevik Devletin ömrü fazla uzun olmazdı.
Görünen o ki, Bolşevik devlet, köylülerin pasif direnişi sonucu bile neredeyse yıkılacaktı. Lenin’i yeni vergi politikasına ve serbest ticarete zorlayan şey – Raswjorstka’nın insanlık dışı ve karşı-devrimci olması değil- bu gerçeğin farkedilmesidir.
3: Pud: Eski Rus ağırlık ölçüsü: 16.38 kg(ç.n)
        
Rus Kooperatifleri

Rus kooperatifleri halkın yaşamında büyük bir kültürel ve ekonomik güç oluşturuyordu. 1918 yılında ülke çapında 25.000 şube ile büyük bir ağ oluşturan kooperatiflerin dokuz milyon üyesi vardı.
Aynı dönemde, ödenmiş sermayaleri 25 bin rubleyi bulurken, bir önceki yılda ciroları 200 milyon ruble tutuyordu. Açıktır ki, kooperatifler devrimci örgütlenmeler değillerdi.
Ancak varlıkları şehirle köy arasındaki ilişkilerde bağlantı unsuru olarak hayati önem taşıyordu. Başlarında ne türden karşı-devrimciler olursa olsun bunlar, tüm örgütlenmeye zarar vermeden, kolaylıkla ayıklanabilirlerdi.
Ancak bu yaplanmaların faaliyetlerine izin verilmesi, kaçınılmaz biçimde, merkezi devletin yetkilerinin sınırlanması gibi gözükecekti.
Bu nedenle kooperatifler “tasfiye edildi” ve böylelikle Rusya’nın yeniden inşası açısından önemli bir unsur yok edildi. Ancak kooperatifler zafer çığlıklarıyla öbür dünyaya gönderildikten, kooperatif hareketi içinde özveriyle çalışmış çok sayıda kadın ve erkek yaşamlarını atıl bir şekilde cezaevlerinde geçirdikten sonra, Lenin bir kez daha göğsünü dövüyor ve bir kez daha -mea culpa- diyordu.
Bugün kooperatifler yeniden kurulmaya ve ölü bedenler caanlandırılmaya çalışılıyor. Kooperatiflerin yasal olarak yeniden tanınmalarından kısa bir süre önce, o sırada ölüm döşeğinde olan Kropotkin, Dimitrof’dan altı kooperatifiçinin cezaevinden salıverilmesi arzusunu dile getirmişti.
Bu adamları ciddi ve inançlarına bağlı işçiler olarak tanıyordu. Yaptıklarına sadık kaldıkları için zaten 18 aydan beri Butyrki hapishanesinde çile çekiyorlardı. Bunlar ancak Lenin’in kooperatiflerin yeniden kurulması gerektiğini açıklamasından sonra serbest bırakıldılar. Kooperatiflerin Bolşevik devlet yapısı içerisinde, tasfiye edilmelerinden önce sahip olduklar anlamı ve gücü bir gün kazanacaklarına inanmak zordur.

Sovyetler

Bugünkü Rusya’yı Sovyet Rusya, Bolşevik devleti de Sovyet Devleti diye adlandırmak düpedüz gülünçtür. 1905 devrimi sırasında ilk kez kurulan Sovyetler Ekim Devriminden sonra yeniden ortaya çıktılar.
Sovyetlerin Bolşevik hükümetine olan yakınlığı ilk Hristiyan hareketin Hristiyan kilisesine yakınlığı kadardır. Köylü, işçi, asker ve denizci konseyleri Rus halkının özgürleşen güçlerinin kendiliğinden sonuçlarıydılar.
Sovyetler, kitlelerin yüzyıllar boyu süren baskı dönemlerinden sonra dile getirdikleri gereksinimlerine denk düşüyorlardı. Daha 1917 yılının Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında Sovyetlerin dinamik gücü, işçileri ve köylüleri fabrikaların ve toprağın mülkiyetini ele geçirmeye zorluyordu.
Sovyetler büyük bir hızla bütün Rusya’ya yayılıp Ekim Devriminin ateşini tutuşturdular ve çalışmalarını bu olaydan sonra da aylar boyunca sürdürdüler.
Sovyetlerin anlamını kavrayamayan bazı sosyalist politikacılar bizzat Sovyeler tarafından bir kenara atıldılar. Bu hareketin kabaran dalgasına karşı çıkmayı deneselerdi Bolşeviklerin başına da aynı şey gelirdi. Ancak kurnaz ve hilekar bir cizvit olan Lenin, halkın genel çığlığını kendi parolası haline getirdi:
 -Bütün İktidar Sovyetlere!-

Ancak Lenin ve sadık kullarının kendilerini koltuklarında emniyette hissetmelerinden sonra Sovyetlerin yıpratılması süreci başladı.
Bugün Sovyetler Rusya’daki herşey gibi, bedensel varlıkları kaybolmuş birer siluetten başka birşey değildirler.
Sovyetler, bugün sadece Komünist Partisi’nin kararlarını tekrar ediyorlar. aşka bir politik yaklaşımın duyulma olasılığı yoktur. Komünistlerin seçim yöntemleri Tammany Hall’i(4) bile kıskandırıyor olmalıdır.
Rusya’ya geri dönüşümden kısa bir süre sonra önde gelen bir komünist bana, -Murphy usta ve Tammany Hall bizim elimize su dökemez- demişti. Ben doğal olarak adamın şaka yaptığını düşünmüştüm. Ancak çok geçmeden gerçeği ifade ettiğini farkettim.
Komünist oyları şişirmek için komünistler her tür hileyi kullanıyorlar. Alışılmış yöntemlerin yetmediği yerlerde istihkakın kesilmesi ve tutuklama tehditleri kullanılıyor. Çeka, kader gibi her an hazır ve nazırdır ve seçmenler kendilerini neyin beklediğini bilmektedirler.
Bu nedenle komünistlerin neden bütün seçimleri kesin olarak kazandıklarını anlamak kolaydır. Buna rağmen Bolşevik Rusya’da Menşeviklerin, Sol Sosyalist Devrimcilerin, hatta Anarşistlerin ara sıra bir temsilci çıkarabilmeleri az şey değildir.
Yayın çıkarma, özgür konuşma ve fabrikalarda yasal propaganda hakkı olmadan muhalefet partilerinin Sovyetlere temsilci seçmeyi başarmaları bir mucize gibidir. Ancak orada sesini duyurma olanağı hiç yoktur. Komünist şakşakçılar (kişiliksiz alkışçılar) komünistler dşında kimsenin sesinin duyulmamasına özen göstermekteler.
Arada sırada bir anarşist Sovyet seçilirse, hükümet normal olarak temsilciliği tanımayı reddetmekte ya da Çeka, herhangi bir bahaneyle, seçilen kişinin karşısına çıkarılmaktadır.
1920 yılında Moskova’da fabrika kulüplerinden birinde bir seçimde bulunmuştum. Hükümet, işçilerin adayı olan bir anarşistin seçilmesini ikinci kez onaylamamıştı.
Karşı aday olarak Maku sağlığı İdaresi komiseri Semasçko çıkarılmasına rağmen, işçiler üçüncü kez anarşisti seçtiler. Semasçko’nun, rakibinin kişiliğine yönelik hakaretleri, onu gözden düşürüme çabaları, seçmenleri yumrukla yıldırma ve aforoz etme tehditleri fayda etmedi.
İşçiler adamın yüzüne karşı güldüler, alaycı bravo çığlıklarıyla onunla dalgalarını geçtiler ve üçüncü kez anarşisti seçtiler. Birkaç ay sonra, seçilen kişi bir bahaneyle tutuklandı ve ancak uzun bir açlık grevi sonunda ve o sırada Moskova’da bulunan bir İngiliz işçi misyonunun gezisi sırasında bir skandalın patlak vermesini önlemek isteyen Bolşeviklerce serbest bırakıldı.
Moskova’yı terk etmemden, yani 1 Aralık 1921′den hemen önceMoskova Sovyetinin üç anarşist üyesi tutuklandı. Bunlardan birisi başkent dışına sürgüne gönderildi. Diğer ikisi hakkında ise, sonradan öğrendiğime göre, normal olarak, sorgu yapılıp dava açılmadan sanığın kurşuna dizilmesi ile sonuçlanan -çetecilik ve yeraltı faaliyeti- suçlamasıyla dava açılmış.
Bu kişilerin suçları Moskova Sovyetinde her şeyi açık yüreklilikle söylemekten ibaretti.
 Bu yüzden oradan -uzaklaştırılmaları- gerekiyordu. Açıkça görülmektedir ki, ne Moskova Sovyetinin, ne de Rusya’daki başka bir Sovyetin görevini yaparken kendi başına karar verme hakkı ya da bağımsızlığı hakkı söz konusudur.
Hatta Komünist Partisi’nin sıradan bir üyesinin bile orada görüşlerini açıklama konusunda fazla olanağı yoktur. Hem Sovyetlerin, hem de tüm Bolşevik hükümetin içinde -proletarya diktatörlüğü- çok küçük bir grubun elinde bulunmaktadır – o, Rusya’yı ve Rus Halkını tek başına egemenliği altında tutan merkezdeki küçük gruptur.
Bir zamanların ideali olan -işçilerin, köylülerin ve askerlerin özgür fikir alışverişi- halkın artık rağbet etmediği ve tüm inancını yitirdiği bir komediye dönüşmüş bulunuyor.
4: 19. yüzyılda Amerika’da Demokrat Parti içine yerleşmiş mafyavari bir grup (ç.n.)

  Çalışma Seferberliği

Gerçekte angaryadan başka bir şey olmayan çalışma seferberliği dünyaya komünist sistemin en önemli unsurlarından biri olarak övgüyle sunuldu. “
-Bugün Sovyet Rusya’da herkes çalışmak zorundadır. Artık parazitler yoktur.-” Gerçi Lenin hiçbir zaman bu uygulamanın Rusya’yı yeniden inşa için yürürlüğe konan başka birçok benzer uygulamagibi bir hata olduğunu itiraf etmedi; ama onun, angaryanın işçilern verimliliğini artırmak konusunda hiçbir şey gtirmediğini net olarak anladığına inanıyorum.
Uygulandığını dönemde angarya, sadece kitlesel bir kölelik sistemi kurmayı ve burjuva asalakların yerini Bolşevik asalaklar aygıtının almasını başardı.
Görevi işçileri zorlamak, iş sırasında gözetlemek, tutuklamak ve zaman zaman da, işlerini izinsiz erketmeleri durumunda, kurşuna dizmekti.
Gerçekten de işçilerin büyük çoğunluğu işyerlerine gidiyordu, ancak çalışmak için değil; avarelik etmek, karılarının ve çocuklarının köyde un ve patatesle değiştirebilecekleri birkaç parça malı gizlice üretmek için, Açlıktan ölmemenin tek yolu buydu.
Sadece köyden şehire bir şey getirilme imkanı üzerine bile bir kitap yazılabilir.
Ticaret yasağıyla birlikte, resmi görevli olmayan herkesin köyden şehiren getirebilecekleri mallara el koymak üzere tüm tren istasyonlarına askerler ve Çeka elamanlarından oluşan müsadere birlikleri (Sagrhaditelniotrjad) yerleştirilmeye başlandı.
Ancak büyük zorluklarla seyahat izni alabilen, seyahat imkanı çıkana kadar günlerce, hatta haftalarca istasyonlarda bekleyen, tıka basa dolu pis vagonlarda ayakta, bazen de vagonların üstünde ya da merdivenlerde yolculuktan sonra bir pud un ya da patates elde edebilen bu şanssız zavallılar, seyahatlerinin son istasyonunda önlerine çıkan müsadere birliklerinin herşeyi ellerinden almalarını sessiz sedasız sineye çekmek zorundalardı.
Çoğu durumda komünist devletin koruyucuları el konulan malları kendi aralarında paylaşıyorlardı. Yoksul kurbanlar başlarına başka birşey gelmediyse kendilerini şanslı saymalıydılar.
Çünkü değerli yüklerinin müsadere edilmesinin dışında, işin içinde, çok sık yapıldığı gibi, “-spekülasyon-” iddiasıyla, içeri atılmak da vardır.
Kıtlık döneminde hayatta kalmaya çaba harcadıkları için Rusya’nın hapishanelerini dolduran mutsuz insan yığınlarının yanında, gerçekten spekülasyon yaptıkları için hapse atılanların sayısı yok denecek kadar azdır.
Bolşeviklerin bir konuda haklarını teslim etmek lazım -onlar yarım iş yapmazlar. Angarya yasallaşır yasallaşmaz acımasız bir şekilde uygulandı.
Erkek kadın, genç yaşlı, yırtık pırtık ayakkabıları ve lime lime olmuş ince elbislerine akılmaksızın, ayrım gözetilmeksizin, buz gibi havada ve tipide kar küremeye ya da buz kırmaya zorlandılar.
Bazen odun kesmek için gruplar halinde ormana gönderildiler. Sonuç zatülcenp, akciğer iltihabı ya da veremdi. Ancak bu sonuçlardan sonra Kremlin’deki bilgeler işbölümünü düzenleyecek bölümler açtılar. Bu bölüm, işçilerin bedensel güçleri konusunda karar veriyor, onları sınıflandırıyor ve mesleklerine göre işlere dağıtıyordu.
İşe zorlamak için kullanılan yöntemlere karşı derin bir nefret duydukları için, insanların bu köleleştirici ve insanlık dışı koşullarda işten kaçmaya çalışmalarına şaşmamak gerekiyor. İnsanlar zamanla komnist devlet, damarlarından yaşam enerjilerini soğuran bir sülük gii görmeye başladılar.
Uzun savaş yıllarının darbelerini yaşayan, Yudeniç’in sürülerine karşı şehirlerini kahramanca savunan, savaş ve açlığın dehşetini yaşayan, tüm Rusya’nın en devrimci işçileri olarak nam salan Petrograd işçilerinin bile sahte devrimcilerden ve onlarla bağlantılı her şeyden nefret etmeye başlamaları bir mucize miydi? Ancak bu onların hatası değildi.
Onların ideallerini ve inançlarını yıkan Bolşeviklerin zalim devlet mekanizmasıydı.
 İnsanlarda, ancak uzun dönemde aşılabilecek devrim karşıtı bir ruh hali yaratan oydu.

Petrograd Sovyeti’nin bir toplantısındaki bir sahneyi hiç unutmayacağım.
Kronstadt’ın kaderi ile ilgili kararın verileceği geceydi.

Komünist liderlerin uzun konuşmalarından sonra birkaç işçi ve denizci söz istedi. ir cephane işçisi konuşuyordu. Yüzü izleyicilere değil, oturum başkanına dönüktü. Gerinlikten sesi titriyor, gözleri alevler saçıyor ve tüm bedeni sarsılıyordu. Petrograd Sovyeti’nin başkanı Zinovyev’e hitap ediyordu:
“-Üç buçuk yıl önce siz Alman ajanı, devrim düşmanı olarak damgalanıp hafiyelerin hakaretlerine ve takibine uğrarken, biz Petrogradlı işçiler ve denizciler sizi kurtardık, sizin için savaştık, kan döktük ve sizi sonunda bugün olduğunuz yere getirdik. Bunu siz halkın isteklerine tercüman olacağınızı düşündüğümüz için yaptık. Ama o andan itibaren siz ve hükümetiniz bizden uzaklaştınız. Ve şimdi bizlere hakaretler yağdırıyor ve bizi karşı-devrimci ilan etmekte diretiyorsunuz.Ekim Devriminde verdiğiniz sözleri yerine getirmenizi istediğimiz için bizi hapse atıyor ve kurşuna diziyorsunuz.-”
Adamın başına neler geldiğini bilmiyorum. Cüretkarlığından dolayı cezaevini ya da merzarlığı boylamış olabilir. Ama çığlığını kimse duymadı. O çığlık, devrim döneminde olağanüstü bir coşku düzeyine ulaşan, şimdiyse bolşevik devlet tarafından zincire vurulan ve ölümle pençeleşen bir ruhun, tüm Rus halkının ruhunun çığlığıydı.

  Çeka

Çeka, tam adıyla Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonu, şüphesiz Bolşevik rejimin en karanlık kurumudur. Bolşeviklerin iktidar almalarının hemen ardından, karşı-devrime, sabotaj ve spekülasyona karşı mücadele amacıyla kuruldu.
Başlarda İçişleri Komiserliği, Svoyetler ve Komünist Partisi’nce kontrol edilen Çeka, zamanla tüm Rusya’nın en güçlü örgütü haline geldi. Çeka bugün devlet içinde bir devlet değil, devlet üzerinde bir devlettir. En ücra köyüne kadar bütün Rusya bir Çeka ağıyla sarılmış durumdadır. Devasa bürokratik sistemin her bölümünün, tanrısal kudreti ile Rus halkının ölüm kalımı konusunda karar veren kendi Olağanüstü Komisyonu mevcuttur.
Çeka’nın yarattığı cehennemitüm dehşetiyle dünyaya anlatabilmek için Dante olmak gerekirdi: Kendi maşaları üzerinde yarattığı bayağılaştırıcı, kişilik yıkıcı etki; Rusya’ya yaydığı dehşet, güvensizlik, nefret, acı ve ölüm korkusu.
Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonu’nun başı Dzerjinski’dir. Başkanlığın diğer üyeleri gibi o da denenmiş bir “komünisttir”. Kamuya açık bir raporda şöyle diyor Dzerjinski: “Biz örgütlenmiş dehşetin temsilcileriyiz… biz Sovyet rejiminin düşmanlarını terörize ediyoruz. Ev arama, mala ve sermayayeye el koyma, göz altına alma, soruşturma yapma, suçlu olduğuna inandıklarımızıyargılama ve cezalandırma ve idam cezası verme yetkisine sahibiz.”
Başka bir deyişle, Çeka aynı zamanda muhbir, polis, hakim, gardiyan ve cellattır. O, kararlarına itiraz edilemeyen ve eline düşenin nadiren kurtulduğu en yüksek otoritedir. Operasyonlarını hemen her zaman geceleri yapar.
Bir bölgedeki ani bir ışık seli Çeka’nın olağanüstü hızlı otomobillerinin gürültüsü, halkı ürkütmenin ve dehşete düşürmenin sinyalleridir. Çeka gene iş başında.
Bu gece tutuklanan bahtsızlar kimler acaba? Sırada kim var?
Çeka devrim düşmanlarına karşı savaşmak amacıyla kurulmuştu. Ancak Çeka’nın ortaya çıkardığı her gerçek komplonun ardından, yeni uydurma ya da bizzat kendilerinin teşvik ettikleri komplolar çıkıyor.
Çeka’nın en önemli unsurunun ajan ve provokatörler olduğunu unutmamak gerekiyor. Bunlar tifüs salgını gibi Rusya’nın tüm atmosferini zehirliyorlar. Kurbanlarını kıstırmak ve onları tehlikeli karşı-devrimciler ve spekülatörler olarak cezalandırmak için, ne kadar iğrenç ve korkunç olursa olsun, her türlü vasıtayı kullanmaktan çekinmiyorlar.
Gerçekte ise Çeka’nın bizatihi kendisi karşı-devrimci saldırıların ve emsalsiz spekülasyonların yuvasıdır.
Her komünist, parti disiplini gereği, her zaman Çeka’da görev yapmakla yükümlüdür. Ancak Çeka mensuplarının büyük çoğunluğu eski Çarlık Okhrana’sının, Kara Yüzler’in elemanlarından ve ordunun eski üst rütbeli subaylarından oluşmaktadır.
Bunlar barbarca yöntemler kullanmak konusunda ihtisas sahibi kişilerdir. Batılı ülkelere Rusya’da, başlarında işçi ve köylülerin bulunduğu halk mahkemeleri üzerine yazılmış parlak raporlar verildi. Çeka’nın alanında bu tür mahkemelerin esamesi bile okunmaz.

Oturumları gizlidir.

Sözüm ona sorgular, tabii yapılıyorsa, her tür adaletin grotesk bir biçimde çiğnenmesinden başka bir şey değildir. “Sanık” daha önceden üretilmiş delillerle karşı karşıyadır. Ne tanığı vardır, ne de savunma imkanı verilmiştir. Bu dehşet odasını terk ederken serbest mi bırakılacağı, yoksa hüküm mü giyeceği konusunda bir fikri yoktur.
Bir gece hücresinden geri getirilmemek üzere alınıp götürülene kadar sinirleri harap eden sürekli bir belirsizlik içinde yaşar. Ertesi gün bir Çeka mensubu kalan pılı pırtıyı almak için hücreye gittiğinde, diğer tutuklular, soğukkanlılıkla işlenen sonu gelmez cinayet serisine bir yenisinin daha eklendiğini öğrenmiş olurlar.
Ya akraba ve arkadaşlar?Onlar, günler haftalar boyu Çeka merkez binasının bulunduğu Lubyanka sokağında sıraya girer, bir önceki gece kurşuna dizildiğini öğrenecekleri güne kadar sabırla yakınlarından bir haber beklerle. Böylece bu kederli insanların trajedilerine ve acılarına bir de aşağılanma eklenmiş olur.
Çarlığın eski Okhrana’sının yaptığı gibi Bolşevik Okhrana da (Çeka.bn.dev-demokrat) yaptığı alçakça şeyleri halktan gizliyor. Ama gerçek günün birinde gün ışığına çıkacak. Çeka’nın duvarlarının arkasında yapılan korkunç işlerle- vahşi işkenceler, rüşvet, yaygın spekülasyon- ilgili şimdiden oldukça önemli yazılı materyal bulunuyor.
Durum hakkında bilgi sahibi olmak için Bolşeviklerin muhaliflerine uzlaşmanız bile gerekmiyor. Çeka’nın kendisi de zaman zaman bize bu materyali sunuyor. Örneğin Çeka’nın haftalık yayın organının üçüncü sayısındaki bir yazıda işkencenin zorunluluğu savunuluyor: “Bu kadar duygusallık yeter”başlığını taşıyan yazıda kelimesi kelimesine şunlar söyleniyor: “-Rusya’nın düşmanlarına karşı mücadelede, onları itiraf etttirmek ve sonunda başka bir dünyaya göndermek için işkenceyi kullanmak zorunludur.”-Okuyucu asla Çeka’nın 1918′den itibaren ilerici olduğu vehmine kapılmamalıdır.
Geçen yıl Profesör Tagantseff’in sözüm ona komplosu açığa çıkarıldığında tutuklulara dayak atıldı, içecek verilmeyerek işkence yapıldı ve ek olarak benzeri olağandışı “devrimci” yöntemler de kullanıldı. Bu bilgileri karşı devrimcilerden değil tutuklular arasında bulunan ve Çekacı yöntemlerin başarısına tanıklık eden çok dürüst bir komünistten aldım. Karşı-devrimciler arasında bir komünist mi? Bu nasıl mümkün olabilir?
Çok basit. Çeka ağını attığında suçlularla birlikte suçsuzları da, gerçekte çoğunlukla suçsuzları da yakalar. Yoksa, bütün şehir duymadan örneğin 68 kişinin bir komploya katılması nasıl mümkün olabilir?
Gerçekten de geçen yaz 68 kişi Petrograd’da Tagantseff komplosuyla ilişkilendirilerek kurşuna dizildi. Ve bu sayı Çeka’nın zindanlarında ölüme gönderilen suçsuz erkek ve kadınların, hatta çocukların küçük bir yüzdesini oluşturuyor.
Hükümetten tekrar tekrar bu korkunç örgütün gücünün sınırlanması talep edildi. Böyle bir deneme 1920 yılının sonbaharında yapıldı. Ama hemen bunun ardından Moskova’da işlenen suç sayısı hızla arttı ve “komplolar” sıklaştı.
Tabii ki, Çeka’nın, Bolşevik devlet açısından vazgeçilmezliğini kanıtlaması gerekmekteydi.
Bunun üzerinde Dzerjinski’ye açık bir teşekkür mesajı gönderildi ve bu mesaj Pravda’da yayımlandı. Petrograd Sovyeti’nin toplantılarının birinde Zinovyev, Dizerjenski’yi, “kendini devrime adamış bir aziz” ilan etti.
Karanlık Ortaçağ’ın tarihi bu tür martirlerle doludur. Bolşeviklerin insanlık tarihinin en karanlık dönemini taklit etmek zorunda kalmaları ne korkunç.
Bu vesileyle, Bolşeviklerin, 1917 yılında geçici hükümetin asker kaçakları için ölüm cezasını yürürlüğe koyma girişimi sırasındaki tavırlarını hatırlamak ilginç olacaktır.
 O zaman Bolşevikler bu türden bir vahşete karşı çok şiddetli tepki göstermiş, ölüm cezasının insanlık açısından ne kadar barbarca ve alçaltıcı olduğunu savunmuşlardı.
Ekim Devriminden hemen sonra, Sovyetlerin İkinci Tüm Rusya Kongrelerinde Bolşevikler, diğer devrimci unsurlarla birlikte, bu cezanın kaldırılması doğrultusunda oy vermişlerdi. Bugün Razstrels (kurşuna dizme) Çeka’nın komünist devletçe kabul edilen ve bir komünist azizin yetkisi dahilinde uygulanan en gözde yöntemdir.
Peki, sosyalist devrimin yeni bir toplumsal yaşamın doğum eylemi olduğunu vazeden Marksizm ne olacak? Rusya’da uygulandığı şekliyle Bolşevik yöntem ve ilkelerde bunun bir işareti var mıdır? Bolşevik devletin kanıtladığı şey, kendisinin şimdiye kadar Rus devrimi açısından yok edici bir komplo olduğu ve böyle olmaya devam ettiğidir...



Emma Goldman-
      Devrimci Demokrat’ın Not'u ve Yorumu

Emma Goldman, Rus devrimini, yani Bolşevikleri desteklemek için, anarşist yoldaşı Aleksandr Berkman’la birlikte ABD’den Ruya’ya gelmiş ve yaklaşık 2 yıl Rus’ya da kalmışlar ve gördükleri karşısında büyük bir hayal kırıklığı ve dahası şok yaşamışlardır. (etraflı bir konu geçiyoruz, çünkü Emma ve Berkman bu konuyu gerek  başka makalelerinde, gerekse de kitaplarında daha etraflı anlatmışlardır)

Bizim şu notu düşmemiz gençler için gerekli diye düşündük: Emma’nın burada her yaptığı ‘yoruma’  katılma durumunda değiliz. Örneğin; Brest-Litovsk anlaşması konusunda Emma ile ters kutuplardayız. Ve bu anlaşmanın ‘elzem ve de gerekli olduğunu, Rus devrimine bir ara soluk aldırdığını’ düşünüyoruz.

Keza;‘Kızıl Terör’ (özellikle Anya Kaplan’ın Lenin’i  ‘hain’ diye vurmasından sonra gemi iyice azıyla aldı bu terör) konusunda da farklıyız. Şöyleki; sabotajları önlemek adına kurulan ÇEKA, giderek bütün muhalefeti tutuklayacak, hatta sorgusuz-sualsiz onbinlerce  infazlar yapacaktı  Lenin’in vurulmasından sonra. Bunları birbirinden ayırmak gerekir,diye düşünmekteyiz. (ki,Emma buna dokunmuş zaten)
Ve elbette ki ÇEKA, daha Lenin zamanında bile (yine Lenin’in destek ve onayıyla)  yetkileri ‘Merkez Komitesinin’ 0MK) bile üstüne çıkarılmıştı ve bu kurum ‘Parti Üstü’ bir teşkilat oldu vede Vahşeti Alman ‘gestaposunu’ aratmayacak hale geldi çok kısa sürede....
İşte bu noktada; Terör? Ama Kime karşı bu terör? Sorunu ortaya çıkıyor.
ÇEKA, 1918 yılı sonuna doğru her türlü ‘muhalefetin’de baş düşmanı olup çıktı. Fakat; Lenin’i tanıyoruz, Lenin zaten hertürlü muhalefetten nefret eder, onlara sadece yüzünü değil, sırtınıda dönerdi (Axselrod’un kulakları çınlasın). Yani, ÇEKA’nın giderek muhalefte yönelmesi Lenin’in bilgisi dahilinde, vede onayıyla olmuştur.
Diyeceğimiz;iç savaşta ve devrim yıllarında, belkide devrimden sonrada kısa bir süre için, büyük burjuvaziye ,sabotaj ve karşı-devrimci komplolara karşı bir ‘örgüt’ gerekli ama bu örgüt; Gestapo yavrusu ‘Çeka’ gibi olmamalı...
-NEP dönemine de farklı yaklaşıyoruz Emma’dan. (Bence,Emma aslında ‘aşırılıkları’ çok güzel eleştiriyor yerden yere vuruyor bunları çok haklı olarak ama ‘telefuzda’ farklı anlatıyor,diye düşünüyorum, belki de çeviri hatası bu dil?) 14 Ülkenin işgal ettiği Rusya’da devrim olurken ekonomide ve siyasette ‘savaş komünizmi’ diye bir tutum alınması çoğu zaman zorunluktur (‘eleştirenlerin tutuklanması, doğrudur’ demiyorum elbette) AMA, ‘savaş komünizmi’ adına, KÖR BİR TERÖR bataklığına saplanmadan, ÇEKA’ya benzemeden.

Lenin Rusya’sı,rejimi,malesef dozunu kaçırmış bu ‘terörün’ ve dahası; savaş bittikten sonra da, ne muhaliflere, ne işçi sınıfına, nede köylülüğe, veya  ‘sivil toplum’ kuruluşlarına bile, söz, eleştiri ve eylem,  ‘örgütlenme’,  ‘basın-yayın’  hakkı vermemiş, ‘Tek Parti Devleti’ kurarak ‘Totaliter’ (her türlü demokrasiden uzak) bir rejim inşa etmiş, Stalin gibi insan ve insanlık düşmanının iktidara gelmesinin önünü de bizzat kendisi açmıştır.

Emma Goldman’ın,ÇEKA’nın vahşi  terörünü kınarken burada görmediği şudur; ÇEKA’nın kendisi, ‘İşçi Köylü Teftiş Kuruluna’ bağlıdır ve ‘kurumun’ başında da STALİN vardır! (Fakat,Emma’nın kitaplarını ve makalelerini yazdığı dönemlerde Stalin’i duymamıştı ve tanınmıyordu, bu yüzden olsa gerek 1928 yılında kitabını yazarken de Stalin’e yer vermemiş) (bolşevik partide bile tanınmıyordu Stalin’i 1922 yılına kadar).Ama O, az ilerde açık çehresi ile ortaya çıkacak, haşmeti ve vahşetiyle, tanıtacaktır kendini Rus kamuoyuna.

Fakat, herşeye rağmen, bütün farklı düşüncede olan parti ve örgütleri kapatan, ‘her türlü yetkiyi’, ‘partisinin’ ve ‘kendi elinde’ toplayan ‘Tek Adam’, ‘Tek Parti’ rejimi kurarak koskoca Rusya’yı ‘hapishane’ haline  dönüştüren, Lenin’dir, Stalin sadece bu totaliter rejimin,CengizHan’ı veya korkunç İvan’ıdır. O kadar.
Bir diğer gerekli açıklamamız; Emma burada adeta ‘komünizme’ saldırıyor gibi bir dil kullanıp, sanki anti-komünistmiş gibi bir imaj yaratmış olmasıdır.Okur şunu bilmeli; Emma Goldman, kendisini (tıpkı Alexandr Berkman gibi) ‘Anarşist-Komünist’ olarak tanımlamaktadır kitaplarında (bakınız; Emma Goldman, ‘Hayatımı Yaşarken’.Cilt.1.Cilt.2. Metis-Kaos yayınları). Burada ‘komünist’ derken Emma, ‘Bolşeviklerin ve Lenin’in’, (Emma’nın deyimi ile) ‘Diktatör Komünizmini’ kast ediyor. Yani Emma’nın buradaki dili genç okurların  kafasını karıştırmamalı, komünizme karşı biri değil Emma, çünkü kendisi komünist-anarşist. 
Yukarıdaki Emma Goldman makaleleri, 1922 tarihini taşıyor, yani; bolşevik Rusya’dan ayrıldıktan (1 Aralık 1922’de Lenin Rusya’sından ayrıldı)lar Emma ve Alexandr Berkman) hemen sonraki yıl yazdığı yazılar. ‘Hayatımı Yaşarken’ adlı iki çiltlik kitaplarını ise, 1928 yılında kaleme almış Emma. Bu kitaplarda ‘açıklamaları ve anlatımları’ daha detaylı....

Emma’nın ‘Rus Devriminin Çöküş Nedenleri’, yazdığı makaler ve kitapları aşan bir konu ama iyi bir gözlemci olduğuda inkar edilemez. Çünkü olayların nedenini ve toplumun o anki içinde bulunduğu durumu bize aktaran en önemli iki tanıktan (diğeri; Alexandr Berkman) biridir Emma Goldman.

Halim Kar
6 Eylül 014-