Wednesday, August 29, 2012

Yatırım Değil, Canlarımızı İstiyoruz

387. kez bir araya gelen Cumartesi Anneleri/İnsanları, Abdurrahman Coşkun ve İbrahim Karatay'ı andı. Cumartesi Anneleri/İnsanları Başbakan Erdoğan'a da seslenerek yatırım değil, canlarını istediklerini söyledi.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
25 Ağustos 2012, Cumartesi

387. kez acılarını duyurmak ve paylaşmak için bir araya gelen Cumartesi Anneleri/İnsanları Abdurrahman Coşkun ve İbrahim Karatay'ı andı.
387. buluşmanın bir diğer önemli yanı ise Cumartesi Meydanı'nın önemli isimlerinden Ramazan Amca'nın ölüm yıldönümünün olmasıydı. "O bizim her zaman sırtımızı dayayabileceğimiz bir babamızdı" diyerek tarif ettikleri Ramazan Amca'yı sevgi ve saygıyla andıklarını ifade eden Cumartesi Anneleri/İnsanları, Ramazan Amca'ya "Bıraktığın yerdeyiz, mücadeleye devam ediyoruz" diyerek seslendi.

Hani senin Kürt kardeşlerindik?

1 Kasım 1995 yılında Dargeçit'teki evinde gözaltına alınan ve bir daha kendisinden haber alınamayan Abdurrahman Coşkun'un akrabası Mukaddes Coşkun, 17 yıldır bayram yaşayamadıklarını çünkü 17 yıldır canlarını aradıklarını söyledi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a da seslenen Coşkun, "Biz senden yatırım değil canlarımızı istiyoruz. Sen neden bizim acımızı görmüyorsun. Hani biz senin Kürt kardeşlerindik?" dedi.

18 yıl önce ne oldu?

Cumartesi Anneleri/İnsanları 15 Ağustos 1994'te Diyarbakır Hani'ye bağlı Hure köyüne düzenlenen operasyon sırasında gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamayan İbrahim Karatay'ın dosyasını da kamuoyu ile paylaştı.
"Hure'ye giren askerler köylüleri meydana toplar ve köyü boşaltmalarını ister. Köylülerin eşyalarını almalarına izin verilmeden evler yakılmaya başlanır. Köylülerin geçimini sağladıkları hayvanlar da kurşuna dizilir.
"Evleri yakılanlar arasında İbrahim Karatay da vardır. Altı aylık hamile olan eşine, üç küçük çocuğunu da yanına alarak köyden uzaklaşmasını söyler. Kendisi de henüz yanmamış evindeki yiyecekleri dışarı çıkarırken askerler tarafından gözaltına alınır.
"Çocukları ile birlikte komşu köye sığınan Salime Çakır, aradan geçen on günde eşinden haber alamayınca kayınpederi ile birlikte Hani'ye giderek savcılığa başvurur. Buradan cevap alınamayınca, Hani Jandarma Karakolu'na gider. Burada, karakol komutanı Karatay'ın babasına, 'Senin oğlun terörist ama biz onu serbest bıraktık, nerede olduğundan haberimiz yok' der.
"Aradan zaman geçince, Karatay hala evine dönmeyince babası tekrar karakola gider. Karakoldaki yetkililerden birisi babaya ateş eder ve 'Oğlunu bir daha sorarsan diğer çocuklarını da öldürürüz' tehdidinde bulunur.
"Komşu köylerden bir kişi aileye, sekiz gün boyunca İbrahim ile birlikte gözaltında tutulduklarını ve İbrahim'in kendisine 'Aileme ve akrabalarıma haber ver, beni öldürecekler' dediği haberini yollar. O günden bu yana ailenin tüm başvuruları sonuçsuz kalır ve İbrahim Karatay'dan bir daha haber alınamaz." (İD/EKN)

Tuesday, August 28, 2012

Bitmek üzere!

Bitmek üzere! (Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası 1992-2012)


Tam adıyla "Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası" adlı çalışmamı ilk kez 17 Ocak 2010 tarihinde yayınlanmak üzere Birgün Gazetesi için ürettim. Yayınlanan ilk başlığı "Az kaldı!" idi.


Ece Temelkuran ve Sezgin Öney köşe yazılarında bu çalışmamdan sözettiler.


Aynı haritayı takip eden 8 ay içinde gerçekleşen 29 yeni linç teşebbüsünü ekleyerek bu kez "Daha da az kaldı!" başlığıyla yeniden ürettim ve 26 Eylül 2010 tarihinde yayınladım. 


"Bitmek üzere! (
Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası 1992-2012)" adıyla yayınladığım bu üçüncü yenilemeye eklenen yeni linç teşebbüsleri, linç tehditleri ve yöneldiği mekanlarda insan olmadığı için hedefine ulaşamayan linç amaçlı saldırılar şunlar:

Diyarbakır 20 Ekim 2010
Konya 25 Kasım 2010

Kayseri 28 Mart 2011


Tokat 30 Kasım 2011
Şırnak - Uludere 31 Aralık 2011

Kütahya - Emet 13 Mart 2012

Adıyaman - Kahta 12 Nisan 2012

İstanbul 15 Nisan 2012

Kayseri - Pınarbaşı 25 Mayıs 2012

İstanbul 19 Haziran 2012

İstanbul 4 Temmuz 2012

İstanbul 5 Temmuz 2012

Adana 18 Temmuz 2012

Niğde 26 Temmuz 2012

Bursa - Yıldırım 27 Temmuz 2012

Malatya - Doğanşehir 29 Temmuz 2012

İstanbul 30 Temmuz 2012

Tekirdağ - Çerkezköy 31 Temmuz 2012

Muğla - Dalyan 1 Ağustos

Aydın 2 Ağustos 2012

İstanbul 9 Ağustos 2012

İzmir - Kiraz 12 Ağustos 2012

İzmir - Çandarlı 14 Ağustos 2012 (linç tehditi)

Kırklareli - Babaeski 14 Ağustos 2012

Hakkari -Şemdinli (Derecik) 18 Ağustos 2012

Gaziantep 20 Ağustos

Gaziantep 21 Ağustos


Edirne 22 Ağustos 2012
Çanakkale 23 Ağustos

İzmir - Karşıyaka 23 Ağustos

Isparta - Eğirdir 25 Ağustos 2012

Konya 25 Ağustos 2012


Çalışmamda ezici bir çoğunlukla ırkçı, milliyetçi, etnik ve homofobik nefret kökenli kalkışmalar, eylemler yeralsa da, özü gereği bir başka zamanda ve nedenle oluşsa bu niteliğe de sahip olacağına emin olduğum, olası suçlulara, sıradan insanlara yönelik linç kalkışmaları, son günlerde ne yazık ki sıkça karşılaştığımız ve ne iyi ki boş olan kürt siyasal örgütlenmelerinin binalarına yönelik linç amaçlı saldırılar da yeralıyor.


Çalışmalarım uzun süreli, özenli taramalara dayansa da, varsa atladığım linç kalkışma ve eylemlerini bana iletirseniz -ne yazık ki- onları da ekleyeceğim.  


Bir gün "Bitti!" diyecek olmaktan korkarım.

ALINTI 

Sunday, August 26, 2012

"Gladyo"dan Ergenekon"a yolculuk

1978"de Türkiye suikastlarla sarsılırken Ecevit"in açığa çıkarmaya çalıştığı "gladyo"nun izleri, Ergenekon"a da uzandı. Aradaki kilit isim, emekli binbaşı Fikret Emek"ti Ergenekon zanlısı Emek, Seferberlik Tetkik Kurulu"nun bölge başkanıydı. Bir iddiaya göre 1952"de ordu içinde gizlice kurulan STK, ülkede "vatansever hücre"ler oluşturuyordu

"Gladyo"dan Ergenekon"a yolculuk
İstanbul?da Rum azınlığa karşı girişilen 6-7 Eylül olaylarının da ?Özel Harp? işi olduğu belirtiliyor.



ANKARA / İSTANBUL - Bülent Ecevit, 1978’de başbakan olarak Kars’ın Sarıkamış ilçesine gittiğinde, 1974 yılında kendisine kontrgerilla hakkında brifing vermiş olan Tümgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile orduevinde yemek yedi. Ecevit, Yirmibeşoğlu’ndan Özel Harp’le ilgili bilgi almaya çalışıyordu. Çünkü o yıllarda ülke çapında öğretim üyelerine, savcılara ve halka yönelik suikastlarda Özel Harp Dairesi’ne bağlı sivillerin kullanıldığından kuşkulanıyordu. Yirmibeşoğlu “Kuşkularınız yersiz” deyince Ecevit şunu sordu: “Farz- ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?” Yirmibeşoğlu samimiyetle doğruladı bunu: “Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.”
Ecevit’e bu ifşaatı yapan Yirmibeşoğlu, ordu içinde baş döndürücü bir hızla ilerleyerek kısa sürede güçlü bir kariyere sahip olmuştu. Bunun nedeni biraz da geçmişinde saklıydı. Hayatındaki asıl enteresan kesitlerden birisi, 1955 yılında 6-7 Eylül olayları sırasında Özel Harp Dairesi’nin önceli olarak bilinen Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görev yapmasıydı. Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na, 1991 yılında şöyle diyecekti:
“6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
Yirmibeşoğlu, bir müddet NATO eğitimi için yurtdışına gitmiş, döndüğünde de ‘Türk kontrgerillasının doğduğu yer’ olarak bilinen Kıbrıs’ta görevlendirilmişti.
Bugün de işlevi sürüyor
Adı sonradan Özel Harp Dairesi olarak değiştirilen ve 6-7 Eylül olaylarında ‘muhteşem’ bir örgütleyici rol oynayan, zaman zaman yapılan açıklamalarda ‘tasfiye edildiği’ ya da bünyesindeki ‘sivillerin ayıklandığı’ savunulmasına karşın, Seferberlik Tetkik Kurulu denilen kontrgerilla örgütünün eski işlevini sürdürdüğü, Ergenekon operasyonuyla net olarak görüldü. Eskişehir’de annesinin evinden koca bir cephanelik çıkan ve Özel Kuvvetler’in hazırladığı halkı fişleme belgelerini muhafaza eden emekli Binbaşı Fikret Emek, yakın geçmişte Seferberlik Tetkik Kurulu bünyesinde Manisa ve Kars’ta bölge başkanlığı görevini yürütmüştü. Emek söz konusu görevlerini polis ve savcılık ifadelerinde, ‘1996- 1999 Muğla Seferberlik Tetkik Kurulu Bölge Başkanlığı’nda çalıştığını, 1999- 2001 Kars Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı’nda çalıştığını, 2001-2004 Genelkurmay Başkanlığı Özel Kuvvetler Komutanlığı Muharebe Arama Kurtarma (MAK) Alay Komutanlığı İstihbarat ve İKK Şube Müdürü olarak binbaşı rütbesinde görev yaptığını, 24 Ağustos 2004 tarihinde vazife malulü gazi statüsünde ordudan emekli olduğunu’ anlattı.
Seferberlik Tetkik Kurulu ve ardından Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görev üstlenen Emek’in, bu özellikleriyle Ergenekon’un Gladyo bağlantısında kilit rol oynadığı kuşkusu doğdu.
Fikret Emek’in görev yaptığı Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) hakkında değişik kaynaklarda değişik anlatımlar mevcut. Bazı kaynaklar STK’nın ABD’de eğitim gören Tuğgeneral Daniş Karabelen tarafından Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yetkilendirmesiyle 27 Eylül 1952’de kurulduğunu belirtiyor. Bu kaynaklara göre 1948’de ABD’ye ‘özel harp’ kurumları ve strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, STK’nın resmi çekirdeğini oluşturuyor. Bu subaylar arasında Karabelen’in yanı sıra, Turgut Sunalp, Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş, Suphi Karaman, ve Fikret Ateşdağlı da yer aldı. İlk icraatı, Kore’ye asker gönderme işlerinin organizasyonu oldu. Aynı çerçevede ABD’nin askeri yardımlarını yapan kuruluşu Yardım İçin Ortak ABD Askeri Kurulu (JUSMAT -Joint US Military Mission for Aid to Turkey) TSK içinden STK’larla özel seçilmiş subaylarca irtibatlandırılmıştı.
12 Mayıs 2008’de Aksiyon dergisine konuşan Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) koordinatörü (şu anda 90 yaşında olan) İsmail Tansu, STK hakkında da ilginç bilgiler veriyordu. STK’lar kurulduğunda binbaşı rütbesinde olan emekli albay Tansu’ya göre, STK, ABD’nin teklifi üzerine Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde gizlice kurulmuştu. Görünen hedefi Rusya’nın muhtemel bir işgalinin engellenmesiydi. Dairenin lojistikten sorumlu komutanlığını da yapan Tansu’ya göre kuruluş amacı ‘Savaşta düşman (Rusya) Türkiye’yi işgal ederse, işgal ettiği yerlerde onların iflahını kesmek, gerilla hareketiyle onları yıpratmak’tı. Tansu STK’larla ilgili şu bilgileri veriyordu:
Gizli yemin: Güvenilirliğine inanılan üyeler, teşkilata ‘gizli yeminle’ alınıyordu. Üyeler, askerlik hizmetini yapanların içinden, çoğunluğu ise yedek subaylar arasından seçiliyordu. Genelkurmay bünyesinde kurulan dairede çalışanlar, askerlik günlerinden itibaren takip edilmeye başlanıyordu. Gizli çalışan teşkilat üyeleri, belirli usullere göre seçiliyordu. Bu kişiler ‘son derece vatanperver ve milliyetperver’ olanlardan seçiliyordu. Güvenilir, sır vermeyen elemanların vatan ve millet sevgisi sohbetler esnasında ölçülüyor, olumlu not alanlara görev öneriliyordu.
Bölge başkanlıkları:  STK’nın üyeleri sivil hayattan seçiliyordu. Hücre tipi yapılanmaya giden teşkilatta, hiçbir üye diğerini tanımıyordu. Yedek subayı, askerdeyken, daha hizmetteyken alınıyor, eğitiliyor ve ‘Görevlendirildiğin bölgede bölge başkanımız var, onunla temas sağla ve kuracağın teşkilat için kendini hazırla’ talimatı veriliyordu. Dairede 50-60 subay vardı. STK, bölge başkanlıkları kurarak hücre tipi yapılanmaya gitmişti. İstanbul, İzmir, Kars, Ardahan, Trabzon. Hiç kimse bir savaşa gizlice hazırlanıldığını bilmiyordu.
TMT’yi STK kurdu: Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun talimatıyla Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi’nde EOKA’ya karşı bir örgüt kurulması kararı alındı. 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. Planlama, yürütme ve koordinatörlüğünü İsmail Tansu yaptı. 
Para ABD’den geliyordu: 1970’li yıllarda dairenin başkanlığını yapan emekli Orgeneral Kemal Yamak, ABD’nin düzenli olarak her yıl 1 milyon dolar verdiğini açıklamıştı. Yardımlar JUSMAT aracılığıyla geliyordu. Birlikler İşgal durumunda direnişçilerin kullanacağı Amerikan silahları da yeraltına gömülmüştü. Ortak operasyonlar yapılan ABD ekibine J3 kodu veriliyordu. ABD bürosu eski Gülhane’nin karşısındaydı. STK ise Kızılay’dan Kolej yönüne giderken ara sokakta bir villada çalışıyordu.
Para kesilince Ecevit öğrendi: ABD maddi desteği kesince, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, Başbakan Bülent Ecevit’in onayıyla örtülü ödenekten para istedi. Ecevit dairenin varlığından paranın ne için istendiğini sorunca haberdar oldu.  Kenan Evren de 12 Eylül darbesinin ardından dairenin varlığını ve ne yaptığını açıklamak zorunda kaldı. Evren emekli olduktan sonra kaleme aldığı anılarında Özel Harp Dairesi’nin kontrgerilla faaliyetleri yürütmesine karşı çıktığını belirterek şöyle diyor:
“Genelkurmay başkanı olduktan sonra bu daireyi esas görevine yönelttiğimi tekrar kontrgerilla söylentileri istemediğimi söyledim”
1967’den sonra ÖHD oldu
Kurulun ismi, 1967 yılında, o zamanki komutanı Tuğgeneral Cihat Ayol tarafından Özel Harp Diresi’ne (ÖHD) dönüştürüldü. ‘Gayri nizami kuvvetlere karşı harekât’ konusunda uzmanlaşan ÖHD, ‘ordu içindeki gizli ordu’ olarak da anıldı. Bazı 1960 darbecilerini de içinden çıkaran yapılanmanın TSK dışına da çıkarak sivil gizli cephanelikler, milis grupları oluşturduğuna dair iddialar oldu.
Genelkurmay, 16 Kasım 1990’da “Dünyadaki yeni gelişmeler karşısında askeri stratejilerde değişiklik meydana geldikçe Özel Harp Dairesi’nin görevleri de gözden geçirilecektir” açıklamasını yaptı. Özel Harp Dairesi, 1994 yılında Özel Kuvvetler Birliği olarak adını değiştirdi.
STK, ÖHD ve ÖKK’nın başucu kitabı, Tunus doğumlu Fransız subay David Galula’nın gerilla hareketlerini bütün detaylarıyla anlatan ‘Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri-Teori Pratik’ adlı eseri oldu. ABD’nin de Irak’ta yaptığı insan hakları ihlallerini savunmak için kullandığı bu kitap, STK ve ÖHD’nin referansı olmuştu. Nitekim, Orgeneral Ali Keskiner’in imzasıyla 1964 yılının 25 Mayıs günü ops: 17087464 mr. ta. krl. sayılı Kara Kuvvetleri Komutanlığı emriyle yürürlüğe sokulan sahra talimnamesi bu kitabın tercümesi gibiydi. Bu talimname kamuoyunun gündemine ilk kez Barış Gazetesi tarafından 1973 yılında ‘şiddetin kaynağı’ başlığıyla duyurulmuştu.
NATO’nun gizli orduları
STK ve ÖHD, İsviçreli Araştırmacı Daniele Ganser’in ‘NATO’nun Gizli Orduları’ başlıklı kitabına konu olan araştırmanın da  konularından biriydi. Türkiye için geniş yer ayıran Ganser, Keskiner’in talimatnamesini kanıt olarak gösterip, “Türkiye’deki gizli ordu, Batı Avrupa’daki diğer tüm gölge ordulardan daha zorba bir tarihe sahip. Türk gizli ordusu kontrgerilla, NATO gölge orduları Batı Avrupa genelinde açığa çıkarıldıktan sonra da faaliyetini sürdürmeye devam etti. Faaliyetler st 31-15 talimnamesine göre sürdürülüyor” yorumunu yapmıştı.
Karanlık olaylarda hep ‘gayri nizami kuvvet’ iddiası
‘Gayri nizami kuvvet’ diye nitelendirilen bu birimler pek çok karanlık olaydan sorumlu tutuldu. Bu birimlerin barış döneminde savaş halinin varlığının kabul ettirilmesi için ‘korkutma, dehşet salma, sabotajlar ve karşı güçlerin içine sızarak haber alma’ yöntemleri kullandığı da biliniyor. Eski MİT’çi Mehmet Eymür’ün anlatımına göre; gayri nizami harp kurslarında, ‘gizli haberleşme, gizli faliyetlere giriş ve fert, maske, kimlik tespiti, gizli harekât tekniği, mülakat ve sorgulama, takip ve takipten kurtulma, sahte doküman, istihbarat ve istihbarata karşı koyma’ gibi dersler veriliyor.  6-7 Eylül olaylarının yanı sıra 1 Mayıs 1977’de Taksim’de yaşananların Özel Harp Dairesi’yle  ilintili olduğuna dair çok sayıda bilgi ve iddia var. PKK ile mücadele sırasında yaşanan bazı kanun dışı müdahaleler ve faili meçhul cinayetlerin de ÖHD ile ilişkili olduğu AİHM’nin kararlarına bile yansıdı.
ÖHD’nin ÖKK’ya dönüştürülmesinin ardından son dönemde bazı çete operasyonlarında ÖKK mensupları yakalandı. Ankara’daki Sauna, Atabeyler çetesi gibi örgütlenmelerde ÖKK’dan subaylar tutuklanmıştı. Eski polis istihbaratçısı Bülent Orakoğlu şunları söylemişti: “Özel Kuvvetler içindeki sivil unsurlar disiplin altında değiller. Danıştay saldırısı, Atabeyler ve Sauna... Hepsi aynı adrese çıkıyor.  Devlet içinde hukuki yapısı olmayan ama devlet yetkilerini kullanan bir yapı türetiyor bunları. Hepsinin içinde emekli askerler var.”  (Radikal)

Tuesday, August 21, 2012

Picasso'nun Guernica'sından ETA'ya

"19. yüzyıla gelindiğinde, hem devrim naralarını atan Fransa hem de İspanya'da 'güçlü ulus-devlet'ten halkların payına homojenleştirilme, yani asimilasyon ve kültürel soykırım düştü. 1841 yılında Fransa ve İspanya devletleri arasında çizilen sınırla Bask Ülkesi de ikiye bölünmüş oldu."

"1975 yılına kadar sürecek olan Franco diktatörlüğü Bask halkı açısından bir imha harekatından farksızdı. Yaklaşık 6 bin Bask idam edildi, onbinlercesi Nazi kamplarına benzer mekanlara kapatıldı, yüzbinlerce insan yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı. Bask dili ve kimliğine dair ne varsa yasaklandı."

Bask Ülkesi'nde yeni dönem -I-

Avrupa'nın "son silahlı çatışması" sayılan Bask meselesinde son aylarda yeniden dünya kamuoyunun gündemine girdi. Bunda, özellikle de ETA'nın silahlı mücadelesine son verme kararı belirleyici olmuştur. Bu karar uluslararası medyada geniş yankı bulurken, silahlara veda ana akımda daha çok "ETA'nın yenilgisi", "İspanya demokrasisinin zaferi" vb. şeklinde verildi.
Hakikaten öyle mi? 50 yılı aşkın Bask Ülkesi'nin özgürlüğü için mücadele eden kısa adı ETA olan Euskadi Ta Askatasuna (Bask Vatanı ve Özgürlük), son yıllarda artan devlet baskıları karşısında yaşadığı zayıflama nedeniyle mi silahları bırakmaya karar verdi? Sıkça iddia edildiği gibi toplum nezdinde büyük destek kaybına uğradı mı? Bask sorunu nasıl bir aşamaya geldi? Çözüm mücadelesinin temel aktörleri kimler, ne gibi projeleri var? Bütün bu sorulara yanıt bulmak için Bask Ülkesi'ne gittim.


Bask Ülkesi ve sorunun kökenleri



Hemen baştan belirtmeliyim ki, 'Bask Ülkesi' derken Bask topraklarının bütününü kastediyorum. Bunu vurgulamak şu açıdan önemli: Fransa ile İspanya devletlerinin sınır bölgesindeki Pirene ile Kantauriar dağlarının arasındaki ülkenin adı Bask dilinde Euskal Herria (Bask Ülkesi). Ancak sıkça kullanılan 'Euskadi' kelimesi, ülkenin sadece üçte birini kapsayan Özerk Bask Bölgesi'ni ifade eder. Euskadi'nin dışında, İspanya devlet sınırları içindeki Nafarroa (İspanyolca: Navarra) ve Fransa devlet sınırları içindeki Kuzey Bask Ülkesi de, üçe bölünen Euskal Herria'nın birer parçası.
Şimdi diyeceksiniz ki, madem kendi dillerinde ülkelerinin adı 'Euskal Herria', bizim bildiğimiz 'Bask' kelimesi de nereden geliyor? Dikkat edilirse Kürdistan'da da birçok şehrin adı etimolojik olarak Kürtçe değil. Örneğin Mêrdîn'e bağlı Nisêbîn (Nusaybin), Asurca 'Nisibis' isminden geliyor. Onun kökeninde de Akatça 'Naşibina' var. Şehir isimleri çoğunlukla, onları kuran iktidarlar veya işgalciler tarafından verilmiştir. 'Bask' adının ardında da böyle bir işgal, iktidar ve isyan hikayesi var.
'Bask' kelimesi, köken olarak Latince 'Vasco'dan (veya çoğul: Vascones) geliyor. Onun kökeninde ise, Roma döneminde kullanılan 'Barscunes' kelimesi var. Bu öylesine bir teori değil, zira Nafarroa'nın başkenti Iruna'da (İspanyolca adıyla Pamplona) yapılan kazılarda bulunan ve M.Ö. ilk ve ikinci yüzyıla ait olduğu belirlenen demir paraların üzerinde de 'barscunes' yazılı. Kürtlerin yaşadığı toprakların adını dağlardan (Sümerce kur = dağ) aldığı söylenir ya. 'Barscunes' de Latincede 'dağ halkı' demek...
Dolayısıyla 'Bask' adı, başkaların takmış olduğu bir isimdir. Oranın insanları kendilerine 'Euskaldunak' (Baskça konuşanlar, bu aynı zamanda etnik bir terimdir) veya 'Euskal herritarrak' (Bask Ülkesinin yerlileri) diyor.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Naffaroa, Baskların tarihinde çok özel bir yere sahip. Bunun sebebi, Ernest Hemingway'in Iruna'da geçen ilk romanı olan Güneş Doğar Da'da da anlatılan boğa güreşleri değil. Naffaroa, 824 yılından 1589'a kadar - bazen aralıklarla - kraliyet olup, şu veya bu düzeyde özerk ve bağımsızdı. Bu kraliyet, en çok genişlediği dönemlerde toplam 7 eyaletten oluşan Bask Ülkesi'nin tümünü de kapsıyordu, bugün bildiğimiz birçok Bask şehri, örneğin futbol takımı ile ünlü Bilbo (İspanyolca Bilbao) bizzat kraliyet tarafından kuruldu. Ancak değişik dönemlerde egemenlik sahalarını genişletmek uğruna savaş ve işgallere başvuran Fransız, Aragon, Kastilya ve İngiliz kraliyetleri, farklı zamanlarda kısmen Naffaroa kraliyetine ait topraklara 'sahip' oldular.

Ulus-devlet Basklara yaramadı


Naffaroa kraliyeti 16. yüzyılın sonlarında Fransa ve Kastilya krallıkları arasında bölüşülse de, belli bir düzeyde idari, kurumsal varlığını sürdürür. Paris veya Madrid'e bağımlı olmak şartıyla bir yere kadar özerktir. Yine kendi iç hukuk düzenleri var. Baskların o dönemki statüsü bir bakıma, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan önceki süreçteki Kürt mîrliklere benzetilebilir. Fakat 17. ve 18. yüzyılda Fransız ve İspanyol merkezi hükümetler, Baskların sahip olduğu sınırlı özerkliği adım adım sınırlar. Bunda, önceki iki yüzyılda Bask topraklarında, özellikle de liman kentlerinde sağlanan ekonomik kalkınma ve bunun beraberinde getirdiği güçlenme belirleyici olmuştur. Paris ve Madrid'in bu tutumuna Basklar ayaklanmalarla yanıt verir. Kürdistan'da 'Serhildan' neyse, Bask Ülkesi'nde 'Matxinada' odur. İsyanlar kanlı bir şekilde bastırılır.

19. yüzyıla gelindiğinde, hem devrim naralarını atan Fransa hem de İspanya'da 'güçlü ulus-devlet'ten halkların payına homojenleştirilme, yani asimilasyon ve kültürel soykırım düştü. 1841 yılında Fransa ve İspanya devletleri arasında çizilen sınırla Bask Ülkesi de ikiye bölünmüş oldu. Baskların ulus olarak bastırılmasına paralel olarak bölgede kapitalist üretim tarzı hızla geliştirildi. 1872 yılındaki III. Karlist Savaşı sonucu Bask Ülkesi siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak İspanya devletine zorla entegre edildi. Ancak Bask halkının direniş damarı bütün bunlara rağmen hiçbir zaman kurutulamadı. 1895'te de Bask Ulusal Partisi'nin (EAJ-PNV) kuruluşuyla birlikte modern Bask ulusal mücadele de doğmuş oldu. Yedi lehçeden oluşan Bask dili bu dönemden sonra yeniden bir standarda kavuşturuldu, ulusal semboller yaratıldı. Bask ulusal marşı ve bayrağı da yine bu döneme ait. 
İspanya'nın monarşiye karşı İkinci Cumhuriyeti, 14 Nisan 1931'de Bask Ülkesi'ne bağlı Eibar'da ilan edildi. Basklar, Madrid ile problemli ilişkilere rağmen sonradan belli özerk haklara sahip oldu. Fakat 1936'da Franco liderliğindeki faşist darbeyle birlikte Bask Ülkesi açısından karanlık bir dönem başlar. 1936 yılında patlak veren iç savaşta iki temel cephe vardı: Sol Halk Cephesi (Frente Popular) ve faşist Ulusal Cephe (Frente Nacional). Cuntacılar Nafarroa ve Araba'da birkaç gün içinde iktidarı ele geçirebilirken, bugünkü Euskadi'de Basklar, cumhuriyetçilerin safında yer aldı. 26 Nisan 1937'de Picasso'ya ünlü tablosunu yaptıracak Gernika katliamı gerçekleştirildi: Hitler Almanya'sına ait savaş uçakları ile Gernika şehri bombalandı, yüzlerce insan hayatını kaybetti.

Picasso'nun Guernicası, Baskların Gernikası


Burada Gernika'nın Bask halkı için özel anlamından söz etmek gerekiyor: 1366 yılında kurulan ve halk arasında kutsallığa sahip olan Gernika'da, Ortaçağ'dan itibaren meclis toplantıları gerçekleştirilirdi. İspanyol kralları, şehrin merkezindeki meşe ağacının altında, Bask halkının sahip olduğu özerk haklara, yani fuero'lara saygı göstereceklerine dair yemin içerlerdi. Gernikako Arbola olarak isimlendirilen bu meşe ağacının altında ayrıca 1876 yılına kadar bütün Bask Ülkesi'nden yaşlılar heyetleri yılda bir toplanıp, bir çeşit doğrudan demokrasi uygulardı. İşte, Alman faşistlerin İtalyan dostlarıyla birlikte Franco için düzenlediği bombardımanda, Gernika meşesinden geriye kalan gövde bugün anıt olarak o günleri anımsatıyor.

Haziran ayına kadar cuntacılara karşı direnen Bizkaia ve Gipuzkoa eyaletleri, yenildikten sonra Franco tarafından 'ihanetçi eyaletleri' ilan edildi ve her türlü özerk düzenlemeler iptal edildi. 1975 yılına kadar sürecek olan Franco diktatörlüğü Bask halkı açısından bir imha harekatından farksızdı. Yaklaşık 6 bin Basklı idam edildi, onbinlercesi Nazi kamplarına benzer mekanlara kapatıldı, yüzbinlerce insan yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı. Bask dili ve kimliğine dair ne varsa yasaklandı. Baskça'nın konuşulması ve isimlerin konulması yasaklandığı gibi, şehir isimleri de tümüyle değiştirildi. ETA'nın 31 Temmuz 1959'daki kuruluşuna neden olan işte bu gerçeklikti. ETA'yı kuranlar – ki çoğunlukla Bask kültürü, özellikle edebiyatı ile ilgili çalışmalar yürüten üniversite öğrencileriydi – Bask Ülkesi'ni İspanya devletinin baskıcı egemenliğinden kurtarmayı amaçlayıp, kendilerini Franco diktatörlüğüne karşı devrimci bir direniş örgütü olarak görüyordu. Örgüt, ilk yıllarda daha çok Bask dili ve kültürünün yeniden canlandırılmasını öngören faaliyetlere yoğunlaşırken, siyasi atmosferin de etkisiyle radikalleşir. 1968'de rejime karşı silahlı mücadeleyi başlatır. İlk eylemlerinde 'meşhur işkenceci' emniyet müdürü Meliton Manzanas'ı öldürürler.
Franco'nun ölümünden sonra 1979'da yeni İspanya anayasası ile birlikte özerk bölgeler yeniden statülerine kavuşur. Özellikle Bask, Katalan ve Galiçya özerkliklerin daha özgün olmasının sebebi, devletin bir lütfundan ziyade orada yürütülen mücadelelerin sonucu. Buna rağmen yapılan referandumda İspanya Anayasası Bask Ülkesi'nde çoğunluk tarafından reddedildi. Bunun sebebi, anayasanın ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaması, Bask Ülkesi'nin coğrafi bölünmüşlüğünü sağlamlaştırması ve Bask özerkliği her an kaldırma yetkisini taşımasıdır. 


Sonuç vermeyen müzakereler tarihi


ETA ile İspanya devleti arasında farklı dönemlerde farklı düzeylerde görüşmeler gerçekleştirildi. İlk temaslar 1970'li yılların sonunda kuruldu. ETA ilk ateşkesini, sağ-muhafazakar Demokratik Merkez Birliği'nin (UCD) iktidarda olduğu 1981 yılının Şubat ayında ilan etti. Bu ateşkes, 1 yıl sürdü. Sonra 1986 yılının sonunda, dönemin PSOE hükümetiyle görüşmeler yapıldı, bunların sonucu olarak ETA 28 Ocak 1988'de hükümete 60 günlük ateşkes teklif etti. Gizli bir şekilde Cezayir'de yürütülen bu görüşmeler, 1989'un başında müzakerelere dönüştü ve ETA yeniden tek taraflı ateşkes ilan etti. Fakat bu müzakereler nisan ayında sonuçsuz kalınca ETA ateşkesini bozdu. 1996 yılında yapılan seçimleri kazanan sağcı Halk Partisi PP'ye bir haftalık ateşkes teklif edildi. Ancak PP bu teklife olumlu karşılık vermedi. İki yıl sonra ise yeniden ilan edilen ateşkesle birlikte ETA ve PP temsilcileri arasında bir dizi görüşme gerçekleştirildi, fakat bu müzakereler de çözüm yolunu açmadı. 

2003'e gelindiğinde PSOE ve PP'nin çıkardığı yeni partiler yasası ile birlikte, o döneme kadar Madrid'de temsil edilen Batasuna yasaklandı. Ardından birçok parti, Batasuna'nın devamı olduğu iddiasıyla yasaklandı. 11 Mart 2004'te El Kaide tarafından Madrid'de gerçekleştirilen terör saldırısının ardından PP iktidarını kaybederken, ETA da yeniden sorunun çözümü için diyalog çağrısında bulundu. Ancak merkezi hükümet, görüşmeler için ETA'nın silah bırakmasını önkoşul olarak dayatınca, çözüm umutları bir kez daha yarı yolda kaldı.
ETA, PSOE iktidarı ile müzakereler amacıyla 22 Mart 2006'da kalıcı ateşkes ilan etti. Örgüt, konuyla ilgili açıklamasında bu adım ile Bask Ülkesi'nde demokratik sürecin başlatılması ve sorunun çözülmesini hedeflediğini kaydetti. Jose Luis Rodriguez Zapatero başbakanlığındaki hükümet bunun üzerine ETA ile görüşmelere başladı, ancak öncesinde "terörizmin sonlandırılması için siyasi bedel ödemeyeceğiz" dedi. Mecliste PP dışındaki siyasi partiler de ETA ile müzakerelerin yürütülmesine onay verdi. O dönemde ETA içinde de çelişkiler söz konusu idi; bir kanat diyaloğu desteklerken bir kanat silahlı mücadeleye dönüşü savundu.
ETA, 30 Aralık 2006'da Madrid havaalanındaki otoparkına bombalı saldırı düzenledi. Hükümet bu eylemle birlikte diyaloğun sonunu ilan etti. 2007'de konuyu sorduğum bir Bask özgürlük hareketi yetkilisi, hükümetin müzakere sürecinde tek bir somut adım atmadığını, kendilerini oyaladığını ve bu eylemin "uyarı" amacıyla gerçekleştirildiğini, kendileri açısından eylemin ateşkesin sonu olarak görülmediğini belirtmişti. Saldırıdan önce ETA, telefon yoluyla polise ihbarda bulunmuştu ve otoparkın boşaltılmasını istemişti. Ancak buna rağmen iki Ekvadorlu hayatını kaybetmişti. Görüştüğüm yetkili, bu iki kişinin kağıtsız mülteci olduğunu ve sınırdışı edilme korkusuyla arabadan çıkmadığını söylemişti.
ETA, 5 Haziran 2007'de ateşkesinin bittiğini ve silahlı mücadelenin "bütün cephelerde" yeniden başlatılacağını ilan etti. İspanya devleti bu açıklamaya Ekim ayında Batasuna'nın yönetim kademesini tutuklayarak yanıt verdi. Ardından gelişen süreçte ETA silahlı eylemlerini yoğunlaştırırken, devlet de yeni bir tutuklama ve yasaklama dalgası başlattı. ETA en son 5 Eylül 2010'da ateşkes ilan etti. 10 Ocak 2011'de bu ateşkes, kalıcılaştırıldı. Örgüt, uluslararası kamuoyunun ateşkes denetimine açık olduğunu beyan etti. 20 Ekim 2011'de ise silahlı mücadelesine son verdiğini deklare etti. ALINTI

35+ oyun için prömiyer vakti!

Geçen sezonu oyunlara yetişemediğiniz konusunda hayıflanarak geçirdiyseniz hazır olun: Eylülde bereketi katlanarak artmış bir sezon başlıyor. Metropol insanı, şiddet, kentsel dönüşüm, aile mevzuları revaçta. Göz attığımız 20 toplulukta taze işlerin yanı sıra yeni mekânlar ve yeni işbirlikleri de var.

35+ oyun için prömiyer vakti!



DOT
Yellow Moon / Sarı Ay: İskoç oyun yazarı David Greig’in metni Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut ve Su Olgaç’ın oyunculuklarıyla sahnede olacak. Müslüman Leila ile Lee’nin, ‘çağdaş bir Bonnie ve Clyde masalı’ tadındaki kaçış ve yüzleşme öyküsü… Yönetmenlik Pınar Töre’ye teslim. 26 Eylül’de…
Der Goldene Drache / Altın Ejderha: Roland Schimmelpfennig imzalı oyun bir apartmanın en alt katındaki Çin-Thai-Vietnam lokantası ‘ Altın Ejderha’da geçiyor. Uzakdoğulu aşçıların arasında genç bir çocuk kaçak olarak çalışmaktadır… Çocuğun diş ağrısıyla başlayan oyunda farklı katlarda yaşayan, farklı hayatlara sahip komşuları tanırız. Sahnede Deniz Türkali, Köksal Engür, Ece Dizdar, Enis Arıkan, Saim Karakale olacak. Kasımda, Serkan Salihoğlu’nun yönetiminde…
Cleansed/SİlİNdİ_R: İngiliz oyun yazarı Sarah Kane’in sert metinlerinden biri… Hakan Günday’ın çevirisi, Murat Daltaban’ın yönetimiyle. Roller Gizem Erdem, Serkan Altunorak, Tuğrul Tülek, İbrahim Selim, Kaan Turgut, Gonca Vuslateri’ye teslim.
Geçen sezon başlayan ‘Öksüzler’ de devam edecek.

ALTIDAN SONRA
Yokuşaşağı Emanetler: Alman Tiyatro Topluluğu Lokstoff! ile ortak yapım olan oyunun İstanbul ayağında Lokstoff! ve Altıdan Sonra Tiyatro oyuncuları rol alıyor. Stuttgart ayağı olan ‘Grand Hotel Abgrund’, metro istasyonunda sergilenmişti. ‘Yokuşaşağı Emanetler’ 14-15 Eylül’de gece hikâyesi olarak prömiyer yapacak ve Kumbaracı Yokuşu’nda başlayıp Kumbaracı50’ye yol alıp sahnede son bulacak. Sadece 40 seyircinin kulaklıklarla takip edeceği oyunda İsmail Sağır, Gülşah Fırıncıoğlu, Sinem Öcalır, Kathrin Hildebrand ve Y. Ömer Erzurumlu rol alıyor. Mesele; İstanbul ’u saran kentsel dönüşüm.
Ama Bu Hİç Olmadı: Yiğit Sertdemir’in ironik kalemini sevenlere müjde; kara mizah türündeki yeni oyun ocakta prömiyer yapacak.
İkİ yenİ proje: Çağdaş performans sanatçılarından yedi isim mekânın farklı noktalarını çıkış noktası olarak belirleyerek Kumbaracı50’ye özel yedi performans üretecek. Altıdan Sonra Tiyatro’nun yapımcılığını üstlendiği ‘Bugün’ ise Türk tiyatrosunun üretken yedi yazarını aynı başlık altında buluşturacak.
Devam edenler: İlyas Odman’ın ‘Başka Sesler’i, Altıdan Sonra Tiyatro’nun kukla oyunu ‘Haz Makamı’, Palyaço Modern’in ‘Seni
Yenicem İstanbul !’u, ‘Fail-i Müşterek’, ‘Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi’ ile ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’, ‘Barzo ile Konserve’ ve ‘Dertsiz Oyun’ bu sezon da izlenebilir.

İKİNCİ KAT
‘sıfırnoktaiki’ adıyla beş yılı deviren ekip yola, ‘ikincikat’ olarak devam ediyor. Kasımda iki yeni oyun daha olacak. Sezon eylülde başlıyor.
Yalnızlar Kulübü: İlk gösterimi İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapılan, Sami Berat Marçalı’nın kaleme aldığı oyun günümüz insanının sosyalleşme problemine dair... Roller Hasibe Eren, Heves Duygu Tüzün, Tevfik Şahin, Bedir Bedir, Pınar Çağlar Gençtürk ve Güçlü Yalçıner’e emanet.
Devam edenler: Ekibin geçen sezon sahnelemeye başladığı Anthony Neilson metni ‘Disosya’ devam ediyor; Marçalı’nın yazdığı ‘Limonata’ ve Alper Kul ile Özgür Özgülgün’ün kaleme aldığı ‘Aut’ ise son gösterimlerini yapacak. Ekibin ilk göz ağrısı olan Philip Ridley imzalı ‘Korku Tüneli’ ise yapılan anket sonucu bu sezon yeniden sahnede olacak.
BuluT
Nerde Kalmıştık?: Celkan’ın yazdığı, Metin’in yöneteceği ‘Nerde Kalmıştık?’ askerliğin ardından ailesinin yanına dönen Umut’un Güneydoğu ’da katıldığı operasyonlar nedeniyle tanık ve parçası olduğu şiddet sonrasını ve ‘normal’ hayatına dönememesini konu ediniyor. Ekimden itibaren her perşembe 20.30’da Sahnehâl’de.
Perdesİz Metİnler: buluT ekibi bundan sonra ‘kayda da geçiyor’. buluT’un ilk kitap projesi olan ‘Perdesiz Metinler’ yeni kuşak oyun yazarları Özer Aslan, Ayşe Bayramoğlu, Ebru Nihan Celkan ve Mîrza Metin’in birer oyun metnine, yazarlarla röportajlar ve oyun hakkında çıkan yazılara yer veriyor. İkinci ‘Perdesiz Metinler’ kitabı da farklı bir grup yerli yazarın oyunuyla 2013’te yayımlanacak.
Devam edenler: E. N. Celkan’ın kaleme aldığı ve Hrant Dink cinayeti üzerinden ‘erkeklik’ ve ‘kahramanlığı’ sorgulayan ‘Tetikçi’ ekimden itibaren ufak bir kadro değişikliğiyle her ayın ilk pazarı sahnede. ‘Tetikçi’nin Ada Ayşe İmamoğlu yönetmenliğinde filme dönüştüğü müjdesini de verelim. ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ ile tanıdığımız Merve Engin de artık yola buluT ile devam ediyor. Oyunun adı da -Başbakan’ın gençken yazıp yönetip oynadığı ‘MAS-KOM-YAH’tan (Mason- Komünist-Yahudi) ilhamla– artık ‘KIY-OT-BÖY’. Ekimden itibaren her cuma Şermola Performans’ta.

TİYATROTEM
Acayİpname: Tiyatrotem’in kasımda görücüye çıkacak ‘yenisi’, Ayşe Bayramoğlu’nun kaleminden. Sahnede Şehsuvar Aktaş ve Ayşe Selen olacak. Tek perdelik oyun; şiddeti, ona ortak olmadan anlatmanın yolunu araştırıyor. Sırada detayları netleşmemiş bir de çocuk oyunu var.

TALİMHANE TİYATROSU
Senİ Sevİyorum Mükemmelsİn Şİmdİ Değİş: Off-Broadway’in en uzun ömürlü ikinci müzikali, Joe Dipietro ve Jimmy Roberts imzalı.
Mare Rider: ‘Kardeş tiyatro’ Arcola Tiyatrosu’nda 2013’te sahnelenecek ve Avrupa turnesi kapsamında Türkiye ’ye de gelecek olan ‘Mare Rider’ı Leyla Nazlı yazdı. Yönetim Mehmet Ergen’de. Başrolde ise ‘Kafka’nın Maymunu’ ile tanıdığımız Kathryn Hunter olacak.
Devam edenler: ‘Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi’, ‘Pippa’ ve ‘Shrek Müzikali’ ekimden itibaren sahnelenecek. Grubun yeni adresi Şişli BlackOut AVM’deki yeni sahneleri...

DESTAR TİYATRO
Antigone2012: Sofokles’in yapıtı, Berfîn Zenderlioğlu’nun kalemiyle, bir ‘esinlenme’ olarak Şermola Performans Sahnesi’nde. Metnin 2012 ‘sürümünde’ bu sefer gömülecek bir kardeş değil; hasret, acı, intikam duygularıyla aranan bir kardeşin kemikleri vardır. Sahnede Rêşan Îlhan ve Mîrza Metîn olacak.
Devam edenler: Dîsko 5 No’lu, Cerb (Deney) ve Bûka Lekî (Plastik Gelin)

TİYATRO HAL
Doğrular: Albert Camus’nun metni Özer Arslan’ın yönetmenliğinde ekimde sahnede. Çarlık dönemi Rusya’sından evrensel ve zamansız bir hikâye...
Turnİke: Geçen sezon ‘Sen Olmak Nedir?’ ile dikkat çeken Nur Can Kara’nın kaleminden çıkan yeni metin pedofili üzerine…
Tren: Mehtap Üstün’ün metni çocuk yaşta cinsel istismara uğramış bir kadının son anına götürecek bizi. Zamanda gidip gelmeler ve farklı bakış açılarıyla kurgulanmış metin söylenemeyeni irdeliyor.
Cadılar (Çocuk Oyunu): Roald Dahl’ın kitabından esinlenerek hazırlanan oyunda çocuklara gerçekle gerçeküstünün karıştığı fantastik bir dünya kurulacak. Grubun gazete haberlerinden çıkıp toplumsal atalet üzerine eleştiriler getiren oyunu ‘Eksik’ de sezonda izlenebilecek.
Yaka Beyaz: Festivalde prömiyer yapan Arslan imzalı oyun bir plaza çalışanının mahreminden taşralı ve şehirli olma kavramlarını sorguluyor.

KREK
Berkun Oya’dan geçen seneden beri beklenen yeni oyun geliyor. Lakin ekip ser verip sır vermiyor. ‘Güzel Şeyler Bizim Tarafta’ devam edecek. Kışın yeni bir sürpriz daha gelebilir...

İSTANBUL ŞEHİR TİYATROLARI
Sezonu politik tartışmaların gölgesinde kapatan İŞT, şu ara dört yeni oyunun provasında. Ekimde başlayacak sezonda Mehmet Murat İldan’ın metni ‘Büyünün Gözleri’ Hülya Karakaş’ın, Duşan Kovaçeviç imzalı ‘Dar Ayakkabıyla Yaşamak’ ise M. Nurullah Tuncer yönetmenliğinde sahnede olacak. Anton Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’ Engin Alkan’a emanet. Can Doğan’ın yazıp, yönettiği çocuk oyunu ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’in de provaları sürüyor. Geçen yılın tartışmalı metni ‘Günlük Müstehcen Sırlar’ın devam edeceği bilgisini de verelim.

STUDIO 4 İSTANBUL
Bugün aşık olucam: Tiyatronun müziğe, izleyicinin oyuncuya dönüşeceği alanda genç bir adamın aşk acısından kurtulmak için verdiği bir haftalık uğraşın hikâyesi… Performans-konser formatında… 4, 5, 6 Eylül’de 20.30’da garajistanbul’da. Yazan-yöneten: Onur Karaoğlu.
Olmamış mı?: Festivalde prömiyer yapan, Fatih Gençkal’ın yönettiği oyun günümüzden beş genç oyuncunun 90’ları nasıl yaşadıklarına dair bir anımsama. Bir tür ‘bugünü’ anlama çabası… 17 Eylül Pazartesi ve 19 Eylül Çarşamba 20.30’da garajistanbul’da.

OYUN ATÖLYESİ
Pandaların Hİkâyesİ: Ya da tam adıyla ‘Frankfurt’ta Kız Arkadaşı Olan Bir Saksofoncu Tarafından Anlatılan Pandaların Hikâyesi’. Seyircilerin ‘Küçük Bir İş İçin İhtiyar Bir Palyaço Aranıyor’ ve ‘Çehov Makinesi’ oyunlarıyla anımsayacağı, Romanyalı yazar Matei Visniec imzalı metin uçlarda yaşayan bir kadınla adamın aşk öyküsü. Ebru Özkan ve Caner Cindoruk’un rol aldığı, Kemal Aydoğan’ın yönettiği oyun 3 Ekim’de prömiyer yapacak.
Devam edenler: Uluslararası Shakespeare Festivali kapsamında Londra’da da sahnelenen ‘Antonius ve Kleopatra’ 25 Ekim itibariyle seyirciyle buluşmaya devam edecek. Polonyalı yazar Andrzej Saramonowicz’in ‘erkekleri/erkekliği eleştirmek’ üzerine kaleme aldığı ‘Testosteron’ beşinci yılında yola devam edecek… 17 Ekim itibariyle…

TİYATRO PERA
Akdenİz : Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği müzikal oyun kasımda prömiyer yapacak. Beş kişilik orkestra ve 11 oyuncudan oluşan oyun; direniş, aşk, ayrılık, hüzün, ölüm, yaşam coşkusu gibi temaları Akdenizlilik olgusunda ele alacak.
AH SMYRNA’M GÜZEL İZMİR ’İM: Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği ve prömiyerini İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapan oyun mübadele sızısına İzmirli, köklü ve zengin bir Rum ailesi olan Vlasto’lar üzerinden bakıyor.

OYUNBAZ
Ekip prömiyerlerini geçen sezon yapan ‘Bernarda Alba’nın Evi’ ve Tiyatro Festivali’nde sahneledikleri Tom Stoppard imzalı ‘Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler’ ile seyirci karşısında olacak. Seyirci, yazgıları Shakespeare tarafından yüzyıllar öncesinde yazılmış iki oyun karakterinin, Hamlet metni içerisinde var olma çabasına şahit olacak.

THE CLUB 
Uzun Zaman Önce: Cihan Sağlam’ın İstanbul ’u merkezine aldığı ve birbiri ardına sahnelenmeye başlanacak dört oyunundan ilki. Otoriteye baba-oğul ekseninden bakan bir oyun.
Turİst: İstanbul sokaklarında 24 saat. Bağımlı bir turistten hastalıklı topluma altı ziyaret...
Domİno: Odak noktası Tarlabaşı’ndaki ‘dönüşüm’…
Annemİ Parçalamak İstİyorum: Büyüdükçe benzemekten korktuğumuz kadınlar üzerine komik ve sarsıcı bir hikâye.
Devam edenler: Pınar Göktaş’ın yazıp yönettiği fiziksel tiyatro projesi ‘Ofis’ devam ediyor. Hafta sonunu dört gözle bekleyen ofis çalışanlarına ithaf edilmiş bir proje…
Yenİ mekân: Asmalımescit’teki Adahan Otel’in 150 yıllık şarap mahzeni ‘The Club Mahzen’ olarak ekimde açılıyor. Grup ‘The Club Sinema’ ve ‘The Club Sahne’ olarak iki koldan yürüttüğü projelerine ek olarak geçen sezon oyunlarını ‘The Club Yayın’ adıyla kitaplaştırmaya da hazırlanıyor.

VE DİĞER ŞEYLER TOPLULUĞU 
Ekip, ‘Görünürlük Projesi’nin dokuzuncusu için kolları sıvadı. 3-5 Kasım’da, Galata bölgesinde, Şule Ateş’in küratörlüğünde… Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi’nden Ahmet Sami Özbudak’ın oyunu ‘İz’ de ekibin planlarını yaptığı işlerden. Festivalde prömiyer yapan ‘Yola Çıktığım Gün Serin Sakin Bir Sabahtı’nın ekim-kasım gösterimleri için ise tetikte olmalı! 2013 Mayıs’ında ise ‘Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali 2’ geliyor.

ÖZEN YULA 
PUSULASIZ: Özen Yula’nın yazıp yönettiği oyun, SALT’ın Bankalar Caddesi’ndeki binasında dört kat arasında seyirciyle gezilerek yapılacak. İzleme alışkanlıkları ve görme biçimleri üzerine bir deneme... Sıcak bir günde Avrupa’da bir müzeye sığınan biri Türk diğeri Sırp iki adamın hikâyesi... Her seansında 50 kişinin izleyeceği oyunun dünya prömiyeri 20 Eylül 2012’de Erbil’de yapılacak. Ekimde ise İstanbul ’da olacak oyun.

TİYATRO ARTI 
Ödİpus: Sezon, Sofokles’in ‘Kral Oidipus’ metninden yola çıkarak Brecht, Camus, Kundera gibi yazarların metinlerinden faydalanarak yeniden yazılan ‘Ödipus’ ile açılacak.
Şİddet Üçlemesi 2 – Şeker: Geçen sezon ‘Ayna’ ile kadına yönelik şiddet üzerine bir oyun gerçekleştiren grup, şimdi çocuklara yönelik şiddeti konu alıyor. Metin Didem Kaplan’a, yönetim Ufuk Tan Altunkaya’ya emanet.
Anne ve Babalar İçİn Cİnsel Bozukluklar Rehberİ: Aralıkta prömiyer yapacak oyun İsviçreli yazar Lukas Bärfuss’tan. Oyun; ergenliğe yeni adım atmış Dora’nın cinsel kimliği ile tanışması üzerinden toplumsal ahlak ve cinsel tabuları irdeliyor.
Devam edenler: Festivalde prömiyer yapan, Cumartesi Anneleri’ni anlatan ‘Bizde Yok’ ve Tiyatro Artı’nın tek seyircilik projesi ‘üçKİŞİ’ devam ediyor.

EKİP TİYATROSU
Partİ: Cem Uslu’nun yazıp yönettiği, prömiyerini İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapan oyun 15 seneye yakın dostlukları üniversiteye dayanan altı arkadaşın yıllar sonra bir araya geldiği partiye götürecek bizi. Ve soracak: “Yıllar öncesine dair ‘kesin’ bir gerçek söz konusu olabilir mi? Hafıza, tarihe yüzde yüz sadık kalabilir mi?” Eylülden itibaren her salı, 20.00’de, SahneHâl’de.
Kara Sohbet: Amêlie Nothomb’un metni ekim itibariyle Kumbaracı 50’de. Gerçekle yüzleşmek üzerine bir öykü… Geçen sezon dikkat çeken ‘Largo Desolato’ da devam ediyor.

TİYATRO BARBONE
Cihan Sağlam’ın yazdığı ‘Peyote’de İki Bira ve Ortaya Patates’ açılış oyunu. Eric-Emmanuel Schmitt’in ‘İki Dünya Oteli’ de sürecek. Planlar arasında Stefan Zweig’ın ‘Satranç’ adlı öyküsünün ve Jean-Philippe Toussaint’ın ‘Banyo’sunun sahneye taşınması var.

Saturday, August 18, 2012

Mehmet Güneş’in Savunma’sı


9. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
                                                                                                        Dosya No:2009/213 E.
Mehmet Güneş
Önce bir açıklama yapmak istiyorum. Burada bulunuşumu hukuki bir süreç, yasal bir uygulama olarak görmüyorum. Siyasal kimliğim ve eylemlerim nedeniyle altıncı kez tutuklanıyorum. Sayısını hatırlamadığım kadar çok da emniyet yetkililerince gözaltına alındım. Söylemek istediğim emniyet teşkilatının beni çok iyi tanıdığı ve dava konusu örgütle bir ilgimin olmadığını bildikleridir. “Bile bile lades” diyorlar; toplumu, kamuoyunu terörize etmek için sık sık benzeri operasyonlar yapıyorlar. Muhalifleri, devrimcileri sindirmek için bu oyunları oynuyorlar. Ben başından beri bu oyunda yer almayacağımı belirttim. Evime gelen polislere de “Bu hukuki bir uygulama değil, çete faaliyetidir” dedim. Bu gerçekleri karşısına çıkarıldığım savcıya da anlattım. Şimdi görüyorum ki savcılık bu hukuksuzluğu iddianame haline getirmiştir. Benim açımdan savcılık bu iddianameyi hazırlamakla tüm hukuki kimliğini yitirmiştir ve bundan dolayı iddianame de yok hükmündedir; yaşanan keyfiliğe hukukilik kazandırmaya hizmet etmektedir.
Aynı şekilde böylesi bir iddianameyi kabul etmekle mahkemeniz de her türlü hukuki hükmünü kaybetmiştir. Mahkemenizi bir hukuk kurumu olarak görmüyorum. Ama mahkemenizi de reddetmiyorum. İki sebepten… Öncelikle bir şey değişmez, zaman kaybı olur. İki; heyetiniz değişse bile gelen heyet de sizin gibi “özel” olacaktır. Ben kendi tecrübelerimden biliyorum ki bu tür başında “özel” ibaresi bulunan kurumlar, genel hukuk kuralları ve adaleti sağlamayı değil kendilerine verilen “özel” görevleri yerine getirirler. Ayrıca Anayasalara -kağıt üzerinde de olsa- eşitlik ilkesi girdiğinden beri “özel” mahkemelerin mahkeme vasfını yitirdiğini düşünüyorum.
Burada açıklayacaklarım bir savunma değildir. Kendimi suç işlemiş olarak görmediğim için savunma yapmıyorum. Heyetinize bir şey anlatmak, ikna etmek amacım da yoktur. Sadece şahsıma karşı yapılan faşizan uygulamaları kamuoyuna teşhir etmek istiyorum
Bu iddianamenin hukuk dışı olduğunu söylemiştim. Bu iddianameyi aynı zamanda kişilik haklarıma bir saldırı olarak kabul ediyorum Bundan dolayı bu düzmece iddialara karşı savunma yapmayı kendi kendime saygısızlık olarak görüyorum.
DİJİTAL DEVLET TERÖRÜNE HAYIR
Bu iddianamede benim tarafımdan gerçekleştirildiği iddia edilen hiçbir şeyi reddetmiyorum, hepsini kabul ediyorum. Dosyaya dâhil edilmem telefon görüşmelerim, birlikte yargılandığım buradaki insanlarla ilişkilerim, evimde ve bilgisayarımda gerek kendi yazdığım yazılar gerekse başkaca yazılı kaynaklar, kitap ve dergiler nedeniyledir. Doğrudur, bunların hepsi bana aittir.
Benim telefonlarım dinlenmiş ve bu dinlemelerden bazıları dosyaya geçirilmiş. Bunun hukuk denen kavramla uzak yakın ilişkisi yoktur. Burada “şu konuşmada ne demek istiyorsunuz?” sorusunu hukuk adına soramazsınız. Bu tam bir engizisyon sorusudur. Bu telefon konuşmalarının hepsi benimdir, hepsini kabul ediyorum. Burada söylediklerimden kim ne anlıyorsa anlamakta serbesttir. Bunlar konusunda ne bir soruya cevap veririm ne de tevil yoluna giderim. Tam olarak ne söylemişsem hepsinin arkasındayım, siz ceza istiyorsunuz diye ağzımdan çıkanı geri alacak değilim. Kim istiyorsa bunları tepe tepe kullanabilir. Kim istiyorsa bunlardan dolayı istediği cürümü atfedebilir. Ben telefon kullanıyorum, telefonda konuşmaktan hiç çekinmedim bundan sonra da çekinmem. Hele bugünkü Türkiye’de daha fazla konuşacağım, telefon konuşmalarımda siyasi görüşlerimi açıklamaya, tartışmaya devam edeceğim.
Üç-beş yıldır tüm Türkiye’de dijital terör estiriliyor, sık sık basında gazeteciler, hem de anlı şanlı(!) gazeteciler, “ telefonda konuşmaktan korkar hale geldik artık telefonda konuşamıyoruz” diyorlar. Benzeri şeyleri televizyonlarda da adlarının başında bir sürü unvan taşıyanlar tekrar ediyorlar. Bunları tüm toplumun tanıdığı bildiği insanlar da söylüyor. Telefon dinleyenlerin de amacı zaten budur. Ben bu dijital istihbarat terörüne meydan okuyorum. Bu, oto-sansür yaratmak içindir. Sansürden daha tehlikelidir. Herkesi kendi beynine kelepçe vurmaya zorlamaktadır. Emniyetin istihbarat birimleri, kocaman dinleme aygıtları, özel mahkemeler umurumda değil şimdiye kadar nasıl konuşuyorsam, bundan sonra da telefonda konuşmaya devam edeceğim.
Telefonda konuştuğum kişinin kim olduğunun ve ne olduğunun hiçbir önemi yok. Bunlar mevcut yasalara göre takibat altında olabilirler veya direkt kanunların suç saydığı fiil ve eylemler içinde olabilirler. Bu konuları araştırmak, güvenlik detektifliği yapmak benim görevim değildir. Böyle bir görevim olmadığı gibi hiçbir yerden bu tür işler için maaş da almıyorum. Telefonla arandığımda veya bir tanıdığımı telefonla ararken acaba bu ‘suçlu’ mudur bunu ararsam başım belaya girer mi diye düşünmeyi zül addediyorum. Ben telefonla aradığım biri için savcılık temiz kâğıdı almak zorunda değilim.
Telefonla “örgüt” kurduranlara ve telefon konuşmalarından örgüt çıkaranlara papuç bırakmam. Burada bahsedilen telefon görüşmelerini yaptım. Emral Pamuk ve Bayram Akdoğdu’yla telefonda konuştum. Bu konuşmalardan hareketle benim örgüt üyeliğimi kanıtlamak isteyen bunu yapmakta serbesttir. Ayrıca sizin için daha önemli olabilecek bir kanıtı kendim açıklıyorum. Polis dinlemeleri tespit edememiş ya da eski tarihli dinlemeleri koymamış. Ben Devrimci Karargah Örgütü’nün kurucusu ve lideri olarak tanıtılan Serdar Kaya ile de telefon görüşmeleri yaptım.
Serdar Kaya’yı 1975 yılından beri aynı siyasal ortamlarda bulunduğumuz için tanıyorum. Serdar Kaya o zamanlar Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydi. Kendisini bu tarihten beri tanıyorum. Daha sonra siyasal görüşlerimiz farklılaştı ve ayrı kanallardan yollarımıza devam ettik. Ayrılıklar ilişkimizi bitirmedi, hep bir biçimde karşılaştık. Yıllar sonra, farklı örgüt dosyalarından tutuklandık ve uzun yıllar Bayrampaşa Cezaevi’nde birlikte kaldık. 2004 yılında çıkan Bilinç ve Eylem Dergisi’nde yazılar yazdık. Ayrıca kendisiyle ailece tanışırız. Kendisini olduğu gibi eşini, çocuğunu da yakından tanıyorum.
Devrimci Karargâh örgütü kamuoyunca tanınıp Serdar Kaya’nın da bu örgütle ilişkileri ilan edildikten sonra bir daha görüşmemiz olmadı. Olsaydı inkar etmeye tenezzül etmezdim. Şimdi bunu şunun için anlatıyorum. Buradan çıksam ve 40 yıldır tanıdığım Serdar Kaya beni arasa, olabilir eski tanışıklığımıza binaen herhangi bir saikle arayabilir, hiç tereddüt etmeden yine telefona cevap veririm. “Beni arama başım belaya girer” demeyi zül addediyorum.
DEVAMI: http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=20656

Monday, August 13, 2012

Soldan soldan bir gazete için notlar


Ural Köroğlu   
12 Ağustos 2012 - 
Şimdiye kadarki tüm deneyimler göstermektedir ki satış geliriyle yayınını sürdüremeyen, soldan her girişim ciddi sorunlarla yüz yüze kalmıştır/kalmaktadır. Siyasal yapılar için bir araç olan yayın faaliyeti (günlük gazete) bir süre sonra amaç haline dönüşmektedir
Son dönemde soldan doğru yeni bir günlük gazete ihtiyacının ve niyet(ler)inin dillendirildiği bir süreci yaşıyoruz. Soldan doğru bir günlük gazete ihtiyacının siyasal olarak iki ayrı temel nedeni mevcut; AKP iktidarının medyayı neredeyse tekleştirmesi ve var olan sol günlük gazetelerin solcuların ihtiyaçlarını karşılayamaması. Ayrıca siyasal bir neden olarak değerlendirilemeyecek olsa da işsiz kalmış ya da mesleğini kendi değerlerini koruyarak yapabileceği bir gazete bulamayan, mesleği gazetecilik olan bir topluluğunun (tek tek bireyler olarak) ihtiyacını da eklemek gerek.
AKP iktidarının 10 yıllık hükümet ettiği dönemi, medya alanı (kabaca sınıflandırmak gerekirse) aşamalı üç ayrı dönem olarak yaşadı. AKP iktidarı medya alanında ilk olarak kendi medyasını güçlendirme ve palazlandırma taktiği izledi (Zaman, Yeni Şafak, Vakit gibi). Kendi medyasını yaratma stratejisinin devamı olarak, var olan medya gruplarının patron yapısını değiştirdi (Sabah, Star gibi). İkinci aşama, “uyum göstermekte zorlanan” medya gruplarını ya vergi cezaları zoruyla (Doğan) ya da ihalelerin “çekiciliği” teşvikiyle (Doğuş) terbiye etmek oldu. Bu aşamada AKP aynı zamanda “zorla” bazı gazetecilerin kovulmasını da sağladı. Üçüncü aşamada ise AKP’nin “özel” olarak yapması gereken bir şey kalmamıştı. Çünkü bir kısmı doğrudan kendi elemanı, bir kısmı da çok iyi “terbiye” edilmiş olan elemanlar olarak, var olan şu anki medya kendi otosansürünü, otokontrolünü ve otomatik-kovmayı çok iyi bir şekilde yapar oldu. AKP (özellikle Tayyip) hangi haberin verilmesini istemez, hangi yorumdan hoşlanmaz, hangi şahıstan haz etmez, artık tüm bu konularda uzmanlaştılar.

Tektipleşme, boşluk, ihtiyaç…

Medyanın tektipleşmesi doğal olarak siyaset yapmak isteyen, topluma politik “mesaj” vermek isteyen solcuların da “iştahını” kabartmakta. Çünkü kendi söyleyebileceklerinin onda birini bile söyleyebilen etkili bir kimse ve etkili bir gazete kalmamış durumda. İhtiyacı sadece sosyalistleri merkez alarak belirlemek de eksik olacaktır. AKP’nin söylemlerinden, uygulamalarından olumsuz etkilenen; tiyatrocusundan heykeltıraşına, Tortumlusundan Loç Vadisi köylüsüne, eşcinsellerinden futbol taraftarlarına, Ermenilerinden Süryanilere, Alevilere, Kürtlere, nükleer karşıtlarına ve kadınlara kadar (sınıf eksenli olmayan) geniş ve çok parçalı toplumsal muhalefet dinamiklerinin kendilerini ifade etme ihtiyaçları da mevcut.
Var olan sol günlük gazeteler (Birgün, Gündem, Evrensel, Cumhuriyet) ise bu ihtiyacı tam olarak karşılayabilir olmaktan uzak. Bu değerlendirme kuşkusuz çok daha ayrıntılı açıklamayı gerektiriyor olsa da kısaca söylenebilecek olanlar; bu gazeteler bugün bulundukları konum itibariyle (kendi dışlarındaki sol özneleri) kapsayıcılıktan uzaklaşmışlardır ve doğrudan solla temas içinde bulunmayan kesimler açısından da düzenli takip edilmesi gereken içerik ve “çekiciliğe” sahip değillerdir. Bu alanda yeni sayılabilecek Yurt Gazetesi de tiraj başarısına (30 binler(!?)) rağmen haber ve yorum derinliğinin zayıflığının yanı sıra hala ideolojik bir omurga oluşturamadığından kaynaklı etkili bir alternatif olamadı.

Koyunun olmadığı yerde…

Bu konuda “ilginç” bir gelişmenin varlığını görmek gerek; Sözcü ve Aydınlık gazetelerinin tirajları. Sözcü 250 bin civarında, Aydınlık ise 65 bin civarında. Bu iki gazeteyi çıkaran özneler solcu değiller. Sözcü’yü bir zamanların “gölge adamı” Ertuğrul Akbay çıkarırken, Aydınlık başını Doğu Perinçek’in çektiği devletci-komplocu bir zihniyetin taraftarları tarafından çıkarılıyor. Ancak bu iki gazetenin okurları ise bu gazeteleri çıkaranlarla özdeşleşmemekte, “kısmi” sol duyarlılığa sahip ama asıl olarak AKP karşıtı bir ortaklıkta birleşenler. Bu AKP karşıtlığı düzleminde ulusalcı, hatta yer yer ciddi faşizan eğilimlerin varlığı da önemli bir yer tutmakta. Her şeye rağmen bu tiraj değerleri, AKP karşıtlığı ekseninde kendini tanımlayan ancak sol değerlerlerden ve ilkelerden de taviz vermeden var olacak “sol popüler bir günlük gazete”nin başarılı olabileceğine ilişkin bir kanının oluşmasına neden oluyor.
Olası sol popüler bir gazetenin, profesyonel ve bağımsız bir gazetecilik anlayışıyla çıkartılması zorunluluğuna ise olumsuz bir örneğe bakılarak ulaşılabilir; Radikal. Bir zamanlar “kısmen” solcuların da ilgi gösterdiği bir gazete olan Radikal’in tirajı, Eyüp Can’ın beceriksizliğinden ve bağımlılığından kaynaklı olarak 70 binlerden 20 binlere düştü. Ayrıca Radikal’in bu tiraj kaybı, gazete çıkarmak isteyenlerin iştahını kabartan bir diğer neden.

Nasıl bir sol popüler günlük gazete?

Bu sorunun yanıtını pratik gerekliliklerden kurmakta yarar var. Şimdiye kadarki tüm deneyimler göstermektedir ki satış geliriyle yayınını sürdüremeyen, soldan her girişim ciddi sorunlarla yüz yüze kalmıştır/kalmaktadır. Siyasal yapılar için bir araç olan yayın faaliyeti (günlük gazete) bir süre sonra amaç haline dönüşmektedir. Bir günlük gazetenin finansmanı (kağıt, matbaa, personel, vergi), dağıtımı, haber toplamı ağı ve yüksek nitelikte sürdürülebilirlik enerjisi çok büyük paralar ve çok yoğun emek gerektirmektedir. İlk başta oluşturulan çok taraflı iyi niyet, özveriyle sağlanan kuruluş harcamaları ve geniş bir katılımcı ağı, bir süre sonra (bir dizi nedenden!) tüketilmekte ve artan parasal sorunlar karşısında çözüm yolları daralmaktadır. Tirajın artacağı umuduyla (dolayısıyla parasal krizlerin çözüleceği beklentisiyle) ya yüksek miktarlarda borçlanılmakta ya da örgütlü kadrolarının “gönüllü” emeğine yaslanılmaktadır. Böylece “aracın varlığını idame ettirmek”, ana amaç haline gelmektedir. Özellikle örgütlü kadrolarının “gönüllü” emeğine yaslanmak, bazı anlayışlar açısından bir sorun teşkil etmeyebiliyor. Çünkü bu anlayışlar, örgütlü kadrolara “iş” oluşturmanın yegane yolunun örgütü ayakta tutacak araç-gereçlerle uğraştırmak olduğunu bir siyaset yapma sanatı olarak belirlemiş durumda. (Ancak bu yazının ana konusu bu değil.)
Yapılan hesaplamalar göstermektedir ki günlük bir gazetenin her bir sayfasının ortalama maliyeti 1,1 kuruştur. Ve 40-50 bin tiraj aralığına oturmayan her gazete zarar etmektedir. O halde başlanılacak yer 50 bin (satmayı hedefleyen değil) satan bir gazete ile başlamaktır.
Peki, solcu da olsa parası bol şahsiyetlerden hiçbirine sırtını dayamayan, umudu pazarlama stratejisi izlemeyen, gönüllü profesyonellere ihtiyaç duymayan en az 50 bin tirajlı bir günlük gazete mümkün mü? Mümkünse nasıl?

Gerek şartlar…

Bugün için (koşullar ve zaman değiştiğinde farklı olacaktır elbette) böyle bir gazeteyi mümkün kılmanın “yeter şartları” sayılamayacak olsa da “gerek şartları” şunlardır: İlk olarak “hatırı sayılır” birkaç sol grubun asgari sol prensiplerde (kuşkusuz birtakım kurallarda) anlaştığı ve böyle bir gazetenin sahibi gibi olmayan ama bir tür “güvencesi”ni oluşturdukları bir ilişki biçiminin kurulması gerekmektedir. Bu durum maddi olanakların birleştirilmesini ve en baştan belirli bir tiraj garantisini sağlayacağı gibi kendi dışına da ciddi bir güven verecektir.
Bununla birlikte böyle bir gazete, toplumun muhalif dinamiklerinin yer bulduğu ve temsil edildiği bir ilişkiyi, iyi niyete bırakmayan, bir hukuksal ilişki temelinde kurmalıdır. Yani solda kendisini tanımlayan her kesim bu gazetede kendisini görebilmeli, bu gazeteye aktif katılım kanallarının açık olduğu güvencesini hissedebilmelidir.
Ayrıca AKP’nin tırpanladığı önemli sayıda ve değerli gazetecilerin mesleklerini yapma isteği ve hırsı içinde oldukları zaten bilinmekte. Bu gazetecilerin önemli bir kesiminin, böyle bir gazetede istihdam edilmesinden öte, sürecin başından itibaren aktif katılımının sağlanması da “gerek şart”tır. Bu durum hazırlık sürecini hızlandıracağı gibi, sonrasında da gazetenin profesyonelliğini (olumlu anlamda) garanti altına alacaktır. Ayrıca katılacak kişilere bağlı olarak zengin bir yorum yelpazesine de ulaşılabilecektir.
Tüm bunlarla birlikte böylesi bir günlük gazete, bileşiminin daralmasını değil genişlemesini amaç edineceğinden(!), bu perspektifi gerçekleştirebilecek somut planlarını en baştan yapmalıdır.

Şimdilik bu kadar…

*Meraklısına bir de bilgi notu:
Tayyip Erdoğan diyor ki; ‘70 milyonluk Türkiye’de 3 milyon gazete satılıyorsa bir yanlış var’
DÜNYA Gazeteler Birliği (WAN) verilerine göre 1000 kişi başına 600’den fazla net satışla, dünyada kişi başına en çok gazete satılan ülke Norveç. Bu ülkeyi Japonya, Finlandiya, İsveç, Danimarka, İsviçre, Avusturya, Singapur, Kanada, Almanya, Hollanda, İngiltere, ABD izliyor. 123 milyon nüfuslu Japonya’da toplam gazete tirajı 70.4 milyon. Nüfusu 82.5 milyon olan Almanya’da ise 22.1 milyon. Nüfusu 300 milyona ulaşan ABD’de gazetelerin toplam tirajı 48.3 milyon civarında. Türkiye’de Yay-Sat ve Merkez Dağıtım verilerine göre 39 gazetenin net satışı günlük ortalama 5.1 milyon civarında. Yani 1000 kişiye 73 gazete düşüyor.