28 Eylül 2009 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesinde 12 yaşındaki Ceylan Önkol, küçükbaş hayvanlarını otlatmak için ilçenin otlaklarındayken birdenbire parçalanarak öldürüldü. Ne oldu, sürüye kurt mu saldırdı? Yirmi seneyi aşkın zamandır savaşın hüküm sürdüğü bu topraklarda ne Kırmızı Başlıklı Kız ne de Alice Harikalar Diyarında masalı anlatılabilir; ne bir kurt olur ne de peşinden gidilecek beyaz bir tavşan. Ceylan’ınki, kahramanlarının küçük kız çocukları olduğu masalların bu topraklarda katledilmesinin hikâyesidir. Ceylan’ın ardından küçük kız çocuklarının doğayla ya da büyükler dünyasıyla baş etmeye çalıştığı ve mutlu sona ulaştığı masallar artık bu topraklarda anlatılamaz; Ceylan ile birlikte Kırmızı Başlıklı Kız, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Alice, çoban kızı Heidi, hatta Sinderella bile katledildi. Hiçbir çocuk bu masallarla uykuya dalamaz, hiçbir anne-babanın çocuğuna bu masalları anlatma hakkı kalmadı. Çocuklarını masallarla, hikâyelerle büyütmek isteyen anne-babalar, masalları katledenlerle yüzleşmeden, onlara Ceylan’ın hesabını sormadan söze “bir varmış bir yokmuş” diye başlayamaz. Çünkü masalların kâbusları, yani gerçek olamayacağını düşündüğümüz tüm kâbuslar gerçek oldu. Ceylan bir vardı, bir yok edildi. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay düz, altı ay yokuş gittik, ama döndük arkamıza, bir de baktık ki, bir arpa boyu yol gittik.
12 yaşındaki Ceylan’ın katilleri devlet tarafından korunuyor; katillerin bulunması konusunda hiçbir gelişme yaşanmadı. Ceylan, devletin güvenliğini sarsar korkusuyla otopsiye gönderilmedi; küçücük bir beden bütün devleti tehdit ediyordu. Aslında Ceylan’ın parçalanan bedeninde tüm masalların ölümünü bulacaklarını biliyorlardı; Kırmızı Başlıklı Kız’ın parçalanan başlığını, Heidi’nin kırmızı yanaklarını bulacaklarını biliyorlardı, bu yüzden sakladılar. Ceylan’ın parçalanan bedenine yakından bakılsaydı, Roboski katliamının haberini görecektik. Bu parçalanmış bedende, yirmi küsur yıldır süren savaşta katledilen herkesin bir parçası bulunacaktı. Cumhuriyet tarihinin izlerini, kapitalizmin parmağını, orduların gerçek yüzünü, ulusların suçlarını, devletlerin asıl amacını bulacaktık. Bu kadar çok şey anlatan bu küçücük bedenin parçaları bu yüzden gözden saklandı. Bir katırın iki tarafında taşınan Roboski’deki ölüler gibi Ceylan dilsiz bırakıldı. Susan herkes katillerin yanında taraf tuttu. Roboski katliamından sonra şöyle bir söz verildi: “Unutursam kalbim kurusun.” Bu söz bir yandan da şunu anlatıyordu: Ceylan’ı, Yunus’u, Roboski’yi unutan kalp zaten kurumuş olurdu.
Uzmanlar…
Küçücük bedeniyle devletin güvenliğini sarsacağından korkulan Ceylan’ın ölüm raporu, bir insanın bedeni üzerinden değil, “mühimmat” üzerinden yazıldı. Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) tarafından hazırlanan raporda, ölüm olayının 40 milimetrelik bombaatar mühimmat nedeniyle gerçekleştiği söylendi. Böylece, Ceylan’ın havan topuyla parçalandığı iddiaları yalanmış oluyordu. Mayına da basmamıştı, o topraklarda çocukların basabileceği yerde mayın olur muydu? Olmazdı. MKE Mühimmat Fabrikası Başuzman Makine Mühendisi İdris Aydoğdu tarafından hazırlanan raporda, şu ifadeler yer aldı: “Kriminal raporlarda incelenen bulgu parçalarının 40 mm bombaatar mühimmat olabileceği kanaati hasıl olmuştur. Havan ve top mühimmatı olsaydı vücudun parçalandığına ve her bir uzvun 30-40 metre gibi mesafeden toplanması gibi bir durum oluşurdu.” Peki bombaatardan çıkan bu mühimmat orada masum şekilde patlamamış dururken nasıl olmuştu da patlamıştı? Bizim Ceylan elindeki demir çubukla mühimmata vurmasın mı –ah bu çocuklar böyle yaramazlıklar yaparlar hep. Dolayısıyla Ceylan’ın ölümünden kim sorumlu, elbette ki Ceylan’ın kendisi, başka kim olacaktı?
Yalnızca yaşayanların değil, ölülerin susturulduğu bir coğrafyada yaşadımızı, inkâr edilen katliamlar ve kaybedilen kemiklerle biliyoruz. Parçalanan bir çocuğun çığlıklarını duymamak, onun elimizdeki tek fotoğrafında fincan gibi açılmış gözlerini görmemek için daha fazla ne yapılabilirdi ki? MKE, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne her türlü silah, roketatar, bomba ve mühimmat sağlayan bir kurum; 2011 yılında karını yüzde 180 artırmış olduğu söyleniyor. Roketatarcıların diliyle yazılan raporda, mühimmatın dili bir çocuğun çığlıklarını bastırıyor –mühimmat denilen şey tam da bunu yapmak için icat edilmiş. Başuzman Makine Mühendisi (okumuş mühendis olmuş, maşallah) aslında diyor ki: “Ben bizim çocukları iyi tanırım. Bizim büyük oğlan havan topu olsaydı 30-40 metre fırlatırdı, o yüzden o yapmamıştır. Bunu yapsa yapsa bizim 40 milimetrelik küçük oğlan yapmıştır; o da kendi kendine yapmamıştır, Ceylan gelip onu dürtmeseydi o da patlamazdı.”
Hiroşima’ya atılan atom bombasının ardından atom bombasının yapımında çalışan yüksek fizikçiler oraya akın etti. Eserlerinin ne kadar başarılı olduğunu görmek istediler; hesaplarını doğru yapmışlar mıydı, bomba bebekleri istedikleri gibi olmuş muydu; ondan istenen yıkımı gerçekleştirmiş miydi? Projenin başındaki fizikçi Oppenheimer’ın gördüğü yıkım karşısında intihar etmesi, katil uzmanların da pişman olabileceğinin bir göstergesi; kendi hesapları içinde, ne yaptığını hiç sorgulamayan bu makine insanların kendini öldürmesi onların yapabileceği son insanî şey. II. Dünya Savaşı’nda aynı rasyonel hesaplarla, bir trene kaç Yahudi sığdırabileceğini, en verimli şekilde nasıl öldürebileceğini hesaplayan Nazilere karşı savaşırken, savaşın diğer tarafındakiler de yaptıklarını Naziler kadar insan dünyasından ve yaşamından ayırarak yapıyorlardı. Uzmanlar, yüksek fizikçiler, baş uzman makine mühendisleri bu dünyanın dilini makine diline çeviriyor. “Atom bombası atıldı”, “mühimmat patladı”, “tahrif edildi” gibi cümlelerde “kim yaptı” sorusuna cevap yok. Bu cümlelerdeki gizli özne, hep aynı özneyi gizliyor: Egemenleri, sömürgenleri, katilleri… Bu gizli özneler kendilerini gizleyen iktidar ilişkilerinin ardına saklanıp bizlere aynı şeyi söylüyorlar: “Beni bulamazsın, mahkûm edemezsin ve bu dünyayı değiştiremezsin.”
Ve dehşetler…
Bir patlayıcı uzmanı –baş uzman– makina mühendisinin verdiği rapor, mühimmatı patlatan eli, mühimmatı üreteni, 12 yaşındaki bir çocuğun katillerini gizliyor; uzmanlık denilen şey tam da bu amaçla icat edildi. Ceylan için yapılan mücadelenin bir geri adım atmasını sağladığı için kendinden memnun olsa gerek. Bu mücadele şimdi uzman yalanlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. Ceylan’ın mühimmata demir çubukla vurarak ölmediğini kanıtlamak gerekiyor; 150 koyun ölmezken Ceylan’ın parçalanmasını sağlayan mekanizmanın ve ardındakilerin ortaya çıkarılmasının yolu bu.
Buna karşı başka bir uzman konuşuyor; uzmana karşı uzman, Ceylan’ın ölümündeki dehşeti anlatan bir uzman. Buz gibi soğuk uzmanlığın diline karşı kanıtlar sunuyor. Adlî Tıp Uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer’in Ceylan’ın öldürülmesinin ardından hazırladığı raporda eksik belgeler ortaya konuyor, bilgilerin gizlendiği açıklanıyor. Ve Ceylan’ın tahra (bir çeşit budama aleti) ile mühimmata vurarak patlatmadığı kanıtlanıyor. Mühimmata müdahale etseydi, ellerinin ve kollarının parçalanacağını söyleyen uzman, köylülerin çektiği fotoğraflarda Ceylan’ın ellerinin parçalanmadığının kanıtlandığını gösteriyor. Biçer raporda şöyle diyor: “Kişinin yerde bulunan bir nesneye kolları veya elinde olduğu varsayılan nesneyle müdahale etmesi durumunda eğilmesi veya dizlerini kırarak yaklaşması gerekmektedir. Her iki durumda da kafası dahil olmak üzere vücudun diğer bölümleri nesneye ve bir anlamda patlama merkezine yaklaşacaktır. Patlayıcının gücü bilinmemekle birlikte bu pozisyonda olan bir kişide göğüs ve kafada görülecek lezyonlarla batında tanımlanan lezyonlar arasında belirgin bir fark olmayacak, müdahaleyi yapan uzuvlarda kırıklar ve kopmalar olması beklenecektir.” Ve Biçer, Ceylan’ın savunma pozisyonunda öldüğünü vurguluyor: “Yüzde saptanan bulgular ve fotoğraflar; kişinin yüzünün aşağıya değil, karşıya dönük pozisyonda bulunduğu sırada metal parçacıklarının isabet ettiğini düşündürmektedir (kafada burun sırtı, gözler, alın, saçlı deride patlayıcıya ait metal parçacıkların görülmemesi, gözde konjunktival kanamanın bulunmaması).
Ellerde kopma kırıklarının bulunmaması ve ön kolda, kolda görülen yaralanmalar (her iki kol ve önkolda yaraların kolun iç arkaya bakan yüzünde bulunması) metal parçacıkların kolların önde, savunma pozisyonunda olduğu sırada isabet ettiğini düşündürmektedir.” Biçer, ayrıca bir insanın bedeni hakkında bir patlayıcı uzmanının bu kadar kesin görüş bildirmesinin doğru olmadığını da ekliyor.
Biçer’in raporundaki sözleriyle, Ceylan’ın parçalanan bedenini gözümüzün önüne getirebiliyoruz değil mi? “Yüzü karşıya dönükken yüze saplanan metaller”.
Son masal
Masallardan devam edelim. Yukarıda değinildiği gibi, egemenleri saklayan gizli özne, Ceylan’la birlikte, Kırmızı Başlıklı Kız, Alice, Heidi ve diğer masal kahramanlarını parçaladı. Çocukları için hiçbir harcamadan kaçınmayan Beyaz Türk anne-babalar, çocuklarınıza bu masalları anlatamazsınız. Ceylan’ın cesedini çiğnediğinizde bu masalların çocuklarınızın yüreğinde uyandıracağı sıcaklık duygusunu da kendi ellerinizle yok ettiniz. Size anlatacak tek bir masal kaldı: Soğuktan donmamak için tüm kibritlerini yakan, ama sonunda donarak ölen küçük kibritçi kız masalı. Elbette pedagoglar pek değerli çocuklarınıza keder verecek masallar anlatmamanızı söyleceklerdir, çocuklarda çaresizlik duygusunu besleyecek melodramlardan onları uzak tutmanızı öğütleyeceklerdir. Ne yapalım ki bu coğrafyayı bir melodram sahnesine çeviren bizzat sizsiniz; parçalanan bir çocuğun bedeni üzerine güvenlik, huzur ve mutluluk inşa eden, donmakta olan kibritçi kızın sesini duymayan sizsiniz. Çocuklarınıza küçük kibritçi kızı donmaya terk ettiğinizi, katliamlara ortak olduğunuzu söylemeniz onlar için olmasa da sizin için iyi olabilir.
Göksun Yazıcı/birdirbir.org
Kibritçi kızın hikâyesi
Yılın son günüydü. Hava çok soğuktu. Lapa lapa kar yağıyordu. Akşam olmak üzereydi.
Dışarıda başı açık, yalınayak küçük bir kız yürüyordu. Sabah evden çıkarken ayağında annesinin eski bir ayakkabısı vardı. Ama ayakkabılar büyük geliyordu.
Karda yürürken düşürüp kaybetmişti. Şimdi küçük kızın ayakları soğuktan morarmıştı. Elindeki kibritleri satmaya çalışıyordu. Ama sabahtan beri bir kutu bile satamamıştı.
Soğuktan donmak üzereydi. Karnı çok acıkmıştı. Evlerden mis gibi yemek kokuları geliyordu. Küçük kız, kibrit satamadığı için eve gidemiyordu. Çünkü babası çok kızacaktı. Zaten evleri de sokaklardan daha sıcak değildi. Kızcağız bir evin köşesine büzüşerek oturdu.
O kadar üşümüştü ki, bir kibrit yakıp ısınmayı düşündü.
Kutudan bir kibrit çıkardı ve yaktı. Kibriti ellerinin çevresinde gezdirdi. Sanki gürül gürül yanan bir sobanın alevi ile ısınıyordu. Kibrit birden söndü.
Bir kibrit daha yaktı. Kibritin ışığı duvarı aydınlattı. Duvar birden kayboldu sanki. Şimdi evin içerisi görünüyordu. İçeride bir sofra kurulmuştu. Sofrada nar gibi kızarmış bir tavuk duruyordu.
Tam elini uzatıp kızarmış tavuğu alacağı sırada kibriti söndü. Küçük kız o an karşısında tekrar karanlık duvarı gördü.
Kız bir kibrit daha çaktı. Bu kez süslü bir çam ağacının altında buldu kendini. Etrafta çeşit çeşit oyuncaklar vardı. Ağacın güzelliği karşısında açlığını ve üşümesini unuttu.
Oyuncakları almak için uzandığında, elinde yanan kibrit yine söndü. Ağaç birden ortadan kayboldu. Ağacın kaybolduğu yerde pırıl pırıl yanan yıldızlar duruyordu. Hemen bir kibrit daha yaktı küçük kız. Bu kez kibritin alevi daha fazla aydınlatmıştı etrafı. Bu aydınlığın içinde büyükannesi belirdi.
Büyükannesi sevgiyle, güleryüzle duruyordu karşısında.
- Büyükanne! diye bağırdı. Beni de götür büyük anne! Biliyorum, o sıcak soba, nar gibi kızarmış tavuk, o güzel ağaç gibi sen de gideceksin.
Kibritin aileleri küçülmeye başlayınca aceleyle kibritleri arka arkaya yakmaya başladı. Çok sevdiği büyükannesinin gitmemesi için yalvarıyordu. Alevlerin içinde büyükannesi daha da yaklaşmıştı. Kollarını küçük kıza uzattı.
Bir kibrit daha yaktı küçük kız. Ortalık gün gibi aydınlanmıştı. Büyükannesi hiç böylesine güzel görünmemişti gözüne. Onun sevgi dolu yüzü bütün acılarını unutturuyordu. Elinde kalan son kibriti de yaktı.
Bu sırada büyükannesi kollarını uzatarak onu kucağına aldı. Küçük kız birden rahatladığını hissetti. Artık ne soğuk vardı ne de açlık.
Ertesi sabah oradan geçenler kibritçi kızı ölü bulmuşlardı.