Sunday, November 11, 2012

ATEŞE DÜŞEN KAR TANESİ “Kötü” Mahallenin Çocukları




Mehmet Faraç

Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...

Evin arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Arkadakiler “Yumma” diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi...  Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler...
Orada tüm doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar vardı...
Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Urfa’da, Süryani Kralı Kara Agbar’ın mezarının hemen aşağısında garip ve de çok gizemli bir mahalle vardı... Tepelerde, adeta birer şark çıbanı gibi duran kayalıklar ve insan bedenindeki kurşun yaralarını andıran mağaralar üzerine kurulmuştu o mahalle...
Sanki Taş Devri’nden bir köşe düşmüştü oralara ve tarihe parende attıran bir zaman makinesinin dişlileri takılıp kalmıştı o yakada!..
Yalnızlığın resmini mi çizmek ister birisi, manzara işte orası!.. Hani teneke parçalarını elmaslarla süslü bir vitrinin tam ortasına koyduğunuzda ucube bir tablo çıkar ya karşınıza; eski ile yeninin çatıştığı o mahalle, işte öylesine yaşamsal çarpıklıklar içerirdi kendi bağrında...
Eski zaman adamlarının yüz hatlarında destanlar taşıdığı o mahallede, bin yaşındaymış gibi gelirdi bize yaşlı insanlar!..
Derdik ki o zaman, işte o adamlardır bizi birbirimizin içinde, çalılara yuva kurmuş serçeler gibi dayanışma içinde tutan!..
Şerre rağmen hayır!..
Biz orada, ekmek peşindeki babaların biçare çocuklarıydık... Yaşamın her anını ateşe düşmüş bir kar tanesi gibi yaşardık!.. Tırnaklarımızı çatlatan taşları bile hayra yoran, yaz sıcağında nefes aldırmayan kara sineği mahlukat sayan!..
Yaşamın bir çizgi filmin hayalleri kadar bulutları andırdığı bir coğrafyada, şerre rağmen “her şeyde hayır vardır” diyen!..
İşte o yüzden, çaresizlik ve yoksulluğumuza karşın yüreğimize barış çivisi çakan hoşgörümüz yüzünden; karnımız doymuşsa o gün; bize çok uzak olan yarınları hiç düşünmezdik!..
Sanırdık ki dünyanın her tarafı böylesine çelişkiliydi... İnsanın tek eğlencesinin kendi hayalleri olduğu bir mahallede, yaşamın ufku ne kadar derin olabilirdi ki?..

Anne diyen diller!..
Ben o mahallede gözlerine çapak düşmüş bir sabinin mağrurluğuyla gözümü açtığımda sabaha; betonarme evimizin çevresinden yükselen çocuk seslerine odaklanırdım...
Farklı hançerelerden çıkan ses zenginliği, yüzümü gizemle saran sabah yellerini andırırdı!..
Evin arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Arkadakiler “Yumma” diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi...  Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler...
Orada tüm doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar vardı... Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Bizler yaşamını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerden hayvan ticareti yaparak geçiren dedemin adeta bir kasrı andıran çardaklı evinin önünde toplanırdık her gün...
Dile gelmeyen acı!..
O evin ön cephesindeki küçük meydanın tam orasında, bir elektrik direğinden sarkan sararmış bir ampulün ışığında bir araya gelirdik düşlerimizi anlattığımız akşamlarda!..
Yırtık ayakkabılarımızın altında çiğnenen toprak, kardeşliğimizin bin yıllık kilimine dönüşür ve bizler onun üzerinde çatışmasız yaşardık!..
Şimdi düşünüyorum da, uzaydan mı gelmişti o çocuklar yoksa başka bir diyardan mı?..
İnanın aklımıza gelmezdi, yüzünde yoksulluğunu taşıyan Mahmut neyin nesidir diye...
Ya da kapkara teninin ardında lekesiz bir masumiyet barındıran İsmail?.. Onun Arap olduğunu sormak kimin zihninden geçerdi ki?..
Ben söyleyeceğim ve belki de siz inanmayacaksınız... Bir gün olsun, evet bir gün olsun; kimse kimseye Kürt müsün, Arap mısın diye sormadı, geri kalmışlık ve cehaletin ortak kader olduğu o mahallede...
Orada hiçbir zaman, kimse kimseye kültürel kaygılarla yan bakmadı ve kimse bir başkasına farklı dilleriyle acı bir laf etmedi...
Bizler çocuktuk yalnızca... Ne etnik kaygılarımız vardı ne de bir bölünmüşlük, kamplaşma ya da ötekileştirme hissiyatımız!..
İnsan, önemsemediği, hatta bir zenginlik olarak gördüğü farklılıklar için kavga edebilir miydi ki?..

Aynı toprağın taşı!..
Yoktu birbirimizden farkımız, yoktu sorgulayacak niçinimiz ve de çatışacak gerekçemiz!..
Hepimiz bir araya geldiğimizde, Urfa şivesinin o yürek yakan vurgularıyla konuşur, aynı candan düşmüş kardeşler gibi dertleşir, Frenk suyu sürdüğümüz kuru ekmeği mutlulukla paylaşırdık...
Aynı giyinirdik hepimiz, yoksulluğumuzu yaratan güzergâhlarda!..
Ceplerimiz harçlıksız, dizlerimiz yamalı ancak dillerimiz kavgasız...
Büyüklerimiz birbiriyle anlaşırdı farklı dillerde. Analarımız aynı hamuru sererdi tezek ateşinin ısıttığı sacın üstüne...
Babalarımız ekmeğini, bizler oyuncağımızı taştan çıkarırdık!..
Mayınla havaya uçan canlarımız aynı toprağa düşerdi Suriye sınırında...
Aynı taşlardan gülleler yapan çocuklar, aynı ülkenin toprağına savururlardı taş misketleri!..
Kamyon lastiğinden ürettiğimiz çemberler aynı ellerde çevrilirdi kardeşlik sokaklarında!..
Yüreğe düşen öfke!..
Büyüdük, geliştik ve ilerledik... Dünyaya bakışımız, ekmekle ve ihanetle kavgamız değişti ama insana bakışımız değişmedi...
Zaman yılları geride bıraktı ve biz geçmişimizde kalan barışımızla yürüdük çoluk çocuğa karışana kadar!..
Peki ne oldu çok sonraları, üç dinin bile kardeşçesine yaşadığı topraklara?..
Niçin dinler barış içindeydi de diller kavga etmeye başladı?.. Aynı sokakta çember çeviren çocuklar niçin pusular kurdular birbirilerine...
Aynı toprağa misket savuran çocuklar neden kurşun sıkmaya başladılar kardeş tenine...
Urfa’nın ya da o coğrafyanın toprağına kan bulaştırdı birileri!.. Dile kavga, yüreğe öfke koydu kimileri!..
Nifak öylesine derinlere ekildi ki barış; filiz verecek toprak bile bulamadı!..
O coğrafyanın aynı topacı döndüren çocukları, entrikaların çevrildiği kaotik topraklarda birbirilerini anlayamaz oldu...

Bu kavga niye?..
Ötekileştirme insanlığa çelme taktı, etnik şiddet bir bubi tuzağına dönüştü...
Evet, o coğrafyada önce siyaset değişti, sonra insan... Barışı bir ademoğlunun yaslandığı baston gibi kavrayanlar, şiddete sırt vermeye başladı!..
Bu yüzden dil kavgası ekmek kavgasının önüne geçti...
Peki, ben sizi durup dururken mi Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ne, barışın çocuk olduğu günlere götürdüm?..
BDP’nin “İki dilli hayat” kampanyasını duyunca aklıma Kötüler Mahallesi geldi... Zihnim beni dillerin aynı nağmeleri hesapsızca mırıldandığı bir coğrafyanın eski günlerine götürdü!.. Oturup düşündüm, hoşgörünün bazen topaç, bazen bir çemberin çevresinde döndüğü sokaklarda barışın frenine kim bastı?..

Ve biz 30 yılda bu kavganın içine nasıl geldik?..