Mehmet Faraç
Farklı
kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Oynayan
çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Evin
arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Arkadakiler “Yumma”
diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön
cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi...
Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler...
Orada tüm
doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar
vardı...
Farklı
kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Urfa’da, Süryani
Kralı Kara Agbar’ın mezarının hemen aşağısında garip ve de çok gizemli bir
mahalle vardı... Tepelerde, adeta birer şark çıbanı gibi duran kayalıklar ve
insan bedenindeki kurşun yaralarını andıran mağaralar üzerine kurulmuştu o
mahalle...
Sanki Taş Devri’nden
bir köşe düşmüştü oralara ve tarihe parende attıran bir zaman makinesinin
dişlileri takılıp kalmıştı o yakada!..
Yalnızlığın
resmini mi çizmek ister birisi, manzara işte orası!.. Hani teneke parçalarını
elmaslarla süslü bir vitrinin tam ortasına koyduğunuzda ucube bir tablo çıkar
ya karşınıza; eski ile yeninin çatıştığı o mahalle, işte öylesine yaşamsal
çarpıklıklar içerirdi kendi bağrında...
Eski zaman
adamlarının yüz hatlarında destanlar taşıdığı o mahallede, bin yaşındaymış gibi
gelirdi bize yaşlı insanlar!..
Derdik ki o
zaman, işte o adamlardır bizi birbirimizin içinde, çalılara yuva kurmuş
serçeler gibi dayanışma içinde tutan!..
Şerre rağmen
hayır!..
Biz orada, ekmek
peşindeki babaların biçare çocuklarıydık... Yaşamın her anını ateşe düşmüş bir
kar tanesi gibi yaşardık!.. Tırnaklarımızı çatlatan taşları bile hayra yoran,
yaz sıcağında nefes aldırmayan kara sineği mahlukat sayan!..
Yaşamın bir
çizgi filmin hayalleri kadar bulutları andırdığı bir coğrafyada, şerre rağmen “her
şeyde hayır vardır” diyen!..
İşte o yüzden,
çaresizlik ve yoksulluğumuza karşın yüreğimize barış çivisi çakan hoşgörümüz
yüzünden; karnımız doymuşsa o gün; bize çok uzak olan yarınları hiç
düşünmezdik!..
Sanırdık ki
dünyanın her tarafı böylesine çelişkiliydi... İnsanın tek eğlencesinin kendi
hayalleri olduğu bir mahallede, yaşamın ufku ne kadar derin olabilirdi ki?..
Anne diyen diller!..
Ben o mahallede
gözlerine çapak düşmüş bir sabinin mağrurluğuyla gözümü açtığımda sabaha;
betonarme evimizin çevresinden yükselen çocuk seslerine odaklanırdım...
Farklı
hançerelerden çıkan ses zenginliği, yüzümü gizemle saran sabah yellerini
andırırdı!..
Evin
arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Arkadakiler “Yumma”
diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön
cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi...
Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler...
Orada tüm
doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar
vardı... Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız
çocukları...
Bizler yaşamını
Suriye sınırındaki mayınlı arazilerden hayvan ticareti yaparak geçiren dedemin
adeta bir kasrı andıran çardaklı evinin önünde toplanırdık her gün...
Dile gelmeyen
acı!..
O evin ön
cephesindeki küçük meydanın tam orasında, bir elektrik direğinden sarkan
sararmış bir ampulün ışığında bir araya gelirdik düşlerimizi anlattığımız
akşamlarda!..
Yırtık
ayakkabılarımızın altında çiğnenen toprak, kardeşliğimizin bin yıllık kilimine
dönüşür ve bizler onun üzerinde çatışmasız yaşardık!..
Şimdi düşünüyorum
da, uzaydan mı gelmişti o çocuklar yoksa başka bir diyardan mı?..
İnanın aklımıza
gelmezdi, yüzünde yoksulluğunu taşıyan Mahmut neyin nesidir diye...
Ya da kapkara
teninin ardında lekesiz bir masumiyet barındıran İsmail?.. Onun Arap olduğunu
sormak kimin zihninden geçerdi ki?..
Ben söyleyeceğim
ve belki de siz inanmayacaksınız... Bir gün olsun, evet bir gün olsun; kimse
kimseye Kürt müsün, Arap mısın diye sormadı, geri kalmışlık ve cehaletin ortak
kader olduğu o mahallede...
Orada hiçbir
zaman, kimse kimseye kültürel kaygılarla yan bakmadı ve kimse bir başkasına
farklı dilleriyle acı bir laf etmedi...
Bizler çocuktuk
yalnızca... Ne etnik kaygılarımız vardı ne de bir bölünmüşlük, kamplaşma ya da
ötekileştirme hissiyatımız!..
İnsan,
önemsemediği, hatta bir zenginlik olarak gördüğü farklılıklar için kavga
edebilir miydi ki?..
Aynı toprağın
taşı!..
Yoktu
birbirimizden farkımız, yoktu sorgulayacak niçinimiz ve de çatışacak
gerekçemiz!..
Hepimiz bir
araya geldiğimizde, Urfa
şivesinin o yürek yakan vurgularıyla konuşur, aynı candan düşmüş kardeşler gibi
dertleşir, Frenk suyu sürdüğümüz kuru ekmeği mutlulukla paylaşırdık...
Aynı giyinirdik
hepimiz, yoksulluğumuzu yaratan güzergâhlarda!..
Ceplerimiz
harçlıksız, dizlerimiz yamalı ancak dillerimiz kavgasız...
Büyüklerimiz
birbiriyle anlaşırdı farklı dillerde. Analarımız aynı hamuru sererdi tezek
ateşinin ısıttığı sacın üstüne...
Babalarımız
ekmeğini, bizler oyuncağımızı taştan çıkarırdık!..
Mayınla havaya
uçan canlarımız aynı toprağa düşerdi Suriye sınırında...
Aynı taşlardan
gülleler yapan çocuklar, aynı ülkenin toprağına savururlardı taş misketleri!..
Kamyon
lastiğinden ürettiğimiz çemberler aynı ellerde çevrilirdi kardeşlik
sokaklarında!..
Yüreğe düşen
öfke!..
Büyüdük,
geliştik ve ilerledik... Dünyaya bakışımız, ekmekle ve ihanetle kavgamız
değişti ama insana bakışımız değişmedi...
Zaman yılları
geride bıraktı ve biz geçmişimizde kalan barışımızla yürüdük çoluk çocuğa
karışana kadar!..
Peki ne oldu çok
sonraları, üç dinin bile kardeşçesine yaşadığı topraklara?..
Niçin dinler
barış içindeydi de diller kavga etmeye başladı?.. Aynı sokakta çember çeviren
çocuklar niçin pusular kurdular birbirilerine...
Aynı toprağa
misket savuran çocuklar neden kurşun sıkmaya başladılar kardeş tenine...
Urfa’nın ya da o coğrafyanın toprağına kan bulaştırdı
birileri!.. Dile kavga, yüreğe öfke koydu kimileri!..
Nifak öylesine
derinlere ekildi ki barış; filiz verecek toprak bile bulamadı!..
O coğrafyanın
aynı topacı döndüren çocukları, entrikaların çevrildiği kaotik topraklarda
birbirilerini anlayamaz oldu...
Bu kavga niye?..
Ötekileştirme
insanlığa çelme taktı, etnik şiddet bir bubi tuzağına dönüştü...
Evet, o
coğrafyada önce siyaset değişti, sonra insan... Barışı bir ademoğlunun
yaslandığı baston gibi kavrayanlar, şiddete sırt vermeye başladı!..
Bu yüzden dil
kavgası ekmek kavgasının önüne geçti...
Peki, ben sizi
durup dururken mi Urfa’nın
Kötüler Mahallesi’ne, barışın çocuk olduğu günlere götürdüm?..
BDP’nin “İki
dilli hayat” kampanyasını duyunca aklıma Kötüler Mahallesi geldi... Zihnim beni
dillerin aynı nağmeleri hesapsızca mırıldandığı bir coğrafyanın eski günlerine
götürdü!.. Oturup düşündüm, hoşgörünün bazen topaç, bazen bir çemberin
çevresinde döndüğü sokaklarda barışın frenine kim bastı?..
Ve biz 30 yılda bu
kavganın içine nasıl geldik?..