Esin Coşkun
Kimileri
onu, insanın sosyal ve siyasal alandaki tavrının adalet
düşüncesinden hareketle olması gerektiği yönündeki
düşünceleri, herkes için görece bir özgürlük istemesi ve
ilkçağ değerlerine duyduğu yakınlıktan dolayı bir hümanist,
gizli bir ahlakçı ya da doğa tutkunu olarak yorumlar. Ama belki de
o sadece nasıl "Tanrısız bir aziz" olunacağının
yolunu arıyordu ve kendisinden önce geliştirilen felsefi
düşünceler onu tatmin etmiyordu.
1957
yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Albert Camus'nün,
yayımlanan ilk eseri Tersi ve Yüzü'nden itibaren tüm romanlarına
yansıyan ve Sisyphos Söyleni ve Başkaldıran İnsan adlı
denemelerinde büyük bir açıklıkla ortaya koyduğu felsefi
düşünceleri, onun ölüm gerçeği karşısında yaşamın
anlamını sorguladığı ve ölüme rağmen nasıl yaşamak
gerektiğini bulmaya çalıştığı zorlu bir süreç olarak
karşımıza çıkar.
"Yaşam,
tüm anlamsızlığına rağmen sürdürülmelidir"
Camus,
düşüncelerinin başlangıcı olarak Sisyphos Söyleni'nde (1942)
intihar sorununu ortaya atar. Ona göre, "gerçekten önemli
olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar." İntihar
sorunsalından hareketle yaşamın yaşanmaya değip değmediğini
cevaplamaya çalışırken, bir yandan da intiharın "absurde"
karşısında bir çözüm olup olamayacağını araştırır. Yani
kendine intiharı değil, "absurde" kavramını hareket
noktası olarak almıştır. Onun "absurde" olarak
adlandırdığı felsefi düşüncesinin özü, tek gerçek olan ölüm
karşısında insan yaşamının anlamsızlığıdır. Absurde, insan
bilincinin dünyanın sessizliğiyle karşılaşması sonucu doğar.
Yani dünya yaşamın anlamını bulmaya çalışan insan bilincinin
sorularını yanıtsız bırakır. Buna karşılık ölüm, hayattaki
tek gerçeklik olarak ortaya çıkar. Mantıksal sonuç, bir gün
nasıl olsa yok olunacağına göre yaşamanın anlamsız olduğudur.
Ancak
Camus bu noktada durur ve yaşamın tüm anlamsızlığına rağmen
yaşanması gerektiğine karar verir. İntihar, absurde karşısında
bir çözüm değildir. Ve Camus, ölüm karşısında
umudu/aşkınlığı da kabul etmez; Tanrıyı yadsır. Yadsımasının
temelinde ölüm ve kötülük fikriyle Tanrı fikrinin bağdaşmaması
vardır. Tanrı ve ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına ve
intihar da bir çözüm teşkil etmediğine göre insan yaşamaya
devam etmelidir; ama nasıl? Bu noktada Yunan mitolojisinin trajik
kahramanı Sisyphos karşımıza çıkar. Sisyphe, Tanrıları
aldatmış ve onlar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine
çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kaya dağın tepesine
geldiğinde aşağı doğru yuvarlanır ve Sisyphos onu tekrar
çıkarır. Bu durum bu şekilde devam edip gidecektir. Camus,
Sisyphe'yi absurde bir kahraman olarak yorumlar. Ona göre
Sisyphe'nin durumu hem trajiktir, hem de durumunda metafizik bir
mutluluk vardır. O, Tanrılara başkaldırmış ve yazgısını
(kayayı) sahiplenmiştir. Camus bundan dolayı mutlu bir Sisyphos
hayal etmemiz gerektiğini söyler.
"Başkaldırı,
kölenin efendisine hayır demesiyle ortaya çıkar"
Bu
eserde Camus'nün "nicelik ahlakı"yla tanışırız.
Camus, insanın kendi yazgısını sahiplenip yaşayabildiği kadar
çok yaşaması gerektiğini öne sürer; intihar etmeden ve
aşkınlığa sapmadan. Absurde durumun devam edebilmesi için insan
bilinci ve dünyanın karşıtlığının devam etmesi gerekir. Bu
karşıtlığı oluşturan taraflardan birinin ortadan kalkması
absurde'ün ortadan kalkmasıdır. Ancak, absurde'ün farkına varan
kişi bundan vazgeçemez. Camus, insanın kendiyle, başkalarıyla ve
dünyayla yabancılaşmasının absurde duyguyu oluşturduğunu
söyler. Yabancı (1942) adlı romanı, Mersault karakteri
çevresinde, absurde düşünce ve duygunun, absurde insanın ve
nicelik ahlakının somut örneklendirilmesi olarak karşımıza
çıkar. Sisyphos Söyleni'nde absurde kahramanlar olarak Don Juan,
oyuncu, fatih ve "yaratıcı" sanatçıyı (romancı)
ortaya atar. Bunlar, yaşamı olabildiğince fazla yaşamak ve kendi
bilinçlerinde yeniden şekillendirmek yeteneğine sahip oldukları
için absurde kahramanlar olarak sunulurlar. Ancak, Camus'nün daha
sonra geliştireceği "başkaldırma felsefesi" temelinde
ele alındığında, onun asıl olumlu kahramanı "yaratıcı"
sanatçıdır. Dünyaya ve yaşama bir anlam bulmaya çalışan,
dünyayı değişik biçimde şekillendirebilen, insanın ihtiyacı
olan birlik duygusunu yaratabilen romancılar onun olumlu
başkaldırısının kahramanlarıdır. Bu bağlamda Kafka ve
Dostoyevski'yi felsefi düşüncesine en yakın yaratıcı sanatçılar
olarak kabul eder. Ve ona göre gerçek başkaldırı tarihi Marquis
de Sade, Dostoyevski ve Nietzsche ile başlar.
Camus,
Sisyphos Söyleni'nde absurde dünya karşısında insanın yaşama
devam etmesi gerektiğini öne sürerken önemli bir sorunu yanıtsız
bırakmıştır. Felsefi görüşlerinin sonucunda belirsiz bir
nicelik ahlakı ortaya çıkmış ve görüşleri "nihilizme"
kapı aralamıştır. Ancak, daha sonra gelen Başkaldıran İnsan
(1951) adlı felsefi denemesi onu nihilizmden uzaklaştırarak,
olumlu bir başkaldırı ve yaşam felsefesine ulaştırır.
Başkaldıran
İnsan, cinayet sorunundan hareketle başlar ve başkaldırının
tarihini ilkçağlara kadar götürür. Başkaldırı, Camus'ye göre
kölenin efendisine "hayır" demesiyle ortaya çıkar.
Kölenin belli bir sınırı ifade eden "hayır"ı, içinde
"evet"i de barındırır. Köle, haksızlığa uğradığını
düşündüğü için hayır demiştir ve bununla birlikte haklı
olduğu bilinci uyanmıştır. Ancak hayır demek yeterli değildir.
Hayır diyen kişinin eyleme de geçmesi gerekir. Ama başkaldıran
kişi güçten, dayanaktan yoksundur. Bu durumda başkaldırısının
kaynağına inancı koyar; haklı olduğu inancını ve adalet
duygusunu. Yani Camus, başkaldırının kaynağını "adalet"
gibi olumlu bir değere dayandırır ve bu şekilde her değerin
yoksanması olarak ortaya çıkan nihilizmden ve bilinçsiz
saldırganlık olan anarşizmden ayrılır.
"Romantikler,
kötülüğü yeniden kurmaktan başka bir şey yapmazlar"
Camus
iki tür başkaldırıdan bahseder; metafizik başkaldırı ve
tarihsel başkaldırı. Metafizik başkaldırı, Tanrının
yadsınmasıdır. Sisyphos Söyleni'nde olduğu gibi Yunan
mitolojisinin başka bir kahramanı, Prometheus, ilk başkaldıran
olarak ortaya çıkar. Prometheus, kendi gücünün bilincine varmış
ve Tanrılara başkaldırmıştır. Tanrı karşısında insanın
düştüğü durumu protesto eder. İlkçağlarda Lucretius ve
Epicuros'ta metafizik başkaldırının izini sürse de Camus
metafizik başkaldırının Batı'da esas olarak Hıristiyanlık ile
başladığını ifade eder. Metafizik başkaldırmada kişi ölüm,
adaletsizlik, kötülük gibi olumsuzlukların nedeni olarak Tanrıyı
görür. Yani kaynağında din ve Tanrı vardır. Bunların olmadığı
yerde metafizik başkaldırı da olmaz. Ve başkaldırı, 18. yüzyıl
sonlarında Sade ile başlar. Dostoyevski ve Nietzsche'yle devam
eder.
Sade'ın
romanlarında ilan ettiği "sınırsız özgürlük"
istemi, Tanrının ve başkalarının yoksanması, sadece kendi
varlığının tanınması ile sonuçlanır. Sade'ın başkaldırısı,
kötülüğü ve cinayeti yayan olumsuz bir başkaldırıdır ve
"cinayet cumhuriyeti"yle sonuçlanır. Camus'ye göre
Sade'ın isteği gerçekleşmiştir; artık cinayet polise mal
olmuştur. Sade gibi romantiklerin başkaldırısı da olumsuz
başkaldırıdır. Tanrıyı yadsıyan ve kötülükle savaşmak için
yola çıkan romantikler, iyiliği terk edip kötülüğü yeniden
kurmaktan başka bir şey yapmazlar.
Camus'ye
göre başkaldırıyı olumlu bir değere yönelten ilk başkaldırı
Ivan'ın başkaldırısıdır. Dostoyevski'nin Ivan'ı, Tanrı yerine
adalet kavramını koyar. Ona göre, ölümsüzlüğün olmadığı
yerde erdem, erdemin olmadığı yerde yasa yoktur. Mantıksal akıl
yürütmesinde "Tanrı yoksa her şey mubahtır" sonucuna
ulaşan Ivan, erdem ve cinayet arasında sıkışarak, Tanrı
egemenliği yerine insan egemenliğini geçirir. Bu başkaldırı,
özünde adalet duygusunu barındırdığı için başkaldırının
temellerini oluştursa da, Tanrı adaletinin yerini alacak olan insan
adaleti, Camus'nün deyimiyle, "Paul'den Stalin'e varıncaya
kadar, Sezar'ı seçmiş papalar, yalnız kendi kendilerini seçen
Sezar'ların yolunu açmış olacaklardır."
"Nietzsche,
en çok haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişidir"
Tanrının
öldüğünü ilan eden Nietzsche, onun yerine "üstün insan"ı
geçirir. Üstün insan yeryüzünden çıkacaktır ve bu yüzden
Nietzsche yeryüzünü aşan her şeye "hayır" der. Ona
göre, insanın yaratıcı olabilmesi için öncelikle bütün
değerleri yıkması gerekir. Asıl başkaldırı burada başlar.
Hıristiyanlığın ve köleliğin bütün değerlerini yıktıktan
sonra yerine insani değerleri geçirir, üstün insanı koyar. Bir
değer önermesi bakımından Nietzsche'nin başkaldırısı olumlu
bir başkaldırıdır. Ancak, kendinden sonra gelen kuşaklar onun
mirasını çarpıtmış, öldürmeye ve yıkıma varan "nihilizm"in
yolunu açmıştır. Bu bakımdan Nietzsche, Camus'ye göre en çok
haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişidir.
Metafizik
başkaldırı, Tanrının öldürülmesiyle sonuçlanmıştır.
Tarihsel başkaldırı, metafizik başkaldırının eyleme geçmiş
şeklidir ve Tanrı öldükten sonra yerini tarih alır. Tarihsel
başkaldırı kendini "devrim"de somutlar. Devrimler
yoluyla insan, tarihin tanrısı olmaya yönelir. Bu bağlamda, 1789
Fransız Devrimi'yle birlikte tarihsel başkaldırı başlamıştır.
Camus, tarihsel başkaldırının özünde insan öldürme ve daha da
ileri giderek kral ve Tanrı öldürmeyi bulur. Saint-Just,
Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme'sinden yola çıkarak 16. Louis'yi
öldürtür. Kral, Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir, ona
dayanarak yönetir ve adalet uygular. Saint-Just, kralı öldürmekle
bir ilkeyi öldürmüş olur. Tanrı yasasının yerini doğa yasası
alır, kral egemenliğinin yerini halk egemenliği.
"Tarihte
ortaya çıkan devrimler başkaldırının özünden sapmıştır"
Camus'nün
tarihsel başkaldırısının asıl hedefi komünizmdir. Faşizme de
yer vermesinin nedeni, hem Mussolini hem de Hitler'in Nietzsche ve
Hegel'e dayandırdıkları görüşleridir. Onlar, dünyanın hiçbir
anlamı olmadığı, tarihin gücün rastlantısallığından başka
bir şey olmadığı görüşünden hareket ederler. Devlet terörünü
meşrulaştırırlar. Ancak, nihilist ahlak üzerine kurulu faşizm
ve nazizm evrensel değildir, bu bakımdan komünizmden ayrılır.
Komünizm, dünya imparatorluğu fikrinden hareket eder.
Camus'ye
göre, Marks tarihsel diyalektik konusundaki görüşlerini Hegel'in
tarih felsefesinden alır. Hegel'in köle-efendi toplumu, Marks'ın
proletarya diktatörlüğüyle sonuçlanır. Tanrının yerini tarih
almış; eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla, tarihin sonundaki
cennet vaadiyle ortaya çıkan komünizm, tümlüğü gerçekleştirmek
adına özgürlüğü askıya almış ve insanları kölelikte
eşitliğe götürmüştür. Sonucu, Tanrı egemenliği yerine
diktatörlerin egemenliği ve devlet terörüdür. Camus, Başkaldıran
İnsan'da "kibar katiller"den bahseder. Bunlar, 1905
yılında Rusya'da ortaya çıkan ve bir dizi bombalı suikast
düzenleyen Rus yıldırıcılarıdır. Kalyalev ve arkadaşları
adalet, özgürlük ve devrim için Büyükdük Sergey'i öldürmek
isterler. Bombayı atmakla görevlendirilen Kalyalev, Büyükdük'ün
arabasında çocuklar da olduğu için eylemi gerçekleştirmez. Ama
daha sonra Büyükdük'ü öldürür ve yakalanır. Hiçbir şekilde
inancından ödün vermeyen, ne Tanrıya sığınan ne de af dileyen
Kalyalev kendini ülkesi, halkın özgürlüğü ve gelecek kuşaklar
için feda eder. Camus, Rus yıldırıcılarının başkaldırısını
bir değer yarattığı için olumlu bulur. İnsan hayatına karşılık
insan hayatı sunulmuş, tarih ve yoksayıcılık aşılmıştır.
Camus'nün
metafizik başkaldırı ve tarihsel başkaldırı incelemesi onu
olumsuz başkaldırıya götürür ve Camus bu tür bir başkaldırıyı
reddeder. Ona göre, tarihte ortaya çıkan devrimler başkaldırının
özünden sapmıştır. Onun öngördüğü başkaldırı, absurde'e
ve kötülüğe karşıdır ve insanı intihardan alıkoyar.
Başkaldırma düşüncesinde, sınırlı bir özgürlük istemiyle
birlikte, herkes için iyilik ve adalet, ölüme ve öldürmeye karşı
olma vardır. Descartes'ın "düşünüyorum öyleyse varım"ı,
Camus'de "başkaldırıyorum öyleyse varız"a dönüşür.
Camus bu tür bir başkaldırıyı sanatta ve sendikacılıkta bulur.
Sanat, özellikle de roman, insanın istediği birlik düşüncesini
"yaratma"yı başardığı ve bunu yaparken de nihilizm ve
cinayetten uzaklaştığı ölçüde başkaldırının kaynağında
yer alır. Sendikacılıkta ise, birey ve toplum arasında bir denge
kurulmuştur, birbirlerini ortadan kaldırmaya yönelmezler.
Camus,
Arthur Koestler ile birlikte yazdıkları İdam adlı kitabın
kendisine ait "Giyotin Üzerine" adlı bölümünde,
Başkaldıran İnsan'ın temel düşüncelerinden biri olan ölüm
cezasını tartışır; faydasız ve suç arttırıcı olduğunu öne
sürer. Ölüm cezası ona göre toplumsal bir cinayettir; bu
cinayette devlet ve toplum suç ortaklığı eder. Buradan da hem
Veba'da (1947), hem de Düşüş'te (1956) üzerinde durduğu insanın
"suçsuz olmadığı" görüşüne ulaşır. Ona göre, bir
insanı öldürmekle bir insanın ölümüne seyirci kalmak arasında
bir fark yoktur. Düşüş'ün kahramanı cezalı-yargıç Clamence,
kendisiyle yüzleştiğinde suçun kendi dışında değil,
kendisinde olduğunu anlar. Aynı şekilde Veba'daki Tarrou, idama
mahkûm edilen bir sanığın duruşmasını izlediğinde, yargıç
olan babasına bu toplumsal suçtaki rolünden dolayı sırt
çevirecek ve aynı zamanda kendisinin de bu suçtaki rolünü
kavrayacaktır. Ona göre, böyle bir suça seyirci kalan hiç kimse
masum değildir. Gerçekten masum olmak istiyorsak, insanları
sevmemiz ve kötülükle savaşmamız gerekir. Tarrou, gittiği her
yerde kötülükle savaşarak "Tanrısız bir aziz" olmaya
çalışır.
"Ölüm,
hayatın değerini anlamamızı sağladığı oranda değerlidir"
Veba,
Oran kentinde başlayan veba salgınına karşı insanın
mücadelesini konu alır. Veba hastalığı romanda dünyadaki
kötülüklerin simgesi olarak sunulmuştur. Rahip Paneloux vebayı,
insanların şimdiye kadar işledikleri günahların bedeli olarak
görür ve hak edilen bir ceza olarak yorumlar. Tanrısız Dr. Rieux
ise, vebayı bir kötülük olarak kabul eder ve kötülükle
savaşılması gerektiğini düşünür. İnsanları sever ve onlara
yardım etmeye çalışır. Bir hümanist ve ahlakçı olarak
karşımıza çıkar. O ve arkadaşları dayanışma içinde vebayla
savaşır ve başarılı olurlar. Ancak Dr. Rieux, bu başarının
geçici olduğunu ve vebanın bir gün tekrar ortaya çıkacağını
bilir. Ve bir şeyin daha bilincindedir; bir gün ölümle birlikte
yok olacağımız halde yaşadığımız sürece kötülükle
savaşmamız gerektiğinin.
Camus'nün
1948 yılında yayımlanan Sıkıyönetim adlı eseri de Veba'yla
benzerlik gösterir. Burada tarihsel kötülük konu edilmektedir.
Veba ve sekreteri ölüm, Cadiz şehrini ele geçirir. Bu kötülüğe
karşı Diego'nun insan sevgisinden kaynaklanan başkaldırısı
yükselir.
Camus'nün
olumsuz başkaldırıyı örneklediği en önemli eseri Caligula
(1938) adlı oyunudur. Caligula, Sade'ın "cinsellik" ve
"cinayet" bağlamında geliştirdiği "sınırsız
özgürlük" fikrinin ve nihilizmin açık bir eleştirisi
olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda, Tanrının yerine insanı
geçirmekle sonuçlanan başkaldırının saptığı yanlış yolu
gösterir.
Aslında
Camus, yayımlanan ilk kitabı Tersi ve Yüzü'nde (1937) ortaya
attığı düşüncelere bütün kitaplarında sadık kalmıştır.
1958 yılında ikinci baskısı yapıldığında, bu kitabın
düşüncelerinin temelini oluşturduğunu doğrular. Sonraki
kitaplarında yer alan; Akdeniz'in tabiatına duyduğu hayranlık ve
tabiat sevgisi, aşk ihtiyacı, yaşam ve ölüm ikileminden
kaynaklanan yaşam sevgisi, bu dünya insanın sahip olabileceği tek
dünya olduğu ve tek gerçek olan ölüme ve yaşamda sürekli
karşılaşılan felaketlere rağmen insanın yaşama aşkıyla mutlu
olmaya çalışması gibi kavramlar ilk filizlerini Tersi ve Yüzü'nde
verir. Hayat ve ölüm, mutluluk ve mutsuzluk, tarih ve tabiat,
gençlik ve ihtiyarlık, iyilik ve kötülük hayatın iki yüzünü
işaret eder. Ve ölüm, hayatın değerini anlamamızı sağladığı
oranda değerlidir. Bu yüzden Camus "Mutlu Ölüm"den
bahseder.
4
Ocak 1960 tarihinde bir trafik kazasında ölen Camus'yü ve
eserlerini anlayabilmek için onun hayatını, yaşadığı dönemi,
dönemin siyasi ve askeri olaylarını göz önünde bulundurmak
gerekir. İki dünya savaşı, faşizm ve komünizm, çocukluğunu ve
ilk gençlik yıllarını geçirdiği, tabiatına hayran olduğu, sık
sık geri döndüğü Cezayir, Cezayir'in kanlı ayaklanmaları ve
özgürlük mücadelesi, ayrıca gençlik yıllarında yakalandığı
tüberküloz Camus'nün eserlerine damgasını vurmuştur. Bir umut
olarak gördüğü komünizm onun en büyük hayal kırıklığıdır.
O, insan ve tabiat sevgisine inanmış, bu yaşamda insanın hak
ettiği mutluluğa ve barışa ulaşabilmesi için inancının
temeline herkes için görece bir özgürlük, adalet ve ahlak
fikrini yerleştirmiştir. Bu bakımdan Camus, tam bir hümanist ve
tam bir ahlakçıdır.