Deniz Gezmiş 27 Şubat 1947
Wednesday, February 27, 2013
Monday, February 25, 2013
Sabahattin Ali - Şehirler ve Yüzler [Full / Tam]
Bundan 62 yıl önce
karanlık bir cinayete kurban giden şair-yazar Sabahattin Ali’nin sır ölümüyle
ilgili şok bir belge ortaya çıktı.
Tetikçi Ali
Ertekin’in isminin cinayetin faili olarak kaydedildiği ıslak imzalı resmi
belgeyi bir antikacıda bulan CHP eski Milletvekili Mehmet Kesimoğlu, “Üzerine
gidilirse belki de Türkiye’nin en önemli faili meçhul cinayetlerinden biri
aydınlatılabilir” dedi. Vatan gazetesinde yayımlanan haber şöyle:
Ünlü şair ve yazar
Sabahattin Ali’nin faili meçhul cinayetiyle ilgili ilginç bir ayrıntı ortaya
çıktı. Muhalif görüşleri nedeniyle sürekli takip edilen Sabahattin Ali,
Bulgaristan’a geçmeye çalışırken 2 Nisan 1948’de sınırda ölü bulundu. Cinayetle
ilgili sürdürülen soruşturma kapsamında MİT’le bağlantılı olduğu ortaya çıkan Ali
Ertekin tek fail olarak gözaltına alınıp tutuklandı. Ertekin yargılama
sürecinde cinayeti itiraf ettiyse de, olayın ardındaki bağlantılar hiçbir zaman
aydınlatılamadı. Çünkü başta ailesi olmak üzere ünlü yazarın yakın çevresi,
Sabahattin Ali’nin sorguda öldürüldüğünü ve cesedinin de daha sonra sınırdaki
sazlık alana atıldığını öne sürüyordu. Devlet, dosyayı olayın tek zanlısı
Ertekin’le kapattıysa da, bağlantıları çözülemediği için cinayet ‘faili meçhul’
olarak kaldı.
Antikacıdan çıktı
Karanlıkta kalan
bu cinayetle ilgili ilk kez resmi bir belge bulundu. CHP eski Kırklareli
Milletvekili Mehmet Kesimoğlu’nun Ankara’da bir antikacıdan satın aldığı 60
yıllık bir klasörden tesadüfen Sabahattin Ali’nin ölümüyle ilgili devlet
kayıtlarına giren bir belge de çıktı. Üsküp Jandarma Karakolu Üst Çavuşu Mevlüt
Afacan imzalı kitapçıkta toplanan belgenin üzerinde 29 Nisan 1950 tarihi
bulunuyor. Pelur kağıda yazılmış ıslak imzalı belgenin, Sabahattin Ali
cinayetinden 2 yıl sonra kaleme alındığı görülüyor. 60 yıl önceki resmi yazıda
geçen ifade şöyle: “Komşu bucak ve karakollar bölgesinde vuku bulan hudut
vakaları, ilticalar ve Bulgaristan’a geçmek üzere yola çıkan Sebahattin Ali’ye
kılavuzluk eden Ali Ertekin’in, Sebahattin Ali’yi Sazara köyü hududu içinde
öldürmesi üzerine sırf hudut vakalarını önlemek maksadiyle 22 Nisan 1949
tarihinde bucağa bağlı olan Sazara köyünde bir asayiş karakolu
açılmıştır.”
'Cinayetle ilgili
ilk belge'
Kesimoğlu, belgeyi
bulduktan sonra Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali ile temasa geçtiğini ve
önümüzdeki günlerde elindeki belgeleri Filiz Ali’ye teslim edeceğini
belirterek, “Klasörü antikacı arkadaşımdan Kırklareli’ni ilgilendiren belgeler
içerdiği için satın aldım. Evrakları incelerken, o ibareyi görünce şok oldum.
Ölümüyle ilgili soru işaretleri olan Sabahattin Ali’yle ilgili olaya ışık
tutabilecek bir belge niteliğinde olduğunu gördüm. Bir yurtsever ve devrimci
olarak Sabahattin Ali’yi severim. Belki de bu belge, onun öldürülmesi ile
ilgili karanlık noktaları aydınlatacak yeni belgelerin habercisi. Belgeyi
edindikten sonra kızı Filiz Ali’ye temasa geçtim. Kendisi de çok heyecanlandı.
Bence üzerinde karanlık noktalar bulunan cinayetin nasıl gerçekleştiğine
ilişkin ilk ciddi belge olma özelliği var. Bunun bir nüshasının da devletin
kayıtlarına girdiğini düşünürsek sanıyorum o yıllar için pek çok soruya cevap
vermiş oluyor” dedi. Kesimoğlu’nun antikacıda bulduğu “Vazife gördüğüm jandarma
karakoluna ait ihsai bilgiler” adını taşıyan klasörde, o dönem devlet
tarafından fişlenen yüzlerce insanın adı da bulunuyor.
Devletten
Sabahattin Ali açılımı!
Başbakanlık İnsan
Hakları Başkanlığı, Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’ romanını filme
çekmeye hazırlanıyor. 2 milyon TL’lik bütçe ayrılan film projesinin Şubat
2011’de hayata geçirilmesi planlanıyor. Kitap, Maria Puder ve Raif Efendi
arasındaki aşkı anlatıyor. Raif Efendi’nin kimseye anlatamadığı ve tüm
ayrıntılarını günlüğüne not ettiği tutkulu aşkını anlatan Kürk Mantolu
Madonna’yı Sabahattin Ali 1943 yılında yazdı.
Sabahattin Ali
kimdir?
25 Şubat 1907’de
Bulgaristan Gümülcine’de doğdu. Sosyalist ve muhalif kimliği yüzünden çeşitli
baskılara uğradı, cezaevinde yattı. Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna adlı
romanların yazarı olan Ali, Aldırma Gönül’ün de aralarında olduğu çok sayıda
şiir yazdı. 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında öldürüldü.
Saturday, February 23, 2013
Biz Arabeskin acılsını sevdik..
Uğur
Küçükkaplan’ın Arabesk adlı kitabı, yılların tartışmasına yeni bir bakış açısı
getiriyor. Türün dönüşümünü hem tarih hem de etnomüzikoloji disiplinlerinden
süzüyor.
Giriş kattaki
dükkandan bozma süpermarketin kepenklerine asılmış brandada yazıyor: PAZARTESİ
VE ÇARŞAMBA HALK GÜNÜDÜR. “Kalan günlerde demek, alışverişe Prens Charles
geliyor” diye düşünüyorum. Emekliler kovayla yoğurt, yandaki lisenin iştahlı
ergenleri kaymaklı bisküvi ile şeftali suyu almak için pazartesiyi, çarşambayı
bekliyor.
Yan yana
dizildikleri plastiğin üzerinde yağmuru güneşi yiye yiye solmuş “H”, “A”, “L”,
K’ harfleri, alışverişimizi Neşe Market indirim kartı ile yaptığımızda
kazanacağımız on iki kuruştan ziyade başka bir şeyi hatırlatmak için orada:
Haddinizi bilin!
O “halk”
sözcüğü, Kürt “sorunu”, Ermeni “meselesi”, arabesk “tartışması”ndan farksız.
Bizim olmayan bir “derte” kederlenmek yazgımız. Bize kalsa ağacın gölgesi,
denizin tuzu bizim, hepimizin. Bize kalsa ayva da bizim Orhan Gencebay da.
Uğur
Küçükkaplan’ın Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Analiz başlıklı kitabının temel
meselesi de bu. “Arabesk” diyor Küçükkaplan, “Hep sosyolojinin konusu oldu.
50’lerle birlikte, köyden kente göç edenlerin tutunacağı bir dal sanıldı.
Halbuki bu işin müzikal bir boyutu ve sanılanın aksine epey derin bir geçmişi
var.”
Sanat devlet içindir
Cumhuriyet’in
ilk yıllarına gidelim. 1930-1960 arası devletin sanat politikalarına bakalım.
Küçükkaplan’a göre, “Yeni bir ulus inşa etmek amacıyla yola çıkan ve bu süreçte
çeşitli reformlar yapmayı hedefleyen cumhuriyetçi kadroların en önem verdiği
alan, şüphesiz ideolojilerini meşru kılmaya çalıştıkları kültür sahası olmuş”.
Dönemin en çok okunan sanat dergisi Ülkü’de, Ali Sami’nin yazdığı “Güzel
Sanatları İnkılaba Nasıl Maledebiliriz?” başlıklı bir yazı mealen şöyle diyor.
“Bu yolculukta ulaşmağa savaşacağımız mühim merhaleler vardır. Her şuurlu
vatandaşın bu savaşta kudreti kadar bir vazifesi, bir de mesuliyeti olduğunu
hatırdan çıkarmamak lazımdır. Üzerine düşen vazifeyi yapamayan vatandaş,
inkılâp teknesinin lüzumsuz bir safrasıdır.” Yani, sanat ne sanat içindir ne
halk içindir. Sanat devlet içindir. İnkılaba yararı yoksa, boşa ıslık bile
çalma, kapıyı dahi gıcırdatma.
Tabii bunun
öncesi de var. Tanzimat Dönemi’nde yoldan geçen birini çevirip, “En sevdiğin
grup ne?” diye sorsan, “Kulağıma hoş gelen her müziği dinliyorum azizim lakin
çok seslinin yeri başka” diye cevap verdiği için geleneksel Türk müziği
bestekârları tek tek Mısır’a göçüyor. Dede Zekâi Efendi, Veli Dede, Enderuni
Ali Bey, Lavtacı Andon, Melekset Efendi, Tanburi notacı Aleksan, Şekerci Cemil
Bey bunlardan bazıları… Müziğin sarayın dışına çıkmasının en önemli sonucu
popülerleşmesi oluyor. Ondan önce müzik ancak saraya özgü bir şey.
Antenleri Mısır’a çeviriyoruz
1934’te radyoda
Türk müziği çalmak yasaklanıyor. Halk da, antenlerini Mısır radyolarına
çeviriyor. Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında “Türk halkı
Mısır Radyosu’ndan gelen Arap sesini kendi sesi zannetmeğe devam ediyor”
diyerek konuyla ilgili rahatsızlığını dile getiriyor.
Ancak
Küçükkaplan’a göre, “Türkiye’de Arap müziği ile kurulan ilişkide, Klâsik Türk
Müziği’nin yasaklandığı 1930’lu yılların ortalarında, dinleyicilerin Mısır Radyosu’na
yönelmelerinin ve kendilerine tanıdık gelen ezgileri buradan dinlemelerinin
önemli bir payı olmakla birlikte; söz konusu kültür ve müzikle kurulan ilişki
sadece buradan hareketle açıklanamaz.” Büyük etkilerden biri de Ümmü Gülsüm’lü,
Asmahan’lı Mısır filmleridir. 30’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanan
Mısır sineması Türkiye’de de çok sevilir. 1930-1950 yılları arasında Türkiye’de
gösterilen Arap filmleri içerisinde Mısır kaynaklı olanların sayısının yüz ila
yüz elli arasında olduğu düşünülüyor.
Mısır filmlerine
şarkı yapan bestekârların başında Sadettin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk gelir.
Sadi Işılay, Artaki Candan, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Kadri Şençalar, Hüseyin
Coşkuner, Mustafa Nafiz Irmak, Selahaddin Pınar var.
Meral Özbek’in
deyişiyle, bu filmlerde ilginç olan nokta, yapılan müzikte resmi çevrelerce
genel olarak “piyasa müziği” ya da “yoz müzik” adıyla nitelenen ve esas olarak
radyo denetiminden geçmeyen şarkı ve yorumların hakim olması. Dolayısıyla
özellikle 1960 başında 45’lik plakların piyasaya çıkmasının ve bununla birlikte
canlanan plak pazarının öncesinde, şarkılı filmlerin Türk müzik hayatının
niteliğinin belirlenmesinde çok önemli bir rolü var.
1950’lere
kadarki süreçte, İstanbul’un seçkin eğlence anlayışını gazinolar temsil ediyor.
Gazinolara gelen müşterilerin büyük bir bölümü dönemin politikacıları,
sanatçıları ve Beyoğlu çevresinde oturan azınlıklar. II. Dünya Savaşı
sonrasındaysa ekonomik açıdan dengeler değişiyor. Bu değişimde, aynı yıllarda
Türkiye’de çokpartili döneme geçilmesiyle birlikte yeni bir politik sürecin
başlamasının ve Demokrat Parti döneminde yaşanan göçle beraber, kırsal kesimden
gelip İstanbul’a yerleşerek ekonomik açıdan güçlenen yeni bir sınıfın ortaya
çıkmasının da önemli payı var.
1950’lerin
sonlarından itibaren klasik Türk müziği dinlemek için gazinoya giden kitlenin,
hem değişen repertuvarlara hem de ekonomik nedenlere bağlı olarak gazinolardan
uzaklaştığı görülüyor. Bu uzaklaşmanın ilk sebebi, kayıtlar ya da konserler
vasıtasıyla müzik dinleme ihtiyaçlarının giderilebilmesi olsa da esas sebep,
“halkın denize inmesiyle vatandaşın mağdur olması.”
60’lar ve
“bildiğimiz arabesk”
50’lerde
başlayan göçle birlikte müzikte Anadolu etkisi hissedilmeye başlanıyor. 1960’lı
yılların müzik ortamı için, yeniliklere açık ve farklı tarzları benimseyebilen
bir çizgide seyrettiği söylenebilir. Kültür endüstrisinin gelişmesiyle yakından
ilgili olan arabesk müziğin yaygınlaşmasında, yine aynı yıllarda piyasaya çıkan
45’lik plakların ve sektördeki firma sayısının artmasının büyük rolü var. Müzik
teknolojisinin daha da geliştiği, stereo kayda geçilen 1970’li yıllarda da
arabesk müziğin gelişen teknolojiyle doğru orantılı olarak yaygınlık kazanmaya
devam ettiği görülüyor. Dolayısıyla arabesk, anlam dünyası bakımından ülkenin
politik, ekonomik ve toplumsal şartlarından etkilenmekle birlikte onu teknik
açıdan kısmen de olsa koruyan piyasa koşulları içerisinde hızla gelişimini
sürdürüyor. Özellikle 1980’e kadar içinde bulunulan politik ve sosyal
koşulların da etkisiyle, ilk yıllardaki dinleyici kitlesinin büyük bölümünü
oluşturan gecekonduluların başkaldırısını ifade eden kültürel bir ürün olarak
algılanıyor. 1980’li yıllara gelindiğinde değişen koşullarla beraber arabeskin
toplumsal anlamı da değişiyor. Tüketici kitlesi genişliyor, hem kırsal alanda
hem de kentsel orta ve altsınıflar arasında sevilen bir müzik türü haline
geliyor.
1980’lerin
başına kadarki yaklaşık 20 yıllık süreçte TRT’nin bu müziğe karşı takındığı
tutum çok sert. TRT, radyolarda ve televizyonda arabesk müziğin çalınmasını
yasaklayarak bu müziğe karşı olduğunu net bir tavırla gösteriyor. Arabesk müzik
şarkıcılarının rol aldıkları filmleri de kapsayan bu yasak ancak 1970’li
yılların sonlarında esneklik kazanmaya başlıyor. TRT’nin bu ılımlı tavrı kısmen
de olsa ilerleyen yıllarda da devam ediyor ve 1980’de yılbaşı programında Orhan
Gencebay’ın Yarabbim isimli şarkısıyla televizyona çıkması bu yasağın
kalktığını müjdeliyor.
Sanıyorum ne TRT
ne Mısır etkisi… Türkiye’nin arabesk dönemi, gerçek arabesk dönemi, Turgut
Özal, İbrahim Tatlıses’le çiğköfte partisi yaptıktan sonra başlıyor. Hatta,
Anavatan Partisi, dönemin popüler şarkısı Seni Sevmeyen Ölsün’ü 1988
seçimlerinde kampanya müziği olarak kullanıyor. Orhan Gencebay’ın, Ahmet
Kaya’nın bir tür “başkaldırı” olarak icra ettiği arabesk, 80’lerle birlikte
“kitchleşiyor.” Bir de Kültür Bakanlığı siparişi olan “acısız arabesk” var ki
orayı, İbrahim Tatlıses’in “Acısız arabesk acısız Adana gibidir, tat vermez”
lafıyla geçelim.
Kitabın büyük
bölümü “sosyolojik analizlerle” aksa da, kendisi de bir müzisyen olan
Küçükkaplan, arabesk eserleri müzikal açıdan da incelemiş. Koşma ve manilere
çok benzeyen Orhan Gencebay güfteleri, halk müziğinden esinlenen arabesk
şarkılar, Caz icracılarıyla çalışan Mine Koşan… Kitabın şarkıları nota nota
deştiği bölüm meraklısına çok şey anlatabilir.
Büyük mevzuları
tek başlıkta incelemek çok zordur. Hantal parçaları didiklemek için kemiğini,
sinirini ayırmak gerekir. Bu yüzden belki de tek başına bir Ali Tekintüre
kitabı, uzun uzun Bergen külliyatı hazırlamak çok önemli. Arabeskin nasıl bir
seyir izlediğini görmek, ıslıkla tutturduğumuz bestelerin etnomüzikolojide nereye
tekabül ettiğini görmek için bu kitap önemli.
Arabesk
tartışılmaz, yanına rakı açılır derseniz de olur. Buz ister misiniz?
ALINTI
ARABESK
Toplumsal ve Müzikal
Analiz
Uğur Küçükkaplan
Ayrıntı Yayınları
Wednesday, February 20, 2013
Anarşizmin Çıkmaz Sokağı: Anadolu
Sinan İZMİR
Kürt Özgürlük
Hareketi kendisi için öğretici olduğu kadar, Kürdistan anarşistleri için de bu
süreçte son derece öğretici bir alan açmıştır.
Başlarken
Bu yazıdaki
tespitler ve öneriler, kendini anarşist-antiotoriter olarak tanımlayan bir
bireyin kişisel gözlem ve fikirlerinden oluşmaktadır. Mutlak doğru değildir ve
mutlak geçerliliği yoktur. Bu yazıdan kaynaklanacak bir tartışma platformunun
oluşması ve akabinde yazının/düşüncenin geliştirilerek anarşizmin Anadolu
serüveninde bir çıkış yolu bulunması amaçlanmıştır.
Yazı içinde
kullanılan bazı kavramların şimdiden açıklanması ilerde oluşacak yanlış
anlaşılmaların önüne geçilmesini sağlayacaktır:
Yazıda bir
coğrafi bölge olarak “Anadolu” adının kullanılması kapsama alanının
genişliğinden dolayıdır. Anadolu coğrafyasında yaşayan tüm halkların coğrafi
bölge adlarını kabul
etmekle birlikte, yazı akışını bozmaması ve her seferinde tüm coğrafi bölgeleri
tek tek saymamak adına genel geçer bir ad olarak Anadolu adı kullanılmıştır.
Yazıda geçen
“Kürt Özgürlük Hareketi” sol ve sosyalist hareketlerden ayrı tutulmuştur. Bunun
sebebi “Kürt Özgürlük Hareketinin” ağırlıklı olarak sol tandanslı olmasına
rağmen içinde pek çok farklı politik kültürü (sosyalizm, anarşizm, ulusalcılık,
Marksizm, İslam gibi) barındırmasından ve çok parçalı bir yapısı olmasından
dolayıdır.
Yazı dili olarak
“entelektüel bir jargon” kullanılmaktan itinayla kaçınılmıştır. Zira
“entelektüel jargon”un konu içinde de bahsedeceğimiz ana sorunlardan biri
olduğu ve elitist (üstten bakan, kibirli) bir tavır içerdiği düşünüldüğünden
olabildiğince basit bir dil kullanılacaktır. Entelektüelizme kıymet verilmekle
birlikte, bunun bir fetişe ve akabinde bir sınıfsal ayrımcılığa ve hatta kimi
zaman kültürel despotizme dönüşmesi gözlemlendiğinden temkinli
yaklaşılmaktadır.
Yazı içinde
geçen anarşist ve anarşizm eleştirileri “vicdani/total ret hareketini” ve
vicdani/total retçileri kapsamamaktadır. Vicdani/total ret hareketinin bu
toprakların tarihindeki en cesur ve en samimi direniş hareketlerinden biri
olduğunu düşünülmektedir.
Kopyala-Yapıştır
Muhalefet
“Bu gruplardan
her biri (1960’lı yıllardan itibaren Dersim’de örgütlenen sol-sosyalist
örgütler kastediliyor-S.İ.), Dersim’e Çin’den, Arnavutluk’tan, Rusya’dan
veyahut Küba’dan devşirilmiş görüşleri ile bakmışlar, ne Dersim’in, ne de bir
bütün olarak bulundukları coğrafyanın koşullarını, gerçeklerini, değerlerini ve
hassasiyetlerini anlamışlardır.” Cafer SOLGUN – “Dersim… Dersim…”
Toplumlar
birbirlerini etkileyerek dönüşür ve değişirler. Tarih boyunca en küçük insan
topluluklarından en büyük imparatorluklara kadar tüm insan toplulukları hayatın
her alanında “öteki”nden etkilenmiş, “öteki”ni değiştirmiş ve bu arada kendisi
de değişmiştir. Bu dönüşüm ve değişim gündelik hayat içindeki en basit
konulardan başlayıp, bir devletin kurulması sürecine kadar gitmiştir. Aynı
şekilde mevcut sosyal ve siyasal sistemlere karşı gelişen muhalif/alternatif
hareketler de birbirlerini etkilemişlerdir.
Anadolu
coğrafyasında da durum farklı olmamıştır. Özellikle sol-sosyalist hareketler
Anadolu coğrafyası dışındaki siyasi teorilerden etkilenmiştir. Feodal ağlarla
sarılı, katı gelenekçi, biat ve tahakküm kültürünün yaygın olduğu bu topraklara
Marksist, Leninist ve Maoist siyasetler yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu
yapılırken de bölge halklarının geçmişten aktarılan kültürel kodları göz önünde
bulundurulmadan, kopyala-yapıştır mantığı ile uygulanmaya çalışılmıştır. Bu
durum solun Anadolu’da gelişememesinin en önemli nedenlerindendir. Halkın
özellikle inanç değerleri ile çatışılmış, Kemalist elitizmin de etkisiyle halka
tepeden bakan bir tavır geliştirilmiştir. Kullanılan dil hem öz hem de biçim
olarak halkla bağları tamamen koparmış, halkın “kurtarılması gereken” bir
topluluk olarak görülmesi ile sol kendi içine hapsolmuştur.
Anarşizme
gelindiğinde ise durum soldan çok farklı olmamıştır. Hatta sol, anarşizmden
kısmen daha rahat etki alanı bulmuştur. Solda görülen otoriter örgütlenme
tarzı, liderlik kültü, gelenekselci tutumlar gibi bazı değerlerin halkın
geçmişten getirdiği değerlerle benzeşmiş olması solun kısmen kabulünü sağlamıştır.
Fakat anarşizmin
tamamen bu topraklara yabancı olan dili ve tarzı halkın çok uzağına düşmüştür.
Anarşizmin hayal dünyası ile Anadolu’nun gerçekliği arasında bağlantı kurmanın
güçlüğü nedeniyle anarşizm bu topraklarda doğmadan ölüme yatmıştır. Çıkarılan
dergiler, çeviri yayınlar ve çok az sayıdaki yerli basımlar İstanbul merkezli
birkaç grubun oluşmasını sağlamış ama Anadolu’nun diğer kentlerine bu etki
yeterince ulaşmamıştır.
Diğer yandan
anarşizmin bir fetiş haline getirilmesi ve eleştiriye kapatılması anarşist
yapıları kısırdöngüye sokmuştur. Anarşizmin eleştiriye kapatılmasından
kastımız, Kürşad Kızıltuğ’un yerinde tabiriyle “beyan esasının muğlaklığıdır”.
Yani bir birey ya da grup kendisini anarşist olarak tanımlıyorsa, bu beyanına
karşılık diğer anarşist bireylerin ya da grupların o birey/grubun anarşist olup
olmadığına, ya da sağ, liberal veya otoriter ideolojilere ne derece saptığına
dair söz söyleme hakkının olmamasıydı.
Bu beyan esası muğlaklığı nedeniyle (Anarko-Kemalizm gibi ucube bir tanımlama
da dâhil) anarşizmin tanım enflasyonu yaşandı. Ne olduğu belli olmayan, muğlak
bir kavrama dönüştürüldü. Bu tanım karmaşası nedeniyle anarşizm kendisinden
başka her şeye benzemeye başladı.
Çıkış Yolu:
Çıkmaz Sokak
Gerek bu tanım
karmaşasından faydalanarak, gerekse de anarşizmin Anadolu coğrafyasında içine
girdiği buhrandan kaynaklı olarak anarşist birey ve gruplar kendilerine çıkış
yolları ve alternatifler üretmeye başladılar. Hatta bu coğrafyanın değerleriyle
buluşmak adına çeşitli zorlama sentezlere giriştiler. Zorlama diyoruz, çünkü
toplumda ve gündelik hayatta bir karşılığı olmadığı için onlar da kendi
içlerinde yeni birer çıkmaz sokak yarattılar.
Bu yan çıkmaz
sokaklara sapan anarşistler, varolma kaygısıyla ya içine girdikleri hareketleri
kendilerine benzetmeye çalıştılar (benzetemedilerse bile, en azından kendi
algılarında böyle bir yanılsama yarattılar) ya da çeşitli ödünler vererek o
hareketlerin içinde akıntıya kapıldılar.
Bu çıkış
arayışlarının varolma kaygısı ve nicel olarak yayılma ihtiyacından
kaynaklandığı düşünülmektedir.
Aynı süreçte
yukarda bahsi geçen sapmalara karşı tepki geliştirenler oldu. Fakat onlar da bu
tepkilerinde anarşizmin bu topraklarda izole, el değmemiş bir fikir olarak
kalmasına neden olabilecek görüşleri dile getiriyordu. Anarşist hareketlerin
diğer anarşist olmayan muhalif hareketlerle ortaklaşma içine girmesinin
anarşist harekete zarar vereceği, anarşist hareketin bu tip ortaklaşmalarla
kendisini kullandırmaktan başka bir işe yaramayacağı gibi görüşlerle anarşizmin
Anadolu topraklarında kendi soyut dünyasında yaşamasına sebep olabilecek
görüşler gelişiyordu.
Dolayısıyla bir
taraftan (varolma kaygısı ve nicel gelişim ihtiyacı ile) aşağıda bahsedeceğimiz
3 ana akım içinde anarşizmi arayan ya da anarşizmi bu 3 ana akıma entegre
etmeye çalışırken anarşizmi yitiren birey ve gruplar varken, diğer taraftan bu
3 ana akıma tamamen reddiyeci bir tavırla yaklaşan, gündelik hayatın ve somut
gerçekliğin verilerinden kopuk izole ama “arî” bir anarşizm savunusu yapan
birey ve gruplar bulunmaktadır.
Öncelikle
varolma kaygısı ve nicel gelişim ihtiyacı bir siyasi/felsefi fikir için doğal
ve anlaşılabilir bir durumdur. Burada önemli olan yöntemin doğru
belirlenmesidir. Yanlış yöntemin seçilmesi aşağıda bahsedeceğimiz 3 ana sapmayı
ortaya çıkarmıştır. Oysa anarşizmin, diğer politik hareketler gibi “bugünden
yarına” bir beklentisi olmamalıdır. Anarşi bir oluş hali olduğuna göre, her an
ve her yerdedir. Tıpkı Le Guin’in unutulmaz betimlemesi gibi “devrim
yapamazsınız, devrim olursunuz ancak”.
Dolayısıyla,
bugünden yarına, gözlerimizi yumup bu dünyadan göç etmeden önce anarşizmi (bu
coğrafyada) görme hayaliyle/yanılsamasıyla yola düşenler kendilerini aşağıdaki
3 ana sapmadan birinde bulacaklardır. Bu sapmalara karşı çıkarken, toplumdan ve
kendi özgün yapıları içinde direniş gösteren insanlardan uzak durarak anarşizmi
kendilerinde bulduklarını sananlar da en büyük yanılgıyı kendi içlerinde
yaşayacaklardır.
3 Sapma
1. Kürt Özgürlük Hareketi
“Zor aracı
olarak devlet, ne zorunlu bir ilerleme aracı, ne de zorunlu bir kötülüktür. Bu
yönüyle devletin doğduğu ilk günden itibaren kesilip atılması, teşhir ve tecrit
edilmesi gereken toplumsal bir ur
olarak değerlendirilmesi en doğru tanımdır.” Abdullah ÖCALAN – “Öcalan’ın
İmralı Günleri”
Kürt Özgürlük
Hareketi’nden kastımız Kuzey Kürdistan coğrafyasında kendi özgün yapıları
içinde mücadele veren yapılardır. Elbette ki bu gruplardan PKK-KCK ve önderlik
olarak benimsedikleri Öcalan ile devletin yasal çiftliğinde, yine devletin
köteğine rağmen mücadele sürdüren BDP grubu mevcut Kürt Özgürlük Hareketinin en
güçlü yapılarını oluşturmaktadır. Bu yapılar dışında bölgede mücadele veren
diğer özgürlük hareketlerini de kapsaması açısından tümüne Kürt Özgürlük Hareketi
demek uygundur sanırım.
Son yıllarda
özellikle Qijika Reş dergisi çevresinde görüşlerini dillendiren Kürdistan
Anarşistlerini bir yana koyarsak, bölgede mücadele veren hiçbir yapının
anarşist olmadığı açıktır. Kendileri de anarşist olduklarını beyan
etmemişlerdir.
Fakat Öcalan’ın,
Bookchin etkilenmeleri sonrasında örgütün ana izleğinde kırılma gerçekleşmiş ve
bağımsız Kürt Devleti isteğinden vazgeçilerek, devlet aygıtı sorgulanmış ve
nihayetinde devletsiz bir konfederal sistemde karar kılınmıştır. Bunun dışında
anarşistlere yakın gelebilecek başka anarşizan söylem ve pratikler de Kürt
Özgürlük Hareketi içinde yer bulmuştur. Fakat Kürt Özgürlük Hareketi hiçbir
zaman anarşizmi benimsememiş, anarşizmi de eleştirerek, kendi pratiklerine
anarşist (ya da daha ziyade yine anarşizmin özgürlükçü bir eleştirisi olan
toplumsal ekolojist/komünalist) nüveler katmayı yeterli görmüştür. Kaldı ki
mutlak itaat edilen bir liderlik kültünün olduğu yerde anarşizmden bahsetmek
çok zorlama bir iyimserlik olur.
Yine de, özellikle
Kürdistan bölgesinde kendisini anarşist olarak tanımlayan bireylerin algısında
derin bir yanılsama oluşarak Kürt Özgürlük Hareketinin bir takım anarşizan
unsurlar içermesinden kaynaklı olarak hareketi anarşist olarak görme, tanımlama
ve bu tanım üzerinden hareket içinde yer alma
çabaları gözlenmektedir.
Kürt Özgürlük
Hareketi, Kemalist rejimin inkâr ve imha politikaları neticesinde son kez isyan
hareketi başlatarak otuz yıl içinde verdiği gerilla mücadelesi ile on binlerce
gencini yitirmiş ve yine on binlerce direnişçisinin devletin hapishanelerinde
tutsak edilmesiyle, yaşlı, çocuk demeden sokak sokak, mahalle mahalle
direnerek, gerek “yasal” platformlarda gerekse “yasadışı” sayılan platformlarda
öğretici bir mücadele pratiği geliştirmiştir. Bu mücadele pratiği içinde
coğrafi koşulları ve halkının kültürel sosyal kodları gereği kendi içinde özgün
bir yapı oluşturmuştur. Pek çok farklı siyasi disiplinden (İslam’ı da özü
gereği bir siyaset olarak alıyorum) beslenerek, tecrübelerini de gündelik hayatta
sınayarak kendine has bir dil ve pratik geliştirmiştir. Bugün bölge insanının
yediden yetmişe politik bir bilinç ile durum değerlendirmesi yapabilmesi,
hareketin bu denli yoğun örgütlenebilmesi, Kürt Özgürlük Hareketinin, Kemalist
elitler gibi ya da Kemalist elitlerin hastalığını devam ettiren sol-sosyalist
örgütler gibi, “halk için, halka rağmen” görüşünü bir kenara koyarak, halkın
kültürel ve sosyal değerlerini dışlamadan bir ortaklaşma içinde hareket
etmesindendir.
Tüm bu
tespitlerden sonra söylenebilir ki, Kuzey Kürdistan bölgesinde devletin imha
saldırısına karşı topyekûn bir direniş gerçekleştiren bir halk vardır.
Anarşistlerin dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, devletin imhası ile karşı
karşıya kalmış bir halk varsa o halkın yanında yer alması gerekir.
Fakat bu
hissiyatla yola çıkınca ve bir de hareket içindeki birtakım anarşizan söylem ve
pratikler de göze çarpınca heyecana kapılarak hareketi anarşist bir hareket
olarak görmek ve harekete mutlak bir destek vermek bizi zaman zaman sapmaya
düşürmektedir.
Her anarşistin
Kürt Özgürlük Hareketi’ne destek vermesi, devletin imhasına karşı elinden
geldiği kadarıyla varlığını ortaya koyması gerekmektedir. Burada önemli olan
ayrıntı, bu desteği verirken ne Kürt Özgürlük Hareketi’ni kendisine dönüştürmeye
çalışmalı ne de kendisini – anarşizmi – bu harekete benzetmeye çalışmalıdır.
İkisi de beyhude bir çaba olacaktır.
Anarşistler bu
hareketin tarafında kara bayrakları ve iflah olmaz anarşist söylem ve
pratikleriyle yer almalıdır. Bunu yaparken Kürt Özgürlük Hareketi’nin anarşist
bir yapı olmadığı asla unutulmamalı, beklentiler ve eylemler bu bilinç
çerçevesiyle sınırlandırılmalıdır. Aksi halde büyük hayal kırıklıkları yaşamak
olasıdır. Öcalan, PKK, KCK veya BDP’nin içindeki politik manevralar, devletle uzlaşma
refleksleri, liderlik kültü v.b. gibi konuları ve bir anarşistin gözüyle
bulunabilecek eksiklikleri dillendirmek, eleştiri dozunu artırarak hareketi
dışlamak, küçümsemek, bunu yaparken de “gündelik politikadan uzak durma”
refleksi göstermek anarşistlerin kendi hayal âlemlerinde kapalı kalmasına neden
olan tutumlardır. Zira Kürt Özgürlük Hareketi içindeki eksiklikler ve
çelişkiler bu hareketi bizatihi yüklenmiş götüren birey ve grupların
kendilerinin görmesi, eleştirmesi ve dönüştürmesi gereken durumlardır.
Anarşistlerin işi, anarşist olmayan ama bir ceberut devlet karşısında yaşam
için direniş mücadelesi veren bir halkın yanında, ilkeli ve tutarlı bir duruş
sergilemektir.
Gündelik hayatın
içine yayamadığımız, halkın değerleriyle çatıştırdığımız bir anarşizm, kendi
içinde çelişki yaşıyor demektir. Anarşizm başka bir gezegendeki canlılar için
ortaya atılmış bir görüş olmayıp, bu dünyada yaşayan insanlar tarafından ve
yine bu dünya insanları için ortaya atılmış bir görüştür. Kitap, dergi ve web
sayfalarından dışarı taşan, halkın özgürlük mücadelesi içinde “biz de varız!”
diyen, bunu yaparken de Kemalist ve sol kültürün “elitizm” çukuruna düşmeden
varlığını ortaya koyan bir anarşizm.
Özetle, ne Kürt
Özgürlük Hareketi anarşist olmak zorunda ne de Kürt Özgürlük Hareketine destek
veren anarşistler tamamen akıntıya kapılarak anarşizmden çok uzakta bir direniş
içinde kendilerini bulmak zorunda…
Kürt Özgürlük
Hareketi kendisi için öğretici olduğu kadar, Kürdistan anarşistleri için de bu
süreçte son derece öğretici bir alan açmıştır. Anarşistlerin söylemlerinin
pratikle sınanması, gündelik hayatın içindeki varoluş denemeleri bu süreçte
kendisini gösterecektir. Elbette hatalar yapılacak, sapmalar olacak, deneye
yanıla bir yaşam kültürü gelişecektir.
2. İslam ve Anarşizm
“Sefaletin
felsefesi şunu da ortaya koyuyor ki; zenginin hırsı binlerce fakirin emeğini
sömürme yolunda koşarken, fakirin hırsı zenginin elinden birkaç lokma fazlasını
koparma yolunda emekliyor.” Nurettin TOPÇU – “Ahlâk Nizamı”
İslam dini,
diğer iki büyük (tek tanrılı) dinden ayrı olarak toplumsal bir düzen ve siyaset
amacı güderek, gündelik hayatın en ince ayrıntılarına kadar kurallar silsilesi
geliştirmiştir. O sebeple, gündelik hayatın dışında, bireyin kendisiyle tanrısı
arasında yaşayabileceği bir inanç sistemi olmaktan çok uzaktır. Kaldı ki,
Batılı Hristiyan ülkeler Rönesanslarıyla birlikte dinle hesaplaşmış ve dini,
bir sembol olarak ya da gündelik hayatın dışında tutmaya karar vermişlerdir.
Bizde ise siyaset camilerde dile gelmektedir. Laik olduğu söylenen ve
kurulduğundan beri 1 gün dahi laik olmayan bir cumhuriyet sisteminde, din her
zaman siyasetle içli dışlı olmuştur.
Bu,
muhalif/alternatif düşünce sistemlerinin de göz önünde bulundurması gereken bir
durumdur. Lakin Kemalizm, “derleyip toplama”, tek tipleştirip, “adam etme”
politikası gereği İslam’la dansında her daim ikircikli bir tutum takınmış, ne
sözünü dosdoğru söylemiş ne de propagandasını yaptığı gibi inanç özgürlüğü
getirmiştir.
Sol-Sosyalist
hareketler de yine “kopyala-yapıştır” politikalarından kaynaklı olarak, ihraç
ettikleri siyasetleri noktasına virgülüne dokunmadan, bulundukları toplumsal
koşulları göz önünde bulundurmadan, dine karşıdan cephe açarak kendi ayağına
kurşun sıkmıştır. Sol ve sosyalist hareketleri 3. sapma olarak
değerlendireceğimiz başlık altında biraz daha açacağız.
Anarşistlere
gelince, genel itibariyle ateist ya da agnostik bireylerden oluşan anarşistler
de, başta bahsettiğimiz hatalara düşerek İslam’la ilgili olarak hatalı çıkışlar
yapabilmiştir. Lakin anarşistler sol kadar dogmatik bir bakış açısına sahip
olmadığından (ve yine sol gibi Kemalizmle ortak bir ruh halini
paylaşmadığından) bu durumu çabuk fark etmişlerdir.
Bu durumu fark
etmeleri de maalesef bazı anarşistlerdeki 2. sapma olarak belirlediğimiz durumu
ortaya çıkarmıştır. Anarko-İslam ya da İslami-Anarşizm diyerek kavramlaştırılan
ve oldukça zorlama bir sentez girişimi oluşmuştur.
Bu topraklarda
doğan, büyüyen ve devlet tedrisatından geçen her bireyin damarlarına enjekte
edilen Kemalizm ve İslami değerlerin sol-sosyalist ya da anarşist bir dünya
görüşünü benimsediğinde de yakasını bırakmadığını kendi kısıtlı çevrelerimizde
de görebiliyoruz. Bu, söz konusu zorlama sentezin (kişisel) bir bahanesi olarak
kabul
edilebilir. Birey hem Müslüman olup, hem de Tanrı’dan başka otorite
tanımadığını beyan edebilir. Bu durumda bireyin anarşizmin temel değerleri
üzerinde bir kez daha düşünmesinde fayda vardır. Yine de (tanrı otoritesi
dışında) pek çok konuda ortaklaşılan bir anarşizm söz konusudur. O zaman
Müslüman olan ve kendisini anarşist olarak tanımlayan bireylerin varlığı olumlu
ve kabul
edilebilir bir durumdur. Lakin bunu daha ileri götürerek bir siyaset söylemi
olan İslam ile yine bir siyaset olan anarşizmi sentezleme girişimi sapla samanı
birbirine karıştırmaktır. “Kuran-ı Kerim” ile “Tanrı ve Devlet” kitabı
karşılaştırmalı okunursa bu sentezin neden imkânsız olduğu ortaya çıkacaktır.
Faik Bulut’un “Allah Devletinde Demokrasi” kitabında da sahih hadisler ve
ayetlerden yola çıkarak bir kitap dolusu somut örnekle vurguladığı gibi
“DEVLETSİZ İSLAM OLMAZ!”. Fakat devleti reddeden, tasavvuf felsefesine hâkim
Müslüman bireyler olabilir.
Bu sentezleme
ihtiyacının ikinci sebebi de, yine anarşizmin (bu topraklarda) kendisini
kapattığı sınırlardan kurtarma ve alternatif hareketlerle buluşturma olabilir.
Diğer 2 sapmada da geçerli olan bu ihtiyaç, bu topraklardaki anarşistlerin
kendilerine yeni alan yaratma ve toplumsal kabul görme ihtiyacıdır. Temelde haklı ve
doğal bir itkidir. Lakin yine yöntem konusunda sıkıntı yaşanmaktadır.
İslam dini, pek
çok farklı yorumla kendisine farklı mezhepler, cemaatler ve tarikatlar yaratmış
bir dindir. Bu yorumlar arasında elbette anarşistlerin de ortaklaşabileceği,
eylem birliktelikleri gerçekleştirebilecekleri akımlar bulunmaktadır. Bu
akımlarla ortaklaşmak için de asgari ortak ilkelerde birleşmek yeterlidir.
Anarşist söylem ve pratiklerimizden ödün vermeden, hak, adalet ve özgürlük
temelinde esnek birliktelikler yaşanabilir. Bunun için ne anarşistlerin illa
Müslüman olması gerekir ne de İslam’ı anarşist-miş gibi göstermeye, algılatmaya
zorlamak gerekir. Tıpkı Roboski katliamına karşı, Kürt halkının yanında yer
almak için her anarşistin Kürt olması (ya da Kürt Özgürlük Hareketinin neferi
olması) gerekmiyorsa, başörtüsüne özgürlük gibi Müslüman bireylerin haksızlığa
uğradıklarını belirttikleri alanlarda da, yanlarında olmak için Müslüman olmak
gerekmiyor.
Özellikle,
“insanın özü isyandır!” diyerek, hareket felsefesinden yola çıkıp, İslam’ı
“hak, adalet, eşitlik ve özgürlük” temelinde yeniden yorumlayan, “İsyan Ahlakı”
adlı başyapıtıyla “Anadolu Sosyalizmi” kavramını ortaya atan, bu toprakların en
değerli düşünürlerinden Nurettin Topçu gibi bir ekolün; yine kapitalizme karşı
sesini yükselten ve son dönemde çevresindeki kitle ile yine “hak, adalet,
eşitlik ve özgürlük” temelinde İslam’ı yeniden yorumlayan İhsan Eliaçık’ın
fikirlerinden de beslenen anti-kapitalist Müslümanlar gibi gruplar
anarşistlerin rahatlıkla ortaklaşabileceği gruplardır.
Fakat tıpkı Kürt
Özgürlük Hareketi’ndeki gibi, İslam tandanslı muhalif gruplarla da
ortaklaşırken ne bu hareketlerin içinde akıntıya kapılıp, anarşizmin asgari
değerlerini eğip bükmeye ne de bu hareketleri zorlama bir çabayla anarşist-miş
gibi göstermeye gerek olmamalıdır.
Sisteme her
muhalif hareket kendi özgün yapısı, özgün söylem ve pratikleri içinde
değerlidir. Öyle de kalmalıdır.
3. Otoriter Sol-Sosyalist Akımlar
Anarşistlerin
sol ve sosyalist akımlarla ilişkisini değerlendirmeye geçmeden önce şunu önemle
belirtmek gerekiyor. Bu bölümde sol ve sosyalist akımlara yapılacak
eleştiriler, TKP’den bugüne, solun bugün hâlâ daha devam ettirmeye çalıştığı
genel bir algıya yöneliktir. Sol ve sosyalist yapılar içindeki tek tek bireyler
söz konusu edildiğinde, sol gelenekler içinde devletin baskı, zulüm ve
zorbalığı sonucunda, idam sehpalarında can vermiş, işkencelerden geçmiş, yıllar
boyu devlet hapishanelerinde tutsak edilmiş, bedeniyle ve hayatıyla ciddi bir
bedel ödemiş direnişçilerin bu mücadelelerine önem verildiği bilinmelidir.
Fakat
sol-sosyalist akımlar yapısal olarak (tek tek bireylerden bağımsız olarak)
değerlendirildiğinde, ortaya çok vahim sonuçlar çıkmaktadır. Bu vahim sonuçlar
gerek solun kendi içinde, kendisiyle kavga ederek, bölünmelere, gerekse de halk
içinde kimi zaman anlaşılamamaya, kimi zaman da itibar yitirmelerine neden
olmuştur. Oluşturulan örgütsel yapıların katı otoriter özellikler içermesi,
ülke dışındaki sol-sosyalist düşüncelerin ülke içine aktarılırken coğrafi ve
toplumsal koşulların/özgünlüklerin göz ardı edilmesi, Kemalizmin
“aydınlanmacılık”, “uygarlık” olarak algılanıp sol-sosyalist teorilerin içine
serpiştirilmesi, halk için mücadele ederken, halkla bağların koparılması ve
hatta nüans farklılıkları nedeniyle sol gelenek içinde yer almasına rağmen
diğer sol yapılara düşmanca yaklaşılması v.s. gibi tutumlar solu ve sosyalizmi
bu topraklarda anlaşılamaz kılmıştır. Bugün hâlâ daha noktasına virgülüne
dokunmadan, dünyanın diğer ülkelerindeki çarpık, kötü “komünist” iktidar
deneyimlerine rağmen bu görüşler dogmatik bir şekilde devam ettirilmeye
çalışılmaktadır. Sovyetler Birliği (özellikle Stalin dönemi) süreci, Çin’in
mevcut durumu (kapitalizmin tek gözlü devi olma yolunda ilerliyor), Kuzey
Kore’nin içler acısı “ağlanası” hali, Küba’daki çarpıklıklar (çocuk fuhşunun en
yaygın olduğu ülkelerden biri olması bile yeterlidir) v.b. gibi deneyimler göz
önünde olmasına rağmen, ülkemizdeki sol-sosyalist kesimlerin büyük bir kısmı
hâlâ daha bir âmâya rahmet okutacak şekilde bu bahsi geçen deneyimleri pir-ü
pak deneyimler olarak algılayabilmektedir. Diğer bir kısmı da geçmişten
devraldıkları Kemalist ruh halini, bugün hâlâ daha inatla yaşatmaya
çalışmaktadır. Geçmişte yaşanan “sosyalist devrim” ve “milli demokratik devrim”
ayrışması bugün hâlâ daha bir adım ileri gitmeden devam etmektedir.
Bazı anarşistler
ise bu süreçte yine yukarıdaki 2 sapmaya neden olan ihtiyaçlardan dolayı
(kendine yeni alan yaratma ve toplumsal kabul
görme isteği) bir üçüncü sapma olarak otoriter sol ve sosyalist sapmayı
gerçekleştirmektedir. Bahsi geçen anarşistlerin sol ve sosyalist yapılardan
anarşizme geçişlerinde yanlarında getirdikleri birtakım otoriter eğilimleri
anarşist örgütlenmelere dâhil ederek uzaktan bakıldığında anarşiste benzeyen
ama içine girildiğinde otoriter bir sol örgütü aratmayan yapılar
oluşturabildiği görülmektedir. Mitinglerdeki kortej düzenlemesinden, diğer
anarşist yapılara karşı geliştirdikleri zehirli ve düşmanca dilden, kendi
içlerinde oluşturdukları bireyin özgür iradesine aykırı birtakım kural ve
koşullara kadar görülebilen özelliklerle kendi “disiplinli” ve “güçlü”
‘anarşi’lerini yaratmaya çalışmaktadırlar.
Yine burada bir
kez daha belirtmekte fayda var: Sol-sosyalist yapılar (her ne kadar tarihte
anarşistler bu yapılardan sürekli zarar görmüş ve ihanete uğramışsa da) devlet
denilen zor aygıtının karşısında muhalif/alternatif yapılardır. Hedefleri her
ne kadar devlet erkini ele geçirmek olsa da, anarşistlerle ortaklaştıkları pek
çok konu (en azından söylemde) bulunmaktadır. O nedenle sol-sosyalist yapılar
içinde veya esnek birlikteliklerle ortak eylem pratikleri olmalıdır. Siyasi
parti dışındaki sendika, dernek, kongre gibi çeşitli sivil toplum platformlarında
anarşistler de var olmalı ve asgari değerler üzerinden ortak hareket
edebilmelidir.
Bunu yaparken
anarşizmden ödün vererek, anarşizmi sola çekmek ya da solu anarşizme benzetmeye
çalışmak beyhude çabalardır. Anarşistler örgütlü devlet yapısı karşısında sol-sosyalist
yapılarla ortak hareket edebilmelidir (sola eleştiri hakları saklı kalmak
üzere), gündelik hayatın içinde yansımasını bulan eylem ve etkinliklerde
ortaklaşmalıdır. Bu ortaklaşmaya karşı çıkmak, anarşizmi saf bir düşünce
sistemi halinde kendi camdan fanusu içinde saklama egosuyla “gündelik
politikaya karşıyız” gibi söylemlerle ya da solu eleştirip, solla hareket
edilmemesi sonucunu çıkartarak anarşizmi ortak eylem alanlarından
uzaklaştırmaya çalışmak da en az anarşizmin içine otoriter sol gelenekleri
entegre etmeye çalışmak kadar kötücül bir durumdur.
Netice
“Bugün yüz yüze
olduğumuz ve yakın gelecekte çözülecek mesele, bir insanın hem başka insanlarla
birlikte olduğunu derinden hissedip, hem de bireyin bütün karakter
özelliklerini benliğinde barındırması, hem kendisi olup, hem başkalarıyla
birlik olabilmesidir.” Emma Goldman
Yazının buraya
kadar olan sürecinde, dile getirilen eleştiriler, saptamalar ve önermelerin
hepsi eleştiriye açıktır. Başta da belirttiğimiz gibi mutlak doğrular değildir.
Tamamen iyi niyetle, samimi bir yol açma, alternatif sunma girişimidir. Hiçbir
politik yapı veya anarşist yapıyla polemik yaratma amacı güdülmemiştir. Devlet
denen zorba aygıta, tahakküm ilişkilerine karşı verilen her türlü mücadelenin
hakkı teslim edilmekle birlikte, elbette kendi durduğumuz noktadan eleştiriler
getirilmiştir.
Neticede, Emma
Goldman’ın da neredeyse 100 yıl öncesinden belirttiği üzere “birey hem kendisi
olurken, hem de başkalarıyla birlik olabilmelidir”. Bu birliktelik için ne
bireyin kendi karakteristik özelliklerinden vazgeçmesi ne de diğer bireylerin
karakteristik özelliklerini değiştirmeye çalışması şart değildir. Aslolan
temel, asgari değerlerdir. Temel, asgari değerlere sahip tüm birey ve gruplarla
anarşistlerin kendi karakteristiklerini yitirmeden ortaklaşmasını savunuyoruz.
Anarşistlerin
Anadolu topraklarında anarşizm-dışı politik grupların içinde akıntıya kapılması
ile “gündelik politikadan uzak durma” adına anarşizmi camdan bir fanusa
kapatarak, izole bir halde, gündelik hayatın çok uzağına savurması arasındaki
ince çizgi anarşistlerin ana hattını oluşturmalıdır.
Monday, February 18, 2013
Giancarlo de Carlo: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem
Topluluğu Yeniden
Kurmak: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem
Barınma sorunu
çağdaş toplum krizinin temelidir … Bütün toplumsal yapımızın bir çözülme
durumunda olduğunu ve ancak en radikal, güçlü çarelerin onu
iyileştirebileceğini fark etmek için İtalya’nın etrafını dolaşıp kasaba ve
köyleri gezmek … insanların nerede doğup, çoğalıp öldüğünü ve yaşadıkları
evleri görmek yeterlidir.
Nüfusun aşırı
yoğunlaşması konutun esas işlevini yerine getirmesini önler, yararlı insan
ilişkilerinin gelişebildiği bir ortama son verir ve fiziki, ahlaki bozulmanın
tehlikeli bir aracı, hastalık ve ölümün bir aracı olur.
1946’da
İtalya’daki ortalama çocuk ölüm oranı binde yüz altmış dokuz iken, barınma
koşullarının biraz daha iyi olduğu Fransa’da binde yüz ondu…
Napoli’de, 1935
ve 1941 arasında yapılmış bir araştırmada, ziyaret edilen 8.431 çocuktan
%16.8’i akciğer veremiydi ve yalnızca %11’i akciğer ağrıları çekmiyordu.
Vakaların %69’unda ev tek gözlü bir odadan meydana geliyordu, %70’i çoğunlukla
ailecek aynı odada, aynı yatakta hastayla kalıyordu.
Milan’da
tüberkülozlu yüz aileden yetmiş altısı bir veya iki odada kalıyordu.
Bu sayılar
günümüz konutunun insan hayatına tehlike teşkil ettiğini göstermek açısından
yeterli olacaktır, zira daha fazlasını aktarmaya burada yerimiz yok. Ancak altı
çizilmesi gereken bir önemli olgu daha var: İtalya’da her 100 işçi sınıfı
meskeninden otuz üçü orta ve üst sınıf evlerle karşılaştırıldığında aşırı
kalabalıktır.
Bu yeni bir şey
değil. Günümüz yoksullarının evleri, M.Ö üçüncü yüzyıldaki kölelerinkinden ya
da Roma İmparatorluğu’ndaki pleblerinkinden çok az farklıdır. Bu, kriz
momentleri ve devlete karşı direnişinin zayıflamasıyla çakışan bir fenomendir.
Bağımsızlık
duyusunun zayıflaması devletin otoritesini güçlendirir. Doğrudan eylem dürtüsü
azalır, tasnif ve bürokratik ruh zafer kazanır, eğitim tamamen niceliksel olur,
kültür ve sanat yaşamdan koparılır, hayatın kendisi bölümlere ayrılır ve
soyutlama yollarında zayıflatılır. Aynı zamanda kent kendi doğal fiziksel ve
tinsel yenileme işlevini kaybeder ve insana kendi çöküşü içerisinde acı
çektirerek zarar verici bir organizma olur.
Bugünkü durum
yeni bir fenomen değildir ancak daha önce olduğundan kötüdür, çünkü etkileri
daha kapsamlı, daha tüyler ürpertici ve bizim için işe yarar olabilen
teknikteki ilerlemelerden dolayı daha saçmadır. Yine de günümüz toplumsal
organları, kapitalizm ve devlet, bu çaresiz krizi çözecek bir şey yapmaktan
acizdir. Ayrıcalık ve otorite ilkeleri hüküm sürdüğü müddetçe yeni materyaller,
yeni inşa süreçleri boşunadır.
Kapitalizm
imkanları az olan sınıflar için evler inşa etmiyor ve edemez de, çünkü bu tür
yatırım iyi bir geri dönüşüm sağlamaz … özel sermaye, yalnızca üst sınıf konuta
ve iyi bir geliri garanti eden (ofis blokları, lüks dükkanlar, sinemalar vb.)
bu tip binalara yatırılır ve yoksullar bütün sonuçları bakımından halen daha
fazla nüfus kalabalığına neden olan eski ve hijyenik olmayan binalarda barınak
bulmaya itilir…
Devlet bu durumu
değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, yapamaz. Devlet otoritenin temel nedeni
olduğu için -gerçek bir şey gibi görünen ve somut gerçeklikle hiçbir bağı
olamayan bir soyutlama- bir soyutlamaymış gibi davrandığı ve manipüle ettiği
insanın kendisidir.
Ev, insanla
doğrudan ilişki içerisinde bir organizmadır. Ev insanın dışsal çevresi,
uzamdaki olumlamasıdır. Dolayısıyla insanı bir bireyden ziyade, biraz daha
büyük bir rakamın kesiri olarak kabul eden devletle evin hiçbir
ilişkisi yoktur.
Devlet bu
ilişkileri her ne zaman üstlense sonuçlar korkunç olmuştur. Bunu doğrulamak
için tarihe dönüp bakabiliriz -eski Mısır’ın, Roma İmparatorluğu’nun, Fransız
monarşisinin zalim despot devletleri yönetimindeki kentleri betimleyebiliriz-
ancak bu, günümüzde herhangi bir İtalyan kentini düşünmek için kafidir… toplu
konutlar çok sınırlıdır ve hedeflenen kitlenin karşılayamayacağı kadar çok
maliyetli olur. Üstelik çirkin ve kötü bir şekilde inşa edilir; nitekim
insanlar için değil de devletin algıladığı soyut insanlar için inşa edilirler.
Günümüzde
belediye konutçuluğu, insanların epey berbat bir şekilde kafeslendikleri
kentlerimizin çevresini tekdüze bir şekilde kaplayan bakımsız barakalar
demektir. Ne nitelik ne de nicelik bakımından konut sorununu çözmezler, fakat
bunlar devletin yapabileceği en büyük katkıdır.
Konut sorunu
yukarıdan çözülemez. Bu halkın sorunudur ve halkın kendi somut irade ve eylemi
dışında çözülmeyecek hatta cesurca yüzleşilemeyecektir; dolayısıyla şimdiye
kadar düşünülen evler için doğrudan eylem türünün -bina kooperatifleri, boş
evlerin illegal işgali ve barınma grevleri- geçerlilik ve sınırlarını
değerlendirmek faydalı olacaktır.
Bina kooperatifi
elbette düşük maliyete evler yaratmada etkili bir araç ve kolektif eylem
biçimleri bakımından kiracılar için değerli bir deneyimdir. Savaştan beri artan
bu kooperatifler, genellikle belirli sayıda bina teknisyenini görevlendirmek ve
belediye girişimleriyle karşılaştırıldığında –daha etkin iç örgütlenmeleri ve
daha adil kazanç paylarıyla mümkün olan- daireleri rekabete dayalı bir kira
bedeline piyasaya sürme maksadıyla oluşturulur. Ancak kolektif eylemin ilginç
bir örneği olmalarına rağmen, temel barınma sorununu düzeltmek açısından çok az
şey yapabilirler, zira esas amaçları barınma değil iş sağlamaktır ve iş,
rekabete dayalı piyasanın dalgalanmasına göre taahhüt edilir.
Çok daha az
sıklıkla bir araya gelen kiracıların kooperatifleri belirli sayıda evsize konut
sağlamayı amaçlar: Binaların mevcut fiyatlarla satın alınması ve konut olarak
örgütlenmeleri. Eğer (varlıklıyla sınırlı,
kooperasyondan daha ziyade sadece bölünmüş bir mülk sahipliği ve her türlü
toplumsal önemden yoksun olan) hissedarlığı dışarıda bırakırsak, bu kooperatif
tipi ancak dış mali
yardımla var olabilir. Ve çözüm elbette, bazı yerlerde varsayıldığı gibi, eninde
sonunda kooperatif evlerini işgal edecek kiracıların doğrudan kooperatif toplu
konutları değildir. Bu doğrudan eyleme dair eğitici bir örnek olabilir, ancak
neredeyse hiç de pratik bir yöntem değildir ve çok az somut sonuç verir.
Günümüz konutu, modern üretken tekniklerle güncellenmeyen, geleneksel inşa
yöntemlerin masrafından dolayı maliyetlidir. Genellikle inşaat ustalığında
eğitilmemiş ve uygun alet ve malzemeler verilmemiş kiracıların doğrudan
üretimi, çoğu kez kötü işçilik ve görece yüksek maliyetlerle sonuçlanır.
Çözüm (mevcut
toplumsal yapı içersinde hareket edeken) ortak bir mali mekanizmayla beraber komünal
bir eylem programında birleşmiş apartman ve kiracı kolektiflerinin
oluşturulmasındadır. Devletin mali
yardımına … ya da politik eylemden kaynaklanan ve kooperatifleri finansörlerin
çıkarlarına bağlayarak er veya geç kendi tuzaklarını ortaya çıkaran girişkenlik
türüne bel bağlayamayız. Bu nedenle yerel mali durumdan gelen finansmanın
özerk olması gerekir. Nitekim bu özerklik, mesai harcayan, üretime katkıda
bulunan, para yardımında bulunan, hali hazırda tamamen topluluğa ait olan
zenginliği ellerinde bulunduranlardan yardım isteyen ve belediyelerin zorunlu
alanlar ile temel inşaat malzemelerini bedava ya da düşük maliyete sağlamaya
zorlayan kolektifin üyelerinin mümkün olduğunca karşılıklı yardımlaşmasına
dayalıdır.
Doğrudan eylemin
bir başka biçimi boş binaların illegal işgalidir. En önemli örnekler 1914-18
savaşından ve son savaşın hemen ardından İngiltere’de, birçok ülkede bu tür
eylemlere adını vermiş olan “Gecekonducular” hareketiyle birlikte ortaya çıktı.
“Gecekonducular” aslında barınma için kullanılabilen ev ve binaların işgalinin
yanı sıra, bir başka “illegal” işgal biçimi olan mülk sahiplerinin tebliğ
ettiği tahliye emirlerinin sistematik ve örgütlü reddinden meydana geliyordu.
İtalya’da savaştan hemen sonra yaygın bir “gecekondulaşma” patlaması oldu.
Örneğin Messina’da, insanların aşırı ihtiyacına rağmen 3000 odanın boş olduğu
başpiskaposun sarayına evsiz insanlar el koydu. Çoğu kez tahliye emirlerine
karşı evlerin etrafında kiracılardan oluşan, bireysel ya da kolektif, nöbetçi
mangaları aracılığıyla gösterilen direniş örnekleri çoğaldı.
Barınma grevi,
yukarıda vurgulanan anlamda tamamlayıcı, doğrudan eylem yöntemidir. Daha yüksek
ücretler için grev bir barınma grevi olarak düşünülmediği için, ki haftalık
ücretin önemli bir kısmı kiraya gider, emsal eksikliğinden ötürü yaygın bir
şekilde uygulanmamıştır. Kira ödemeyi kolektif olarak reddetme biçiminde,
barınma grevinin önemli oranda gecekondulaşmaya yardımı olur.
İncelediğimiz
doğrudan eylemin yöntemleri, taktik olarak etkili olmalarına karşın, kesin bir
çözüm sağlayamazlar. Barınmanın esas nedenlerini bulmak ve bunlara makul ölçüde
eylemle karşı koymak için sorunun kökenini doğru kavramamız gerekir.
Ev yalnızca dört
duvardan oluşmaz, o aynı zamanda uzam, ışık, güneş ışığı ve dış çevredir.
Beraberinde okul, sağlık hizmetleri, yeşil ortam, çocukların oynaması için oda,
dinlenme tesisleri, eğlenceler, kültür; başka bir deyişle iş, üretim, mübadele
için rahatlık ve kolaylıklar, ekonomik hayatın araçlarını gerektirir. Ev,
aslında topluluğa doğru genişler. Ev sağlıklı olduğunda insanın emelleri için
etkili bir araçtır ve sağlıklı bir topluluğun yapısına ahenkle uyar.
Çağdaş kent
sağlıksız bir topluluğun yanı sıra -ki aslında bu topluluk bile sayılmaz-
yalıtılmış bina ve insanlardan oluşan fiziki bir moloz yığınıdır. Kapsamlı bir
gecekonducular hareketi ve ev inşaatında devasa bir artış, nüfusun tamamına
şimdi zenginlerin tadını çıkardığı standartta konut sağlasa bile sonuç aynı
olacaktır, zira kapitalist uygarlıkta kent yetersizdir ve onun yapısında ev
sağlıklı olamaz.
Evin hastalığı
kentinkiyle çakışır.
Ortaçağ
cemaatinin parçalanmasından beri, otorite lehine insan ilkesinden vazgeçme, somut
olguların soyutlamalara tabiiyeti ve soyutlamanın hakikatler dünyasına
yüceltilmesi -insanın kendi kolektif hayatına yeterli toplumsal anlamı verme
kabiliyetini kaybetmesi- bu illetin kökenidir.
Bunun
günümüzdeki sonucu, şevki kırılmış ve parçalanmış bir toplumsal bedendir.
İnsani bakış açısından bu yetersizdir çünkü insanı akranlarıyla, doğayla,
kolektif üretken süreçlerle ilişkisiz bir hayata -hava geçirmez şekilde asfalt
ve taşla damgalanmış bir hayata- indirger. İşlevsel bakış açısından yetersizdir
çünkü civarında bulunan bölgenin aktif merkezi olmak yerine, pahalı bürokratik
ve üretken olmayan yapısından ötürü bölgeden yiyecek soğurarak asalak bir beden
haline gelmiştir.
Mevcut toplumsal
yapıyı kurtarma, hayatın acil gerçekliklerini mahvetme aracı olarak algılanan
kent planlaması, tehlikeli bir düştür.
Ancak farklı bir
tarzda, komünal elbirliğinin tezahürü olarak düşünüldüğünde, insanın hakiki
varlığını özgürleştirme gayreti olur. Doğa, sanayi ve bütün insan etkinliği
arasında uyumlu bir bağ oluşturma çabasıdır ve trafik, ulaşım ya da bina
estetiği sorunundan çok daha fazlasıdır.
Bu nedenle yeni
kent planlamacılığı olgusunda kabul
ettiğimiz tutum belirleyicidir.
Karşıt bir tutum
benimsemek mümkündür: “İlle de otoriteden doğacak plan yalnızca zararlı
olabilir. Toplumsal hayattaki değişimler planı izleyemez. Plan yeni yaşam
tarzında tali olacaktır.” Veya bir katılım tutumu benimsenebilir: “Plan mevcut
toplumsal düzenimizin yönünü değiştirerek onu ‘tasfiye etmenin’ fırsatıdır ve
değiştirilen bu amaç devrimci bir toplumsal yapı için zorunlu başlangıçtır.”
İlk tutum iki
ana argümana dayanır: Birincisi, otoritenin özgürleştirici bir fail
olamayacağıdır –ki bu tamamen doğrudur; ikincisi, insan özgür olana kadar
hiçbir şey yapamayacağıdır –ki bu yanlış bir görüştür. İnsan özgürleştirilemez,
kendisini özgürleştirmesi gerekir ve bu özgürlük yönündeki her türlü ilerleme
ancak kendi iradesinin bilinçli ifadesi olabilir. Bölge, kent ve ülkenin
sorunlarının sonsuz büyüklüğünün araştırılması böyle bir faaliyettir.
Sorunların doğasını ortaya çıkarmak ve bunların çözümlerini hazırlamak,
otoritenin iktidarını ortadan kaldırıp iktidarı halka veren doğrudan eylemin
somut bir örneğidir. Aslında “devrimin halletmesi için beklemek” anlamına gelen
muhalif tutum, toplumsal devrimin şimdinin sorunlarından ötürü geleceği
düşünmekten aciz, bezmiş ve güdük insanlarca değil de, temiz eller tarafından
başarılacağı gerçeğini hesaba katmaz. Devrimin özgür bir toplumun zorunlu
koşullarını yaratmak için bu kötülüklerin yok edilmesiyle başladığı unutulur.
Bölgede, özel
mülkiyet keyfi olarak sürülebilir toprağı böldü ve insanlar ile toprak
arasındaki duygusal ve işlevsel ilişkiyi yok etmenin yanı sıra, topluluğun
bütün hayati çıkarlarının yoluna engeller koydu. Üretim, mübadele, ulaşım,
iletişim ve hizmet sorunlarının hepsi bunları çözecek ne etkiye ne de beceriye
sahip olan ayrıcalıklı azınlıkların ya da devletin ellerindedir.
Kentte ikamet
edenlerin aşırı kalabalığı ve katmanlaşması, bireysel ve toplumsal hayatın
bütün yönlerini yok etti ya da yozlaştırdı. Okullar sağlıksız ve aşırı
kalabalık, sağlık hizmetleri yetersiz, trafik kaotik ve tehlikeli, yeşil alan
ise toprak spekülatörleri tarafından massediliyor.
Evde insan bir
hayvan düzeyine düşürülüyor. İnsan ışık, hava, güneş ve çimden, doğayla ve
akranlarıyla bağlantıdan mahrum bir şekilde bağımsızlığını ve toplumsal hayat
yetisini kaybediyor. Halim selim, yumuşak başlı, disipline ve savaşa yatkın
hale geliyor.
Durum tersine
çevrilebilir. Eğer
yerel sorunlara ilişkin kapsamlı bir bilgi ve anlayış geliştirip bunları
çözmede teknik araçları geliştirirsek ve daha sonra bu planların uygulamaya
konduğunu ihtiyatla ve bilfiil görürsek, o zaman kent ve ülke planlamacılığı
kolektif doğrudan eylemin en etkin aracı olabilir.
İlk olarak
sendika.org’da yayımlanmıştır.
İng.Çev.:
güvencesiz çevirmen
·
Giancarlo
de Carlo (1919-2005): İtalyan anti-faşist direnişinde ve savaş sonrası İtalyan
anarşist hareketinde aktif olan ünlü bir mimardı. Mimar çalışmalarının plan ve
tasarıların tüketici ve ikamet edenlerle birlikte oluşturulduğu bir tür
“katılımcı mimarlığı” savunuyordu. Şehirciliği ve mamur çevreyi tartışan
küresel bir forum olarak Spazio e Società ile Uluslararası Mimari ve Tasarı
Laboratuarı’nı (ILAUD, 1974-2004) kurdu. Colin Ward tarafından çevrilen
yukarıdaki parçalar ilk olarak aylık İtalyan anarşist dergi Volontà’da
yayınlanan de Carlo’nun bir makalesinden alınmıştır. Ward’ın çevirisi Haziran
1948’de İngiliz anarşist gazetesi Freedom’da yayınlandı.
Thursday, February 14, 2013
Saturday, February 9, 2013
Delfi'deki Sisifos
Sisyphos
Sisifos bir gün
tanrılardan cezasına bir süre ara verilmesini ister. Tanrılar bu isteğini
yerine getirip ona bir hafta izin verirler. Sisifos taşını sırtına yükler ve
geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair sorularını cevaplamak üzere Delfi’nin
yolunu tutar.
Sisifos’un
geleceğini ve ayrıca onun “geleceğini” çoktan bilen Delfi Kahini onu kapıda
karşılar. Ve daha sonra celse başlar…
Sisifos: Ey Kahin!
Neden başkalarının
duyduğu sesler Müzlerin gülüşlerinden örülü,
Cennete
yürüdükleri yollara neden altın tozları serpili,
Ve benimkiler
neden dikenli ve çamurlu?
Karlı yamaçlarda
boy veren bir kardelenim,
Neden böyle benim
kaderim?
Kahin: Bir soru
sorulduğunda cevap çoktan verilmiştir,
Aradığın şey
cevapta değil, soruyu anlamakta gizlidir.
Sisifos: Birisinin
gün doğumunda orman dediği yerde,
ben çiğ
damlalarından yansıyan ışık hüzmelerini görüyorum…
Sağır kulaklara
düşmeyen kıpırtılarını kalbin, konuşmalarda,
yalanı ve doğruyu
ele veren itirafını duyuyorum…
Sanki burdayım,
ama burdan değilim,
Yürüsem de sanki
karanlık bir çöldeyim…
Evrene bakışımı
dosdoğru anlatamayan dilimin,
Etrafımda
yarattığı hayalet denizi ile çevriliyim…
Kahin: Yıldızları
karanlık gece değil mi parlatan?
Uzak ve dingin
ruhları kırılır mı hiç yalnızlıktan?
Maskelerin
takıldığı ışıltılı şehirler azaltır sayılarını ama,
Engin göklerde
onlar her zaman fazladır birden, ikiden, ondan…
Sisifos: Peki
şimdi ne yapacağım?
Sırtımda yaşamın
yükü bu taş, hep o bildik tepeyi arşınlayan şu ayaklarım,
Yalnızlık,
aynılık, anlaşılamamışlık ve tüm bunların üstüne farklılığım,
Hades’in
cehenneminden beter bu mahkumiyetten nasıl kurtulacağım?
Kahin: Ey Mutlu
Sisifos!
Nasıl ki güneş
vurduğunda açılır Apollon Tapınağı’nın kapıları,
Işık girsin diye
kenara çekilen perdeler gibi kurtulacaksın dertlerden,
Genç bir kısrak
gibi zincirlenemez iraden,
Seni ilk defa
kendi tepen yerine buraya getiren,
Cevaplar soruda
çoktan verilmiştir, bakış aynada çoktan yansımıştır,
Tüm evrenini
yeniden,
Aldığın taşla inşa
edeceksin
YERDEN!…
Tüm evrenini
yeniden,
Attığın taşla inşa
edeceksin
YOKTAN!
Sisifos taşını
yeniden sırtına yüklenir ve cezasını çekmek üzere yola koyulur. Artık yüzünde
bir gülümseme vardır; mutludur
ALINTI
Wednesday, February 6, 2013
Devlet Tiyatroları belgesel Macide tanır
Macide Tanır
hayatını
Tiyatronun en
tatlı cadısını kaybettik
07/02/2013
Türk tiyatrosunun
dev isimlerinden biriydi, ömrünü sahnelere adamış, tiyatroyu her şeyin üstüne
koyan bir kadın... Bir süredir tedavi görmekte olan Macide Tanır, 91 yaşında
veda etti.
Tiyatroya giden
yolu, babasının, Erenköy Kız Lisesi’ni birincilikle bitirdiği vakit kurduğu “Bu
memleketin mektepli sanatçıya ihtiyacı var, olabiliyorsanız olunuz” cümlesiyle
açılan bir isim, Macide Tanır... 1922 doğumlu sanatçı, Galatasaray Lisesi’ndeki
sınavı kazanır, Ankara ’da konservatuvar yılları başlar. Devlet Konservatuvarı
Tiyatro ve Opera Bölümünü’nden üç yılda mezun olur ve 1943’te Devlet Tiyatrosu
oyuncusu olarak sahneye çıkar. Tanır’ın hayatını şekillendiren; yeteneği kadar,
disiplinli kişiliği de olmuştur. Kendisini eleştirmekten sakınmayan, oyunları
kapalı gişe oynarken dahi başrole kendisini değil tiyatronun kendisini koyan
bir genç kadındır...
Tanır, 1985’e
kadar sahnelerde kaldı. Sanat yaşamı boyunca sayısı 50’yi aşan eserde başrol
oynadı. Tiyatro seyircisi onu en çok ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’ ile TV izleyicisi
ise ‘Şehnaz Tango’ dizisinden tanır. 1991’de aldığı Devlet Sanatçısı Ödülü ve
1997’de aldığı Afife Tiyatro Ödülü başta olmak üzere çok sayıda ödülün
sahibidir.
1985’te Devlet
Tiyatrosu sanatçılığından yasa nedeniyle mecburen emekli olduğunda hislerini
“Bana artık tiyatro yapma diyorlar, bana artık nefes alma diyorlar” sözleriyle dile getirmişti
Tanır. DT’nin ardından sahne hayatı Nedim Saban’ın davetiyle Tiyatro Kare’de
devam etti.
Sanat serüvenini
anlatan ‘Tiyatronun Cadısı’ adlı anı kitabında toplamıştı. Onu sinemada ‘Yer
Demir Gök Bakır’, ‘Yengeç Sepeti’, ‘Cumhuriyet’ gibi filmlerde seyrettik.
Tanır, bir ömre yayılan sanat serüvenini ‘Tiyatronun Cadısı’ adlı kitabında
toplamıştı. Son günlerini hasta yatağında geçirmişti, tiyatro severler için ise
‘ağaçlar gibi’ ayakta veda etti...
‘Artık çok az kişi
kaldık’
Genco Erkal:Türk tiyatrosu efsane
oyuncularından birini kaybetti. Macide Tanır’ı büyük rollerinden birinde bir
kez seyretmiş olan onu unutamaz. Hayattaki duruşuyla hep örnek bir sanatçı
oldu. Çağdaş Türkiye ’nin gurur duyacağı bir Cumhuriyet kızıydı. Onun gibi
insanlara çok rastlanmıyor artık. Güle güle sevgili dost.
Şebnem Bozoklu:
Bir ikondu. Hakkında anlatılanlar efsane gibi bir üst jenerasyona iletilir.
Yaşamı ve oynadığı karakterler unutulmayacak.
Ayşenil Şamlıoğlu:
Ustamdı, dostumdu. Ömrü boyunca mesleki yaşamda nasıl durulması gerektiğinin
dersini verdi. Kendisiyle kurmuş olduğum dostluktan, onun beni yaşdaşı kabul edip kurduğu
diyaloglardan o kadar çok beslendim ki ömrümün sonuna kadar onun bana
verdikleri benimle birlikte gelecek. Meslekte doğru yolda olduğumun işaretiydi.
Orhan Alkaya: DT
ekolünün sembol oyuncularının başındaydı. Çok büyük bir oyuncuydu. Kaybı son
derece üzücü…
Subscribe to:
Posts (Atom)