Monday, February 18, 2013

Giancarlo de Carlo: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem



Topluluğu Yeniden Kurmak: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem
Barınma sorunu çağdaş toplum krizinin temelidir … Bütün toplumsal yapımızın bir çözülme durumunda olduğunu ve ancak en radikal, güçlü çarelerin onu iyileştirebileceğini fark etmek için İtalya’nın etrafını dolaşıp kasaba ve köyleri gezmek … insanların nerede doğup, çoğalıp öldüğünü ve yaşadıkları evleri görmek yeterlidir.
Nüfusun aşırı yoğunlaşması konutun esas işlevini yerine getirmesini önler, yararlı insan ilişkilerinin gelişebildiği bir ortama son verir ve fiziki, ahlaki bozulmanın tehlikeli bir aracı, hastalık ve ölümün bir aracı olur.
1946’da İtalya’daki ortalama çocuk ölüm oranı binde yüz altmış dokuz iken, barınma koşullarının biraz daha iyi olduğu Fransa’da binde yüz ondu…
Napoli’de, 1935 ve 1941 arasında yapılmış bir araştırmada, ziyaret edilen 8.431 çocuktan %16.8’i akciğer veremiydi ve yalnızca %11’i akciğer ağrıları çekmiyordu. Vakaların %69’unda ev tek gözlü bir odadan meydana geliyordu, %70’i çoğunlukla ailecek aynı odada, aynı yatakta hastayla kalıyordu.
Milan’da tüberkülozlu yüz aileden yetmiş altısı bir veya iki odada kalıyordu.
Bu sayılar günümüz konutunun insan hayatına tehlike teşkil ettiğini göstermek açısından yeterli olacaktır, zira daha fazlasını aktarmaya burada yerimiz yok. Ancak altı çizilmesi gereken bir önemli olgu daha var: İtalya’da her 100 işçi sınıfı meskeninden otuz üçü orta ve üst sınıf evlerle karşılaştırıldığında aşırı kalabalıktır.
Bu yeni bir şey değil. Günümüz yoksullarının evleri, M.Ö üçüncü yüzyıldaki kölelerinkinden ya da Roma İmparatorluğu’ndaki pleblerinkinden çok az farklıdır. Bu, kriz momentleri ve devlete karşı direnişinin zayıflamasıyla çakışan bir fenomendir.
Bağımsızlık duyusunun zayıflaması devletin otoritesini güçlendirir. Doğrudan eylem dürtüsü azalır, tasnif ve bürokratik ruh zafer kazanır, eğitim tamamen niceliksel olur, kültür ve sanat yaşamdan koparılır, hayatın kendisi bölümlere ayrılır ve soyutlama yollarında zayıflatılır. Aynı zamanda kent kendi doğal fiziksel ve tinsel yenileme işlevini kaybeder ve insana kendi çöküşü içerisinde acı çektirerek zarar verici bir organizma olur.
Bugünkü durum yeni bir fenomen değildir ancak daha önce olduğundan kötüdür, çünkü etkileri daha kapsamlı, daha tüyler ürpertici ve bizim için işe yarar olabilen teknikteki ilerlemelerden dolayı daha saçmadır. Yine de günümüz toplumsal organları, kapitalizm ve devlet, bu çaresiz krizi çözecek bir şey yapmaktan acizdir. Ayrıcalık ve otorite ilkeleri hüküm sürdüğü müddetçe yeni materyaller, yeni inşa süreçleri boşunadır.
Kapitalizm imkanları az olan sınıflar için evler inşa etmiyor ve edemez de, çünkü bu tür yatırım iyi bir geri dönüşüm sağlamaz … özel sermaye, yalnızca üst sınıf konuta ve iyi bir geliri garanti eden (ofis blokları, lüks dükkanlar, sinemalar vb.) bu tip binalara yatırılır ve yoksullar bütün sonuçları bakımından halen daha fazla nüfus kalabalığına neden olan eski ve hijyenik olmayan binalarda barınak bulmaya itilir…
Devlet bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, yapamaz. Devlet otoritenin temel nedeni olduğu için -gerçek bir şey gibi görünen ve somut gerçeklikle hiçbir bağı olamayan bir soyutlama- bir soyutlamaymış gibi davrandığı ve manipüle ettiği insanın kendisidir.
Ev, insanla doğrudan ilişki içerisinde bir organizmadır. Ev insanın dışsal çevresi, uzamdaki olumlamasıdır. Dolayısıyla insanı bir bireyden ziyade, biraz daha büyük bir rakamın kesiri olarak kabul eden devletle evin hiçbir ilişkisi yoktur.
Devlet bu ilişkileri her ne zaman üstlense sonuçlar korkunç olmuştur. Bunu doğrulamak için tarihe dönüp bakabiliriz -eski Mısır’ın, Roma İmparatorluğu’nun, Fransız monarşisinin zalim despot devletleri yönetimindeki kentleri betimleyebiliriz- ancak bu, günümüzde herhangi bir İtalyan kentini düşünmek için kafidir… toplu konutlar çok sınırlıdır ve hedeflenen kitlenin karşılayamayacağı kadar çok maliyetli olur. Üstelik çirkin ve kötü bir şekilde inşa edilir; nitekim insanlar için değil de devletin algıladığı soyut insanlar için inşa edilirler.
Günümüzde belediye konutçuluğu, insanların epey berbat bir şekilde kafeslendikleri kentlerimizin çevresini tekdüze bir şekilde kaplayan bakımsız barakalar demektir. Ne nitelik ne de nicelik bakımından konut sorununu çözmezler, fakat bunlar devletin yapabileceği en büyük katkıdır.
Konut sorunu yukarıdan çözülemez. Bu halkın sorunudur ve halkın kendi somut irade ve eylemi dışında çözülmeyecek hatta cesurca yüzleşilemeyecektir; dolayısıyla şimdiye kadar düşünülen evler için doğrudan eylem türünün -bina kooperatifleri, boş evlerin illegal işgali ve barınma grevleri- geçerlilik ve sınırlarını değerlendirmek faydalı olacaktır.
Bina kooperatifi elbette düşük maliyete evler yaratmada etkili bir araç ve kolektif eylem biçimleri bakımından kiracılar için değerli bir deneyimdir. Savaştan beri artan bu kooperatifler, genellikle belirli sayıda bina teknisyenini görevlendirmek ve belediye girişimleriyle karşılaştırıldığında –daha etkin iç örgütlenmeleri ve daha adil kazanç paylarıyla mümkün olan- daireleri rekabete dayalı bir kira bedeline piyasaya sürme maksadıyla oluşturulur. Ancak kolektif eylemin ilginç bir örneği olmalarına rağmen, temel barınma sorununu düzeltmek açısından çok az şey yapabilirler, zira esas amaçları barınma değil iş sağlamaktır ve iş, rekabete dayalı piyasanın dalgalanmasına göre taahhüt edilir.
Çok daha az sıklıkla bir araya gelen kiracıların kooperatifleri belirli sayıda evsize konut sağlamayı amaçlar: Binaların mevcut fiyatlarla satın alınması ve konut olarak örgütlenmeleri. Eğer (varlıklıyla sınırlı, kooperasyondan daha ziyade sadece bölünmüş bir mülk sahipliği ve her türlü toplumsal önemden yoksun olan) hissedarlığı dışarıda bırakırsak, bu kooperatif tipi ancak dış mali yardımla var olabilir. Ve çözüm elbette, bazı yerlerde varsayıldığı gibi, eninde sonunda kooperatif evlerini işgal edecek kiracıların doğrudan kooperatif toplu konutları değildir. Bu doğrudan eyleme dair eğitici bir örnek olabilir, ancak neredeyse hiç de pratik bir yöntem değildir ve çok az somut sonuç verir. Günümüz konutu, modern üretken tekniklerle güncellenmeyen, geleneksel inşa yöntemlerin masrafından dolayı maliyetlidir. Genellikle inşaat ustalığında eğitilmemiş ve uygun alet ve malzemeler verilmemiş kiracıların doğrudan üretimi, çoğu kez kötü işçilik ve görece yüksek maliyetlerle sonuçlanır.
Çözüm (mevcut toplumsal yapı içersinde hareket edeken) ortak bir mali mekanizmayla beraber komünal bir eylem programında birleşmiş apartman ve kiracı kolektiflerinin oluşturulmasındadır. Devletin mali yardımına … ya da politik eylemden kaynaklanan ve kooperatifleri finansörlerin çıkarlarına bağlayarak er veya geç kendi tuzaklarını ortaya çıkaran girişkenlik türüne bel bağlayamayız. Bu nedenle yerel mali durumdan gelen finansmanın özerk olması gerekir. Nitekim bu özerklik, mesai harcayan, üretime katkıda bulunan, para yardımında bulunan, hali hazırda tamamen topluluğa ait olan zenginliği ellerinde bulunduranlardan yardım isteyen ve belediyelerin zorunlu alanlar ile temel inşaat malzemelerini bedava ya da düşük maliyete sağlamaya zorlayan kolektifin üyelerinin mümkün olduğunca karşılıklı yardımlaşmasına dayalıdır.
Doğrudan eylemin bir başka biçimi boş binaların illegal işgalidir. En önemli örnekler 1914-18 savaşından ve son savaşın hemen ardından İngiltere’de, birçok ülkede bu tür eylemlere adını vermiş olan “Gecekonducular” hareketiyle birlikte ortaya çıktı. “Gecekonducular” aslında barınma için kullanılabilen ev ve binaların işgalinin yanı sıra, bir başka “illegal” işgal biçimi olan mülk sahiplerinin tebliğ ettiği tahliye emirlerinin sistematik ve örgütlü reddinden meydana geliyordu. İtalya’da savaştan hemen sonra yaygın bir “gecekondulaşma” patlaması oldu. Örneğin Messina’da, insanların aşırı ihtiyacına rağmen 3000 odanın boş olduğu başpiskaposun sarayına evsiz insanlar el koydu. Çoğu kez tahliye emirlerine karşı evlerin etrafında kiracılardan oluşan, bireysel ya da kolektif, nöbetçi mangaları aracılığıyla gösterilen direniş örnekleri çoğaldı.
Barınma grevi, yukarıda vurgulanan anlamda tamamlayıcı, doğrudan eylem yöntemidir. Daha yüksek ücretler için grev bir barınma grevi olarak düşünülmediği için, ki haftalık ücretin önemli bir kısmı kiraya gider, emsal eksikliğinden ötürü yaygın bir şekilde uygulanmamıştır. Kira ödemeyi kolektif olarak reddetme biçiminde, barınma grevinin önemli oranda gecekondulaşmaya yardımı olur.
İncelediğimiz doğrudan eylemin yöntemleri, taktik olarak etkili olmalarına karşın, kesin bir çözüm sağlayamazlar. Barınmanın esas nedenlerini bulmak ve bunlara makul ölçüde eylemle karşı koymak için sorunun kökenini doğru kavramamız gerekir.
Ev yalnızca dört duvardan oluşmaz, o aynı zamanda uzam, ışık, güneş ışığı ve dış çevredir. Beraberinde okul, sağlık hizmetleri, yeşil ortam, çocukların oynaması için oda, dinlenme tesisleri, eğlenceler, kültür; başka bir deyişle iş, üretim, mübadele için rahatlık ve kolaylıklar, ekonomik hayatın araçlarını gerektirir. Ev, aslında topluluğa doğru genişler. Ev sağlıklı olduğunda insanın emelleri için etkili bir araçtır ve sağlıklı bir topluluğun yapısına ahenkle uyar.
Çağdaş kent sağlıksız bir topluluğun yanı sıra -ki aslında bu topluluk bile sayılmaz- yalıtılmış bina ve insanlardan oluşan fiziki bir moloz yığınıdır. Kapsamlı bir gecekonducular hareketi ve ev inşaatında devasa bir artış, nüfusun tamamına şimdi zenginlerin tadını çıkardığı standartta konut sağlasa bile sonuç aynı olacaktır, zira kapitalist uygarlıkta kent yetersizdir ve onun yapısında ev sağlıklı olamaz.
Evin hastalığı kentinkiyle çakışır.
Ortaçağ cemaatinin parçalanmasından beri, otorite lehine insan ilkesinden vazgeçme, somut olguların soyutlamalara tabiiyeti ve soyutlamanın hakikatler dünyasına yüceltilmesi -insanın kendi kolektif hayatına yeterli toplumsal anlamı verme kabiliyetini kaybetmesi- bu illetin kökenidir.
Bunun günümüzdeki sonucu, şevki kırılmış ve parçalanmış bir toplumsal bedendir. İnsani bakış açısından bu yetersizdir çünkü insanı akranlarıyla, doğayla, kolektif üretken süreçlerle ilişkisiz bir hayata -hava geçirmez şekilde asfalt ve taşla damgalanmış bir hayata- indirger. İşlevsel bakış açısından yetersizdir çünkü civarında bulunan bölgenin aktif merkezi olmak yerine, pahalı bürokratik ve üretken olmayan yapısından ötürü bölgeden yiyecek soğurarak asalak bir beden haline gelmiştir.
Mevcut toplumsal yapıyı kurtarma, hayatın acil gerçekliklerini mahvetme aracı olarak algılanan kent planlaması, tehlikeli bir düştür.
Ancak farklı bir tarzda, komünal elbirliğinin tezahürü olarak düşünüldüğünde, insanın hakiki varlığını özgürleştirme gayreti olur. Doğa, sanayi ve bütün insan etkinliği arasında uyumlu bir bağ oluşturma çabasıdır ve trafik, ulaşım ya da bina estetiği sorunundan çok daha fazlasıdır.
Bu nedenle yeni kent planlamacılığı olgusunda kabul ettiğimiz tutum belirleyicidir.
Karşıt bir tutum benimsemek mümkündür: “İlle de otoriteden doğacak plan yalnızca zararlı olabilir. Toplumsal hayattaki değişimler planı izleyemez. Plan yeni yaşam tarzında tali olacaktır.” Veya bir katılım tutumu benimsenebilir: “Plan mevcut toplumsal düzenimizin yönünü değiştirerek onu ‘tasfiye etmenin’ fırsatıdır ve değiştirilen bu amaç devrimci bir toplumsal yapı için zorunlu başlangıçtır.”
İlk tutum iki ana argümana dayanır: Birincisi, otoritenin özgürleştirici bir fail olamayacağıdır –ki bu tamamen doğrudur; ikincisi, insan özgür olana kadar hiçbir şey yapamayacağıdır –ki bu yanlış bir görüştür. İnsan özgürleştirilemez, kendisini özgürleştirmesi gerekir ve bu özgürlük yönündeki her türlü ilerleme ancak kendi iradesinin bilinçli ifadesi olabilir. Bölge, kent ve ülkenin sorunlarının sonsuz büyüklüğünün araştırılması böyle bir faaliyettir. Sorunların doğasını ortaya çıkarmak ve bunların çözümlerini hazırlamak, otoritenin iktidarını ortadan kaldırıp iktidarı halka veren doğrudan eylemin somut bir örneğidir. Aslında “devrimin halletmesi için beklemek” anlamına gelen muhalif tutum, toplumsal devrimin şimdinin sorunlarından ötürü geleceği düşünmekten aciz, bezmiş ve güdük insanlarca değil de, temiz eller tarafından başarılacağı gerçeğini hesaba katmaz. Devrimin özgür bir toplumun zorunlu koşullarını yaratmak için bu kötülüklerin yok edilmesiyle başladığı unutulur.
Eğer kent planlamacılığını otoritenin gözü kararmış tekelinden kurtarmada başarılı olup toplumsal hayatın gerçek sorunlarında komünal bir araştırma ve inceleme organı yaparsak, devrimci bir silah olabilir. Bu sorunlar çoktur ve acilen çözülmesi gerekir.
Bölgede, özel mülkiyet keyfi olarak sürülebilir toprağı böldü ve insanlar ile toprak arasındaki duygusal ve işlevsel ilişkiyi yok etmenin yanı sıra, topluluğun bütün hayati çıkarlarının yoluna engeller koydu. Üretim, mübadele, ulaşım, iletişim ve hizmet sorunlarının hepsi bunları çözecek ne etkiye ne de beceriye sahip olan ayrıcalıklı azınlıkların ya da devletin ellerindedir.
Kentte ikamet edenlerin aşırı kalabalığı ve katmanlaşması, bireysel ve toplumsal hayatın bütün yönlerini yok etti ya da yozlaştırdı. Okullar sağlıksız ve aşırı kalabalık, sağlık hizmetleri yetersiz, trafik kaotik ve tehlikeli, yeşil alan ise toprak spekülatörleri tarafından massediliyor.
Evde insan bir hayvan düzeyine düşürülüyor. İnsan ışık, hava, güneş ve çimden, doğayla ve akranlarıyla bağlantıdan mahrum bir şekilde bağımsızlığını ve toplumsal hayat yetisini kaybediyor. Halim selim, yumuşak başlı, disipline ve savaşa yatkın hale geliyor.
Durum tersine çevrilebilir. Eğer yerel sorunlara ilişkin kapsamlı bir bilgi ve anlayış geliştirip bunları çözmede teknik araçları geliştirirsek ve daha sonra bu planların uygulamaya konduğunu ihtiyatla ve bilfiil görürsek, o zaman kent ve ülke planlamacılığı kolektif doğrudan eylemin en etkin aracı olabilir.
İlk olarak sendika.org’da yayımlanmıştır.

İng.Çev.: güvencesiz çevirmen

·         Giancarlo de Carlo (1919-2005): İtalyan anti-faşist direnişinde ve savaş sonrası İtalyan anarşist hareketinde aktif olan ünlü bir mimardı. Mimar çalışmalarının plan ve tasarıların tüketici ve ikamet edenlerle birlikte oluşturulduğu bir tür “katılımcı mimarlığı” savunuyordu. Şehirciliği ve mamur çevreyi tartışan küresel bir forum olarak Spazio e Società ile Uluslararası Mimari ve Tasarı Laboratuarı’nı (ILAUD, 1974-2004) kurdu. Colin Ward tarafından çevrilen yukarıdaki parçalar ilk olarak aylık İtalyan anarşist dergi Volontà’da yayınlanan de Carlo’nun bir makalesinden alınmıştır. Ward’ın çevirisi Haziran 1948’de İngiliz anarşist gazetesi Freedom’da yayınlandı.