Topluluğu Yeniden
Kurmak: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem
Barınma sorunu
çağdaş toplum krizinin temelidir … Bütün toplumsal yapımızın bir çözülme
durumunda olduğunu ve ancak en radikal, güçlü çarelerin onu
iyileştirebileceğini fark etmek için İtalya’nın etrafını dolaşıp kasaba ve
köyleri gezmek … insanların nerede doğup, çoğalıp öldüğünü ve yaşadıkları
evleri görmek yeterlidir.
Nüfusun aşırı
yoğunlaşması konutun esas işlevini yerine getirmesini önler, yararlı insan
ilişkilerinin gelişebildiği bir ortama son verir ve fiziki, ahlaki bozulmanın
tehlikeli bir aracı, hastalık ve ölümün bir aracı olur.
1946’da
İtalya’daki ortalama çocuk ölüm oranı binde yüz altmış dokuz iken, barınma
koşullarının biraz daha iyi olduğu Fransa’da binde yüz ondu…
Napoli’de, 1935
ve 1941 arasında yapılmış bir araştırmada, ziyaret edilen 8.431 çocuktan
%16.8’i akciğer veremiydi ve yalnızca %11’i akciğer ağrıları çekmiyordu.
Vakaların %69’unda ev tek gözlü bir odadan meydana geliyordu, %70’i çoğunlukla
ailecek aynı odada, aynı yatakta hastayla kalıyordu.
Milan’da
tüberkülozlu yüz aileden yetmiş altısı bir veya iki odada kalıyordu.
Bu sayılar
günümüz konutunun insan hayatına tehlike teşkil ettiğini göstermek açısından
yeterli olacaktır, zira daha fazlasını aktarmaya burada yerimiz yok. Ancak altı
çizilmesi gereken bir önemli olgu daha var: İtalya’da her 100 işçi sınıfı
meskeninden otuz üçü orta ve üst sınıf evlerle karşılaştırıldığında aşırı
kalabalıktır.
Bu yeni bir şey
değil. Günümüz yoksullarının evleri, M.Ö üçüncü yüzyıldaki kölelerinkinden ya
da Roma İmparatorluğu’ndaki pleblerinkinden çok az farklıdır. Bu, kriz
momentleri ve devlete karşı direnişinin zayıflamasıyla çakışan bir fenomendir.
Bağımsızlık
duyusunun zayıflaması devletin otoritesini güçlendirir. Doğrudan eylem dürtüsü
azalır, tasnif ve bürokratik ruh zafer kazanır, eğitim tamamen niceliksel olur,
kültür ve sanat yaşamdan koparılır, hayatın kendisi bölümlere ayrılır ve
soyutlama yollarında zayıflatılır. Aynı zamanda kent kendi doğal fiziksel ve
tinsel yenileme işlevini kaybeder ve insana kendi çöküşü içerisinde acı
çektirerek zarar verici bir organizma olur.
Bugünkü durum
yeni bir fenomen değildir ancak daha önce olduğundan kötüdür, çünkü etkileri
daha kapsamlı, daha tüyler ürpertici ve bizim için işe yarar olabilen
teknikteki ilerlemelerden dolayı daha saçmadır. Yine de günümüz toplumsal
organları, kapitalizm ve devlet, bu çaresiz krizi çözecek bir şey yapmaktan
acizdir. Ayrıcalık ve otorite ilkeleri hüküm sürdüğü müddetçe yeni materyaller,
yeni inşa süreçleri boşunadır.
Kapitalizm
imkanları az olan sınıflar için evler inşa etmiyor ve edemez de, çünkü bu tür
yatırım iyi bir geri dönüşüm sağlamaz … özel sermaye, yalnızca üst sınıf konuta
ve iyi bir geliri garanti eden (ofis blokları, lüks dükkanlar, sinemalar vb.)
bu tip binalara yatırılır ve yoksullar bütün sonuçları bakımından halen daha
fazla nüfus kalabalığına neden olan eski ve hijyenik olmayan binalarda barınak
bulmaya itilir…
Devlet bu durumu
değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, yapamaz. Devlet otoritenin temel nedeni
olduğu için -gerçek bir şey gibi görünen ve somut gerçeklikle hiçbir bağı
olamayan bir soyutlama- bir soyutlamaymış gibi davrandığı ve manipüle ettiği
insanın kendisidir.
Ev, insanla
doğrudan ilişki içerisinde bir organizmadır. Ev insanın dışsal çevresi,
uzamdaki olumlamasıdır. Dolayısıyla insanı bir bireyden ziyade, biraz daha
büyük bir rakamın kesiri olarak kabul eden devletle evin hiçbir
ilişkisi yoktur.
Devlet bu
ilişkileri her ne zaman üstlense sonuçlar korkunç olmuştur. Bunu doğrulamak
için tarihe dönüp bakabiliriz -eski Mısır’ın, Roma İmparatorluğu’nun, Fransız
monarşisinin zalim despot devletleri yönetimindeki kentleri betimleyebiliriz-
ancak bu, günümüzde herhangi bir İtalyan kentini düşünmek için kafidir… toplu
konutlar çok sınırlıdır ve hedeflenen kitlenin karşılayamayacağı kadar çok
maliyetli olur. Üstelik çirkin ve kötü bir şekilde inşa edilir; nitekim
insanlar için değil de devletin algıladığı soyut insanlar için inşa edilirler.
Günümüzde
belediye konutçuluğu, insanların epey berbat bir şekilde kafeslendikleri
kentlerimizin çevresini tekdüze bir şekilde kaplayan bakımsız barakalar
demektir. Ne nitelik ne de nicelik bakımından konut sorununu çözmezler, fakat
bunlar devletin yapabileceği en büyük katkıdır.
Konut sorunu
yukarıdan çözülemez. Bu halkın sorunudur ve halkın kendi somut irade ve eylemi
dışında çözülmeyecek hatta cesurca yüzleşilemeyecektir; dolayısıyla şimdiye
kadar düşünülen evler için doğrudan eylem türünün -bina kooperatifleri, boş
evlerin illegal işgali ve barınma grevleri- geçerlilik ve sınırlarını
değerlendirmek faydalı olacaktır.
Bina kooperatifi
elbette düşük maliyete evler yaratmada etkili bir araç ve kolektif eylem
biçimleri bakımından kiracılar için değerli bir deneyimdir. Savaştan beri artan
bu kooperatifler, genellikle belirli sayıda bina teknisyenini görevlendirmek ve
belediye girişimleriyle karşılaştırıldığında –daha etkin iç örgütlenmeleri ve
daha adil kazanç paylarıyla mümkün olan- daireleri rekabete dayalı bir kira
bedeline piyasaya sürme maksadıyla oluşturulur. Ancak kolektif eylemin ilginç
bir örneği olmalarına rağmen, temel barınma sorununu düzeltmek açısından çok az
şey yapabilirler, zira esas amaçları barınma değil iş sağlamaktır ve iş,
rekabete dayalı piyasanın dalgalanmasına göre taahhüt edilir.
Çok daha az
sıklıkla bir araya gelen kiracıların kooperatifleri belirli sayıda evsize konut
sağlamayı amaçlar: Binaların mevcut fiyatlarla satın alınması ve konut olarak
örgütlenmeleri. Eğer (varlıklıyla sınırlı,
kooperasyondan daha ziyade sadece bölünmüş bir mülk sahipliği ve her türlü
toplumsal önemden yoksun olan) hissedarlığı dışarıda bırakırsak, bu kooperatif
tipi ancak dış mali
yardımla var olabilir. Ve çözüm elbette, bazı yerlerde varsayıldığı gibi, eninde
sonunda kooperatif evlerini işgal edecek kiracıların doğrudan kooperatif toplu
konutları değildir. Bu doğrudan eyleme dair eğitici bir örnek olabilir, ancak
neredeyse hiç de pratik bir yöntem değildir ve çok az somut sonuç verir.
Günümüz konutu, modern üretken tekniklerle güncellenmeyen, geleneksel inşa
yöntemlerin masrafından dolayı maliyetlidir. Genellikle inşaat ustalığında
eğitilmemiş ve uygun alet ve malzemeler verilmemiş kiracıların doğrudan
üretimi, çoğu kez kötü işçilik ve görece yüksek maliyetlerle sonuçlanır.
Çözüm (mevcut
toplumsal yapı içersinde hareket edeken) ortak bir mali mekanizmayla beraber komünal
bir eylem programında birleşmiş apartman ve kiracı kolektiflerinin
oluşturulmasındadır. Devletin mali
yardımına … ya da politik eylemden kaynaklanan ve kooperatifleri finansörlerin
çıkarlarına bağlayarak er veya geç kendi tuzaklarını ortaya çıkaran girişkenlik
türüne bel bağlayamayız. Bu nedenle yerel mali durumdan gelen finansmanın
özerk olması gerekir. Nitekim bu özerklik, mesai harcayan, üretime katkıda
bulunan, para yardımında bulunan, hali hazırda tamamen topluluğa ait olan
zenginliği ellerinde bulunduranlardan yardım isteyen ve belediyelerin zorunlu
alanlar ile temel inşaat malzemelerini bedava ya da düşük maliyete sağlamaya
zorlayan kolektifin üyelerinin mümkün olduğunca karşılıklı yardımlaşmasına
dayalıdır.
Doğrudan eylemin
bir başka biçimi boş binaların illegal işgalidir. En önemli örnekler 1914-18
savaşından ve son savaşın hemen ardından İngiltere’de, birçok ülkede bu tür
eylemlere adını vermiş olan “Gecekonducular” hareketiyle birlikte ortaya çıktı.
“Gecekonducular” aslında barınma için kullanılabilen ev ve binaların işgalinin
yanı sıra, bir başka “illegal” işgal biçimi olan mülk sahiplerinin tebliğ
ettiği tahliye emirlerinin sistematik ve örgütlü reddinden meydana geliyordu.
İtalya’da savaştan hemen sonra yaygın bir “gecekondulaşma” patlaması oldu.
Örneğin Messina’da, insanların aşırı ihtiyacına rağmen 3000 odanın boş olduğu
başpiskaposun sarayına evsiz insanlar el koydu. Çoğu kez tahliye emirlerine
karşı evlerin etrafında kiracılardan oluşan, bireysel ya da kolektif, nöbetçi
mangaları aracılığıyla gösterilen direniş örnekleri çoğaldı.
Barınma grevi,
yukarıda vurgulanan anlamda tamamlayıcı, doğrudan eylem yöntemidir. Daha yüksek
ücretler için grev bir barınma grevi olarak düşünülmediği için, ki haftalık
ücretin önemli bir kısmı kiraya gider, emsal eksikliğinden ötürü yaygın bir
şekilde uygulanmamıştır. Kira ödemeyi kolektif olarak reddetme biçiminde,
barınma grevinin önemli oranda gecekondulaşmaya yardımı olur.
İncelediğimiz
doğrudan eylemin yöntemleri, taktik olarak etkili olmalarına karşın, kesin bir
çözüm sağlayamazlar. Barınmanın esas nedenlerini bulmak ve bunlara makul ölçüde
eylemle karşı koymak için sorunun kökenini doğru kavramamız gerekir.
Ev yalnızca dört
duvardan oluşmaz, o aynı zamanda uzam, ışık, güneş ışığı ve dış çevredir.
Beraberinde okul, sağlık hizmetleri, yeşil ortam, çocukların oynaması için oda,
dinlenme tesisleri, eğlenceler, kültür; başka bir deyişle iş, üretim, mübadele
için rahatlık ve kolaylıklar, ekonomik hayatın araçlarını gerektirir. Ev,
aslında topluluğa doğru genişler. Ev sağlıklı olduğunda insanın emelleri için
etkili bir araçtır ve sağlıklı bir topluluğun yapısına ahenkle uyar.
Çağdaş kent
sağlıksız bir topluluğun yanı sıra -ki aslında bu topluluk bile sayılmaz-
yalıtılmış bina ve insanlardan oluşan fiziki bir moloz yığınıdır. Kapsamlı bir
gecekonducular hareketi ve ev inşaatında devasa bir artış, nüfusun tamamına
şimdi zenginlerin tadını çıkardığı standartta konut sağlasa bile sonuç aynı
olacaktır, zira kapitalist uygarlıkta kent yetersizdir ve onun yapısında ev
sağlıklı olamaz.
Evin hastalığı
kentinkiyle çakışır.
Ortaçağ
cemaatinin parçalanmasından beri, otorite lehine insan ilkesinden vazgeçme, somut
olguların soyutlamalara tabiiyeti ve soyutlamanın hakikatler dünyasına
yüceltilmesi -insanın kendi kolektif hayatına yeterli toplumsal anlamı verme
kabiliyetini kaybetmesi- bu illetin kökenidir.
Bunun
günümüzdeki sonucu, şevki kırılmış ve parçalanmış bir toplumsal bedendir.
İnsani bakış açısından bu yetersizdir çünkü insanı akranlarıyla, doğayla,
kolektif üretken süreçlerle ilişkisiz bir hayata -hava geçirmez şekilde asfalt
ve taşla damgalanmış bir hayata- indirger. İşlevsel bakış açısından yetersizdir
çünkü civarında bulunan bölgenin aktif merkezi olmak yerine, pahalı bürokratik
ve üretken olmayan yapısından ötürü bölgeden yiyecek soğurarak asalak bir beden
haline gelmiştir.
Mevcut toplumsal
yapıyı kurtarma, hayatın acil gerçekliklerini mahvetme aracı olarak algılanan
kent planlaması, tehlikeli bir düştür.
Ancak farklı bir
tarzda, komünal elbirliğinin tezahürü olarak düşünüldüğünde, insanın hakiki
varlığını özgürleştirme gayreti olur. Doğa, sanayi ve bütün insan etkinliği
arasında uyumlu bir bağ oluşturma çabasıdır ve trafik, ulaşım ya da bina
estetiği sorunundan çok daha fazlasıdır.
Bu nedenle yeni
kent planlamacılığı olgusunda kabul
ettiğimiz tutum belirleyicidir.
Karşıt bir tutum
benimsemek mümkündür: “İlle de otoriteden doğacak plan yalnızca zararlı
olabilir. Toplumsal hayattaki değişimler planı izleyemez. Plan yeni yaşam
tarzında tali olacaktır.” Veya bir katılım tutumu benimsenebilir: “Plan mevcut
toplumsal düzenimizin yönünü değiştirerek onu ‘tasfiye etmenin’ fırsatıdır ve
değiştirilen bu amaç devrimci bir toplumsal yapı için zorunlu başlangıçtır.”
İlk tutum iki
ana argümana dayanır: Birincisi, otoritenin özgürleştirici bir fail
olamayacağıdır –ki bu tamamen doğrudur; ikincisi, insan özgür olana kadar
hiçbir şey yapamayacağıdır –ki bu yanlış bir görüştür. İnsan özgürleştirilemez,
kendisini özgürleştirmesi gerekir ve bu özgürlük yönündeki her türlü ilerleme
ancak kendi iradesinin bilinçli ifadesi olabilir. Bölge, kent ve ülkenin
sorunlarının sonsuz büyüklüğünün araştırılması böyle bir faaliyettir.
Sorunların doğasını ortaya çıkarmak ve bunların çözümlerini hazırlamak,
otoritenin iktidarını ortadan kaldırıp iktidarı halka veren doğrudan eylemin
somut bir örneğidir. Aslında “devrimin halletmesi için beklemek” anlamına gelen
muhalif tutum, toplumsal devrimin şimdinin sorunlarından ötürü geleceği
düşünmekten aciz, bezmiş ve güdük insanlarca değil de, temiz eller tarafından
başarılacağı gerçeğini hesaba katmaz. Devrimin özgür bir toplumun zorunlu
koşullarını yaratmak için bu kötülüklerin yok edilmesiyle başladığı unutulur.
Bölgede, özel
mülkiyet keyfi olarak sürülebilir toprağı böldü ve insanlar ile toprak
arasındaki duygusal ve işlevsel ilişkiyi yok etmenin yanı sıra, topluluğun
bütün hayati çıkarlarının yoluna engeller koydu. Üretim, mübadele, ulaşım,
iletişim ve hizmet sorunlarının hepsi bunları çözecek ne etkiye ne de beceriye
sahip olan ayrıcalıklı azınlıkların ya da devletin ellerindedir.
Kentte ikamet
edenlerin aşırı kalabalığı ve katmanlaşması, bireysel ve toplumsal hayatın
bütün yönlerini yok etti ya da yozlaştırdı. Okullar sağlıksız ve aşırı
kalabalık, sağlık hizmetleri yetersiz, trafik kaotik ve tehlikeli, yeşil alan
ise toprak spekülatörleri tarafından massediliyor.
Evde insan bir
hayvan düzeyine düşürülüyor. İnsan ışık, hava, güneş ve çimden, doğayla ve
akranlarıyla bağlantıdan mahrum bir şekilde bağımsızlığını ve toplumsal hayat
yetisini kaybediyor. Halim selim, yumuşak başlı, disipline ve savaşa yatkın
hale geliyor.
Durum tersine
çevrilebilir. Eğer
yerel sorunlara ilişkin kapsamlı bir bilgi ve anlayış geliştirip bunları
çözmede teknik araçları geliştirirsek ve daha sonra bu planların uygulamaya
konduğunu ihtiyatla ve bilfiil görürsek, o zaman kent ve ülke planlamacılığı
kolektif doğrudan eylemin en etkin aracı olabilir.
İlk olarak
sendika.org’da yayımlanmıştır.
İng.Çev.:
güvencesiz çevirmen
·
Giancarlo
de Carlo (1919-2005): İtalyan anti-faşist direnişinde ve savaş sonrası İtalyan
anarşist hareketinde aktif olan ünlü bir mimardı. Mimar çalışmalarının plan ve
tasarıların tüketici ve ikamet edenlerle birlikte oluşturulduğu bir tür
“katılımcı mimarlığı” savunuyordu. Şehirciliği ve mamur çevreyi tartışan
küresel bir forum olarak Spazio e Società ile Uluslararası Mimari ve Tasarı
Laboratuarı’nı (ILAUD, 1974-2004) kurdu. Colin Ward tarafından çevrilen
yukarıdaki parçalar ilk olarak aylık İtalyan anarşist dergi Volontà’da
yayınlanan de Carlo’nun bir makalesinden alınmıştır. Ward’ın çevirisi Haziran
1948’de İngiliz anarşist gazetesi Freedom’da yayınlandı.