Saturday, February 23, 2013

Biz Arabeskin acılsını sevdik..


Uğur Küçükkaplan’ın Arabesk adlı kitabı, yılların tartışmasına yeni bir bakış açısı getiriyor. Türün dönüşümünü hem tarih hem de etnomüzikoloji disiplinlerinden süzüyor.

Giriş kattaki dükkandan bozma süpermarketin kepenklerine asılmış brandada yazıyor: PAZARTESİ VE ÇARŞAMBA HALK GÜNÜDÜR. “Kalan günlerde demek, alışverişe Prens Charles geliyor” diye düşünüyorum. Emekliler kovayla yoğurt, yandaki lisenin iştahlı ergenleri kaymaklı bisküvi ile şeftali suyu almak için pazartesiyi, çarşambayı bekliyor.
Yan yana dizildikleri plastiğin üzerinde yağmuru güneşi yiye yiye solmuş “H”, “A”, “L”, K’ harfleri, alışverişimizi Neşe Market indirim kartı ile yaptığımızda kazanacağımız on iki kuruştan ziyade başka bir şeyi hatırlatmak için orada: Haddinizi bilin!
O “halk” sözcüğü, Kürt “sorunu”, Ermeni “meselesi”, arabesk “tartışması”ndan farksız. Bizim olmayan bir “derte” kederlenmek yazgımız. Bize kalsa ağacın gölgesi, denizin tuzu bizim, hepimizin. Bize kalsa ayva da bizim Orhan Gencebay da.
Uğur Küçükkaplan’ın Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Analiz başlıklı kitabının temel meselesi de bu. “Arabesk” diyor Küçükkaplan, “Hep sosyolojinin konusu oldu. 50’lerle birlikte, köyden kente göç edenlerin tutunacağı bir dal sanıldı. Halbuki bu işin müzikal bir boyutu ve sanılanın aksine epey derin bir geçmişi var.”

Sanat devlet içindir

Cumhuriyet’in ilk yıllarına gidelim. 1930-1960 arası devletin sanat politikalarına bakalım. Küçükkaplan’a göre, “Yeni bir ulus inşa etmek amacıyla yola çıkan ve bu süreçte çeşitli reformlar yapmayı hedefleyen cumhuriyetçi kadroların en önem verdiği alan, şüphesiz ideolojilerini meşru kılmaya çalıştıkları kültür sahası olmuş”. Dönemin en çok okunan sanat dergisi Ülkü’de, Ali Sami’nin yazdığı “Güzel Sanatları İnkılaba Nasıl Maledebiliriz?” başlıklı bir yazı mealen şöyle diyor. “Bu yolculukta ulaşmağa savaşacağımız mühim merhaleler vardır. Her şuurlu vatandaşın bu savaşta kudreti kadar bir vazifesi, bir de mesuliyeti olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır. Üzerine düşen vazifeyi yapamayan vatandaş, inkılâp teknesinin lüzumsuz bir safrasıdır.” Yani, sanat ne sanat içindir ne halk içindir. Sanat devlet içindir. İnkılaba yararı yoksa, boşa ıslık bile çalma, kapıyı dahi gıcırdatma.
Tabii bunun öncesi de var. Tanzimat Dönemi’nde yoldan geçen birini çevirip, “En sevdiğin grup ne?” diye sorsan, “Kulağıma hoş gelen her müziği dinliyorum azizim lakin çok seslinin yeri başka” diye cevap verdiği için geleneksel Türk müziği bestekârları tek tek Mısır’a göçüyor. Dede Zekâi Efendi, Veli Dede, Enderuni Ali Bey, Lavtacı Andon, Melekset Efendi, Tanburi notacı Aleksan, Şekerci Cemil Bey bunlardan bazıları… Müziğin sarayın dışına çıkmasının en önemli sonucu popülerleşmesi oluyor. Ondan önce müzik ancak saraya özgü bir şey.

Antenleri Mısır’a çeviriyoruz

1934’te radyoda Türk müziği çalmak yasaklanıyor. Halk da, antenlerini Mısır radyolarına çeviriyor. Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında “Türk halkı Mısır Radyosu’ndan gelen Arap sesini kendi sesi zannetmeğe devam ediyor” diyerek konuyla ilgili rahatsızlığını dile getiriyor.
Ancak Küçükkaplan’a göre, “Türkiye’de Arap müziği ile kurulan ilişkide, Klâsik Türk Müziği’nin yasaklandığı 1930’lu yılların ortalarında, dinleyicilerin Mısır Radyosu’na yönelmelerinin ve kendilerine tanıdık gelen ezgileri buradan dinlemelerinin önemli bir payı olmakla birlikte; söz konusu kültür ve müzikle kurulan ilişki sadece buradan hareketle açıklanamaz.” Büyük etkilerden biri de Ümmü Gülsüm’lü, Asmahan’lı Mısır filmleridir. 30’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanan Mısır sineması Türkiye’de de çok sevilir. 1930-1950 yılları arasında Türkiye’de gösterilen Arap filmleri içerisinde Mısır kaynaklı olanların sayısının yüz ila yüz elli arasında olduğu düşünülüyor.
Mısır filmlerine şarkı yapan bestekârların başında Sadettin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk gelir. Sadi Işılay, Artaki Candan, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Kadri Şençalar, Hüseyin Coşkuner, Mustafa Nafiz Irmak, Selahaddin Pınar var.
Meral Özbek’in deyişiyle, bu filmlerde ilginç olan nokta, yapılan müzikte resmi çevrelerce genel olarak “piyasa müziği” ya da “yoz müzik” adıyla nitelenen ve esas olarak radyo denetiminden geçmeyen şarkı ve yorumların hakim olması. Dolayısıyla özellikle 1960 başında 45’lik plakların piyasaya çıkmasının ve bununla birlikte canlanan plak pazarının öncesinde, şarkılı filmlerin Türk müzik hayatının niteliğinin belirlenmesinde çok önemli bir rolü var.
1950’lere kadarki süreçte, İstanbul’un seçkin eğlence anlayışını gazinolar temsil ediyor. Gazinolara gelen müşterilerin büyük bir bölümü dönemin politikacıları, sanatçıları ve Beyoğlu çevresinde oturan azınlıklar. II. Dünya Savaşı sonrasındaysa ekonomik açıdan dengeler değişiyor. Bu değişimde, aynı yıllarda Türkiye’de çokpartili döneme geçilmesiyle birlikte yeni bir politik sürecin başlamasının ve Demokrat Parti döneminde yaşanan göçle beraber, kırsal kesimden gelip İstanbul’a yerleşerek ekonomik açıdan güçlenen yeni bir sınıfın ortaya çıkmasının da önemli payı var.
1950’lerin sonlarından itibaren klasik Türk müziği dinlemek için gazinoya giden kitlenin, hem değişen repertuvarlara hem de ekonomik nedenlere bağlı olarak gazinolardan uzaklaştığı görülüyor. Bu uzaklaşmanın ilk sebebi, kayıtlar ya da konserler vasıtasıyla müzik dinleme ihtiyaçlarının giderilebilmesi olsa da esas sebep, “halkın denize inmesiyle vatandaşın mağdur olması.”
60’lar ve “bildiğimiz arabesk”
50’lerde başlayan göçle birlikte müzikte Anadolu etkisi hissedilmeye başlanıyor. 1960’lı yılların müzik ortamı için, yeniliklere açık ve farklı tarzları benimseyebilen bir çizgide seyrettiği söylenebilir. Kültür endüstrisinin gelişmesiyle yakından ilgili olan arabesk müziğin yaygınlaşmasında, yine aynı yıllarda piyasaya çıkan 45’lik plakların ve sektördeki firma sayısının artmasının büyük rolü var. Müzik teknolojisinin daha da geliştiği, stereo kayda geçilen 1970’li yıllarda da arabesk müziğin gelişen teknolojiyle doğru orantılı olarak yaygınlık kazanmaya devam ettiği görülüyor. Dolayısıyla arabesk, anlam dünyası bakımından ülkenin politik, ekonomik ve toplumsal şartlarından etkilenmekle birlikte onu teknik açıdan kısmen de olsa koruyan piyasa koşulları içerisinde hızla gelişimini sürdürüyor. Özellikle 1980’e kadar içinde bulunulan politik ve sosyal koşulların da etkisiyle, ilk yıllardaki dinleyici kitlesinin büyük bölümünü oluşturan gecekonduluların başkaldırısını ifade eden kültürel bir ürün olarak algılanıyor. 1980’li yıllara gelindiğinde değişen koşullarla beraber arabeskin toplumsal anlamı da değişiyor. Tüketici kitlesi genişliyor, hem kırsal alanda hem de kentsel orta ve altsınıflar arasında sevilen bir müzik türü haline geliyor.
1980’lerin başına kadarki yaklaşık 20 yıllık süreçte TRT’nin bu müziğe karşı takındığı tutum çok sert. TRT, radyolarda ve televizyonda arabesk müziğin çalınmasını yasaklayarak bu müziğe karşı olduğunu net bir tavırla gösteriyor. Arabesk müzik şarkıcılarının rol aldıkları filmleri de kapsayan bu yasak ancak 1970’li yılların sonlarında esneklik kazanmaya başlıyor. TRT’nin bu ılımlı tavrı kısmen de olsa ilerleyen yıllarda da devam ediyor ve 1980’de yılbaşı programında Orhan Gencebay’ın Yarabbim isimli şarkısıyla televizyona çıkması bu yasağın kalktığını müjdeliyor.
Sanıyorum ne TRT ne Mısır etkisi… Türkiye’nin arabesk dönemi, gerçek arabesk dönemi, Turgut Özal, İbrahim Tatlıses’le çiğköfte partisi yaptıktan sonra başlıyor. Hatta, Anavatan Partisi, dönemin popüler şarkısı Seni Sevmeyen Ölsün’ü 1988 seçimlerinde kampanya müziği olarak kullanıyor. Orhan Gencebay’ın, Ahmet Kaya’nın bir tür “başkaldırı” olarak icra ettiği arabesk, 80’lerle birlikte “kitchleşiyor.” Bir de Kültür Bakanlığı siparişi olan “acısız arabesk” var ki orayı, İbrahim Tatlıses’in “Acısız arabesk acısız Adana gibidir, tat vermez” lafıyla geçelim.
Kitabın büyük bölümü “sosyolojik analizlerle” aksa da, kendisi de bir müzisyen olan Küçükkaplan, arabesk eserleri müzikal açıdan da incelemiş. Koşma ve manilere çok benzeyen Orhan Gencebay güfteleri, halk müziğinden esinlenen arabesk şarkılar, Caz icracılarıyla çalışan Mine Koşan… Kitabın şarkıları nota nota deştiği bölüm meraklısına çok şey anlatabilir.
Büyük mevzuları tek başlıkta incelemek çok zordur. Hantal parçaları didiklemek için kemiğini, sinirini ayırmak gerekir. Bu yüzden belki de tek başına bir Ali Tekintüre kitabı, uzun uzun Bergen külliyatı hazırlamak çok önemli. Arabeskin nasıl bir seyir izlediğini görmek, ıslıkla tutturduğumuz bestelerin etnomüzikolojide nereye tekabül ettiğini görmek için bu kitap önemli.
Arabesk tartışılmaz, yanına rakı açılır derseniz de olur. Buz ister misiniz?
ALINTI

ARABESK

Toplumsal ve Müzikal Analiz
Uğur Küçükkaplan
Ayrıntı Yayınları