Uğur
Küçükkaplan’ın Arabesk adlı kitabı, yılların tartışmasına yeni bir bakış açısı
getiriyor. Türün dönüşümünü hem tarih hem de etnomüzikoloji disiplinlerinden
süzüyor.
Giriş kattaki
dükkandan bozma süpermarketin kepenklerine asılmış brandada yazıyor: PAZARTESİ
VE ÇARŞAMBA HALK GÜNÜDÜR. “Kalan günlerde demek, alışverişe Prens Charles
geliyor” diye düşünüyorum. Emekliler kovayla yoğurt, yandaki lisenin iştahlı
ergenleri kaymaklı bisküvi ile şeftali suyu almak için pazartesiyi, çarşambayı
bekliyor.
Yan yana
dizildikleri plastiğin üzerinde yağmuru güneşi yiye yiye solmuş “H”, “A”, “L”,
K’ harfleri, alışverişimizi Neşe Market indirim kartı ile yaptığımızda
kazanacağımız on iki kuruştan ziyade başka bir şeyi hatırlatmak için orada:
Haddinizi bilin!
O “halk”
sözcüğü, Kürt “sorunu”, Ermeni “meselesi”, arabesk “tartışması”ndan farksız.
Bizim olmayan bir “derte” kederlenmek yazgımız. Bize kalsa ağacın gölgesi,
denizin tuzu bizim, hepimizin. Bize kalsa ayva da bizim Orhan Gencebay da.
Uğur
Küçükkaplan’ın Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Analiz başlıklı kitabının temel
meselesi de bu. “Arabesk” diyor Küçükkaplan, “Hep sosyolojinin konusu oldu.
50’lerle birlikte, köyden kente göç edenlerin tutunacağı bir dal sanıldı.
Halbuki bu işin müzikal bir boyutu ve sanılanın aksine epey derin bir geçmişi
var.”
Sanat devlet içindir
Cumhuriyet’in
ilk yıllarına gidelim. 1930-1960 arası devletin sanat politikalarına bakalım.
Küçükkaplan’a göre, “Yeni bir ulus inşa etmek amacıyla yola çıkan ve bu süreçte
çeşitli reformlar yapmayı hedefleyen cumhuriyetçi kadroların en önem verdiği
alan, şüphesiz ideolojilerini meşru kılmaya çalıştıkları kültür sahası olmuş”.
Dönemin en çok okunan sanat dergisi Ülkü’de, Ali Sami’nin yazdığı “Güzel
Sanatları İnkılaba Nasıl Maledebiliriz?” başlıklı bir yazı mealen şöyle diyor.
“Bu yolculukta ulaşmağa savaşacağımız mühim merhaleler vardır. Her şuurlu
vatandaşın bu savaşta kudreti kadar bir vazifesi, bir de mesuliyeti olduğunu
hatırdan çıkarmamak lazımdır. Üzerine düşen vazifeyi yapamayan vatandaş,
inkılâp teknesinin lüzumsuz bir safrasıdır.” Yani, sanat ne sanat içindir ne
halk içindir. Sanat devlet içindir. İnkılaba yararı yoksa, boşa ıslık bile
çalma, kapıyı dahi gıcırdatma.
Tabii bunun
öncesi de var. Tanzimat Dönemi’nde yoldan geçen birini çevirip, “En sevdiğin
grup ne?” diye sorsan, “Kulağıma hoş gelen her müziği dinliyorum azizim lakin
çok seslinin yeri başka” diye cevap verdiği için geleneksel Türk müziği
bestekârları tek tek Mısır’a göçüyor. Dede Zekâi Efendi, Veli Dede, Enderuni
Ali Bey, Lavtacı Andon, Melekset Efendi, Tanburi notacı Aleksan, Şekerci Cemil
Bey bunlardan bazıları… Müziğin sarayın dışına çıkmasının en önemli sonucu
popülerleşmesi oluyor. Ondan önce müzik ancak saraya özgü bir şey.
Antenleri Mısır’a çeviriyoruz
1934’te radyoda
Türk müziği çalmak yasaklanıyor. Halk da, antenlerini Mısır radyolarına
çeviriyor. Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında “Türk halkı
Mısır Radyosu’ndan gelen Arap sesini kendi sesi zannetmeğe devam ediyor”
diyerek konuyla ilgili rahatsızlığını dile getiriyor.
Ancak
Küçükkaplan’a göre, “Türkiye’de Arap müziği ile kurulan ilişkide, Klâsik Türk
Müziği’nin yasaklandığı 1930’lu yılların ortalarında, dinleyicilerin Mısır Radyosu’na
yönelmelerinin ve kendilerine tanıdık gelen ezgileri buradan dinlemelerinin
önemli bir payı olmakla birlikte; söz konusu kültür ve müzikle kurulan ilişki
sadece buradan hareketle açıklanamaz.” Büyük etkilerden biri de Ümmü Gülsüm’lü,
Asmahan’lı Mısır filmleridir. 30’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanan
Mısır sineması Türkiye’de de çok sevilir. 1930-1950 yılları arasında Türkiye’de
gösterilen Arap filmleri içerisinde Mısır kaynaklı olanların sayısının yüz ila
yüz elli arasında olduğu düşünülüyor.
Mısır filmlerine
şarkı yapan bestekârların başında Sadettin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk gelir.
Sadi Işılay, Artaki Candan, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Kadri Şençalar, Hüseyin
Coşkuner, Mustafa Nafiz Irmak, Selahaddin Pınar var.
Meral Özbek’in
deyişiyle, bu filmlerde ilginç olan nokta, yapılan müzikte resmi çevrelerce
genel olarak “piyasa müziği” ya da “yoz müzik” adıyla nitelenen ve esas olarak
radyo denetiminden geçmeyen şarkı ve yorumların hakim olması. Dolayısıyla
özellikle 1960 başında 45’lik plakların piyasaya çıkmasının ve bununla birlikte
canlanan plak pazarının öncesinde, şarkılı filmlerin Türk müzik hayatının
niteliğinin belirlenmesinde çok önemli bir rolü var.
1950’lere
kadarki süreçte, İstanbul’un seçkin eğlence anlayışını gazinolar temsil ediyor.
Gazinolara gelen müşterilerin büyük bir bölümü dönemin politikacıları,
sanatçıları ve Beyoğlu çevresinde oturan azınlıklar. II. Dünya Savaşı
sonrasındaysa ekonomik açıdan dengeler değişiyor. Bu değişimde, aynı yıllarda
Türkiye’de çokpartili döneme geçilmesiyle birlikte yeni bir politik sürecin
başlamasının ve Demokrat Parti döneminde yaşanan göçle beraber, kırsal kesimden
gelip İstanbul’a yerleşerek ekonomik açıdan güçlenen yeni bir sınıfın ortaya
çıkmasının da önemli payı var.
1950’lerin
sonlarından itibaren klasik Türk müziği dinlemek için gazinoya giden kitlenin,
hem değişen repertuvarlara hem de ekonomik nedenlere bağlı olarak gazinolardan
uzaklaştığı görülüyor. Bu uzaklaşmanın ilk sebebi, kayıtlar ya da konserler
vasıtasıyla müzik dinleme ihtiyaçlarının giderilebilmesi olsa da esas sebep,
“halkın denize inmesiyle vatandaşın mağdur olması.”
60’lar ve
“bildiğimiz arabesk”
50’lerde
başlayan göçle birlikte müzikte Anadolu etkisi hissedilmeye başlanıyor. 1960’lı
yılların müzik ortamı için, yeniliklere açık ve farklı tarzları benimseyebilen
bir çizgide seyrettiği söylenebilir. Kültür endüstrisinin gelişmesiyle yakından
ilgili olan arabesk müziğin yaygınlaşmasında, yine aynı yıllarda piyasaya çıkan
45’lik plakların ve sektördeki firma sayısının artmasının büyük rolü var. Müzik
teknolojisinin daha da geliştiği, stereo kayda geçilen 1970’li yıllarda da
arabesk müziğin gelişen teknolojiyle doğru orantılı olarak yaygınlık kazanmaya
devam ettiği görülüyor. Dolayısıyla arabesk, anlam dünyası bakımından ülkenin
politik, ekonomik ve toplumsal şartlarından etkilenmekle birlikte onu teknik
açıdan kısmen de olsa koruyan piyasa koşulları içerisinde hızla gelişimini
sürdürüyor. Özellikle 1980’e kadar içinde bulunulan politik ve sosyal
koşulların da etkisiyle, ilk yıllardaki dinleyici kitlesinin büyük bölümünü
oluşturan gecekonduluların başkaldırısını ifade eden kültürel bir ürün olarak
algılanıyor. 1980’li yıllara gelindiğinde değişen koşullarla beraber arabeskin
toplumsal anlamı da değişiyor. Tüketici kitlesi genişliyor, hem kırsal alanda
hem de kentsel orta ve altsınıflar arasında sevilen bir müzik türü haline
geliyor.
1980’lerin
başına kadarki yaklaşık 20 yıllık süreçte TRT’nin bu müziğe karşı takındığı
tutum çok sert. TRT, radyolarda ve televizyonda arabesk müziğin çalınmasını
yasaklayarak bu müziğe karşı olduğunu net bir tavırla gösteriyor. Arabesk müzik
şarkıcılarının rol aldıkları filmleri de kapsayan bu yasak ancak 1970’li
yılların sonlarında esneklik kazanmaya başlıyor. TRT’nin bu ılımlı tavrı kısmen
de olsa ilerleyen yıllarda da devam ediyor ve 1980’de yılbaşı programında Orhan
Gencebay’ın Yarabbim isimli şarkısıyla televizyona çıkması bu yasağın
kalktığını müjdeliyor.
Sanıyorum ne TRT
ne Mısır etkisi… Türkiye’nin arabesk dönemi, gerçek arabesk dönemi, Turgut
Özal, İbrahim Tatlıses’le çiğköfte partisi yaptıktan sonra başlıyor. Hatta,
Anavatan Partisi, dönemin popüler şarkısı Seni Sevmeyen Ölsün’ü 1988
seçimlerinde kampanya müziği olarak kullanıyor. Orhan Gencebay’ın, Ahmet
Kaya’nın bir tür “başkaldırı” olarak icra ettiği arabesk, 80’lerle birlikte
“kitchleşiyor.” Bir de Kültür Bakanlığı siparişi olan “acısız arabesk” var ki
orayı, İbrahim Tatlıses’in “Acısız arabesk acısız Adana gibidir, tat vermez”
lafıyla geçelim.
Kitabın büyük
bölümü “sosyolojik analizlerle” aksa da, kendisi de bir müzisyen olan
Küçükkaplan, arabesk eserleri müzikal açıdan da incelemiş. Koşma ve manilere
çok benzeyen Orhan Gencebay güfteleri, halk müziğinden esinlenen arabesk
şarkılar, Caz icracılarıyla çalışan Mine Koşan… Kitabın şarkıları nota nota
deştiği bölüm meraklısına çok şey anlatabilir.
Büyük mevzuları
tek başlıkta incelemek çok zordur. Hantal parçaları didiklemek için kemiğini,
sinirini ayırmak gerekir. Bu yüzden belki de tek başına bir Ali Tekintüre
kitabı, uzun uzun Bergen külliyatı hazırlamak çok önemli. Arabeskin nasıl bir
seyir izlediğini görmek, ıslıkla tutturduğumuz bestelerin etnomüzikolojide nereye
tekabül ettiğini görmek için bu kitap önemli.
Arabesk
tartışılmaz, yanına rakı açılır derseniz de olur. Buz ister misiniz?
ALINTI
ARABESK
Toplumsal ve Müzikal
Analiz
Uğur Küçükkaplan
Ayrıntı Yayınları