Thursday, May 30, 2013

Dersim'in Kayıp Kızları: İki Tutam Saçın Peşinde...


Bugün 80'li yaşlarını süren iki kadın; Huriye Arslan ve Fatma İçin... 1938'de Dersim'e "medeniyet götürmek" için yapılan askeri harekâtta ailelerinden kopartılan iki kadın. Doğdukları topraklardan alınıp askerlere verilen, saçları kesilen, kıyafetleri değiştirilerek "Türkleştirilen" iki kız çocuğu...
Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan'ın üç yıl boyunca yürüttükleri çalışmalar sonucu hazırlanan "İki Tutam Saç - Dersim'in Kayıp Kızları" isimli belgeselin iki karakteri... Ama hikâye Huriye Arslan ve Fatma İçin'in yanı sıra kaderleri onlara benzeyen sayısız kız çocuğunun da hikayesi...
Filmin galası dün akşam (2 Mart) Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda, çok sayıda sanatçı, yazar, siyasi parti temsilcisinin yanı sıra "Dersim'in kayıp kızlarının" da katılımıyla yapıldı. İlginin yoğun olduğu, çok sayıda kişinin salonda yer kalmaması nedeniyle fuayedeki ekranlardan izlediği filmin yönetmenlerinden Nezahat Gündoğan şöyle diyor:
"Yüzleşilmesi gereken bir tarih vardı. Dünyada ne yazık ki birçok benzerlerinin yaşandığı katliamlarla yüzleşmek gerekliydi. Ben de içinden geldiğim, bildiğim kültürün, Dersim'in hikâyesinin peşinden gittim. Dersim'in karanlık tarihine döndüm. Bir anlamda öykü beni buldu. Yaptığımız sözlü tarih çalışması sırasında konuştuğumuz Dersim'li kayıp kadınların yaşadıkları bu filme dönüştü."
Gündoğan heyecanlıydı. Tıpkı filmi izlemeye gelen yüzlerce kişi gibi. Herkes ekranda neyle karşılaşacaklarını bilmemelerine rağmen Dersim'de yaşananları düşünerek biraz buruk gösterim saatini bekliyordu.
Önce senarist-yönetmen Sırrı Süreyya Önder sahneye çıktı. Ağzından şu cümleler döküldü:
"Bu film henüz kurgu aşamasındayken Nezahat bana filmi izletti. Ben de kendimce önerilerde bulundum kurgusuna dair. Birkaç değişiklik yaptık ama biz ne yaparsak yapalım filmin hikayesi sarsıcılığından bir şey kaybetmedi."
"Bu ülkede her şey olabilirisiniz ama kendiniz olamazsınız. Türkiye'nin siyasi tarihi bunun üzerine kurulu" diyen Önder bu acıların bir daha yaşanmamasını dileyerek sözü Nezahat Gündoğan'a verdi.
Gündoğan filmini, Dersimli kızları, iki tutam saçlarının hikâyelerini anlattı. Filme emek verenlere teşekkür etti ve ardından gösterim başladı.
Yapımı üç yıl süren, çekimleri Adıyaman, Dersim, Bursa ve İstanbul'da gerçekleşen film Huriye Arslan ve Fatma İçin'nin anlatılarıyla başlıyor. İki kadın, 70 yıl sonra Adımayan'da buluşuyorlar. Tek başlarına konuşurken acılardan, travmalarından, suskun geçirdikleri yıllardan, anne-babalarını, kardeşlerini özlediklerinden bahsediyorlar. Zaman zaman gözyaşlarıyla... Ancak her daim dinç durarak, bazen hayatlarından vazgeçme noktasına geldiklerinde dahi yakınlarını düşünerek hayata tutunmalarından sebep o kadar güçlü iki karakteri dinliyoruz ki içimizde hissettiğimiz acı, sıkıntı, öfke çoğu zaman onların yaşama inatlarına duyduğumuz hayranlığa bırakıyor yerini.
Birlikte görüntülendikleri karelerde ise çoğunlukla çocukken oynadıkları oyunlardan,  yarım yamalak hatırladıkları anılardan bazen gözleri dolsa da hep yüzlerindeki o güneşli gülümsemeyle anlatıyorlar.
Arslan ve İçin "şanslı" kayıplardan. Zira 70 yıl sonra olsa da yakınlarını bulmuşlar. Ancak Dersim'de ailelerinden kopartılan ve hala kayıp olan çok sayıda kadın var.
Filmde bu ailelerden ikisini de dinliyoruz. Kendisine kaybolan ablasının adı verilen Şemsi iki ayrı bez parçasına sarılı iki tutam saçları gösteriyor. Annesinin kayıp olan iki ablasının özlemlerine dayanmak için, olacakları tahmin edermiş gibi kâküllerinden kestiği iki tutam saçı nasıl sarıp sarmaladığını ve ölene kadar da boynunda sakladığını anlatıyor. Sonra annesine kızarak "Neden bunları bana bıraktın? Ben bunlarla nasıl yaşayacağım? Bunları kimlere bırakacağım?" diyerek  biraz şikâyet ediyor biraz özlediğini söylüyor. Ama hep ağlıyor.
İnsanın aklı bu acıyla nasıl yaşanacağını almıyor. Ama Dersimli kayıp kızların yakınları bir gün bulacağız umuduyla her türlü acıyla da baş ediyorlar. "Bir gün" diyorlar hepsi, "onları bulacak ve yeniden büyük bir aile olacağız".
1938'de Dersim'de yaşananları okuduğunuzda Dersimli kızların dramlarını da daha iyi anlayabiliriz.
Şemsi'nin, Huriye'nin, Fatma'nın ve bilinen ya da bilinmeyen onlarca kadının belleklerinden hiç silmedikleri, bir gün tekrar tutmayı ümit ettikleri elleri tutmalarının sağlanması bu ülkede yaşayanların insanlık borcu. Ve Nazan Gündoğan'ın da bianet'e dediği gibi Huriye'nin Fatma'yı bir daha görebilmesi gibi daha nicelerinin de ailelerinin yaşayan üyelerine sarılmalarını sağlamak bu ülkenin yüzleşmekten kaçındığımız o karanlık tarihine bir ışık tutacak kadar güçlü.
Film bitti. Şevval Sam'ın sesinden "Yol Türküsü" çalmaya başladı. Işıklar aydınlandığında salondaki çok sayıda kişi gözyaşlarını "çaktırmadan" siliyordu. Salonun çıkışında bazıları üzerlerine çöken kasvetten, hikayenin gücünden/acısından bir garip alemlere gitmişti.
Gösterimin ardından Kazım Gündoğan "Bu salondan çıkanların kendi yüreklerine iki tutam saçı bağlayarak buradan ayrılmalarını umuyoruz" dedi. Umudu gerçek olmuştu. Dün akşam Cemil Reşit Rey'den ayrılan yüzlerce kişi gönüllerine Dersimli kayıp kızların iki tutam saçını bağlayıp çıkmıştı.

Birkaç not:
"İki Tutam Saç - Dersim'in Kayıp Kızları" filminin hikayesi o kadar güçlü ki filmdeki teknik eksikliklere ya da kurguya takılmıyorsunuz bile. Bu nedenle Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan'a bizleri bu hikâyelerle buluşturdukları için teşekkür ederim.
Bir diğer teşekkür de filmin metnini yazan Sema Kaygusuz'a, öyküye sesini veren Jülide Kural'a, harika müzikleriyle hikâyeyi sahici kılan Mikail Arslan'a ve Şevval Sam'a. (BÇ)

Wednesday, May 29, 2013

Benim hüzünlü aydınlarım

Yazının başlığı, Gabriel Garcia Marquez’in bir romanından  esinlenerek seçildi.

Marquez’in romanın adı, “Benim Hüzünlü Orospularım”

Uzun soluklu ilişkiler yerine, para karşılığında fahişelerle yatmayı yaşam biçimi haline getirmiş  bir gazetecinin, yaşlılık dönemlerinin öyküsü anlatılır o romanda. Gazeteci 90 yaşına bastığı gün, yıllarca kapısını aşındırdığı genelevin patroniçesinden, kendisi için hayatının son armağanını ister. Sunulan armağan 14 yaşındaki el değmemiş, Delgadina’dır. Bu, yaşlı gazetecinin kendisiyle, hayatla, ölümle hesaplaşmasıdır aynı zamanda. Suyu çekilmiş bir dere yatağının kurumuş, çatlamış, özünü yitirmiş toprağına Delgadina’nın verebileceği şeyler kahramanımızın yorgun yüreğini hoplatsa da, o yatak artık geriye dönüşü olmayacak biçimde kurumuştur. Gazeteci, Delgadina’dan aldığı heyecanın bir adım ötesinde, hayatın gerçeklerine çarparak durmak zorunda kalır. Beklentiler, hesaplaşmalar, istekler, ölüme kafa tutmalar hüzünlü bir aşka dönüşür. Giderayak elde kalan tek kıpırtı, hüzündür.

“Benim Hüzünlü Orospularım”la, “Benim Hüzünlü Aydınlarım” arasındaki çağrışım, 21 Mart’da, Diyarbakır’da Nevruz kutlamalarının sürdüğü sıralarda çıktı ortaya. 

Canlı yayınlara katılan gazetecilerin yorumlarını dinlerken, heyecanlarını, coşkularını izlerken, ekranlardan üzerime yansıyan duygunun adıydı hüzün.

Meydanları dolduran yüz binlerin yalnızca umuda odaklandıkları sıralarda, bu coşkuyu boğmaya doğru akan zamanın içinde gizliydi onların hüznü.

Barış, nereden ve nasıl gelirse gelsin, her şeyden ve bütün değerlerden üstündür. Hayat onun şemsiyesi altında büyür, gelişir ve güzelleşir. Barışın şemsiyesi kapandığında neler yaşanacağını en iyi bilen ülkelerin başında geliyoruz. O nedenle Diyarbakır’daki kutlamalarda Kürt halkının geleceğe yönelik beklentilerini, umutlarını bütün içtenliğimle paylaşıyorum. Çekilen acıların sona erebileceğini hayal etmek bile rüyadan farksız. Dökülen onca kandan sonra kâbusun sona ereceğini fısıldayan bir rüya bu.

Gel gör ki, rüya işte.

Peki niye?

O gün canlı yayınlara katılan gazetecilerin üzerinde ısrarla üzerinde durdukları ve büyük özlemlerle dile getirdikleri konuların başında, barıştan sonra gelen temel kavram demokrasiydi.

Hele birinin gözleri buğulanarak “Barışı gerçekleştirdik, ah şu demokrasiyi de hayata geçirebilsek” deyişi vardı ki, her yanından hüzün fışkırıyordu söylediklerinin. Geçen yıl, gazete ve televizyonlardan atılanlar kervanına katılmıştı o da.

Gerçekten, barışın temel unsurlarından birisini oluşturan demokrasiyi , insan hak ve özgürlüklerini, süründükleri yerden ayağa kaldırmadan, büyük hedefe ulaşmak mümkün mü? Gazetecilerini, rektörlerini, bilim adamlarını yıllardır cezaevlerinde tutan bir iktidar, tüm ülkeyi kucaklaması gereken kalıcı barışı nasıl sağlayacak? Baskının, tek adamlığın görünürdeki yasımalarının bile insanı ürküttüğü bir dönemden geçiyoruz. Ya kapalı kapılar ardında yaşananlar, pazarlıklar? Hasan Cemal’in işten atılmasının ardından Erdoğan’ın açıklamaları, süreci özetleyen verilerle dolu. Başbakan, Demirören’in Milliyeti satın aldıktan sonra gazetenin başına kimin getirilmesini istersiniz diye kendisine sorduğunu, Akif Beki’yi önerdiğini, bunun dışında ne Hasan Cemal, ne de başka bir konuda yönlendirmesinin olmadığını açık biçimde dile getirdi.

Bugün artık medyadan yargıya, diz çöktürülmüş iş dünyasından işlevsiz hale dönüştürülmüş sivil toplum örgütlerine, ona cüppe giydirip fahri doktora ünvanları dağıtan üniversitelerden devletin irili ufaklı bütün kurumlarına kadar Türkiye’de tek karar verici konumunda olan kişi, Erdoğan’dan başkası değildir.

Korku imparatorluğunun sesi hep yüksek perdeden çıkan eşsiz, tartışmasız yüce buyurganı, gücü sınırlarımızı zorlayan varlığıyla, işi, ailelerin çocuk sayısını belirleyecek olgunluğa kadar ulaştırıp, evlerimize bile çeki düzen verir hale gelmiştir.

Ama ona bu da yetmemektedir.

Başkanlık sistemi Erdoğan’ın en büyük hayalidir  ve bu hayal referandumda, BDP üzerinden Kürtlerin de oylarını alarak gerçekleştirilecektir.

Bu ittifakın Türkiye’yi daha karanlık, belirsiz bir noktaya sürükleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.

O zaman şunu sormayacak mıyız: Rengini tanımlamaya çalıştığımız bu şemsiye altında barış nasıl gerçekleşecek?

Öcalan’ı Kenya’da yakalayıp Türkiye’ye teslim eden uluslararası güç, bugüne kadar süreci oya gibi işledi. Tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, Güneydoğu’da ülke gırtlağına kadar kana boğuldu. Kenan Evren’in cunta dönemini anlatırken “Darbeyi yapmak için koşulların olgunlaşmasını beklemiştik” sözleri bu açıdan altın değerindedir. Darbe öncesi sağ sol çatışmalarında hayatlarını kaybeden binlerce gencimiz, Kahramanmaraş ve Çorum katliamlarında ölen yurttaşlarımız, faşizme giden yolda seçilmiş kurbanlardı. Toplum, “Nerede bu devlet?” kıvamına getirildikten, beklentiler yükseltildikten, haklılık zemini oluşturulduktan, düşmanlıklar iyice bilendikten sonra askeri darbe gerçekleşmiştir. 12 Eylül faşizmi ABD’nin projesiydi. Darbe bütünüyle amacına ulaşamadı. Toplumda yükselen muhalefetin, bilincin, insan olma onurunun kökleri işkencelere, idamlara, baskılara rağmen  kurutulamadı. Aynı proje 90’lı yıllarla beraber bu defa Öcalan ve PKK’yı devreye soktu. Öcalan’ın binlerce yıldır dalgalanan İslam bayrağına vurgu yapması, “Fethullah Gülen’i en iyi ben anlarım” sözleri, Amerika’nın Türkiye dahil, Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma projesi çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bunlara eklenen son halkanın zamanlamasıysa ilginç.

Başkanlık sistemine giden yolda, Kürt halkının oylarını arkasına almayı hedefleyen Erdoğan’a hayati derecede önem taşıyan destek yine ABD’den geldi. Obama, İsrail gezisi sırasında, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun, Mavi Maramara olayı ile ilgili Erdoğan’ı arayarak Türkiye’den özür dilemesini sağladı. İmralı görüşmeleri sürecinde, Öcalan’ın neredeyse özgürlüğüne kavuşmuşçasına meşrulaşmasını içlerine sindiremeyen toplumun diğer kesimlerine karşı, Erdoğan’a siyaseten güç kazandıran bu jestin elbette bir bedeli var. ABD, Türkiye’ye özellikle Suriye ve İran konusunda, İsrail’le beraber hareket etme ödevini yüklemiştir. Obama özetle şöyle demiştir: “Didişmeyi bırak, savaşa bak.”

Böyle bir şemsiye altında barış sağlanabilir mi?

Benim hüzünlü aydınlarım, “yetmez ama evet”çilerim, 2002’den bu yana süren uygulamaları ileri demokrasinin yansımaları olarak görenlerim, ülkesini, doğup büyüdüğü topraklarını, insanlarını sevmeyi bir türlü beceremeyenlerim, köksüzlerim, yönsüzlerim, inanın sizleri çok iyi anlıyorum.

Şaşırmış durumdasınız.

Sürece verdiğiniz onca desteğe rağmen gazetelerden, televizyonlardan bir bir atıldıkça kendinizi cami avlusuna terk edilmiş gibi hissediyorsunuz. Bunun en hüzünlü örneği “Hasan Abi”nin başına gelenler. Milliyet’ten atıldıktan sonra soluğu Kandil’de, Murat Karayılan’ın yanında aldı. Barış sürecine ilişkin söyleşi yapmış. Oysa yılların deneyimine sahip. Bunun artık gazetecilik açısından başarı hanesine yazılacak hiçbir yanının kalmadığını bilmiyor mu? Karayılan’la söyleşiler çok sıradanlaştı. Öcalan’ın açıklamaları, yönlendirmeleri, beklentileri meydanlarda milletvekilleri tarafından yüzbinlerin karşısında okunuyor. Onun yine de Kandil’e gitme çabası doğrusu hüzün verici bir gelişmeydi.

Benim hüzünlü aydınlarım.

Umarım orta yerde kalmış travmasını çabuk atlatırsınız.

Vicdanınızla, yüreğinizle, aklınızla yazmayı, düşünmeyi denersiniz bir gün, kim bilir?

Ferhan Sayliman

Monday, May 27, 2013

Michel Foucault - Akıl Hastalığı ve Psikoloji



Fransız filozof Michel Foucault, 15 Ekim 1926’da Poitiers’de doğdu. Babası, oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne girdi. 1946’da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérieure’e kabul edilen dördüncü öğrenciydi. Okul yıllarında eşcinselliğini keşfetti.
1948’de felsefe diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji diplomasıyla ödüllendirildi.
1950’de girdiği Komünist Partisi’nden, 1952’de ayrıldı. Bir süre hastanelerde psikolog olarak çalıştı
53 ‘te ecole normale’de felsefe asistanı oldu ve psikoloji eğitimine devam etti.
İlk kitabı Marksist bir bakış açısıyla 1954’te yayımlanan “Akıl Hastalığı ve Kişilik” (Maladie mentale et personnalité)’tir.
1954’ten itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde doktora tezini yazdı. Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault’un tezini bilimsel bulmayıp, kabul etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti.
1960’da Fransaya Clermont-Ferrard Üniversitesine Felsefe bölüm başkanı olarak döndü. 61’de “Deliliğin Tarihi” kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. (bu kitapta deliliği bir olgu olarak değil, yargı olarak ele alan Foucault, deliliğin klasik çağı adını verdiği 17. 18. yy’dan başlayarak Ortaçağ’da cüzamın aldığı toplumsal dışlanmışlık rolünü üstlenmek zorunda kalışını ele alır. )
Ve bu üniversitede felsefe bölümünün başına geçti. Bir yıl sonra 1962’de “Kliniğin Doğuşu” ( naissance de la clinique) adlı eserini yayımladı. Aynı yıl (1960) Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.
Foucault’nun dördüncü eseri “Kelimeler ve Şeyler” (Les Mots et les choses) 1966’da yayınlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
Kelimeler ve Şeyler’de Foucault, söylemsel bir inşa olarak insanın doğuşunu göz önüne serer. İnsan bilimleri olarak felsefenin nesnesi insan, klasik temsil alanı çözülüp dağıldığı ve insan varlığının ilk kez yalnızca dünya karşısında mesafeli durarak tasarımlayan özne olmaktan çıkıp, aynı zamanda yaşama, emek sarfetme ve konuşma kapasiteleri çevresinde incelenebilecek erekli ve tarihsel olarak belirlenmiş bir varlık haline gelir. Modern bilimsel araştırmanın nesnesi haline geldiği zamanda boy gösterir. Yeni bir zamansallık ve ereklilik alanına gömülmüş olan öznenin bilgi üzerinde egemen durma statüsü tehdit altında kalır ama aşkınsal biçim altında yeniden oluşturulmasından ötürü hükümranlığı muhafaza edilir.
Bu kitabında Foucault, insanın ölümünü ilan eden ve felsefeyle insan bilimlerindeki tüm hümanist geleneği karşısına alarak özellikle Sartre ve Komünist Parti’ye yakın entelektüellerin saldırısına uğrar.
1966-1968 arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler. Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu, Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça etkilendiler.
1969’da “Kelimeler ve Şeyler”de kullandığı yöntemin açıklama denemesi olan “Bilginin Arkeolojisi”’ni (Archéologie du savoir) yayınladı. Bilginin Arkeolojisi’nde bilgilerin evrimini tarih boyunca birbirini izleyen ve her biri farklı bir bilim-kuramsal bir alan olan insan bilgisinin farklı katmanlaşmalarını göz önüne sererek açıklar.
1970’de en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’nde kendisi için kurulan “Düşünce Sistemleri Tarihi” profesörü olarak seçildi. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (The Prison Information Group) kurdu.
1975’te belki de en etkili kitabı olan “Hapishanenin Doğuşu”’nu (La Naissance de la Prison) yayınladı. İktidar ilişkileri, teknikleri, stratejileri ve taktiklerinin; yeni modern batı toplumlarında öznelliği kurma biçimlerinin analizini yaptığı bu kitap olağanüstü bir ilgi gördü. Hapishanenin Doğuşu’nda 18. yy’da hapishanenin nasıl ortaya çıktığını inceler.
Ömrünün kalan yıllarında kendini “Cinselliğin Tarihi” (Histoire de la sexualité) çalışmasına adadı. 1976’da ilk cildini yayınladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci ve üçüncü ciltler 1984’teki ölümünden hemen sonra yayınlandı. Cinselliğin bastırılmadığını, tam tersine, modern biyo-iktidar tarafından üretilip; bedene nüfuz etmek için bireylere dayatıldığını söylediği bu kitap, Freud’dan Marcuse’a kadar uzanan ve insanın hakikatini ve özgürlüğünü arzuların özgürleşmesinde bulan kuramın ağır bir eleştirisiydi. Özgürleşmenin yerine alternatif olarak kendini yaratmayı ve arzunun özgürleşmesi yerine zevki yoğunlaştırmayı öne çıkaran bakış açısını bu son kitabının ardından geliştirdi.
Söylemin Düzeni adlı kitabında iktidar kavramını ele alır ve iktidarı sahip olunan bir hak yada baskı yapabilme gücü değil, üretken, çok odaklı ve pozitif bir oluşum olarak tanımlar. Foucault’ya göre her bilgi iktidar üretici, her iktidar bilgi kurucu, bilimsel niteliği gereği tarihsel ve iktidar oluşturucudur.
Bu Bir Pipo Değildir kitabında ise resimle söz arasındaki farkı belirtir. Görünen şeylerle söylenen şeylerin benzer olmakla birlikte aynı olmadığı, aralarındaki farkı ve anlamın zorluğu üzerinde durur.

Kaç yaşamı vardır entelektüelin? Kaç gölgesi? Kaç sureti? ‘Kendisini hiçbir zaman evinde hissedemeyen bir sürgün, bir yabancı’nın kendine ait bir yaşam var mıdır sahiden? ‘İtham eden’, ‘işi kriz üretmek olan’, ‘onu ilgilendirmeyen işlere karışan’, ‘aklını kullanmayı meslek edinmiş’, ‘kentlerin çocuğu olan’ ve Cemil Meriç’in deyişiyle ayırıcı vasfı ‘tenkit’ olan entelektüel…
Foucault şöhreti sevmeyen bir adam.
Foucault Fransa’da yazarlara bir yıl boyunca kitaplarını imzasız yayınlamalarını önermiştir. Yine entelektüellerin konumu, kültür ve felsefe konulu bir söyleşi talebini kimliğinin gizli tutulması şartıyla kabul etmiştir. Bunun sebebi yine kendi ifadesiyle söylediklerinin tanınmadığı dönemdeki dinlenme şansına duyduğu özlemdir. O zamanlar söylediklerinin olası okurlarla buluşacağı noktaların önceden belirlenmemiş olduğunu söyler. O, okurların kitapları önyargısız ve ideolojik saplantılardan arınmış bir şekilde okumalarını düşlemektedir. Kitaplar ne yazarları için okunmalı ne de onlar yüzünden okunmaktan vazgeçilmeli.


==Foucault
El attığı her alanda öncelikle yerleşik bakış açılarını ve yöntemleri sorgulayan Foucault, bu tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve kendini dönüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine radikal anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur. Bizim “normal”, “sıradan”, “gündelik” olarak kabul ettiğimiz bir dizi kavram ve kurumu yeniden alıp, tam da bizim sandığımız gibi olmadıklarını göstermek. Ne olduklarını söyleyip söylemediği tartışılır. Bu konuda eleştiriye de uğramaktadır lakin ne olmadıklarını sıralıyor…
Cezalandırma, cinsellik, iyileştirme ve akıllılaştırma Biz bu dört temel kavramı kabul ediyoruz; bazı insanlar delirir, onları ya kapatmak ya da akıllarını başlarına getirmek gerekir; bazı insanlar hastadır, onları yatırıp iyileştirmek gerekir; bazı insanlar suçludur, onları ya suçlu olmaktan çıkartmak ya da en azından topluma zarar veremeyecek bir yere kapatmak gerekir ve cinsellik diye bir şey vardır, bu bizim hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir, fakat bunu belli kurallara bağlayarak yaşamak durumundayız, onun üzerine belli sınırlar koymak zorundayız, bu da doğal bir şeydir...
Dolayısıyla, “içinde yaşadığımız toplumun kuralları neyse onların bazılarını eleştirsek bile kabul etmek zorundayız” rahatlığını bizim elimizden alıyor Foucault. “Hapishane mi? O ne?” diye sorguluyor bir kere.
Peki buradan şu mu çıkar o zaman: “Kahrolsun hastane, kahrolsun hapishane, delileri serbest bırakalım, hastalar kendi başlarının çarelerine baksınlar, katiller de ortada gezsinler.” Hayır. Foucault ben “Hapishaneler kapatılsın, seri katilleri dışarı salalım, akıl hastanelerini kapatalım, şizofrenleri bırakalım... vb demedim” diyor, ben Batı’nın epistemolojik tarihini yaparken, Batı’da birtakım söylemler hangi nedenlere, hangi ihtiyaçlara cevap vermek için ortaya çıktı ve bu söylemlerin çıkışı için gerekli kurumlar nasıl ortaya çıktı, bu kurumlarla bu söylemler birbirlerini nasıl beslediler gibi sorular bağlamında bir tarihsel epistemoloji yapıyordum. Bu, zorunlu olarak bahsettiğim kurumların işlevlerini iptal eden bir tavır değildir” diyor.
Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurdu.
Bence bir şey olmaya çalışmak yerine, olduğumuz şeyden kurtulmalıyız. Bir kitap yazmaya başladığınızda sonunda ne söyleyeceğinizi bilseniz, onu yazmaya cesaret edebileceğinize inanıyor musunuz? Oyun, ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa zahmete değer. Benim alanım düşünce tarihidir.
Eğer Foucault’un felsefe geleneğinde bir yeri varsa bu Kant’ın eleştirel geleneğidir ve yapmaya çalıştığı şey Düşüncenin Eleştirel Tarihi olarak adlandırılabilir. Kısacası, düşüncenin eleştirel tarihi ne hakikatin elde edilmesinin ne de gizlenmesinin tarihidir: hakikat oyunlarının ortaya çıkışının tarihidir: “doğru-söylemelerin” tarihidir
Kendisini sık sık bir “tanı uzmanı”; çalışmalarını da ebedi gerçeklerin taşıyıcısından ziyade “şu anın bir tanısı” olarak tanımlıyordu. ‘Tanı’ metaforu kendisinin de kabul ettiği gibi nietzsche’den alınmıştı.
Foucault toplum içerisindeki rolünü, “insanlara, kendilerini hissettiklerinden daha özgür olduklarını, insanların bir hakikat, bir kanıt olarak kabul ettiği tarihin belirli bir anında oluşturulmuş olan bazı temaların ve sözde kanıtların aslında eleştirilebileceğini göstermek” olarak vurgulamıştır.
Foucault’un bütün eylemlerinde karşımıza çıkan ana tema, nerden gelirse gelsin tahakküm biçimi almış veya almaya eyilimli tüm iktidar ilişkilerine karşı verilen yerel mücadele biçimidir.
Kuramının pratik için bir yol gösterici değil, yeri geldiğinde işe yarayabilecek bir alet kutusu olduğu üzerinde de ısrar eder.
Bedenin tarihini yazar. Tarihçilere duyguların, davranışların ve bedenin de tarihinin yazılabileceğini göstermiştir.
Benim amacım hiçbir teolojinin peşinen etkisiz hale getiremeyeceği bir kesintililik içinde tarihi incelemek; hiçbir aşkın yapının kendisine özne biçimini dayatamayacağı bir anonimlik içinde tarihin açılımına olanak sağlamak, tarihi hiçbir biçimde başlangıç noktasında dönme umudu vermeyecek bir geçiciliğe kavuşturmaktı.
“Benim yaptığım tarih bir sorunsallaştırmalar tarihidir” diyerek tarihi kullandığı tüm çalışmalarını özetler.

==İktidar
Foucault çalışmalarında Delilik ve psikiyatri, suç ve ceza incelemesi aracılığıyla bazı başkalarını dışlayarak kendimizi nasıl dolaylı olarak kurduğumuzu göstermeye çalıştım. Bizimki gibi bir toplumda rol oynayan iktidar ilişkileri nelerdir? Delilik üzerinde aklın iktidarı; doktorların hastalar üzerindeki iktidarı, hukuksal aygıtın suçlular üzerindeki iktidarı, bireylerin cinselliği üzerindeki iktidar.
İktidar sadece uygulandığında var olan bir şeydir, bir ilişkidir, Foucault iktidarı, merkezi, dışsal ve negatif bir yapı olarak tanımlayan kuramlardan farklı olarak; iktidarın, merkezi ve tektip değil, kılcal damarlarla topluma nüfuz eden, dışlayan değil içine alan, negatif değil pozitif mekanizmalar yoluyla işlediğini gösterir. Klasik anlamda iktidar teorisi iktidarı tek tek herkesin sahip olduğu, alınıp verilebilen, uygulanmadığı zaman da bir şekilde bir kenarda duran bir şey olarak görür. Klasik teori bu ontolojik ön kabul üzerinde temellenmiş bir teoridir. Foucaolt’ta ise iktidar artık şuradaki adamlar olmaktan çıktı. Bu ilişkiler ağının aldığı bazı kristalleşme biçimleri de vardır. Devlet bunlardan bir tanesi, sınıf da öyle.
Aslında Özgürlüğümüzün kısıtlandığını fark ettiğimiz her alanda bir iktidar ilişkisi mevcuttur diyebiliriz. Foucault’nun, iktidarın her yerde olması düşüncesini, Marksist kuram’dan daha çok Nietzsche’den etkilenerek oluşturulduğu düşünülebilir. Şöyle ki, “Marksist düşüncede iktidar olumsuz durum olarak görülürken (hegemonya, hileli yönlendirme- manipülasyon - gibi) Nietzsche’de olumsuz bir durum olduğu kadar olumlu durumlar da yaratır.” İktidarın yayılmış ve vazgeçilemez olması nedeni ile insanlar, iktidarın belirlemiş olduğu kalıpsal davranışların dışına çıkmaktan çekinirler. Belirli bir baskı ve zorlamanın altında yaşamaktadırlar ki, Nietzsche’ye göre bu insanlar, sürü ahlakından ayrı bir şekilde yaşamayı başaramamış insanlardır ve yitip gitmeleri gerekir. Yani bu insanların değeri yoktur. İşte bu noktada Foucault, “Marksistler gibi kurbanların yanında yer alır ki, bu son derece Nietzsche’ci olmayan bir tutum demektir. Foucault, Marx’ın düşündüğü gibi, iktidarın belirli sınıfların elinde olmadığını düşünür.
İktidar ilişkilerinin nereden kaynaklandığı sorusuna Foucault, Nietzsche’de olduğu gibi, güç ilişkileri cevabını verecektir. Güçlü olan, söylemi belirleme gücüne sahip olandır ve geçerli söylem toplumda dinamik bir halde bulunan söylemdir. Bununla beraber iktidar, istediği kadar belirli davranışsal ve söylemsel alanları kontrol altına almaya çalışsın, onca kişinin istemleri ve eylemlerinin tek bir noktada birleşmesi imkânsızdır. Bu nedenle de her zaman toplum içerisinde belirli direnme odakları bulunmaktadır. Bu direnme odaklarının yeterince güçlenmesi ile belirli bir güç ilişkisi oluşmakta ve yeni bir kutup belirmektedir. Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan iktidar olmaz
İktidar oyununda, iktidarın karşıtı bir söylemde bulunduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz ancak iktidara ötekini vermek bağlamında iktidara hizmet etmektesiniz. Bu da iktidara hapis edilecek, ıslah edilecekleri bir tepsi içinde sunmak anlamına gelmektedir. İktidar ilişkileri, az ya da çok direnmenin iktidarı kışkırtması yoluyla süreklilik kazanır, iktidar direnmesiz, direnme iktidarsız olamaz. Farklı olarak (anormal) görülen bazı özneler iktidarın baskıcı yönünü sergilemesine sebeptir, çünkü iktidara karşı durmak onu desteklemektir, ona istediği öteki’yi vermektir.
İktidar mekanizmaları, hiçbir zaman tek tip bir birey yaratmak istememektedir. Aslında yaratmak istediği birey tipi, onun istediği zamanlarda istediği kılıfa sokabildiği tepkisiz birey tipidir. Böylelikle değişen zaman ve değerlere göre kendi varlığını sürekli kılabilecektir. Aslında zamanla üretilen bu değerler, mikro iktidarlardan kaynaklanıp, makro iktidarları belirlemektedir.
İktidar konusundan bahsedilirken iktidar-tahakküm farkını vurgulamak da önemli. İktidar, tarafların, iki tane eylem kümesinin, karşılıklı olarak birbirlerini yönlendirmesi, yapılandırması anlamına geliyor. Tahakküme dönüştüğü zaman ise olumsuzlaşıyor. Eğer iktidar ilişkisine giren taraflardan biri, ötekinin önündeki eylem alanını aşırı derecede daraltır ve ona hareket alanı bırakmazsa burada tahakküm vardır. Köle intihar edebildiği sürece aradaki ilişki iktidar ilişkisidir tahakküm değil.
Foucault’nun düşünsel zemininde iktidar kavramının yeri genel olarak incelenirken karşılaşılan en önemli zorluklardan birisi, iktidarla ilgili üç farklı aşama olmasıdır. 1960’lı yıllara karşılık gelen ilk dönemindeki Deliliğin Tarihi adlı çalışmasına bakıldığında Foucault, iktidara baskıcı bir görev yüklemiş ve iktidar uygulamalarına olumsuz yaklaşmıştır. İktidarın işlevi ona göre; toplumda anormal olarak adlandırılabilecek olan kişileri, toplumdan tecrit etme, dışlama, kapatma ve normalleştirmeye çalışmaktır. Bu yüzden toplumdaki çeşitlilikten uzak bir yapıya sahip olan, iktidar anlayışına itaat, insan için uygun olmayan, insanın değerini azaltan bir tutumdur.
Ancak 1970’li yıllara gelince Foucault, yazılarında iktidar uygulamalarının tamamen olumsuz olduğu düşüncesinden uzaklaşmakta ve iktidarın olumlu yanları olduğunu da ileri sürmektedir. Ona göre; “İnsanların denetlenmeleri ve kullanılmaları için ayrıntının titiz bir şekilde gözleme alınması ve aynı anda bu küçük şeylerin siyasal olarak hesaba katılmaları; kendileriyle birlikte bir teknikler bütününü koskoca bir usuller ve bilgi, tasvir, reçete ve veri corpus’unu (külliyat) taşıyarak klasik dönem boyunca yükselmişlerdir.” İnsanın iktidar karşısında bugünkü güçsüzlüğü sırf bu iktidar tekniklerin gelişimi ile olurken, bu teknikler diğer yandan da düzeni sağlamaktadır. Foucault’nun ikinci dönem (1970’li yıllar) eserlerinden biri olan Hapishanenin Doğuşu, iktidarın, bedenleri itaat altına almasının yanında üretken bir yanının da olduğunu bize gösterir. İktidar, suçlunun bedenini, dolayısıyla iktidara karşıt olanı yok etmek yerine onları üreten olmakta ve kimlik çeşitliliği yaratmaktadır.
Foucault’nun son dönem yazılarında ise, artık iktidarın ilkel bir kontrol biçimi olmaktan uzak, yalnızca dışlayan, tecrit eden özelliğinden çok, bedeni kontrol etme amaçlı kendini ilerleten, yenilikler yapan, teknolojiler üreten bir yapıya kavuştuğunu düşünmeye başlamıştır.
“İktidar her yerde hazır ve nazırdır: ama bu her şeyi yenilmez birliğin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olduğundan değil, her an, her noktada daha doğrusu bir noktayla bir başka nokta arasındaki her ilişkide kendini ürettiğindendir. İktidar her yerdedir, her şeyi kapsadığından değil her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.”
“Yeni iktidar biçimlerine yeni direnme biçimleri yeni öznellikler gerekmektedir.” Eğer her iktidar biçimine bir direnme odağı oluşuyorsa, iktidar varlığını sürekli kılmak için, bu direnme biçimlerine karşılık cezalandırma sanatını geliştirmektedir.
İktidarın tüm bu olumsuz görüntüsüne rağmen bilinmektedir ki, insanlar bu tarz uzlaşmaları yapmaktadırlar, bunun nedeni ise, kendilerini daha güçlülerden koruma isteğidir
İktidar uygulamalarının meşru olarak görülmesinin ve insanlar arasında antlaşmalara varılmasının nedenlerinden biri de, birlikte yaşama zorunluluğudur
İktidar-beden:
Bedeni yok etmek, iktidara bir şey kazandırmazken, bedeni kullanmak onun gücünü artırmaktadır. Bu yüzden iktidar, bedeni bir meta haline dönüştürerek onu kullanmayı tercih eder. Foucault Ders Özetleri eserinde, modern dönemlerde iktidarın bu meta devri ile gerçekleştiğini ve her bireyin sahip olduğu meta’yı başkasına devri ile sözleşme yoluyla iktidarı oluşturduğunu anlatır. Çünkü kontrol ve üretim sistemi bunu gerektirmektedir.
Bedene hakim olma, beden bilinci, ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla elde edilebilmiştir: jimnastik, idmanlar, kas geliştirme çıplaklık, güzel bedenin yüceltilmesi. Tüm bunlar, çocukların askerlerin bedeni üzerinde iktidarın uyguladığı kararlı, inatçı, titiz bir çalışmayla insanı kendi bedenini arzulamaya götüren hattadır. Ancak, iktidar bu etkiyi yaratır yaratmaz, bizzat iktidarın bu kazanımlarıyla aynı hatta, iktidara karşı bedenin talep edilmesi, ekonomiye karşı sağlığın talep edilmesi, cinselliğin, evliliğin, erdemin ahlaki normlarına karşı zevkin talep edilmesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. İktidarın güçlenmesine neden olan şey, aynı anda, saldırıya uğramasının da nedeni olur… İktidar bedenin içinde mesafe kat etmiştir, yine bedenin içinde saldırıya uğramış bulur kendini
Cezalandırma ve normalleştirme görevini üstlenen iktidar nedir, nerededir ve iktidara sahip olanlar kimlerdir? Bu soru neredeyse bütün düşünürler tarafından araştırılmakta ve çeşitli cevaplar verilmektedir. Ancak iktidar olgusunun çok boyutluluğu, bu tanımların hiçbirisinin tam olarak bir cevap niteliği taşımamasının nedeni olarak görülebilir. Bir iktidar tanımı olarak;
“İktidar: Bir bilinçli nesneleştirme sürecidir. Dolayısıyla doğa durumunda iktidar yoktur. Yani bir hayvanın ya da bir akıl hastasının iktidar kurması söz konusu olmaz. Bu öğelerin insanı bir eyleme zorlaması ve buna bağlı olarak gösterilen direniş, bu nedenle politik bir süreç değil; tipik bir doğayla mücadele sürecidir. Kendinden daha basit varlıkları nesneleştirme hakkını kendinde gören bir kısım insan ise, bu işi daha ileri götürüp türdeşleri arasında da benzer ayırıma giderek ‘daha basit ve daha güçsüz’ olarak nitelediği insanları da nesneleştirme hakkını kendinde görmüştür, görmektedir.
==Biyo-iktidar
Olumsuz, sınırlayıcı olan ve hükümranın öldürmek ya da yaşama hakkı verirdi. Hükümranın yaşam üzerindeki etkisi yalnızca öldürebildiği andan itibaren kullanılabilir. Yeni iktidar biçimi olumlu, üretken ve yaşamın desteklenmesine yöneliktir. Burada hükümdar yaşatır ya da ölme hakkı verir. Bu yeni iktidar teknikleri ve mekanizmalarına biyo-iktidar adını verir.
Biyo-iktidar iki ana biçimde gelişmiştir: insan bedenine bir makine gibi yaklaşan birinci biçimi disiplinci bir iktidardır. Amacı bedeni disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirmektir. İkinci biçimiyse insan bedenine doğal bir tür olarak yaklaşır ve nüfusu düzenleyici bir denetim üzerinde yoğunlaşır. Biyo-iktidar kapitalizmin gelişmesinde olmazsa olmaz bir unsur, olmazsa olmaz bir koşuldur.
Foucault’a göre batı toplumlarında beden bir iktidar ilişkileri ağında yer alır çünkü üretim biçimi gereği beden, emek gücüne dönüştürülmeli ve üretim gücü olarak kullanılmalıdır.
Biyo-iktidar, hükümetlerin; sağlık hizmetleri, iskan, şehir planlamacılığı, sosyal hizmetler, eğitim vb alanlarda hem sorunun hem çözümün bir parçası olan sosyal teknolojiler kullanılarak, insan nüfusunun gereksinimleriyle ilgilenme zorunluluğunun fark edilmesinden doğan tüm stratejilere gönderme yapar. Foucault onu sık sık canlının hükümeti olarak düşünür. Canlının hükümeti daima bir nüfus üzerindeki güç hakkındadır. İstatikçiler ve ekonomistler tarafından toplanan bir nüfusun bilgisi, güç bilgisinin bir biçimidir ve görünüşe göre daha iyi iskan koşulları sağlama, hümanizm gibi hareketler sosyal güç istencinin bir ifadesidir.
Yerleşen yeni teknoloji insanların çokluğuyla ilgilenir. Demek ki ilk olarak, bireyselleştirme yöntemiyle beden üzerinde iktidar kurulmasının ardından, bireyselleştirici olmayan ama beden-insan yönünde değil, tür-insan yolunda gerçekleşen, bir anlamda yığınlaştırıcı olan ikinci türde bir iktidar kuruluşu var.
Biyo-iktidar canlı insan varlıklarıyla onların çevresi ile olan ilişkilerinin dikkate alınmasıdır; örneğin bataklıklar gibi sorunlar. Emeklilik, sigorta gibi konuları önemser.
Bu değişiklik ölüm ritüelinde de kendisini gösterir. Bugünkü iktidara göre ise ölüm dıştadır: ölüm iktidarın tasarruflarının dışına düşendir. İktidar kendisi dışana çıkan hiçbir şeyi kabul etmeği için ölümü de mümkün olduğunca sessiz ve görünmez kılmak ister ve onun üzerinde iktidar yalnızca genel olarak istatistiksel olarak söz konusu olacaktır.
==Bilgi
Foucault’a göre her bilgi, tarihsel ve iktidar oluşturucudur.
İktidarın olumlu birkaç yönünden birisi de bilgi üretmesidir. “iktidarın, doğrunun özgür oluşumuna engel olduğu” biçimindeki geleneksel liberal görüşü reddeden Foucault’ya göre, iktidar bilginin üretimi için zorunludur ve bütün toplumsal ilişkilerin doğasından ileri gelen temel bir özelliktir. İktidarla bilginin dolaysız olarak birbirlerini içerdiğini; ne eş güdümlü bir bilgi alanı olmaksızın herhangi bir iktidar ilişkisinin var olabileceğini, ne de iktidar ilişkileri var saymayan ve oluşturmayan bir bilgi alanının var olabileceğini kabul etmemiz gerektiğini söyler.
Ancak iktidar, bilime kaynak sağlarken ürettiği bilgilerin kendi işine yaramasını gözetir. İktidarın işine yaramayan bilgi, sistem için zararlı olabilecek olduğundan varlığı da tehlikelidir, iktidarın desteklediği ve üretilen bilgilere bakılığında onun izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilir.
Bilimin üretmiş olduğu bilgi, Foucault’nun doğruluk oyunları dediği oyuna, daha çok kavram ve araç sağlamakta iktidara yardımcı olmaktadır. Doğru, yanlış, normal olan, normal olmayan ayrımı, doğruluk ve söylemin değerlendirilmesi ile mümkün olmaktadır. İktidar ise bu oyun sayesinde bireyleri normalleştirmektedir.
Parhesia- veridiction bu sorunsallaştırma süreci hem belli birtakım söylemsel olmayan pratikleri, yani kurumlar ve o kurumlar içinde gerçekleşen fiili birtakım pratikleri; hem de söylemsel pratikleri, yani bilimsel söylemler ve teorileri kapsayan bir bütün. Bu bütün içinde ortaya davranış biçimlerine dair birtakım önermeler çıkmaya başlıyor. Bu önermelerin iddiası bizim varlığımız hakkında hakikati söylüyor olmak. Foucault da buna veridiction diyor. Veridiction’un Latince kökenine geri gidersek eğer, anlamı ‘hakikati söylemek.’ Neyin hakikati? Bizim bedenimizle yaptığımız şeylerin veya davranış biçimlerinin hakikatini söylemek.
Bu hakikat, böyle bir sorunsallaştırma ilk defa modernite ile olan bir şey değil elbette. İnsanın davranış biçimleri geçmişte dini söylemle, ahlaki söylemle veya başka birtakım söylemlerle eklemlendirildiğinde, hukukla eklemlendirildiğinde mesela, yine ortaya birtakım önermeler çıkıyor. Ama bu önermeler bilimsel olma iddiasında olan önermeler değil, otoritelerini bambaşka bir kaynaktan alıyorlar.
Bilginin arkeolojisindeki Arkeolojik çözümleme ise, bilim ile bilginin arasında nasıl içkin bir bağ olduğunu, birbirlerinin nasıl elemanı olabildiklerini ve nasıl bir işlev gördüklerini kesin olarak gösterme görevindedir
==Delilik
Deliliğin Tarihi kitabında, delilik denilen o davranış biçiminin sorunsallaştırılıp akıl hastalığı adı altında bir öznel deneyime dönüştürülme süreci çerçevesinde deliliğin tarihini yaparken, bütün bu süreci argümante etmek, desteklemek ve savunmak için nasıl sürekli olarak bir çalışma etiği ilkesinin kullanıldığını gösteriyor. Batı’nın psikiyatri tarihine baktığımızda, “Onun da hakkı vardır insan gibi yaşamaya” gibi argümanlardan daha ziyade, en azından hastanın kendisini tedavi olmaya ikna ederken sürekli olarak hem Hıristiyan ahlakından hem de seküler ahlaktan beslenen, bir çalışma etiği, “mutlaka üretime katılmak gerekir vb” tarzında bir argümantasyon var.
Ona göre delilik ancak toplum içerisinde var olur çünkü mantık yokluğunun yapısını belirleyerek bunu yaratan, toplum ve onun kurallarıdır.
Modern çağlara kadar toplum içinde hayata katılan bu insanlar ne oldu da kapatılmaları ihtiyacı hissedildi.
Eğer siz bir toplumu, o toplumun çoğunluğunu belli birtakım davranış biçiminin hastalık olduğuna ve tedavi gerektirdiğine inandırabilirseniz, o zaman o insanlar o davranış biçiminden; sırf kendilerini hasta olarak görmek, kendilerine bu hastalığı yakıştırmak istemediklerinden, feragat edebilirler. Bunu yapmanın en iyi yöntemi de o davranış biçiminin bir hastalık olduğunu bilimsel bir tespit olarak söylemek ve insanları buna inandırmak. Tabii ki oraya kapatılan insan, rejime muhalif olan insan buna inanmayabilir, ama onu zaten oraya kapattınız artık; önemli olan oraya kapatılmamış insanların bunun bir hastalık olduğuna inandırılmasıdır.

==Cinsellik
Foucault’a göre cinsellik ne doğal bir özellik ne de insan hayatına ait bir olgudur. Cinsellik kurgulanmış bir deneyim kategorisidir ve biyolojik değil, tarihsel, toplumsal ve kültürel kökenlere sahiptir.
Antik çağda kendini denetlemenin bir ölçütüdür. Ortaçağda itiraf mekanizmasıyla ön plana çıkmıştır, 18. yy’da yönetilebilecek bir değer, üreme ve nüfusu arttırma gözüyle bakılan bir durum ve son olarak 19. ve 20. yy’da ise biyoloji, tıp, psikoloji üzerine kurulmuş bilgi ve güç sistemlerinin bir parçası olmuştur.
Bir cinsel kimliğe sahip olmaları gerektiği düşüncesine kapılan insanlar, hayatları boyunca bu cinsiyet rolüne göre de davranmaya çalışmaktadır. Erkek olarak doğmuş bir bebeğin giyeceği kıyafetler, oynayacağı oyuncaklar toplum örf ve adetleri tarafından belirlenmiş ve erkek olarak yetiştirilmesine başlanmıştır. Erkek çocuk, pembe giyerse eşcinsel olur gibi sapkın düşüncelerle, bu davranışta bulunan insanlar, kendilerini yeniden sorgulayıp bu kimliklerden birine girmeleri konusunda yönlendirilmektedir. Aynı durum diğer kimlikler ile de ilgilidir.
İnsanların kendilerini belirli bir kimliğe, belirli bir cinsel kimliğe dâhil olduklarını düşündürten en önemli etken; toplumda kimlik çeşitliliği yaratan, cinsiyet ayrımını ortaya koyan, söylemlerdir ve bu söylemleri kontrol eden de iktidar mekanizmalarıdır.
Foucault’nun düşüncesinde, insanların sabit ve kalıplaşmış değerlere dayanan kimliklere sahip olmaları, insanlarda var olan özgürlük düşüncesini büyük ölçüde kısırlaştırmaktadır. İnsan: bir anlamda deneyimleri sonucunda kurulan bir varlıktır.
Cinselliğin sorunsallaştırması, sapkın davranışlar olarak görülen davranış biçimleri, belirli bilgi ve iktidar alanlarının bir doğruluk oyununa sokulması ile yani cinselliğin bir etik alan haline getirilerek, cinsel sapkınlık hakkında belli doğruluklar ortaya konulması (üçüncü tür kavramı –biseksüeller, homoseksüeller- ve benzeri.) anlamına gelmektedir.
==Kenar cinsler
Foucault “eşcinsellik kategorisinin aslında 1870’ler gibi çok yakın bir zamanın belirli bir bağlamından çıkıp” geldiğini ve bu durumun yine iktidar-bilgi ilişkisi sonucunda ortaya çıktığını göstermesidir. Daha önceki dönemlerde ortaya çıkan bu tarz ilişkiler, oğlancılık, kadının kadınla, erkeğin erkekle olan ilişkisi dinsel yasaklar ile engellenmeye çalışılmaktadır.
Cinsellik konusunda, Foucault’nun ‘Kenar Cinslikler’ olarak tanımladığı, Biseksüeller ve Homoseksüeller veya bu tarz ilişkilere eğilimi bulunan insanlar, iktidar tarafından istenmiyor görünmektedir. Ancak yine de mevcut toplumsal yapıya sokulmaktadır. Bunun nedeni, iktidarın korumalı yapısının dışında bulunan bir faktörün, iktidarın gücünü dışarıdan (-iktidarın söylemlerine bağlı olmayarak oluşturacağı söylemlerin-) zayıflatıcı bir etkiye neden olmasıdır. Görünürde iktidarın istemediği veya istenilmiyor olarak görünen kenar cinsler, bir iktidar oyununa katılırsa, iktidar onları istediği gibi sınıflandırıp, kapatıp, cezalandırabilir ve bu şekilde de daha fazla güçlenebilir. Bu nedenle kenar cinsler denilenler haz ve cinsellik oyununa katılarak iktidarın işleyişinin bir parçası olmaktadır. Kendilerini kabul ettirdiğini düşünen ve iktidar mekanizması içerisine giren bu kenar cins denilenler, hazlarını ve cinsel eylemlerini bir düzen altına sokmaya başlamışlardır. Yirmibirinci yüzyılda bu durum kendini, eşcinsellere evlenme izni verilmesi ile bunların kontrol mekanizması (evlilik, aile gibi kurumlar) içinde toplumsal bir düzene sokulmaya çalışılmasında gösterir. Bu da iktidarın her yerde etkin olmasını örneklendirmektedir. Çünkü iktidar, kendi kontrol mekanizmalarının dışına çıkmış olan haz, cinsellik konularını da kontrol altına almayı başarmıştır
== Hapishane
Ölüm cezası, tarihte ilk önceleri, suçluya azap çektirdikten sonra çeşitli şekillerde hayatına son verme amacını taşıyordu ve genel olarak ölüm cezası, yarı bele kadar toprağa gömüp taşlamak, çarmıha germek ve taşlatmak, diri diri yakmak, vahşi hayvanlara parçalatmak, atlara çektirerek parçalatmak, uçurumdan atmak, boğmak, suda boğmak gibi biçimlerde yerine getiriliyordu, Azap çektirme töreni yasaya iktidarını veren güç ilişkisini gün ışığına çıkartmaktaydı. Fakat zamanla insanlığın gösterdiği gelişmeler ve azap çektirmenin toplum üzerinde ters tepkisi sonucu, azap çektirerek hayata son vermekten vazgeçilerek bedene fazlaca dokunmadan anlık ölüm biçimine bürünmüştür. Avrupa’da Mart 1792 yılından itibaren, bu amaçla, ölüm cezalarının infazında giyotin kullanılmaya başlanmıştır
Tarihin belli döneminde, Batı’da, belli bir ihtiyaçla ortaya bu kurumlar çıktı. Bu kurumlar birtakım amaçlara hizmet etmek üzere kuruldu. Hapishane insanların fizik olarak cezalandırıldığı bir dönemin ardından, yepyeni bir cezalandırma ideolojisi ile ortaya çıkan bir kurum. Islah etmek ve topluma kazandırmak bunun en temel argümanı. Fakat bakıyoruz bunun gerçekleştiği yer Batı kapitalist toplumu. Kapitalist toplumun buradaki argümanı ne olabilir; bunları çalışma sürecine yeniden dahil edelim ve bunların emek gücünü kullanalım şeklinde bir yaklaşım var.
Fakat bu amaç gerçekleştirilebilse dahi harcanan para ile bunun gerçekleştirilebilmesi sonucunda üretim sürecine dahil edilecek olan emeğin üretebileceği değer arasında büyük bir fark var. Yani kendi kendini amorti edebilecek bir süreç değil. Hapishanedeki insanların tamamını ıslah edip, topluma ve üretim sürecine dahil etsek bile, bunun için harcanan para, o insanlar ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, ne kadar değer üretebilirlerse üretsinler amorti olacak bir meblağ değil.
Foucault buradan hareketle soruyor: Niye kapitalizm gibi kâr amacı güden sistem hâlâ bu kurumlarda ısrar ediyor, niye hapishane sürekli reform edilmeye çalışılıyor da onun yerine bambaşka, radikal bir cezalandırma veya ıslah biçimi düşünülmüyor? Hastane veya hapishanedeki insanın topluma kazandırılmasının ardından onun emeğinin yaratacağı değer aslında kapitalizmin umurunda bile değil. Önemli olan, diyor Foucault, o mekânların birtakım disiplin tekniklerinin geliştirilmesi için bir tür laboratuvar olarak kullanılması ve orada geliştirilen tekniklerin genişletilmek suretiyle toplumda uygulanmaya başlanması.
Hapishanenin Doğuşu eserindeki iddialardan biri, hapishanenin toplumsal rolünün suçu bastırmak değil, yaratmak olduğudur. Bu özelliğinden dolayı hapishane, aslında iktidara hizmet etmek amaçlı, geniş çapta bir disiplin ve cezalandırma mekanizmasının üretilmesine olanak vermiştir.
Bu anlamda Foucault’nun karşı çıktığı şey, o kurumlarda geliştirilen uysallaştırma, disipline etme, özneleştirme tekniklerinin sonra bütün bir topluma uygulanmaya çalışılması veya bu yönde birtakım teknolojilerin geliştirilmesi. O kurumların, bir tür manipülasyon, özneleştirme teknikleriyle bütünün geliştirilmesi için bir laboratuvar olarak kullanılmasına ve bu tekniklerin daha sonra topluma taşınmasına, bir Panopticon toplumu oluşturulmasına karşı çıkıyor...

Hapishanenin doğuşu/ dağıtımlar sanatı bölümü

1- Serserilerin ve sefillerin büyük “kapatılmaları” olmuştur. Buna “çitleme” de denir. Bu kapatılmalarında daha gizli ama daha kurnazca ve daha etkili olanları da olmuştur. Kolejler: manastır modeli Kışlalar Fabrikalar
2- Belirsiz dağıtımların, bireylerin denetimsiz kayboluşlarının, karmaşık dolaşımlarının yararsız ve tehlikeli pıhtılaşmalarının sonuçlarını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Mevcutları ve namevcutları belirlemek kişilerin nerede ve nasıl bulunacaklarını bilmek yararlı iletişimler kurmak nitelikleri ve liyakatleri ölçebilmek söz konusudur. Demek ki bilebilmek, egemen olabilmek ve kullanabilmek için usuller söz konusudur. Disiplin analitik bir mekanı örgütlemektedir. Yani kullanım alanları kişilere özgü, eşit, ayrılmış ve düzenli olacaktır
3- İşlevsel yerleşimler kuralı: disipline yönelik kurumlarda mimarinin genel olarak bir çok kullanıma uygun ve hazır olarak bıraktığı bir mekanı yavaş yavaş düzene sokacaktır. Belirgin mekanlar yalnızca gözetim altında tutma, tehlikeli ilişkileri koparma ihtiyacına cevap vermek için değil, aynı zamanda yararlı bir mekan yaratmak için de tanımlanmaktadır
4) Disiplinde unsurlar aralarında değiştirilebilir niteliktedirler. “Mertebe” 18. yy da bireylerin okul düzeni içindeki büyük dağılım biçimini tanımlamaya başlamıştır. Sınıfta öğrenci sıraları, koridorlar, avlular herkese her ödev ve her sınama için atıf edilen mertebe; öğrencinin haftadan haftaya, aydan aya, yıldan yıla elde ettiği mertebe
Faaliyetin Denetimi
1) Zaman Kullanımı
2) Eylemin zamansal yoğunlaşması. askerlerin sıra halinde veya tabur nizamında yürürken trampetin ritmine uygun yürümeye alıştırmak ve bunu yapmak için bütün birliğin aynı ayağı aynı anda kaldırması için sağ ayaktan başlanması gerekmektedir
3) Buna bağlı olarak beden ile jestin korelasyon içine sokulması
4) Beden-nesne eklemleşmesi: disiplin bedenin kullandığı nesne ile sürdürmek zorunda olduğu ilişkilerin her birini tamamlar
5) Tüketici kullanma

==Panopticon
Bu yüzyılda, keşfedilmiş olan şeyin panoptizm olduğunu söyleyebilirim. İngiliz düşünür Bentham’ın düşü olan ve bir kişinin herkesi gözleyebildiği Panoptikon, özünde burjuvazinin düşü veya düşlerinden biridir.
Foucault’ya göre görünülürlük bir tuzaktır. Panopticon’da mahkum, görülmekte ama görememektedir. Bir bilginin nesnesidirler ancak bir iletişimin öznesi olamamaktadır. Panopticon’un büyük etkisi de buradan kaynaklanmaktadır; tutukluda iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görünülebilirlik hali yaratarak.
Foucault, hatta bu yapıyı kurup insanları her an gözetlendiklerine, gözetlenebileceklerine inandırırsanız, artık o kuleye gözetleyen kişiyi koymanıza gerek bile kalmaz, diyor çünkü insanlar gözetleniyormuş gibi davranmak zorunda kalacaklar ve kendi kendilerini sınırlandırmaya başlayacaklardır. Bu anlamda da iktidarı kendi içlerine kaydedeceklerdir, iktidarın hem nesnesi hem de öznesi olacaklardır. Bunu gerçekleştirdiğinizde en ekonomik iktidar mekanizmasını da kurmuş oluyorsunuz, çünkü buna inanmış ve kendisine o hastalığı yakıştırmayan insanlar sınırlamayı kendiliklerinden getirdiklerinde bunun için hiçbir para harcamanıza gerek yok.
Dolayısıyla bu son derece ekonomik ve etkili bir iktidar mekanizmasıdır.
Bu neyin metaforu, diyor Foucault Panopticon için, bu bir toplum metaforudur. Yani Panopticon’un kendisi bir bina olarak gerçekleşmese bile, o gözetleme ve gözetlenen insanın kendi kendisini sınırlandırması adını verebileceğimiz
süreç Batı toplumunda bir noktaya kadar gerçekleşti. Foucault’a göre Panopticon Batı’ya yayıldı, Batı bir Panopticon toplumuna dönüştürüldü.
Foucault’nun Batı toplumunun Panoptican bir toplum olduğunu söylemesi, Batı’da yaşayan insanların tıpkı Panopticon örneğinde olduğu gibi kendilerine uygulanmak istenen iktidarı kendi içlerine kaydetmeleri ve istenmeyen, arzu edilmeyen davranış biçimlerini, şu veya bu nedenle, sakıncalı, hastalıklı, patolojik olarak görmeleri ve onlardan kendi rızalarıyla vazgeçip kendi kendilerini sınırlandırmalarıdır.
==Sorunsallaştırma
Her şeyi sorunsallaştırıyor.
İnsan davranışlarının sorunsallaştırmasını yapar.
sorunsallaştırma tanımlaması şu şekildedir:
“herhangi bir şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu bir düşünce nesnesi olarak kuran söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütünüdür.
Sorunsallaştırma, ne önceden var olan bir nesnenin temsil edilmesi anlamına gelir ne de söylem yoluyla var olmayan bir nesnenin yaratılması anlamına. Örneğin Deliliğin Tarihi’nde sorun, deliliğin belirli bir anda nasıl ve niçin belirli bir kurumsal pratik ve belirli bir bilgi aygıtı aracılığıyla sorunsallaştırıldığıydı. Tıbbileştirme
Sorunsallaştırma dediğimizde, buna, en kabaca, ‘sorun olarak görmeye başlamak’ diyebiliriz. Tarihin belli bir döneminden itibaren, Foucault’ya göre, Batı medeniyetinde belli türden davranış biçimleri sorun olarak görülmeye başlanıyor. Foucault’ya göre, bu eklemlendirme ve kavramsallaştırma sonucunda görüyoruz ki yüzyıllarca var olduğu gözlenen, ama farklı biçimlerde kavramsallaştırılan bir davranış biçimi, ki örneğin “delilik” adını verebiliriz buna, ‘akıl hastalığı’ adı verilen öznel bir deneyim olarak yeniden tanımlanmaya başlıyor.
Aynı şekilde, önceden suç olarak görülmeyen veya belki de tarihin her döneminde suç olarak görülmüş davranış biçimleri belli bir noktadan itibaren yepyeni bir gözle sorun olarak görülmeye başlanıyor. Ve onun hakkında konuşmaya başlandıktan sonra ortaya modern hapishane dediğimiz bir kurum çıkıyor. Ve o modern hapishanenin içine giren suçlunun belli birtakım süreçlerin nesnesi haline gelmesi ve üzerinde belli birtakım mekanizmaların çalışmalar yapması sonucunda ortaya yepyeni bir öznel deneyim çıkıyor.
Suça eğilim yine aynı şekilde insan vücudunun patolojik olduğu iddia edilen birtakım semptomlarının giderilebilmesi için kurulan modern klinik veya ‘hastane’ dediğimiz kurumlarda tedavi ediliyor. Bunun içinde insan bedeni belirli bir noktadan itibaren Batı tarihinde modern tıp söylemi ile eklemlendirilip, modern tıp söyleminin ürettiği yeni kavramlarla kavramsallaştırılmasından ve belli birtakım davranış biçimleri veya bedenin gösterdiği özellikler, hastalık olarak adlandırıldıktan sonra hastane adını verdiğimiz kurum içinde bunların tedavisine yönelik olarak birtakım çalışmalar devam ediyor.
Aynı şekilde insanların bedenleri ile yaptığı birtakım şeyler var, az önce de söylediğim gibi. Buna, insanın biyolojik olarak üreme faaliyeti, diyebiliriz. Ama bunun çok ötesine giden, bedenden alınan hazzın çeşitli versiyonlarını ve bunun hem bireysel hem toplumsal varyandarını kapsayan geniş bir yelpaze var. Bunlar da yine belirli bir noktadan sonra yepyeni bir gözle sorun olarak görülmeye başlanıp, yeni birtakım söylemlerle ya da teorilerle eklemlendiriliyor ve sonuçta insanın bedeni ile yaptığı o şeyler belli isimler altında kav-ramsallaştırılmaya başlanıyor, belli ayrımlar yapılmaya başlanıyor. Bu cinsellik adını verdiğimiz davranış biçimlerinin bir kısmı normal, bir kısmı patolojik olarak yorumlanmaya ve sınıflandırılmaya başlıyor. Bunun yapıldığı bir dizi kurum var. Aile bunlardan bir tanesi, okul, hatta ordu bunlardan bir tanesi.
Bu bilimsel söylemler bize davranış biçimleri hakkındaki hakikati söylüyorlar.
Şimdi bunun ne gibi bir sakıncası var diye sormak mümkün elbette. İşte tam da orada Foucault’nun yaptığı katkı olarak ortaya sorunsallaştırma çıkıyor. Yani Foucault bu süreçlerin birer sorunsallaştırma olduğunu söyledikten sonra ikinci bir düzeyde kendisi bir sorunsallaştırmaya başlıyor ve iddiası şu: “Evet moderniteyle ortaya çıkan yepyeni birtakım söylemsel olan, olmayan pratikler -belki onları tasarlayan insanlar bunları iyi niyetle tasarlamışlardır- aydınlanma ideallerine ulaşabilme veya benzeri birtakım amaçlar güdüyorlardı. Ama belli bir noktadan itibaren müthiş manipülatif birer pratik haline, insanları uysallaştırmaya ve özellikle de modern endüstriyel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu bir emek gücüne dönüştürmeye yönelik olarak çalışmaya başlayan pratikler haline geldiler.







==Marksizm
Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti.
Ancak tarihsel maddecilik, Marksizm’i tanımlayan bir şeyse Foucault bir Marksist değil
Foucault’ya neden Marx’tan bahsetmediğini soruyorlar, O da, “Bir insan sürekli bahsettiği bir şeye gönderme yapmaz. Bir fizikçi fizik yaparken Newton’un ya da Einstein’ın adını anma gereği duyar mı?
Aynı zamanda marksizmi bir bilim olarak kabul etmez kabul edenlerin de Marksizm için olumsuz bir şey yaptıklaırnı savunur ve edenleri eleştirerek der ki: “Marksizmin bir bilim olduğunu söyleyen bir Marksist’e şu cevabı verirdim: Marks’ın nerede yanıldığını, bu bilim adına bana gösterdiğiniz gün Marksizmi bir bilim olarak uygulayabileceğiniz kanısındayım.”
Marksizm düşüncesini 19. yy düşüncesinin denizindeki ve bu bağlamın dışında ölü olan bir balık olarak betimlediği için eleştirilmiştir.
==Söylem
Söylemlerimiz, kurmak istediğimiz dünyanın dile gelmiş olan ifade biçimidir ve insan, söylemleri ile kendini belirli bir sorunsallaştırma çerçevesinde ortaya koymaktadır.
İnsanların sahip oldukları söylemler onların kimliklerini ortaya koymaktaysa, iktidar ilişkisinde yapılan, söylemlerin kontrolünün sağlanmasıdır.
Faucoult’a göre her akla gelen söylenebilirdi. Ancak toplumlar bu anarşik üremeyi 2 şekilde denetim altına alırlar. Bunlardan birincisi yasaklamadır. O konu hakkına konuşulmaz. Bir diğeri ise disipline etmedir. Her konunun onun hakkında konuşacak belli bir üslubu ve kişisi vardır.
Foucault ayrıca söyleme, iktidarın bilgiyi ortaya çıkardığı, bilginin de bu iktidarı genişletip güçlendirdiği bir çark olarak da bakar.
Foucault’ya göre sahip olduğumuz bütün söylemlerin terk edilmesinin zorunluluğu da, söylemin insanın hayata karşı duruşundaki işte böyle önemli bir yere sahip olmasından ileri gelmektedir.
==Hümanizm
Kendisine hümanizmle ilgili fikirleri sorulduğunda şöyle cevap verir: İnsanlık tür olarak, öyle bir sinir sistemiyle donanmıştır ki, kendi işleyişini denetleyebilir. Ve bu denetleme imkanı açıktır ki, insanlığın bir amacı olması gerektiği fikrine sürekli olarak yol açar. Kendimize şöyle deriz: Bir amacımız olduğuna göre kendi işleyişimizi denetlemeliyiz; oysa ki, işleyişin denetimi imkanını bir noktada toplayabilen belli bir imgeyi sağlayan tüm ideolojiler, felsefeler, metafizikler, dinler gerçekte yalnızca bu denetim imkanı temelinde ortaya çıkabilir. Amaç fikrini ortaya çıkaran şey, denetim olanağıdır. Fakat insanlık gerçekte hiçbir amaca sahip değildir, işler, kendi işleyişini denetler ve bu denetlemeyi her an doğrulamaya çabalar. Ortaçağda (eğer Tanrı yoksa, her şey mubah olur, denip duruyordu). Tanrı olmadan işleyebilecek bir insanlık fikrinden korkuluyordu, insanlığın işlemeye devam edebilmesi için Tanrı fikrini korumak gerektiği kanısı buradan kaynaklanıyordu. Şimdi bana şöyle deniyor: İnsanlık fikrinin var olması gereklidir, bu insanlığın işlemesi için bir mit olsa bile.
Hümanizmi şöyle tanımlar: Avrupa toplumlarında zaman içinde farklı şekillerde yeniden boy gösteren bir tema bütünüdür. Daima içlerinde yarı barındıran bu temalar, gerek içerikleri gerekse barındırdıkları değer bakımından büyük değişiklikler gösterirler. 17. yy’da kendini Hıristiyanlığın ya da dinin eleştirisi olarak sunan bir hümanizm ve karşısında da çok daha tanrı merkezli bir hümanizm vardır. 19. yy’da bilime karşı düşmanca ve eleştirel yaklaşan kuşkucu bir hümanizmle bütün umutlarını aynı bilime bağlayan başka bir hümanizm ortaya çıkmıştır. İleriye doğru da bu böyle devam etmiştir. Bunun sonucunda hümanizmin tek başına bir işlev göremeyecek kadar esnek, tutarsız ve çeşitli olduğu sonucuna varmalıyız der.
Foucault aynı zamanda hümanizmin somut insanı dışlayarak, soyut hayaletimsi bir insan anlayışı ortaya attığını söyleyerek anti-hümanist bir tavır koyar. Ona göre hümanizm, sonluluğumuzdan, sınırlılığımızdan nefrettir. İnsanın bir reddidir. Foucault’un reddettiği şey hümanizmin gayrı insani olan insani varlık anlayışıdır. Hümanizm beni dünyevi bütün etiketlerden koparmaya çalışarak cisimleştiğimi reddeder ve bizi hayaletimsi, bedensiz öznelere, mecalsiz, renksiz iradelere indirger. Dahası böyle yaparak aslında hümanizm, bizim aktif failler olma kapasitemizin altını oymaktadır. Oysa Foucault insanın reddini değil, bu dünyada yaşayan somut insana vurgu yapar ve insanı sonluluğu içinde doğrular.

== Entelektüel
Artık öğüt vericilik rolü oynayamaz. Proje, taktikler, saptanması gereken hedefler; bunları bulmak için çırpınıyorlar ve bunlar için mücadele ediyorlar. Entelektüelin yapabileceği şey, analiz araçları vermektir. Başka deyişle, mücadelenin topografik ve jeolojik bir ölçümünü yapmak gerekmektedir.
Ben başkalarının adına konuşmak ve onların söylemesi gerekenleri daha iyi söylediğimi iddia etmek de istemiyorum. Benim eleştirimin hedefi, başkalarının söz hakkına sınır getirmeden onların konuşmasını sağlamaktır.
Çünkü böyle bir konum direniş ihtimallerini sınırlama riskini taşır.
Ve tüm bu davranış etiğine de entelektüel etiği adını verir.
“Bugüne dek bir entelektüelle hiç karşılaşmadım. Romanlar yazan insanlara rastladım ya da hastalarla çalışanlara, ekonomik analizler yapan ya da elektronik müzik besteleyen insanlara rastladım, eğitim veren ya da resim yapanlarla ve herhangi bir şey yapıp yapmadıklarını pek iyi anlayamadığım insanlarla karşılaştım. Ama entelektüellerle asla. Buna karşılık entelektüeller hakkında konuşan pek çok insan gördüm. Meğer entelektüel suçlu olan kişiymiş. Aklımıza gelebilecek her şeyden o suçlu, konuştuğu için, sustuğu için, hiçbir şey yapmadığı ya da her şeye karıştığı için suçlu.” Foucault ironik bir şekilde entelektüelin tanımı ile ilgili radikal görüşler dile getirmiştir. Ona göre entelektüel, hala hakikati görememiş ve hakikati söyleyemeyenler adına hakikati söylüyordu. Entelektüel vicdandı, bilinçti ve belagatti.
Foucault entelektüeli ikiye ayırır: Geleneksel ya da evrensel entelektüel, Spesifik entelektüel.
Evrensel entelektüelin eleştirisinin temelinde evrensel akıl vardır, entelektüel bu eleştiriyi tüm toplumu tarif eden ve herkesi bağlayan normatif ve global bir kuram biçiminde formüle eder. “Evrensel entelektüelin bilgi ve eleştiriyi kuramsal olarak bütünleştirmesinin, siyasi eylem alanında da kuram ile pratik arasında bir bütünleşmeye dönüştüğünü görüyoruz.” der. Onlar politik ve kuramsal bakımdan imtiyazlıdır. Ötekiler adına konuşan ve ötekilerin kendi adlarına konuşmasını engelleyen konumundaki bu entelektüel, tahakkümü sürdürme riskine düşer. Entelektüelin adına konuştuğu insanlar partiye ya da kuramcılara tabi hale gelir. Halk güçleri yukarıdan gelecek kılavuzluğu beklemek zorundadır. Ayrıca resmi karşıtlığın parametreleri dışında duran mücadele tarzları marjinalleştirilir ve yasaklanır.
Spesifik entelektüel ise spesifik bir kurumda ya da disiplinde çalışan kişidir. Hastanede, üniversitede, ailede vb. spesifik entelektüelin bilgisi bütünleştirici bir bilgi değil; spesifik bir alandaki uzmanlığı ve becerisidir.
((Bu tip entelektüelin ortaya çıkışı ikinci dünya savaşı sonrasında rastlar. Bu yeni entelektüelin üç yönlü spesifikliği vardır:

Kendi sınıfsal konumunun spesifikliği

Bir entelektüel olarak durumuyla bağıntılı biçimde yaşam ve çalışma koşullarının spesifikliği
Toplumdaki hakikat siyasetinin spesifikliği))
Spesifik alandaki uzmanlığıyla entelektüel, hakikat üretimi rejimine hizmet eder. Buradaki hakikat doğruyla yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya birtakım spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür.
Evrensel entelektüel adalet ve yasa adamından, spesifik entelektüel ise bilgiden doğmuştur.

==Normalleşme
Kadın erkek arasında dahi bir iktidar savaşı vardır. Bu savaş sonucunda kültürün de etkisi ile genellikle kadın kaybeden olur. Savaşın son bulduğu andan itibaren normalleştirme başlamakta, erkek bireyin istediği kurallar çerçevesinde, kadın birey yaşamına bir şekilde devam eder. Ve kadın bu durumu kendisi de ister hale geldiği zaman normalleştirme tamamlanmış olmaktadır.
Yani normalleşme bireyin de iktidarın istediği şeyi kendisi için istemesi durumudur.

Normalleştirme toplumu

Dik bir eklemlenmeye göre, disiplinin normuyla düzenlemenin normunun kesiştiği bir toplumdur.
Makro iktidarların, mikro iktidarları belirlemesi beklenirken, mikro iktidarlarda oluşan değerler makro iktidarın şekillenmesinde önemli bir aşama olmaktadır. Belirlenen makro iktidarlar ise zaman içerisinde mikro iktidarları şekillendirmektedir. Zamanla iyice güçlenen makro iktidarlar veya makro kültürler, dünya üzerinde bir topluma özgü kültürleri, yavaş yavaş evrensel kültüre karıştırmakta ve yok etmektedir. Bu nedenle daha önceden normal olarak görülen kişiler ve davranışlar, iktidarın yeniden şekillenmesi ile normal olmayan davranışlar ve bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kişiler kendi kimliklerini sürekli değişen ve genişleyen iktidarın kimliğine uyduramamış olanlardır. Bir süre sonra normal olarak görülmeyen bu bireyler, kapatılma, tecrit edilme gibi eylemler ile ıslah edilmeye, bir anlamda normalleştirilmeye çalışılmaktadır.
En büyük düşman, stratejik düşman faşizmdir. hepimizdeki faşizm, kafalarımızdaki ve her günkü davranışlarımızdaki, iktidarı sevmemize yol açan, bizi belirleyen ve sömüren şeyi arzulamamıza neden olan faşizm.
==Filozofun Görevi
Filozof kimdir diye sorulduğunda, Nietzsche’ye göre sorunuza cevap verebiliriz: Ona göre filozof, düşüncenin durumuna teşhis koyan kişidir der. Felsefe, Nietzsche’ye kadar ebediyetle ilgileniyordu. Nietzsche, felsefenin alanına bugünü dahil etti. O ilk filozof gazeteci oldu. Nietzsche’den bu yana felsefenin görevi teşhis koymak iken, felsefe artık herkes için, bütün zamanlar için geçerli olabilecek bir hakikati söylemeye çalışmak değildir.
Filozofun görevi, günümüzde belki de insanlığın mitsiz işleyebileceğini keşfetmeye başladığını kanıtlamaktan ibarettir. Toplumda filozofun rolü yoktur. Düşüncesini grubun güncel hareketi karşısında bir yere yerleştiremeyiz.
==Özne ve Öznellik
Öznel deneyimi açıklamak için öznenin değil, o deneyimi kuran sölem ile söylemin karşılıklı ve kaçınılmaz bir ilişki içinde olduğu iktidar sistemlerinin analizini yapmak gerektiğini söyleyen Foucault, bir yandan iktidar ile özne arasındaki ayrılmaz ilişkinin altını çizmiş, bir yandan da öznel deneyimin kurulmasında insan bilimlerinin oynadığı rolü ortaya çıkararak çok güçlü bir bilim eleştirisi getirmiştir
==Kapatılma
Bernauer’e göre Foucault’nun eserlerinde kapatılma eylemi, üç farklı ilişki biçimindedir. Bunlar: Felsefi, siyasi ve Etik kalıplardır. Bernauer’ün bu kapatılma biçimlerini nasıl tanımladığını görelim:
“Felsefi kapatılma benmerkezli bir yanılsamaya dayanıyor. Bu yanılsamada insanın kendisi tarihsel olmayan bir doğa olarak, ayrıcalıklı bir düşünme nesnesi olarak görülüyor ve insanın egosu her türlü düşünce ve anlamın özerk kaynağı makamına oturtuluyor. Siyasal kapatılma, kitlelerin hem daha faydalı hem de daha uysal kılınmaları amacı doğrultusunda kalabalık nüfusları yönetme projesine hizmet eden bir bireyselliğin kurulumunu içeriyor. Etik kapatılma ise modern bilgi-iktidar ilişkilerince üretilen pozitif insan figürleriyle özdeşleşme arzusunu körükleyen, kendilikle özel bir ilişki kurma kipinin tanımlanmasına dayanıyordu
==Eleştiri
Bilgiye bağlı dogmatizmin tüm etkilerini ve dogmatizme bağlı bilginin tüm etkilerini mümkün olduğunca, yani en derin ve genel biçimde açığa çıkarma girişimi diyebilirim
Hobbes’a göre büyük farklılıklar olsaydı savaş olmazdı, anında bloke olurdu. Farklılık, barış getirir Hobbes’un bu modelinde devletin kökeninde gerçek bir savaş yoktur, bir diplomasi ve oyun vardır

Wednesday, May 22, 2013

Aramis Kalay'ın Ara Güler Roportajı'ndan







fotograf : Aramis KALAY

ARA GÜLER
Kadın ve Allah
...Kırkpınar güreşleri'ni çekmeye gitmiştim. Oralarda dolaşıyordum. Edirne'de Eski Cami'nin oralarda, bir kadın geldi işte, oturdu. Bende de bekledim, pozisyon oldu altı-sekiz kare çektim. Bir tanesi en iyisi oldu. 1954'te veya 56'da falan çekmişimdir.... 

"Fotograf niye sanat değildir. Çünkü hakikatın parçasınını yakalayan bir şeydir. Hakikat olduğu için fotograf mevcuttur" ARA GÜLER
Köprünün şaşkın yabancıları


ARA GÜLER
Haliç
Aslında ben her zaman söylüyorum. Fotograf o kadar mühim bir şeydir ki... Yani sanat olsa da, olmasa da ... 

Sanat olmasına lüzum yoktur fotografın. Fotograf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makina ile tarihi durduruyorsun.  ARA GÜLER
Yağ İskelesinde iş, bekleyen hamallar


ARA GÜLER
Beyoğlu'nda han kahvesi
"Biz tarihçiyiz, aslında tarih yazıyoruz. Görsel tarih yazıyoruz. Devir görsellik devridir. Yazı edebiyat devri bitmiştir"

"Fotograf sanat galerilerine düşmese daha iyi olur." ARA GÜLER
Beyoğlu'nda sazcılar


ARA GÜLER
Asuhan, Mısır
"O sanat galerileri bezirgan yuvalarıdır...Aslında bunlar sanatın fiyatını çoğaltmaya yarar, kendileri içinden avanta alsınlar diye."

"Öyle karanlık oda numaraları yapan herifleri de ... Bütün bunlar aslında fotografın mikroplarıdır." ARA GÜLER
Kadın Gerillalar, Eritre


ARA GÜLER
Benares, Hindistan
"Bende öyle komleks yok. Avrupa beğenecek, ben güzel olacağım. O kimmiş ki beni beğeniyor?" 

"...Ben o fotografı çekerken benim çektiğimi bilmiyorlar. Öyle çekip gidiyorum. Yani poz verdirtmiyorum. "Dur da fotografını çekeyim" falan filan yok. Oralarda durup tık tık tık tık çeker giderim ben; bilmezler bile çektiğimi." ARA GÜLER
Hazar Gölü, İran


ARA GÜLER
Ravi Nehri, Pencap, Pakistan
"...800 bin dia olduğunu zannediyorum. Yani saymadım. Belki daha çok..."


Tuesday, May 21, 2013

Etnik temizlik ve Ekonominin Türkleşmesi





sait-cetinogluSait Çetinoğlu
II. Mahmut’un  Hayriye Tüccarları fermanı[1] ile ekonomik aktör  olarak sahneye çıkartılmaya çalışılan müslüman - Türk’ün, II. Jöntürk/Kemalist iktidar dönemindeki cisimleşmesini çeşitli veçhelerden inceleyen Murat Koraltürk  Erken cumhuriyet döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi[2] adlı çalışması ile  gayrimüslimlerin ekonomik yaşamdan yasalara aykırı  zor ve insanlık  dışı sert  önlemlerle kazınmasını  ve yerine müslüman-Türk’ün geçirilmesini çok net bir şekilde dile getirir.
II. Hamid döneminde uygulamaya konulan Birlik ve Selamet Projesi ile ümmet  tarifinden dışlanan Gayrimüslimler için selamet bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırılma sürecinin son halkası olan Kemalist dönem uygulamaları Koraltürk’ün çalışmasında özlü bir şekilde ortaya konulmaktadır. Hamid’in ümmet tarifinde  yer almayanlar Kemalist dönemde de vatandaş tarifi içinde yer almayacaklardır.
Her türlü zor ve şiddetle tarihsel topraklarından kazınan bu unsurlar giderken geride bıraktıkları ekonomik değerler Müslüman-Türkler tarafından el konulurken, işgücü piyasasından da dışlanan bu unsurların yerine de Müslüman-Türk unsurlar yerleştirilmektedir.
Zaten İttihatçılar (1. Jöntürk) da dahil olmak üzere tüm Osmanlı yönetici sınıfının imparatorluğu bir arada tutabilmek için geliştirdiği tüm düşünceler daima hakim etnisitenin  tartışmasız egemenliği olarak anlaşılmıştır. ‘Millet -i Osmaniye’ terkibinin açık karşılığı Türk’tür.[3] Diğer unsurlar dışlanır. Bu dışlama Kemalist iktidar sürecinde billurlaşır.[4]
Koraltürk, bu billurlaşmayı üç başlık halinde ve on iki alt başlıktaki örnek olaylarla çeşitli yönleriyle inceler: Göç ve ekonominin Türkleştirilmesi, Sermayenin Türkleştirilmesi, İşgücü ve mesleklerin Türkleştirilmesi. Koraltürk, incelediği örnek olayları bir yap-bozun parçaları gibi birleştirerek bütünü fotoğraflarken, Örnek olaylarla resmettiği bu süreç, iktidar adına yaşanan insanlık dışı uygulamaların istisnai tedbirler olmadığını gayrimüslimlere karşı uygulamaların köklerini,  Ayhan Aktar’ın deyimiyle uygulamaların soyağacını gözler önüne seriyor.
İncelemede milli İktisat yerine Ekonominin Türkleştirilmesi terimi tercih edilmiştir. Koraltürk’ün tercihini incelemeye sunuşu ile katkıda bulunan Ayhan Aktar şu kelimelerle özetler: “Bir bakıma, Milli İktisat kavramı İttihatçıların ve onların devamı olan Kemalistlerin kendi ekonomik tercihlerini simge­leyen yansız veya kanser terminolojisi ile izah edersek selim bir kavramdır. Kavramın habis ve yıkıcı tarafı ilk anda kendi­ni ele vermez, ilk bakışta, milli iktisat politikalarının anti-emperyalist ve yabancı sermayeye karşı özellikleri dikkat çeker. Azınlık mensubu tüccara ve üreticiye karşı bir ayrımcılık içe­ren boyutu göze çarpmayabilir. Ekonominin Türkleştirilmesi kavramı ise akademik anlamda doğru bir kavramdır. Cum­huriyet tarihi içinde azınlık mensuplarının ekonomik hayattan tasfiye olmalarına yol açan yasal veya yasa dışı tüm tedbirlerin toplamını ifade eder. Eğer yaşanan sürecin adını koymak ister­sek, ekonominin Türkleştirilmesi doğru, tarafsız ve bilimsel bir adlandırma olacaktır.”
Aktar, ayrıca Ziya Gökalp’ın Yeni Hayat ve Yeni kıymetler adlı makalesinden örnekler vererek, tasfiye/kazıma sürecinin ideolojik temelini vurgular: “Ziya Gökalp, Türkiye'deki gayrimüslimleri La­tin Amerika tipi komprador burjuvazi[5] tipinde bir ekono­mik örgütlenme modeli içinde görmekte ve aynı zamanda dini bir ayrım olan Müslim-gayrimüslim ayrımının, dinsel olmak­tan öte kültürel farklılıklar düzeyinde de ele alınmasını gerek­tiğinin altını çizmektedir. Kısacası, Türkleştirme politikaları­nın temeli, kültürel plandaki farklılıkların da bir grubun tas­fiyesi ile birlikte ortadan kaldırılması ve Müslüman Türk un­surun egemenliği altında yeknesak, homojen ve etnik-dini ba­kımdan birbirine benzer bireylerden oluşan bir toplum yaratıl­masıdır. Murat Koraltürk'ün bu kitapta yan yana getirdiği ya­zılarını dikkatli bir biçimde okuduğumuz zaman, Cumhuriyet'in ilk yıllarında ekonominin Türkleştirilmesi sürecinde si­yasi iktidarın kendi yurttaşlarına karşı uygulamış olduğu poli­tikaların aynı zamanda nüfusun homojenleştirilmesi amacını da taşıdığını görüyoruz. Hedef, uzun vadede esas olarak Müslüman-Türk unsurun egemenliği altında işleyen bir ekonomik düzen yaratmaktır.”
Osmanlıda, Müslümanlar bürokratik burjuvaziyi oluştururken azınlıklar da ticaret burjuvazisini oluşturması ve ayrı kutuplara düşmeleri, 1908 Jön-Türk Burjuva Devriminin tuhaflığıdır, bundan sonraki tarih bu ‘garabetin’ ortadan kaldırılmasının tarihi olacaktır. Türk bürokratik burjuvazisi devrimi yaptığında, ittifak kuracağı ‘yerli’ ticaret ve sanayi burjuvazisi yoktur, ‘milli’ler burjuva devrimini yaparken, burjuvalar ‘gayri milli’dir, ‘milli’ unsurlardan oluşmamaktadır (burada meşruiyetini Batı’da ya da Batıcılıkta arayan bürokratik burjuvazinin ne kadar ‘milli’ olabileceğini tartışmıyoruz!).  Türk burjuva devrimi, diğer burjuva devrimlerinde olduğu gibi ittifak kuracağı milli unsurlardan oluşan ‘milli’ burjuvazisi olamadığından bunu kendi eliyle yetiştirecek yani kısaca Bürokratik burjuvazi Gayrimüslim burjuvaziyi yok ederek yerine kendi geçerek iktidarını tehdit edebilecek bir unsuru ortadan kaldıracaktır.[6] Kısaca Müslüman-Türk bürokratik burjuvazi ticaret ve sanayi burjuvazisine dönüşecektir. Koraltürk’ün çalışmasında uygulamaların  iktidara yönelik yüzünü açıkça görebilmekteyiz.
Bürokratik burjuvazinin iktidarına tehdit olarak gördüğü Gayrimüslim ticaret ve sanayi burjuvazisini süreç içinde etkisizleştirerek yok etmesi bir iktidar mücadelesi olup, dönemin sosyal formasyonuna denk gelir. Bu bakımdan   Müslüman-Türk unsurun egemenliği altında işleyen ekonomik düzen bir sonuçtur. Bu sonuç devletin niteliği ile ilgilidir. Bu nedenle devletin niteliğini, politik kertenin önemini, yönetici politik sınıfın ideolojisini dikkate almayan tahlillerin bir kıymet-i harbiyesi olamaz. Bu tür bir yaklaşım veya yok sayma da, kaçınıl­maz olarak 1. ve 2. Savaş sırasında üretim ve dağıtım zincirinin dinamitleyen  1915 Soykırımı ve Varlık Vergisi uygulamalarının ekonomik akıl dışılığını ve yok ediciliğini anlamaya imkân vermez. Zira sistem hakkında bütünleyici bir anlayışın yokluğunda, sisteme ve/veya onun kimi veçhelerine dair tahlillerin inandırıcılığı tartışmalıdır. Tabiî bizzat bu uygulamaların misyonu ve işlevi de...[7]
Marx'ın ünlü eseri “Kapital’in birinci cildinin birinci bölü­münün başlığı meta  fetişizmidir. Bununla Marx kapitalist toplu­mun sırrını açığa çıkarmak istemiştir. O sır, kapitalizmin ekono­miye dayanması, ekonominin de tüm diğer sosyal veçheleri be­lirlemesi, sosyal formasyonda asıl belirleyici olanın ekonomik kerte olmasıyla ilgilidir. Eğer biri haraca dayalı pre-kapitalist üretim tarzıyla ilgili bir kitap yazmaya girişmiş olsaydı, eserin adı Kapital yerine iktidar, birinci bölümün başlığı da Meta feti­şizmi yerine İktidar fetişizmi olurdu."[8] Samir Amin'in bu tespi­ti son derecede önemlidir ve nasıl burjuva toplumu ekonomik belirleyiciliğe dayanıyorsa, pre-kapitalist dönemin Avrupa dı­şındaki sınıflı toplumları da başlı başına bir ekonomik rol üst­lenmiş bulunan devletin (siyasal kertenin) belirleyiciliğine da­yanıyordu. Öyleyse pre-kapitalist dönemin toplumlarının ve/ve­ya onun kalıntılarının anlaşılması için siyasal veçhenin anlaşıl­ması, haraca dayalı sosyal formasyonun sırrının açığa çıkarıl­masının önkoşuludur. Meta fetişizmiyle ilgili olarak Marx, İlk bakışta meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi ge­lir. Oysa metanın tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir[9] diyor.
Marx'ın bu saptamasını hatırlatan Fikret Başkaya, Türki­ye'deki iktidarın yapısına, iktidar fetişizmine dikkat çekiyor ve eski rejimle bir kopuşun yaşanmadığını vurgular:1923 sonrasında Türkiye'de geçerli rejim, retoriğe rağmen, impara­torluktan bir kopuşun sonucu olmadığı için, haraca dayalı sos­yal formasyona özgü nitelikler, belirleyicilikler de etkili olmaya devam etti. Bugün de devam ediyor."[10]
Uygulamaları bu pencereden görmek olguların açıklamalarında ve akıl ve insanlık dışılığını açıklamamıza imkân verecektir. Uygulamaları iktisadi pencereden iktisadi akıl çerçevesinden görüp açıklamaya  çalışmak yanıltıcıdır. İktisadi önlemler bir iktisadi akıl çerçevesinde alınmamıştır. Zaten alınması da bu melez iktisadi formasyon içinde düşünülemezdir. Uygulamaların  iktisadi görünüm altında olması bizi şaşırtmamalıdır. Uygulamalar ve önlemler tam anlamıyla iktisat dışıdır. İktidar tarafından doğrudan doğruya “ gayrimüslimler potansiyel tehlike olarak görülmüş ve ekonomi gibi önleyici yöntemler ile, askerlik hizmeti gibi cezai tedbirler aracılığıyla onları bertaraf etmek gerekmiştir. Burada şunu bir kez daha belirtmekte fayda var: o dönemde askerlik rejim karşıtlarını cezalandırmak ya da caydırmak için devletin elinde en güçlü silah gibi algılanmaktadır.”[11] Bu bakımdan ekonominin Türkleşmesini bir sonuç olarak düşünmemiz gerekir.
Bürokratik burjuvazi iktidar adına kendisine rakip olabilecek her şeyi yok etmekte bir an bile tereddüt etmeyecektir. Rejimde bir kopuşun yaşanmaması 1. Jöntürk döneminde yarım kalan işler 2. Jöntürk dönemin ana politikası olarak uygulamaya konulur. Kısaca Osmanlı’nın dış fetihlerden  gelen  alışkanlığıyla,   iç fetihle,  - Holocaust için Taner Akçam’ın kullandığı kavramı ödünç[12]  alıp ifade edersek -  bu kez “ana evi”ni ziyaret etmiştir.
Şunun altını çizmekte yarar var; Osmanlı yöneticileri hiçbir şekilde gayrimüslimleri vatandaşı olarak görmemiş, haklarını tanımamıştır. Ki ardılları da aynı tavrı günümüze kadar sürdüreceklerdir. Osmanlı Millet Nizamnamesi Üsküdar’ın ötesine gitmez.  Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında her dinden ve milliyetten üye varken, Ankara’da toplanan ilk meclise (kendilerini destekleyen gayrimüslim kişiler olmasına rağmen) hiç gayrimüslim üyenin çağrılmadığını da belirtelim. Meclis sadece Müslümanlara açıktır. Kemalistler başından itibaren gayrimüslimleri yurttaşı olarak görmemektedirler. Rıza Nur, Lozan’da mübadele fırsatı çıktığında tüm Gayrimüslimleri ülke dışına sürmek istemişse de bunları kabul edecek ülke bulamamış olduğunu esefle ifade etmektedir. Bu bakımdan bünyesine yabancı saydığı unsurları yok etmek gayet doğal bir şeymiş gibi algılanır.
Bu bakımdan, Müslüman-Türk sermayenin oluşturulmasının  bu hukuk, ahlak  ve insanlık dışı bir süreç olarak gerçekleştirilmesinin sonuçlarından biri de bu uygulamaların bölüşüme de etki eden bir ahlak dışılık eşlik ediyor.
Koraltürk, etnik temizlik politikası ve  Gayri Müslim anasırın bu coğrafyadan kazınmasına  dair uygulamaların sürekliliğini “[E]rken Cumhu­riyet döneminde ekonominin Türkleştirilmesi uygulamalarının benzerlerine İkinci Meşrutiyet döneminde de rastlanır. İttihatçılar-Kemalistler veya İkinci Meşrutiyet-erken Cumhuriyet dö­nemleri arasında genel olarak iktisat politikaları açısından bakıldığında gözlemlenen sürekliliğin ekonomiyi Türkleştirme bağlamında da gözlemlendiğini ifade etmek gerekir… [E]rken cumhuriyet döneminde, ikinci Meşrutiyet döneminde ulaşılan hedeflerden daha büyüğüne ulaşıldığı söylenebilir.  Sözleriyle ifade ederken, sistematik politikanın  önemli anlarını ve bu uzun süreç içindeki önemli kırılma noktalarına işaret eder:  “Yitirilen topraklardan göç eden Müslüman nüfusun iskânı, 1915'te Ermeni nüfusun tehciri ve 1923'te Türk-Yunan nüfus mübadelesi gibi girişimler Türkiye nüfusunun etnik ve dinsel kompozisyonunda önemli değişiklikler yarattı. 1912'de gayri­müslimlerin bugünkü Türkiye sınırları dâhilinde yaşayan nü­fus içindeki oranı %20 iken, yaşanan savaşlar ve göçler sonra­sında Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927 sayımı sonucuna göre, Hıristiyanların ülke nüfusu içindeki payı %2,64'e geriledi. Gayrimüslim nüfusun sayıca ve oranca azal­masına karşın, kalanları öncelikle Türkiye'yi terk etmeye zor­layan, kalacakları ise iyice etkisiz kılacak demografi mühen­disliği uygulamalarına başvuruldu. Gayrimüslimleri baskı, sin­dirme ve yıldırma ile gözlerini korkutarak ülkeyi terk etmeye zorlayan ve şiddeti de kapsayan bu tür olayların en bilinenleri, 1934 Trakya Olayları ve 1955 6-7 Eylül Olayları'dır. Her tür­lü zor kullanımına karşın Türkiye'de yaşamayı sürdürmek iste­yen gayrimüslimler Vatandaş Türkçe Konuş! kampanyası ve Varlık Vergisi uygulaması gibi kültürel ve ekonomik Türkleş­tirme uygulamalarına maruz kaldılar.”
İncelemesine Osmanlı’nın son dönem politika ve uygulamalarının  özetlenmesiyle başlayan Koraltürk, bu uygulamanın sonuçlarını özetler: “Doğu Trakya ve Batı Ana­dolu'da yaşayan Rumlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yerel örgütleri ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın ortak operasyonu ile Yuna­nistan'a göçe zorlandı[13]… Osmanlı devleti, birinci Dünya Savaşı sırasında gayrimüslim unsurlata karşı geniş çaplı bir tehcir uyguladı. Bu uygulamanın yasal temelini 27 Mayıs 1915 tarihli tehcir kanunu oluşturdu. Buna göre sahillerdeki Rum köylüleri iç bölgelere yerleştirildi. Ermeni tehciri ise hazırlanan ayrı bir talimatname çerçevesin­de gerçekleştirildi. Bir diğer gayrimüslim unsur olan Yahudi­ler, yoğun olarak bulundukları Filistin'den ihraç edildiler. Di­ğer gayrimüslim unsurlardan Nasturiler, Süryaniler ve Keldaniler de tehcir edildiler… Gidenlerin sahip oldukları servetin el değiştirmesi de hedefti. Tehcir edilen Ermenilerin bıraktıkla­rı mallara ilişkin olarak 26 Eylül 1915'te bir kanun çıktı. Rum mallarına ilişkin ise 21 Şubat 1916 tarihli bir talimatname hazır­landı… Aynı zamanda bırakılan mallar milli iktisat anlayışına uygun olarak el değiştirdi.”
Koraltürk’ün alıntıladığı Ahmet Refik Altınay sözleri sürecin veciz özeti gibidir: “İttihatçılar da kendilerine muhalif muharrirleri öldürürler. Rumları ve Ermenileri de aynı felakete duçar eylemeyi düşünürlerdi. Boyko­tajlar, milli ticaretler bu düşüncenin mukaddimesi gibiydi... Fakat milli tica­ret, Türk unsurunun saadetine medar olmaktan ziyade felaketini hazırlamış­tı. Cemiyet müntesiblerinin ticarete atılması ise artık münakaşalarda, müzayedelerde ortak­lıklar vücude getiriyor, zavallı millet harbin en acı felaketleri içinde kesesini boşaltmak mecburiyetinde bulunuyordu.” Bu olguyu Talat da yalanlamaz: “Anado­lu'da milli şirketler tarafından yönetildiği için milli bir servet oluşturan, ser­vet birikmesine rağmen gerektiği gibi gelişmeyen ve normal bir şekilde uygu­lanmayan bu teşebbüsler, çeşitli itiraz ve eleştirilere yol açmıştır. Vatandaş­lara refah sağlama ilkesini, [Esnaf dernekleri] kurucularının -dolayısıyla bi­le olsa- hiçbir çıkar düşünmemeleri pekiştiriyordu. Ancak sonraları aynı ilke sayesinde kimi kişilerin yakın akrabaları ve dostları, ticaretle hiçbir ilişkile­ri olmadığı halde, büyük servetler elde ettiler ve bu da halkın bütün güveni­ni sarstı.”
Çok dikkat çekmeyen ve fazla üzerinde durulmamış ve işlenmemiş dışlayıcı politikaların nirengi noktalarını ve söylemi ele alan Koraltürk  politikadaki sürekliliği vurgular. Bu söylem ve uygulamaların gelecek süreçteki sert politikaların ipuçlarıdır. Ayrıca  milli mücadelenin örgütlenmesi  Ermeni ve Rum tehlikesi ve bu üzerine kurulmuş karakteri gelecek sürece yansır. Konsolos Horton’un raporunda işaret ettiği gibi İzmir’e giren ordu  ‘Ermeniler’i yok etmek ve boş zamanlarda da Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan dahilinde hareket edilir.[14]  “Dindaşlığa dayalı etnik çoğulculuğu veri olarak alan Milli Mücadele, Anadolu'da yaşayan ve ortak paydası İslâmiyet olan çeşitli etnik toplulukların İtilaf Devletleri ve bu devletlerin yar­dımıyla Anadolu'da bir Ermeni devleti kurmak ve Anadolu'yu Yunanistan'ın bir parçası haline getirmek isteyen Ermeni ve Rumların çabalarına karşı bir tepki hareketidir.” Milli mücadeleyi örgütleyen korku Ermeni ve Rumların geri gelme korkusudur. Gelecek dönem politikaları da  kalanların/bakiyelerin yok edilmesi üzerine kurulması şaşırtıcı değildir. Koraltürk, “Milli Mücade­lenin zaman zaman itilaf Devletlerine karşı söyleminden daha sert bir söylemi Ermeniler ve Rumlara yönelik geliştirdiği ifade edilebilir. Bu söylemde öne çıkan konulardan birisi Osmanlı İmparatorluğu'nda gayrimüslimlerin, Müslümanların sefaleti­ne rağmen zenginleştikleri görüşüdür.Bu söyleme göre Müslümanlar askerlik hizmetini yerine getirirlerken canlarını da­hi yitirirler, gayrimüslimler ise sayıca artma imkânı bulmakta ve askerlik yerine çalışma hayatında yol aldıkları için zengin­leşmektedirler.” Kullanılan dil yapılacakların aynasıdır. Mebusların meclis konuşmalarından örnekler  verir, Daha 1921 gibi milli mücadelenin ilk yıllarında, hıristıyanların amele taburlarında   sonuçlanacak askerlik serüveni ile ilgili meclis görüşmelerinde kullanılan dil nefret söyleminin örnekleridir: Kütahya Mebusu “Cemil [Altay]  Bey'e göre Millet-i İslâmiye'nin vatanın muhâfaza-i istiklâl ve mevcudiyeti uğrunda hayât ve servetini feda ederken teba'a-i Osmâniyeden bulunan milel-i Hıristiyâniye'nin müdâfa'a-i vatan kaydından âzâde bir hâlde teksîr-i nüfûs ve tezyîd-i nüfuza çalışmaları vatandaşlık şeref ve haysiyetiyle kâbil-i te'lîf olamayacağından bi't-tabf i bu gibi umûr-ı nâfi'a ve hidemât-ı vataniyeye şitâb ekmekten bir veçhile geri durmayacakları cihetle teklîf-i mezkûr hakîkaten becâ ve şâyân-ı kabul görülmekte...dir.
Bu öneri hayat geçmez ancak “Milli Mücadele sırasında An­kara Hükümetinin egemen olduğu topraklar üzerinde yaşa­yan gayrimüslimlerin durumu zorlaşır. Onlara duyulan öfke ve şüphe somut sonuçlar doğurur. 1921'de Ankara Hükümeti cephe hattında bulunan gayrimüslimlerin önlem olarak cephe gerisine sevk edilmesine karar verir.” Hıristiyanların topraklarından sökülüp ikinci bir sürgünü gerçekleşir.
 Çorum Mebusu Haşim [Apaydın] Bey yalnızca Hıristiyanla­rın değil Musevilerin de bu kanun kapsamına alınmasını öne­rir. Sonra müzakereye geçilir. Canik mebusu Nafiz [Özalp] Bey milel-i Hıristiyâne'nin de Türkler gibi taht-ı silâha alınma­sı ve bunların da kânunda musarrah olduğu üzere, gayr-ı mü-sellah kısmında istihdamı lâzım gelir. sözleriyle Hıristiyanla­rın silahsız bir şekilde askerlik yapmaları görüşünü savunur. Bu görüş ile gayrimüslimlere karşı duyulan güvensizlik bir kez daha kendini gösterir.” Sonuçta milli mücadele yıllarına Hıristiyan erkekler yük hayvanı olarak geçireceklerdir. Ayvalık doğumlu çağdaş Elen edebiyatının güçlü kalemi İlias Venezis 31328 numara   olarak geçirdiği bu  yıllarını  anlattığı özyaşam öyküsü Esaretin Günlüğü  Numara 31328  bu amele taburlarını resmeder.
Ankara ve onun İstanbul’daki temsilcileri daha Ankara hükümeti kontrolü ele geçirmeden İstanbul’daki Gayrimüslimler ile ilgili fişlemeler yapılmıştır.”1 Kasım 1922'de İstanbul'un fiilen Milli hükümetin eline geçmesin­den evvel M.M. Teşkilatının temas murahhası olarak çalışırken, teşkilatımıza girmiş tüccarlar ve iş adamlarıyla sıkı bir temas kurmuştum. Maksadım zafer olup İstanbul Milli hükümetin eline geçer geçmez, İstanbul'da Türk tüccarı­nı bir araya toplayacak bir dernek kurmaktı. Önce maskelenmiş bir ön teşki­latla çalışmaya karar verdik. Bu teşkilatın adı Türkiye İktisadi İstihbarat ve Neşriyat Merkezi' idi. On kadar tüccarı biner lira ile ortak yaparak on bin lira sermayeli bir anonim şirket kurmuştum. Şirket 1922 yılı Haziran başında fa­aliyete geçti. Türk Ticaret Salnamesi' adlı bir eser yayınlamak bahanesiyle İs­tanbul'un bütün yazıhanelerine adamlarımızı dolaştırmakta, ne kadar Türk-Müslüman tüccarı, ne kadar diğerleri olduğunu tespit etmekteydik.” Ahmet Hamdi Başar’dan alıntılanan bu sözler, jöntürklerin politikasının sürekliliğini ifade eder.
Meclis konuşmalarından yapılan örneklemeler, milliyetçilik , ırkçılık ve nefret söylemi arasında salınmaktadır: “Erzurum Me­busu [Mehmet] Salih [Yeşiloğlu] Efendi, …Yahudilere karşı açıkça ayrımcı, kuşkucu ve dışlayıcı bir dil benimser. Salih Efendi konuşmasında şunları söyler: Anadolu'da yaşayan gayr-ı müslimlerden her ferd kendi ırkdaşlarımız gibi dâ'ima hüsn-i mu'âmeleye mazhar olmuş­lardır. Binâ'enaleyh bunlardan hıyanet edenler kendi fi'illerinin cezalarını kendi elleri ile çekmişlerdir. Bu Musevi Cemâ'ati-ne gelince; biz onlara onlar bize hüsn-i mu'âmele gösteren bu kavim gerçi memleketimiz iktisadiyâtı ile fazla oynadıklarına memnun olmadığımız hâlde sükûnetlerinden ve sakin bir hâl­de vakit geçirdiklerinden dolayı kendilerine hüsn-i mu'âmele ediyoruz. Ancak bunları vaktiyle İspanyollar keserek, kova­rak emvallerini zabt ederek ispanya'dan atmışlardır. Biz Türk­ler bir atıfet olmak üzere oradan kaçanları içimize aldık. Birkaç asırdan beri içimizde yaşıyorlar. Yalnız bir şeyi ma'a'1-esef arz edeyim ki, efendiler, bu cema'ât iki asırdan beri içimizde yaşa­dığı hâlde kendilerini ispanya'dan kovan insanların lisânlarını, ya'ni, İspanyolcayı lisân-ı mâder olarak kullanıyorlar ve hâlâ lisânlarını terk etmemişlerdir ve Türkçeyi öğrenmeyi istemi­yorlar ve öğrenmemişlerdir...”
Kambiyo piyasasında ve borsada  Türklerin zayıflığını  dile getiren Aksaray mebusu Besim Atalay, konuşmasında bir taşla birkaç kuş vurmanın hesabındadır. Atalay’ın sözleri bir süre sonra gündeme alınacak olan Osmanlı Bankasını da hedef tahtasına koyar: “Besim Atalay, ‘Efendiler! İktisadiyâtın can damarı olan kambiyoda Rumlar, Ermeniler, Yahudiler hâ­kim oldukça memleketin iktisadiyâtında, tâm bir salâh ümîd etmek boştur... Vâkı'a Bank-ı Osmanî, ben Türk tüccarına kredi yapıyorum diyor. Arkadaşlar: bu­na ben o kadar fazla i'timâd edemiyorum. Evet, Türk tüccarı­na kredi yapıyor. On bin liralık bir adama beş yüz lira, bir kre­di midir rica ederim? Bu bi'1-akis ayağını bağlamaktır… Sonra Anadolu'da bugün Rum kalmamak üzeredir ve inşallah yalnız Türk kalacaktır. Meclis-i Âlînin himmeti ve Allah'ın inâyetiyle… Buradan ben mâlımı doğrudan doğruya Londra'ya gönderir, satarsam şüphesiz daha fazla kâr edeceğim. Neden bu parayı İstanbul'daki Rumlara, Ermenile­re kazandırayım…. bi'1-hassa borsa millileştirilmelidir. Memleke­timizde en büyük bir teh­like vardır Arkadaşlar, Ya­hudi tehlikesi. Bugün para­mız bunların ellerinde oy­nuyor...’ sözleriyle ‘Yahudi tehlikesine’ dikkat çeker… Gümüşhane Mebusu Cemal Hüsnü [Taray] Bey'in konuşmasındaki ‘Türkiye'nin inkilâb devresinde ticâreti bir sınıftan diğer bir sınıfa, bir ırktan diğerine geçmektedir.’ ifadesi dikkat çekicidir.”
Kastamo­nu mebusu Halit [Akmansü] Bey ve arkadaş­ları “25 Ocak 1924 tarihli soru önergesinde hima­ye edilmedikleri için İs­tanbul'da bulunan Türk fırıncıların mesleklerini terke mecbur kaldıkla­rını iddia ederler ve bu nedenle ‘Rumlara karşı İslâm fırıncı­ların himaye buyrulması’ talebinde bulunurlar. Aynı önerge­de Rumlar hakkındaki ‘İstanbul ticâret âleminde roller oyna­yan ve yüzde doksan Rumlardan ibaret bulunan değirmenci ve uncular şeytanetlerine devam ederken ve asıl kabahat bunlar­da iken fırıncıların tecziyesi İslâm ekmekçi sanatkârlarını im­ha etmekte olduğu sûzişle tasvir olunuyor.’ ifadesi nefret söy­lemini yansıtmaktadır.”
Sermayeyi Türkleştirme söylemi ve uygulamalarını meşru göstermeye yarayan çabalardan biri de Türkiye yurttaşı gayri­müslimlerin "yabancı" ya da "öteki" olarak tanımlanmasıdır. “Buna dair bir örneği 1924 yılı bütçe kanunu görüşmeleri sıra­sında 1 Nisan 1924'te Karahisar-ı Şarki Mebusu İsmail [Şükrü Çelikay] Bey'in şu açıklamalarında bulmak mümkündür. ‘Av­rupa ile iktisâden olan münâsebetimizi iki nokta-i nazardan mütâla'a etmek lâzım geliyor, muhakeme etmek icâbediyor. Bi­risi ithalât diğeri ihracâttır. İthâl ettiğimiz eşyanın % 90'nı biz Türkler sarf ettiğimiz hâlde ma'a'1-esef bunun vasıtalığını ya­panlar Türkler değil Hıristiyanlardır… [V]âsıta olan ellerin ma'a'l-esef bizden olmamalarındandır. İşte vâsıta olan ellerin bizden olamamaları ve bunların sû'-i niyeti, bir çok mahsulâtımızı ambarlarda çü­rütmeye sebebiyet veriyor...’ Yukarıda örnekleri verilen Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında TBMM zabıtlarından derlenmiş ifadele­rin temsil ettiği gayrimüslim karşıtı milliyetçi söylem, bu yıllar­dan başlayarak devam eden sermayeyi Türkleştirme uygulama­larının dayandığı anlayışı ortaya koyması açısından önem taşır.”
Tahmin edileceği gibi  noktadan sonra sözlem ırkçılığa dayanakta gecikmeyecektir: “Yalnızca yabancıların ve gayrimüslimlerin işlerine son veril­mesi paralelinde değil, tıpkı Mersin Limanı'nda faaliyet göste­ren Arapların etkinliğinden duyulan rahatsızlık gibi nedenler de yine denizcilik sahasında Müslüman-Türk unsurun öne çık­masında rol oynar. Ticaret Vekili Ali Cenani Bey Arapların elinde olduğunu söylediği Mersin'de kurulan Liman Sirketi'nin kuruluşu hakkında ‘Liman mu'âmelâtı kamilen gayr-ı Türklerin elindedir... Yeni teşkîl ettiğimiz liman inhisarı şirketi gerek patron gerek amele bütün gayr-ı Türkleri liman­dan uzaklaştırmağa çalışacaktır. Bu şirket fa'âliyete başladıktan sonra liman­da çalışmak üzere Karadeniz sahilinden Türk kayıkçıları celb edecektir. Ticâret-i Bahriye Müdîriyetinin teşebbüsü ile şimdiden sekiz hâne celb edilmiş ve yerleştirilmiştir. Fakat bunların te'sîri pek cüz'î olacaktır. Mersin'e lâ-ekal bin hâne Türk getirmek lâzımdır.’ açıklamasını yapar. Bu sözler Türkleştirmenin yetkili bir ağızdan dile getirilmesi açısından ayrıca önem taşır.”
Türkleştime örnekleri olarak verilen Türklerin iktidarı alma süreçlerine denk gelen; İstanbul ve Edirne ticaret ve Sanayi Odalarının millileştirilmesi, Avukatlık kanunu ile gayrimüslimlerin adalet mekanizmasından uzaklaştırılmas, bazı mesleklerin bunlar tarafından yerine getirilmesinin önlenmesi… gibi uygulamalar gayrimüslimler açısından selametin ebediyen ortadan kalktığını ve egemen zümrece kullanılan dilin yanında Mübadele sonrasında Rumlardan kalan mal varlıklarının talan edilmesi sürecinin bir bakıma gelecek yıllarda ki 6-7 Eylül 1955 pogromu, Varlık vergisi, 1964 kovulmaları… gibi uygulamaların  habercisi olduğunu söylemek abartılı bir ifade değildir. Mübadele’de ki talanla ilgili Koraltürk’ün değerlendirmeleri yapılacakların aynasıdır: “Gerek basında gerek TBMM'de yağmacı ve işgalcilerin kimlikle­ri genellikle açıkça ifade edilmemekle birlikte, örnekleri dile ge­tirildiği üzere terk edilmiş malların yağması ve işgali sabittir. Fa­illerin çoğu kez kimlikleri açıklanmasa da eşraftan mebusa, he­men her kesimden insan bu olayların içinde yer alır. Hüküme­tin bu tür olayları engellemekte yetersiz kalmasında ise yegâne neden bürokratik mekanizmadaki aksaklıklar ve otorite boşlu­ğu değildir. Yağmacı ve işgalcileri cesaretlendiren muzaffer ruh halini ve ülkenin içinde bulunduğu milliyetçi atmosferi görmek gerekir. Bu atmosfer gayrimüslim unsurlara karşı şiddetli bir dışlayıcı tavrı hâkim kılar. Örneğin iktisat Vekili Mahmut Esat [Bozkurt] Bey işgalden kurtarılmış bölgelerin durumu ile ilgili olarak 30 Aralık 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada mem­leketin hukuken, târîhen, siyâseten sahibi Türkler olduğu gi­bi iktisâden de bu memleketin hakîki sahihleri olduklarını gös­termişlerdir. demektedir. Mahmut Esat Bey sıradan bir dev­let adamı değildir. Bu nedenle gayrimüslimlere ilişkin değerlen­dirmesi aynı zamanda üyesi olduğu hükümetin de gayrimüslim unsurlara ve onların iktisadi yaşam içindeki yerlerine ilişkin ba­kış açısını yansıtır…  Başka bir ifade ile ülkenin aslî unsurları kendi ülkelerini yeniden fethetmektedirler.” Yukarıda da söylendiği gibi dış talan imkanı kalmayan talancı bu kez ana evini ziyaret etmiştir.


[1] İkinci Mahmut döneminde Müslüman tüccarların gelişmesi için bazı önlemler alınmış, Müslümanlara da bazı imtiyazlar verilmiş ve İstanbul, İzmir, Bursa, Halep ve Şam gibi vilayetlerde kontenjanlar ayrılarak avantajlar sağlanmışsa da Müslüman tüccarlar bu avantajlardan faydalanamayarak durumu lehlerine çevirememişlerdir.
[2] Murat Koraltürk Erken Cumhuriyet Dönemide Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim, 2011.
[3]  Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu İmge 2002 s 101
[4] Osmanlı yöneticileri,  İdeolojik arka planda Türkçü olmalarına karşın bunu ifade edemediler, Osmanlıcılık onların kamuflaj malzemesiydi. İttihatçılar dağılan imparatorluğu bir arada tutmak, dağılmasını engellemek iddiasıyla yönetime el koyduklarında, Türkçülük diğer milliyetleri dışlayacağından açıktan Türkçülüğü savunamadılar. Fakat tüm bu Türkçü ve İslamcı eğilimlerine rağmen imparatorluğun tüm unsurları ile birlikte yaşamını devam ettirmesi gerektiğine olan inanç devletin kurtarılması (siz bunu ayrıcalıklı geleneksel sınıfın, ayrıcalıklarını kaybetmemek çabası olarak okuyun) fikri bu eğilimlerin Osmanlıcı bir kılıf altında sunulmasını gerektirmiştir. Bu konuda cumhuriyeti kuranların eli çok rahattır, çünkü ortada kurtarılacak imparatorluk kalmamıştır.
[5] Burada Türk solunun da içine düştüğü bir yanlış algılamaya dikkat çekmekte ve açıklamakta fayda var, Gayrimüslim burjuvaziyi komprador olarak nitelemenin maddi temeli yoktur. Gayrimüslim tacirlerin Batılı tacirlerle rekabetten doğan çelişkileri de vardır. Kapitalist ilişkilerin İmparatorluğun diğer bölgelerine oranla daha fazla geliştiği ve ihracata yönelik üretimin yoğun olduğu Ege Bölgesinde yabancı tacirlerle yerli Gayrimüslim tacirlerin şiddetli rekabet ve çatışma örneklerine ilişkin belgeler de mevcuttur,  Batılı konsoloslar Rum ve Ermeni tüccarların rekabetlerinden rahatsızlık duymaktadırlar ve birçok kez kendi bakanlıklarına yerli Rum ve Ermeni tacirlerden şikâyette bulunmuşlardır. Hatta pazar egemenliği mücadelesinin cinayete kadar vardığı durumlara da şahit olmaktayız (Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi  Bilim Y. 1977 s 212-221)
[6] 18.ve 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun yaşadığı temel değişim, bir bürokratik burjuvazi ile ticaret burjuvazisinin doğuşudur. Bu burjuvazinin göze çarpan özelliği, kaynakları sultanın egemenliğinden ilk kez çekip almasıdır. Kaynaklar iki türlüydü: Birincisi, Batı tipi eğitimle oluşan beşeri kaynak, (Batı tipi eğitim sultana bağlılık yerine soyut bir Osmanlı devletine bağlılık fikri geliştirerek bu kurumlarda yetişen öğrenciler tahayyül ettikleri devlet ve toplumu yaşadıkları ortamda göremeyince, İmparatorluğu  reforme etmeye başladılar. Osmanlı toplumu ve devletini yenilemeyi amaçlayan bürokratik burjuvazi böylece filizlenmiştir), İkincisi Batıyla ticari ilişki kurmuş olan azınlık tacirlerinin, önde gelen Batılı güçlerin yasal koruyuculuğu altına girmesiyle zenginleşen ticaret burjuvazisi, kendi ekonomik kaynakları üzerinde tek söz sahibi oldu. Bu iki grup (bürokratik burjuvazi ile gayrimüslim ticaret burjuvazisi) birlikte Osmanlı burjuvazisini oluşturabilirlerdi fakat etnik ve dinsel çizgilerin ayrıştırdığı Osmanlı toplumsal yapısı içinde farklı yerlerde konumlanmalarından ötürü bu parçalı yapı devam etti.( Fatma Müge Göcek, Burjuvazinin Yükselişi ve Düşüşü  Çev. İbrahim Yıldız Ayraç 1999s 104)
[7] A.Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-44, Ekonomik ve Kültürel Jenocid, BelgeY. 2009, s 22
[8] Samir Amin, Peace, National and Regkmal Security and Development Same Reflexions on the African Expeıience, Altematives XIV (1989), s. 215-229.
[9] Karl Marx. Kapital, 1. Cilt, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1978, s. 86. Akt. Fikret Başkaya, Yediyüz, Osmanlı Beyliğinden 28 Şuba­ta: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, 1999, s. 285-286.
[10] Fikret Başkaya, Yediyüz, Osmanlı Beyliğinden 28 Şuba­ta: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, 1999, s. 287
[11] Samim Akgönül, Türkiye Rumları, ulus-devlet Çağından küreselleşme Çağına bir Azınlığın Yok Oluş süreci, çev. Ceylan Gürman, İletişim, 2007 s 105.
[12] Ümit Kurt, “Türk’ün Büyük, biçare Irkı” Taner Akçam’ın önsözü, İletişim  2012, s 17
[13] Aynı politikalar 1934’te Trakya’dan Yahudilerin sürülmesinde, 1929-35 yıllarında ise Anadolu’daki kalabilen ve geri dönebilme sansına kavuşabilen  Ermeniler için uygulanarak Suriye’ye sürgün edileceklerdir.
[14] Majorie Housepian Dobkin’in,  Bir Kentin Yıkılması, 1922 İzmir’i  Belge Y. 2012