Fransız filozof
Michel Foucault, 15 Ekim 1926’da Poitiers’de doğdu. Babası, oğlunun kendi
kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas
Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne
girdi. 1946’da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale
Supérieure’e kabul
edilen dördüncü öğrenciydi. Okul yıllarında eşcinselliğini keşfetti.
1948’de felsefe
diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji diplomasıyla
ödüllendirildi.
1950’de girdiği
Komünist Partisi’nden, 1952’de ayrıldı. Bir süre hastanelerde psikolog olarak
çalıştı
53 ‘te ecole
normale’de felsefe asistanı oldu ve psikoloji eğitimine devam etti.
İlk kitabı
Marksist bir bakış açısıyla 1954’te yayımlanan “Akıl Hastalığı ve Kişilik”
(Maladie mentale et personnalité)’tir.
1954’ten
itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde doktora tezini yazdı.
Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault’un tezini bilimsel
bulmayıp, kabul
etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti.
1960’da Fransaya
Clermont-Ferrard Üniversitesine Felsefe bölüm başkanı olarak döndü. 61’de “Deliliğin
Tarihi” kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. (bu kitapta deliliği bir
olgu olarak değil, yargı olarak ele alan Foucault, deliliğin klasik çağı adını
verdiği 17. 18. yy’dan başlayarak Ortaçağ’da cüzamın aldığı toplumsal
dışlanmışlık rolünü üstlenmek zorunda kalışını ele alır. )
Ve bu
üniversitede felsefe bölümünün başına geçti. Bir yıl sonra 1962’de “Kliniğin
Doğuşu” ( naissance de la clinique) adlı eserini yayımladı. Aynı yıl (1960)
Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la
tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault,
Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka
benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.
Foucault’nun
dördüncü eseri “Kelimeler ve Şeyler” (Les Mots et les choses) 1966’da
yayınlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok
satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
Kelimeler ve
Şeyler’de Foucault, söylemsel bir inşa olarak insanın doğuşunu göz önüne serer.
İnsan bilimleri olarak felsefenin nesnesi insan, klasik temsil alanı çözülüp
dağıldığı ve insan varlığının ilk kez yalnızca dünya karşısında mesafeli
durarak tasarımlayan özne olmaktan çıkıp, aynı zamanda yaşama, emek sarfetme ve
konuşma kapasiteleri çevresinde incelenebilecek erekli ve tarihsel olarak
belirlenmiş bir varlık haline gelir. Modern bilimsel araştırmanın nesnesi
haline geldiği zamanda boy gösterir. Yeni bir zamansallık ve ereklilik alanına
gömülmüş olan öznenin bilgi üzerinde egemen durma statüsü tehdit altında kalır
ama aşkınsal biçim altında yeniden oluşturulmasından ötürü hükümranlığı
muhafaza edilir.
Bu kitabında
Foucault, insanın ölümünü ilan eden
ve felsefeyle insan bilimlerindeki tüm hümanist geleneği karşısına alarak
özellikle Sartre ve Komünist Parti’ye yakın entelektüellerin saldırısına uğrar.
1966-1968
arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler.
Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu,
Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden
oldukça etkilendiler.
1969’da
“Kelimeler ve Şeyler”de kullandığı yöntemin açıklama denemesi olan “Bilginin
Arkeolojisi”’ni (Archéologie du savoir) yayınladı. Bilginin Arkeolojisi’nde
bilgilerin evrimini tarih boyunca birbirini izleyen ve her biri farklı bir
bilim-kuramsal bir alan olan insan bilgisinin farklı katmanlaşmalarını göz
önüne sererek açıklar.
1970’de en önemli
araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’nde kendisi için kurulan
“Düşünce Sistemleri Tarihi” profesörü olarak seçildi. Aynı yıl Foucault başka
aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (The Prison Information
Group) kurdu.
1975’te belki de
en etkili kitabı olan “Hapishanenin Doğuşu”’nu (La Naissance de la Prison)
yayınladı. İktidar ilişkileri, teknikleri, stratejileri ve taktiklerinin; yeni
modern batı toplumlarında öznelliği kurma biçimlerinin analizini yaptığı bu
kitap olağanüstü bir ilgi gördü. Hapishanenin Doğuşu’nda 18. yy’da hapishanenin
nasıl ortaya çıktığını inceler.
Ömrünün kalan
yıllarında kendini “Cinselliğin Tarihi” (Histoire de la sexualité) çalışmasına
adadı. 1976’da ilk cildini yayınladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da
ikinci ve üçüncü ciltler 1984’teki ölümünden hemen sonra yayınlandı.
Cinselliğin bastırılmadığını, tam tersine, modern biyo-iktidar tarafından
üretilip; bedene nüfuz etmek için bireylere dayatıldığını söylediği bu kitap,
Freud’dan Marcuse’a kadar uzanan ve insanın hakikatini ve özgürlüğünü arzuların
özgürleşmesinde bulan kuramın ağır bir eleştirisiydi. Özgürleşmenin yerine
alternatif olarak kendini yaratmayı ve arzunun özgürleşmesi yerine zevki
yoğunlaştırmayı öne çıkaran bakış açısını bu son kitabının ardından geliştirdi.
Söylemin Düzeni
adlı kitabında iktidar kavramını ele alır ve iktidarı sahip olunan bir hak yada
baskı yapabilme gücü değil, üretken, çok odaklı ve pozitif bir oluşum olarak
tanımlar. Foucault’ya göre her bilgi iktidar üretici, her iktidar bilgi kurucu,
bilimsel niteliği gereği tarihsel ve iktidar oluşturucudur.
Bu
Bir Pipo Değildir kitabında ise resimle söz arasındaki farkı belirtir. Görünen
şeylerle söylenen şeylerin benzer olmakla birlikte aynı olmadığı, aralarındaki
farkı ve anlamın zorluğu üzerinde durur.
Kaç yaşamı
vardır entelektüelin? Kaç gölgesi? Kaç sureti? ‘Kendisini hiçbir zaman evinde
hissedemeyen bir sürgün, bir yabancı’nın kendine ait bir yaşam var mıdır
sahiden? ‘İtham eden’, ‘işi kriz üretmek olan’, ‘onu ilgilendirmeyen işlere
karışan’, ‘aklını kullanmayı meslek edinmiş’, ‘kentlerin çocuğu olan’ ve Cemil
Meriç’in deyişiyle ayırıcı vasfı ‘tenkit’ olan entelektüel…
Foucault şöhreti
sevmeyen bir adam.
Foucault
Fransa’da yazarlara bir yıl boyunca kitaplarını imzasız yayınlamalarını
önermiştir. Yine entelektüellerin konumu, kültür ve felsefe konulu bir söyleşi
talebini kimliğinin gizli tutulması şartıyla kabul etmiştir. Bunun sebebi yine kendi
ifadesiyle söylediklerinin tanınmadığı dönemdeki dinlenme şansına duyduğu
özlemdir. O zamanlar söylediklerinin olası okurlarla buluşacağı noktaların
önceden belirlenmemiş olduğunu söyler. O, okurların kitapları önyargısız ve
ideolojik saplantılardan arınmış bir şekilde okumalarını düşlemektedir.
Kitaplar ne yazarları için okunmalı ne de onlar yüzünden okunmaktan
vazgeçilmeli.
==Foucault
El attığı her
alanda öncelikle yerleşik bakış açılarını ve yöntemleri sorgulayan Foucault, bu
tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve kendini
dönüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine radikal
anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur. Bizim “normal”, “sıradan”,
“gündelik” olarak kabul
ettiğimiz bir dizi kavram ve kurumu yeniden alıp, tam da bizim sandığımız gibi
olmadıklarını göstermek. Ne olduklarını söyleyip söylemediği tartışılır. Bu
konuda eleştiriye de uğramaktadır lakin ne olmadıklarını sıralıyor…
Cezalandırma,
cinsellik, iyileştirme ve akıllılaştırma Biz bu dört temel kavramı kabul
ediyoruz; bazı insanlar delirir, onları ya kapatmak ya da akıllarını başlarına
getirmek gerekir; bazı insanlar hastadır, onları yatırıp iyileştirmek gerekir;
bazı insanlar suçludur, onları ya suçlu olmaktan çıkartmak ya da en azından
topluma zarar veremeyecek bir yere kapatmak gerekir ve cinsellik diye bir şey
vardır, bu bizim hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir, fakat bunu belli
kurallara bağlayarak yaşamak durumundayız, onun üzerine belli sınırlar koymak
zorundayız, bu da doğal bir şeydir...
Dolayısıyla, “içinde
yaşadığımız toplumun kuralları neyse onların bazılarını eleştirsek bile kabul etmek zorundayız”
rahatlığını bizim elimizden alıyor Foucault. “Hapishane mi? O ne?” diye
sorguluyor bir kere.
Peki buradan şu
mu çıkar o zaman: “Kahrolsun hastane, kahrolsun hapishane, delileri serbest
bırakalım, hastalar kendi başlarının çarelerine baksınlar, katiller de ortada
gezsinler.” Hayır. Foucault ben “Hapishaneler kapatılsın, seri katilleri dışarı
salalım, akıl hastanelerini kapatalım, şizofrenleri bırakalım... vb demedim”
diyor, ben Batı’nın epistemolojik tarihini yaparken, Batı’da birtakım söylemler
hangi nedenlere, hangi ihtiyaçlara cevap vermek için ortaya çıktı ve bu
söylemlerin çıkışı için gerekli kurumlar nasıl ortaya çıktı, bu kurumlarla bu
söylemler birbirlerini nasıl beslediler gibi sorular bağlamında bir tarihsel
epistemoloji yapıyordum. Bu, zorunlu olarak bahsettiğim kurumların işlevlerini
iptal eden bir
tavır değildir” diyor.
Bütün
çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç
ilişkileri üstüne kurdu.
Bence bir şey olmaya
çalışmak yerine, olduğumuz şeyden kurtulmalıyız. Bir kitap yazmaya
başladığınızda sonunda ne söyleyeceğinizi bilseniz, onu yazmaya cesaret
edebileceğinize inanıyor musunuz? Oyun, ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa
zahmete değer. Benim alanım düşünce tarihidir.
Eğer Foucault’un
felsefe geleneğinde bir yeri varsa bu Kant’ın eleştirel geleneğidir ve yapmaya
çalıştığı şey Düşüncenin Eleştirel Tarihi olarak adlandırılabilir. Kısacası,
düşüncenin eleştirel tarihi ne hakikatin elde edilmesinin ne de gizlenmesinin
tarihidir: hakikat oyunlarının ortaya çıkışının tarihidir: “doğru-söylemelerin”
tarihidir
Kendisini sık
sık bir “tanı uzmanı”; çalışmalarını da ebedi gerçeklerin taşıyıcısından ziyade
“şu anın bir tanısı” olarak tanımlıyordu. ‘Tanı’ metaforu kendisinin de kabul ettiği gibi
nietzsche’den alınmıştı.
Foucault toplum
içerisindeki rolünü, “insanlara, kendilerini hissettiklerinden daha özgür
olduklarını, insanların bir hakikat, bir kanıt olarak kabul ettiği tarihin belirli bir anında
oluşturulmuş olan bazı temaların ve sözde kanıtların aslında
eleştirilebileceğini göstermek” olarak vurgulamıştır.
Foucault’un
bütün eylemlerinde karşımıza çıkan ana tema, nerden gelirse gelsin tahakküm
biçimi almış veya almaya eyilimli tüm iktidar ilişkilerine karşı verilen yerel
mücadele biçimidir.
Kuramının pratik
için bir yol gösterici değil, yeri geldiğinde işe yarayabilecek bir alet kutusu
olduğu üzerinde de ısrar eder.
Bedenin tarihini
yazar. Tarihçilere duyguların, davranışların ve bedenin de tarihinin
yazılabileceğini göstermiştir.
Benim amacım
hiçbir teolojinin peşinen etkisiz hale getiremeyeceği bir kesintililik içinde
tarihi incelemek; hiçbir aşkın yapının kendisine özne biçimini dayatamayacağı
bir anonimlik içinde tarihin açılımına olanak sağlamak, tarihi hiçbir biçimde
başlangıç noktasında dönme umudu vermeyecek bir geçiciliğe kavuşturmaktı.
“Benim yaptığım
tarih bir sorunsallaştırmalar tarihidir” diyerek tarihi kullandığı tüm
çalışmalarını özetler.
==İktidar
Foucault
çalışmalarında Delilik ve psikiyatri, suç ve ceza incelemesi aracılığıyla bazı
başkalarını dışlayarak kendimizi nasıl dolaylı olarak kurduğumuzu göstermeye
çalıştım. Bizimki gibi bir toplumda rol oynayan iktidar ilişkileri nelerdir?
Delilik üzerinde aklın iktidarı; doktorların hastalar üzerindeki iktidarı, hukuksal
aygıtın suçlular üzerindeki iktidarı, bireylerin cinselliği üzerindeki iktidar.
İktidar sadece
uygulandığında var olan bir şeydir, bir ilişkidir, Foucault iktidarı, merkezi,
dışsal ve negatif bir yapı olarak tanımlayan kuramlardan farklı olarak; iktidarın,
merkezi ve tektip değil, kılcal damarlarla topluma nüfuz eden, dışlayan değil içine alan, negatif
değil pozitif mekanizmalar yoluyla işlediğini gösterir. Klasik anlamda iktidar
teorisi iktidarı tek tek herkesin sahip olduğu, alınıp verilebilen, uygulanmadığı
zaman da bir şekilde bir kenarda duran bir şey olarak görür. Klasik teori bu
ontolojik ön kabul
üzerinde temellenmiş bir teoridir. Foucaolt’ta ise iktidar artık şuradaki
adamlar olmaktan çıktı. Bu ilişkiler ağının aldığı bazı kristalleşme biçimleri
de vardır. Devlet bunlardan bir tanesi, sınıf da öyle.
Aslında
Özgürlüğümüzün kısıtlandığını fark ettiğimiz her alanda bir iktidar ilişkisi
mevcuttur diyebiliriz. Foucault’nun, iktidarın her yerde olması düşüncesini,
Marksist kuram’dan daha çok Nietzsche’den etkilenerek oluşturulduğu
düşünülebilir. Şöyle ki, “Marksist düşüncede iktidar olumsuz durum olarak
görülürken (hegemonya, hileli yönlendirme- manipülasyon - gibi) Nietzsche’de
olumsuz bir durum olduğu kadar olumlu durumlar da yaratır.” İktidarın yayılmış
ve vazgeçilemez olması nedeni ile insanlar, iktidarın belirlemiş olduğu
kalıpsal davranışların dışına çıkmaktan çekinirler. Belirli bir baskı ve
zorlamanın altında yaşamaktadırlar ki, Nietzsche’ye göre bu insanlar, sürü
ahlakından ayrı bir şekilde yaşamayı başaramamış insanlardır ve yitip gitmeleri
gerekir. Yani bu insanların değeri yoktur. İşte bu noktada Foucault,
“Marksistler gibi kurbanların yanında yer alır ki, bu son derece Nietzsche’ci
olmayan bir tutum demektir. Foucault, Marx’ın düşündüğü gibi, iktidarın belirli
sınıfların elinde olmadığını düşünür.
İktidar
ilişkilerinin nereden kaynaklandığı sorusuna Foucault, Nietzsche’de olduğu
gibi, güç ilişkileri cevabını verecektir. Güçlü olan, söylemi belirleme gücüne
sahip olandır ve geçerli söylem toplumda dinamik bir halde bulunan söylemdir.
Bununla beraber iktidar, istediği kadar belirli davranışsal ve söylemsel
alanları kontrol altına almaya çalışsın, onca kişinin istemleri ve eylemlerinin
tek bir noktada birleşmesi imkânsızdır. Bu nedenle de her zaman toplum
içerisinde belirli direnme odakları bulunmaktadır. Bu direnme odaklarının
yeterince güçlenmesi ile belirli bir güç ilişkisi oluşmakta ve yeni bir kutup
belirmektedir. Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan iktidar olmaz
İktidar oyununda,
iktidarın karşıtı bir söylemde bulunduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz ancak
iktidara ötekini vermek bağlamında iktidara hizmet etmektesiniz. Bu da iktidara
hapis edilecek, ıslah edilecekleri bir tepsi içinde sunmak anlamına
gelmektedir. İktidar ilişkileri, az ya da çok direnmenin iktidarı kışkırtması
yoluyla süreklilik kazanır, iktidar direnmesiz, direnme iktidarsız olamaz.
Farklı olarak (anormal) görülen bazı özneler iktidarın baskıcı yönünü
sergilemesine sebeptir, çünkü iktidara karşı durmak onu desteklemektir, ona
istediği öteki’yi vermektir.
İktidar
mekanizmaları, hiçbir zaman tek tip bir birey yaratmak istememektedir. Aslında
yaratmak istediği birey tipi, onun istediği zamanlarda istediği kılıfa
sokabildiği tepkisiz birey tipidir. Böylelikle değişen zaman ve değerlere göre
kendi varlığını sürekli kılabilecektir. Aslında zamanla üretilen bu değerler,
mikro iktidarlardan kaynaklanıp, makro iktidarları belirlemektedir.
İktidar
konusundan bahsedilirken iktidar-tahakküm farkını vurgulamak da önemli. İktidar,
tarafların, iki tane eylem kümesinin, karşılıklı olarak birbirlerini
yönlendirmesi, yapılandırması anlamına geliyor. Tahakküme dönüştüğü zaman ise
olumsuzlaşıyor. Eğer
iktidar ilişkisine giren taraflardan biri, ötekinin önündeki eylem alanını
aşırı derecede daraltır ve ona hareket alanı bırakmazsa burada tahakküm vardır.
Köle intihar edebildiği sürece aradaki ilişki iktidar ilişkisidir tahakküm
değil.
Foucault’nun
düşünsel zemininde iktidar kavramının yeri genel olarak incelenirken
karşılaşılan en önemli zorluklardan birisi, iktidarla ilgili üç farklı aşama
olmasıdır. 1960’lı yıllara karşılık gelen ilk dönemindeki Deliliğin Tarihi adlı
çalışmasına bakıldığında Foucault, iktidara baskıcı bir görev yüklemiş ve
iktidar uygulamalarına olumsuz yaklaşmıştır. İktidarın işlevi ona göre;
toplumda anormal olarak adlandırılabilecek olan kişileri, toplumdan tecrit
etme, dışlama, kapatma ve normalleştirmeye çalışmaktır. Bu yüzden toplumdaki
çeşitlilikten uzak bir yapıya sahip olan, iktidar anlayışına itaat, insan için uygun
olmayan, insanın değerini azaltan bir tutumdur.
Ancak 1970’li
yıllara gelince Foucault, yazılarında iktidar uygulamalarının tamamen olumsuz
olduğu düşüncesinden uzaklaşmakta ve iktidarın olumlu yanları olduğunu da ileri
sürmektedir. Ona göre; “İnsanların denetlenmeleri ve kullanılmaları için
ayrıntının titiz bir şekilde gözleme alınması ve aynı anda bu küçük şeylerin
siyasal olarak hesaba katılmaları; kendileriyle birlikte bir teknikler bütününü
koskoca bir usuller ve bilgi, tasvir, reçete ve veri corpus’unu (külliyat)
taşıyarak klasik dönem boyunca yükselmişlerdir.” İnsanın iktidar karşısında
bugünkü güçsüzlüğü sırf bu iktidar tekniklerin gelişimi ile olurken, bu
teknikler diğer yandan da düzeni sağlamaktadır. Foucault’nun ikinci dönem
(1970’li yıllar) eserlerinden biri olan Hapishanenin Doğuşu, iktidarın,
bedenleri itaat altına almasının yanında üretken bir yanının da olduğunu bize
gösterir. İktidar, suçlunun bedenini, dolayısıyla iktidara karşıt olanı yok
etmek yerine onları üreten olmakta ve kimlik çeşitliliği yaratmaktadır.
Foucault’nun son
dönem yazılarında ise, artık iktidarın ilkel bir kontrol biçimi olmaktan uzak,
yalnızca dışlayan, tecrit eden
özelliğinden çok, bedeni kontrol etme amaçlı kendini ilerleten, yenilikler
yapan, teknolojiler üreten bir yapıya kavuştuğunu düşünmeye başlamıştır.
“İktidar her
yerde hazır ve nazırdır: ama bu her şeyi yenilmez birliğin çatısı altında
kümeleştirme ayrıcalığına sahip olduğundan değil, her an, her noktada daha
doğrusu bir noktayla bir başka nokta arasındaki her ilişkide kendini
ürettiğindendir. İktidar her yerdedir, her şeyi kapsadığından değil her yerden
geldiğinden dolayı her yerdedir.”
“Yeni iktidar
biçimlerine yeni direnme biçimleri yeni öznellikler gerekmektedir.” Eğer her iktidar biçimine
bir direnme odağı oluşuyorsa, iktidar varlığını sürekli kılmak için, bu direnme
biçimlerine karşılık cezalandırma sanatını geliştirmektedir.
İktidarın tüm bu
olumsuz görüntüsüne rağmen bilinmektedir ki, insanlar bu tarz uzlaşmaları
yapmaktadırlar, bunun nedeni ise, kendilerini daha güçlülerden koruma isteğidir
İktidar
uygulamalarının meşru olarak görülmesinin ve insanlar arasında antlaşmalara
varılmasının nedenlerinden biri de, birlikte yaşama zorunluluğudur
İktidar-beden:
Bedeni yok
etmek, iktidara bir şey kazandırmazken, bedeni kullanmak onun gücünü
artırmaktadır. Bu yüzden iktidar, bedeni bir meta haline dönüştürerek onu
kullanmayı tercih eder. Foucault Ders Özetleri eserinde, modern dönemlerde
iktidarın bu meta devri ile gerçekleştiğini ve her bireyin sahip olduğu meta’yı
başkasına devri ile sözleşme yoluyla iktidarı oluşturduğunu anlatır. Çünkü
kontrol ve üretim sistemi bunu gerektirmektedir.
Bedene hakim
olma, beden bilinci, ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla elde edilebilmiştir:
jimnastik, idmanlar, kas geliştirme çıplaklık, güzel bedenin yüceltilmesi. Tüm
bunlar, çocukların askerlerin bedeni üzerinde iktidarın uyguladığı kararlı,
inatçı, titiz bir çalışmayla insanı kendi bedenini arzulamaya götüren hattadır.
Ancak, iktidar bu etkiyi yaratır yaratmaz, bizzat iktidarın bu kazanımlarıyla
aynı hatta, iktidara karşı bedenin talep edilmesi, ekonomiye karşı sağlığın
talep edilmesi, cinselliğin, evliliğin, erdemin ahlaki normlarına karşı zevkin
talep edilmesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. İktidarın güçlenmesine neden
olan şey, aynı anda, saldırıya uğramasının da nedeni olur… İktidar bedenin
içinde mesafe kat etmiştir, yine bedenin içinde saldırıya uğramış bulur kendini
Cezalandırma ve
normalleştirme görevini üstlenen iktidar nedir, nerededir ve iktidara sahip
olanlar kimlerdir? Bu soru neredeyse bütün düşünürler tarafından araştırılmakta
ve çeşitli cevaplar verilmektedir. Ancak iktidar olgusunun çok boyutluluğu, bu
tanımların hiçbirisinin tam olarak bir cevap niteliği taşımamasının nedeni
olarak görülebilir. Bir iktidar tanımı olarak;
“İktidar: Bir
bilinçli nesneleştirme sürecidir. Dolayısıyla doğa durumunda iktidar yoktur.
Yani bir hayvanın ya da bir akıl hastasının iktidar kurması söz konusu olmaz.
Bu öğelerin insanı bir eyleme zorlaması ve buna bağlı olarak gösterilen
direniş, bu nedenle politik bir süreç değil; tipik bir doğayla mücadele
sürecidir. Kendinden daha basit varlıkları nesneleştirme hakkını kendinde gören
bir kısım insan ise, bu işi daha ileri götürüp türdeşleri arasında da benzer
ayırıma giderek ‘daha basit ve daha güçsüz’ olarak nitelediği insanları da
nesneleştirme hakkını kendinde görmüştür, görmektedir.
==Biyo-iktidar
Olumsuz,
sınırlayıcı olan ve hükümranın öldürmek ya da yaşama hakkı verirdi. Hükümranın
yaşam üzerindeki etkisi yalnızca öldürebildiği andan itibaren kullanılabilir.
Yeni iktidar biçimi olumlu, üretken ve yaşamın desteklenmesine yöneliktir.
Burada hükümdar yaşatır ya da ölme hakkı verir. Bu yeni iktidar teknikleri ve
mekanizmalarına biyo-iktidar adını verir.
Biyo-iktidar iki
ana biçimde gelişmiştir: insan bedenine bir makine gibi yaklaşan birinci biçimi
disiplinci bir iktidardır. Amacı bedeni disipline etmek, yeteneklerini
geliştirmek ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirmektir. İkinci biçimiyse
insan bedenine doğal bir tür olarak yaklaşır ve nüfusu düzenleyici bir denetim
üzerinde yoğunlaşır. Biyo-iktidar kapitalizmin gelişmesinde olmazsa olmaz bir
unsur, olmazsa olmaz bir koşuldur.
Foucault’a göre
batı toplumlarında beden bir iktidar ilişkileri ağında yer alır çünkü üretim
biçimi gereği beden, emek gücüne dönüştürülmeli ve üretim gücü olarak
kullanılmalıdır.
Biyo-iktidar,
hükümetlerin; sağlık hizmetleri, iskan, şehir planlamacılığı, sosyal hizmetler,
eğitim vb alanlarda hem sorunun hem çözümün bir parçası olan sosyal
teknolojiler kullanılarak, insan nüfusunun gereksinimleriyle ilgilenme
zorunluluğunun fark edilmesinden doğan tüm stratejilere gönderme yapar.
Foucault onu sık sık canlının hükümeti olarak düşünür. Canlının hükümeti daima
bir nüfus üzerindeki güç hakkındadır. İstatikçiler ve ekonomistler tarafından
toplanan bir nüfusun bilgisi, güç bilgisinin bir biçimidir ve görünüşe göre
daha iyi iskan koşulları sağlama, hümanizm gibi hareketler sosyal güç
istencinin bir ifadesidir.
Yerleşen yeni
teknoloji insanların çokluğuyla ilgilenir. Demek ki ilk olarak,
bireyselleştirme yöntemiyle beden üzerinde iktidar kurulmasının ardından,
bireyselleştirici olmayan ama beden-insan yönünde değil, tür-insan yolunda
gerçekleşen, bir anlamda yığınlaştırıcı olan ikinci türde bir iktidar kuruluşu
var.
Biyo-iktidar
canlı insan varlıklarıyla onların çevresi ile olan ilişkilerinin dikkate
alınmasıdır; örneğin bataklıklar gibi sorunlar. Emeklilik, sigorta gibi
konuları önemser.
Bu değişiklik
ölüm ritüelinde de kendisini gösterir. Bugünkü iktidara göre ise ölüm dıştadır:
ölüm iktidarın tasarruflarının dışına düşendir. İktidar kendisi dışana çıkan
hiçbir şeyi kabul
etmeği için ölümü de mümkün olduğunca sessiz ve görünmez kılmak ister ve onun
üzerinde iktidar yalnızca genel olarak istatistiksel olarak söz konusu
olacaktır.
==Bilgi
Foucault’a göre
her bilgi, tarihsel ve iktidar oluşturucudur.
İktidarın olumlu
birkaç yönünden birisi de bilgi üretmesidir. “iktidarın, doğrunun özgür
oluşumuna engel olduğu” biçimindeki geleneksel liberal görüşü reddeden
Foucault’ya göre, iktidar bilginin üretimi için zorunludur ve bütün toplumsal
ilişkilerin doğasından ileri gelen temel bir özelliktir. İktidarla bilginin
dolaysız olarak birbirlerini içerdiğini; ne eş güdümlü bir bilgi alanı
olmaksızın herhangi bir iktidar ilişkisinin var olabileceğini, ne de iktidar
ilişkileri var saymayan ve oluşturmayan bir bilgi alanının var olabileceğini kabul etmemiz gerektiğini
söyler.
Ancak iktidar,
bilime kaynak sağlarken ürettiği bilgilerin kendi işine yaramasını gözetir.
İktidarın işine yaramayan bilgi, sistem için zararlı olabilecek olduğundan
varlığı da tehlikelidir, iktidarın desteklediği ve üretilen bilgilere
bakılığında onun izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilir.
Bilimin üretmiş
olduğu bilgi, Foucault’nun doğruluk oyunları dediği oyuna, daha çok kavram ve
araç sağlamakta iktidara yardımcı olmaktadır. Doğru, yanlış, normal olan,
normal olmayan ayrımı, doğruluk ve söylemin değerlendirilmesi ile mümkün
olmaktadır. İktidar ise bu oyun sayesinde bireyleri normalleştirmektedir.
Parhesia-
veridiction bu sorunsallaştırma süreci hem belli birtakım söylemsel olmayan
pratikleri, yani kurumlar ve o kurumlar içinde gerçekleşen fiili birtakım
pratikleri; hem de söylemsel pratikleri, yani bilimsel söylemler ve teorileri
kapsayan bir bütün. Bu bütün içinde ortaya davranış biçimlerine dair birtakım
önermeler çıkmaya başlıyor. Bu önermelerin iddiası bizim varlığımız hakkında
hakikati söylüyor olmak. Foucault da buna veridiction diyor. Veridiction’un Latince
kökenine geri gidersek eğer,
anlamı ‘hakikati söylemek.’ Neyin hakikati? Bizim bedenimizle yaptığımız
şeylerin veya davranış biçimlerinin hakikatini söylemek.
Bu hakikat,
böyle bir sorunsallaştırma ilk defa modernite ile olan bir şey değil elbette. İnsanın
davranış biçimleri geçmişte dini söylemle, ahlaki söylemle veya başka birtakım
söylemlerle eklemlendirildiğinde, hukukla eklemlendirildiğinde mesela, yine
ortaya birtakım önermeler çıkıyor. Ama bu önermeler bilimsel olma iddiasında
olan önermeler değil, otoritelerini bambaşka bir kaynaktan alıyorlar.
Bilginin
arkeolojisindeki Arkeolojik çözümleme ise, bilim ile bilginin arasında nasıl
içkin bir bağ olduğunu, birbirlerinin nasıl elemanı olabildiklerini ve nasıl
bir işlev gördüklerini kesin olarak gösterme görevindedir
==Delilik
Deliliğin Tarihi
kitabında, delilik denilen o davranış biçiminin sorunsallaştırılıp akıl
hastalığı adı altında bir öznel deneyime dönüştürülme süreci çerçevesinde
deliliğin tarihini yaparken, bütün bu süreci argümante etmek, desteklemek ve
savunmak için nasıl sürekli olarak bir çalışma etiği ilkesinin kullanıldığını
gösteriyor. Batı’nın psikiyatri tarihine baktığımızda, “Onun da hakkı vardır
insan gibi yaşamaya” gibi argümanlardan daha ziyade, en azından hastanın
kendisini tedavi olmaya ikna ederken sürekli olarak hem Hıristiyan ahlakından
hem de seküler ahlaktan beslenen, bir çalışma etiği, “mutlaka üretime katılmak
gerekir vb” tarzında bir argümantasyon var.
Ona göre delilik
ancak toplum içerisinde var olur çünkü mantık yokluğunun yapısını belirleyerek
bunu yaratan, toplum ve onun kurallarıdır.
Modern çağlara
kadar toplum içinde hayata katılan bu insanlar ne oldu da kapatılmaları
ihtiyacı hissedildi.
Eğer siz bir toplumu, o toplumun çoğunluğunu
belli birtakım davranış biçiminin hastalık olduğuna ve tedavi gerektirdiğine
inandırabilirseniz, o zaman o insanlar o davranış biçiminden; sırf kendilerini
hasta olarak görmek, kendilerine bu hastalığı yakıştırmak istemediklerinden,
feragat edebilirler. Bunu yapmanın en iyi yöntemi de o davranış biçiminin bir
hastalık olduğunu bilimsel bir tespit olarak söylemek ve insanları buna
inandırmak. Tabii ki oraya kapatılan insan, rejime muhalif olan insan buna
inanmayabilir, ama onu zaten oraya kapattınız artık; önemli olan oraya
kapatılmamış insanların bunun bir hastalık olduğuna inandırılmasıdır.
==Cinsellik
Foucault’a göre
cinsellik ne doğal bir özellik ne de insan hayatına ait bir olgudur. Cinsellik
kurgulanmış bir deneyim kategorisidir ve biyolojik değil, tarihsel, toplumsal
ve kültürel kökenlere sahiptir.
Antik çağda
kendini denetlemenin bir ölçütüdür. Ortaçağda itiraf mekanizmasıyla ön plana
çıkmıştır, 18. yy’da yönetilebilecek bir değer, üreme ve nüfusu arttırma
gözüyle bakılan bir durum ve son olarak 19. ve 20. yy’da ise biyoloji, tıp,
psikoloji üzerine kurulmuş bilgi ve güç sistemlerinin bir parçası olmuştur.
Bir cinsel
kimliğe sahip olmaları gerektiği düşüncesine kapılan insanlar, hayatları
boyunca bu cinsiyet rolüne göre de davranmaya çalışmaktadır. Erkek olarak
doğmuş bir bebeğin giyeceği kıyafetler, oynayacağı oyuncaklar toplum örf ve adetleri
tarafından belirlenmiş ve erkek olarak yetiştirilmesine başlanmıştır. Erkek
çocuk, pembe giyerse eşcinsel olur gibi sapkın düşüncelerle, bu davranışta
bulunan insanlar, kendilerini yeniden sorgulayıp bu kimliklerden birine
girmeleri konusunda yönlendirilmektedir. Aynı durum diğer kimlikler ile de
ilgilidir.
İnsanların
kendilerini belirli bir kimliğe, belirli bir cinsel kimliğe dâhil olduklarını
düşündürten en önemli etken; toplumda kimlik çeşitliliği yaratan, cinsiyet
ayrımını ortaya koyan, söylemlerdir ve bu söylemleri kontrol eden de iktidar mekanizmalarıdır.
Foucault’nun
düşüncesinde, insanların sabit ve kalıplaşmış değerlere dayanan kimliklere
sahip olmaları, insanlarda var olan özgürlük düşüncesini büyük ölçüde
kısırlaştırmaktadır. İnsan: bir anlamda deneyimleri sonucunda kurulan bir
varlıktır.
Cinselliğin
sorunsallaştırması, sapkın davranışlar olarak görülen davranış biçimleri,
belirli bilgi ve iktidar alanlarının bir doğruluk oyununa sokulması ile yani
cinselliğin bir etik alan haline getirilerek, cinsel sapkınlık hakkında belli
doğruluklar ortaya konulması (üçüncü tür kavramı –biseksüeller, homoseksüeller-
ve benzeri.) anlamına gelmektedir.
==Kenar cinsler
Foucault
“eşcinsellik kategorisinin aslında 1870’ler gibi çok yakın bir zamanın belirli
bir bağlamından çıkıp” geldiğini ve bu durumun yine iktidar-bilgi ilişkisi
sonucunda ortaya çıktığını göstermesidir. Daha önceki dönemlerde ortaya çıkan
bu tarz ilişkiler, oğlancılık, kadının kadınla, erkeğin erkekle olan ilişkisi
dinsel yasaklar ile engellenmeye çalışılmaktadır.
Cinsellik
konusunda, Foucault’nun ‘Kenar Cinslikler’ olarak tanımladığı, Biseksüeller ve
Homoseksüeller veya bu tarz ilişkilere eğilimi bulunan insanlar, iktidar
tarafından istenmiyor görünmektedir. Ancak yine de mevcut toplumsal yapıya
sokulmaktadır. Bunun nedeni, iktidarın korumalı yapısının dışında bulunan bir
faktörün, iktidarın gücünü dışarıdan (-iktidarın söylemlerine bağlı olmayarak
oluşturacağı söylemlerin-) zayıflatıcı bir etkiye neden olmasıdır. Görünürde
iktidarın istemediği veya istenilmiyor olarak görünen kenar cinsler, bir
iktidar oyununa katılırsa, iktidar onları istediği gibi sınıflandırıp, kapatıp,
cezalandırabilir ve bu şekilde de daha fazla güçlenebilir. Bu nedenle kenar
cinsler denilenler haz ve cinsellik oyununa katılarak iktidarın işleyişinin bir
parçası olmaktadır. Kendilerini kabul
ettirdiğini düşünen ve iktidar mekanizması içerisine giren bu kenar cins
denilenler, hazlarını ve cinsel eylemlerini bir düzen altına sokmaya
başlamışlardır. Yirmibirinci yüzyılda bu durum kendini, eşcinsellere evlenme
izni verilmesi ile bunların kontrol mekanizması (evlilik, aile gibi kurumlar)
içinde toplumsal bir düzene sokulmaya çalışılmasında gösterir. Bu da iktidarın
her yerde etkin olmasını örneklendirmektedir. Çünkü iktidar, kendi kontrol
mekanizmalarının dışına çıkmış olan haz, cinsellik konularını da kontrol altına
almayı başarmıştır
== Hapishane
Ölüm cezası,
tarihte ilk önceleri, suçluya azap çektirdikten sonra çeşitli şekillerde
hayatına son verme amacını taşıyordu ve genel olarak ölüm cezası, yarı bele
kadar toprağa gömüp taşlamak, çarmıha germek ve taşlatmak, diri diri yakmak,
vahşi hayvanlara parçalatmak, atlara çektirerek parçalatmak, uçurumdan atmak,
boğmak, suda boğmak gibi biçimlerde yerine getiriliyordu, Azap çektirme töreni
yasaya iktidarını veren güç ilişkisini gün ışığına çıkartmaktaydı. Fakat
zamanla insanlığın gösterdiği gelişmeler ve azap çektirmenin toplum üzerinde
ters tepkisi sonucu, azap çektirerek hayata son vermekten vazgeçilerek bedene
fazlaca dokunmadan anlık ölüm biçimine bürünmüştür. Avrupa’da Mart 1792
yılından itibaren, bu amaçla, ölüm cezalarının infazında giyotin kullanılmaya
başlanmıştır
Tarihin belli
döneminde, Batı’da, belli bir ihtiyaçla ortaya bu kurumlar çıktı. Bu kurumlar
birtakım amaçlara hizmet etmek üzere kuruldu. Hapishane insanların fizik olarak
cezalandırıldığı bir dönemin ardından, yepyeni bir cezalandırma ideolojisi ile
ortaya çıkan bir kurum. Islah etmek ve topluma kazandırmak bunun en temel
argümanı. Fakat bakıyoruz bunun gerçekleştiği yer Batı kapitalist toplumu.
Kapitalist toplumun buradaki argümanı ne olabilir; bunları çalışma sürecine
yeniden dahil edelim ve bunların emek gücünü kullanalım şeklinde bir yaklaşım
var.
Fakat bu amaç
gerçekleştirilebilse dahi harcanan para ile bunun gerçekleştirilebilmesi
sonucunda üretim sürecine dahil edilecek olan emeğin üretebileceği değer
arasında büyük bir fark var. Yani kendi kendini amorti edebilecek bir süreç
değil. Hapishanedeki insanların tamamını ıslah edip, topluma ve üretim sürecine
dahil etsek bile, bunun için harcanan para, o insanlar ne kadar çalışırlarsa
çalışsınlar, ne kadar değer üretebilirlerse üretsinler amorti olacak bir meblağ
değil.
Foucault buradan
hareketle soruyor: Niye kapitalizm gibi kâr amacı güden sistem hâlâ bu
kurumlarda ısrar ediyor, niye hapishane sürekli reform edilmeye çalışılıyor da
onun yerine bambaşka, radikal bir cezalandırma veya ıslah biçimi düşünülmüyor?
Hastane veya hapishanedeki insanın topluma kazandırılmasının ardından onun
emeğinin yaratacağı değer aslında kapitalizmin umurunda bile değil. Önemli
olan, diyor Foucault, o mekânların birtakım disiplin tekniklerinin
geliştirilmesi için bir tür laboratuvar olarak kullanılması ve orada geliştirilen
tekniklerin genişletilmek suretiyle toplumda uygulanmaya başlanması.
Hapishanenin
Doğuşu eserindeki iddialardan biri, hapishanenin toplumsal rolünün suçu
bastırmak değil, yaratmak olduğudur. Bu özelliğinden dolayı hapishane, aslında
iktidara hizmet etmek amaçlı, geniş çapta bir disiplin ve cezalandırma
mekanizmasının üretilmesine olanak vermiştir.
Bu anlamda
Foucault’nun karşı çıktığı şey, o kurumlarda geliştirilen uysallaştırma,
disipline etme, özneleştirme tekniklerinin sonra bütün bir topluma uygulanmaya
çalışılması veya bu yönde birtakım teknolojilerin geliştirilmesi. O kurumların,
bir tür manipülasyon, özneleştirme teknikleriyle bütünün geliştirilmesi için
bir laboratuvar olarak kullanılmasına ve bu tekniklerin daha sonra topluma
taşınmasına, bir Panopticon toplumu oluşturulmasına karşı çıkıyor...
Hapishanenin doğuşu/ dağıtımlar sanatı bölümü
1- Serserilerin ve sefillerin büyük
“kapatılmaları” olmuştur. Buna “çitleme” de denir. Bu kapatılmalarında daha
gizli ama daha kurnazca ve daha etkili olanları da olmuştur. Kolejler: manastır
modeli Kışlalar Fabrikalar
2- Belirsiz dağıtımların, bireylerin denetimsiz
kayboluşlarının, karmaşık dolaşımlarının yararsız ve tehlikeli
pıhtılaşmalarının sonuçlarını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Mevcutları ve
namevcutları belirlemek kişilerin nerede ve nasıl bulunacaklarını bilmek
yararlı iletişimler kurmak nitelikleri ve liyakatleri ölçebilmek söz konusudur.
Demek ki bilebilmek, egemen olabilmek ve kullanabilmek için usuller söz
konusudur. Disiplin analitik bir mekanı örgütlemektedir. Yani kullanım alanları
kişilere özgü, eşit, ayrılmış ve düzenli olacaktır
3- İşlevsel yerleşimler kuralı: disipline yönelik
kurumlarda mimarinin genel olarak bir çok kullanıma uygun ve hazır olarak
bıraktığı bir mekanı yavaş yavaş düzene sokacaktır. Belirgin mekanlar yalnızca
gözetim altında tutma, tehlikeli ilişkileri koparma ihtiyacına cevap vermek
için değil, aynı zamanda yararlı bir mekan yaratmak için de tanımlanmaktadır
4) Disiplinde unsurlar aralarında değiştirilebilir
niteliktedirler. “Mertebe” 18. yy da bireylerin okul düzeni içindeki büyük
dağılım biçimini tanımlamaya başlamıştır. Sınıfta öğrenci sıraları, koridorlar,
avlular herkese her ödev ve her sınama için atıf edilen mertebe; öğrencinin
haftadan haftaya, aydan aya, yıldan yıla elde ettiği mertebe
Faaliyetin
Denetimi
1) Zaman Kullanımı
2) Eylemin zamansal yoğunlaşması. askerlerin sıra
halinde veya tabur nizamında yürürken trampetin ritmine uygun yürümeye
alıştırmak ve bunu yapmak için bütün birliğin aynı ayağı aynı anda kaldırması
için sağ ayaktan başlanması gerekmektedir
3) Buna bağlı olarak beden ile jestin korelasyon
içine sokulması
4) Beden-nesne eklemleşmesi: disiplin bedenin
kullandığı nesne ile sürdürmek zorunda olduğu ilişkilerin her birini tamamlar
5) Tüketici kullanma
==Panopticon
Bu yüzyılda,
keşfedilmiş olan şeyin panoptizm olduğunu söyleyebilirim. İngiliz düşünür
Bentham’ın düşü olan ve bir kişinin herkesi gözleyebildiği Panoptikon, özünde
burjuvazinin düşü veya düşlerinden biridir.
Foucault’ya göre
görünülürlük bir tuzaktır. Panopticon’da mahkum, görülmekte ama görememektedir.
Bir bilginin nesnesidirler ancak bir iletişimin öznesi olamamaktadır.
Panopticon’un büyük etkisi de buradan kaynaklanmaktadır; tutukluda iktidarın
otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görünülebilirlik hali
yaratarak.
Foucault, hatta
bu yapıyı kurup insanları her an gözetlendiklerine, gözetlenebileceklerine
inandırırsanız, artık o kuleye gözetleyen kişiyi koymanıza gerek bile kalmaz,
diyor çünkü insanlar gözetleniyormuş gibi davranmak zorunda kalacaklar ve kendi
kendilerini sınırlandırmaya başlayacaklardır. Bu anlamda da iktidarı kendi
içlerine kaydedeceklerdir, iktidarın hem nesnesi hem de öznesi olacaklardır.
Bunu gerçekleştirdiğinizde en ekonomik iktidar mekanizmasını da kurmuş
oluyorsunuz, çünkü buna inanmış ve kendisine o hastalığı yakıştırmayan insanlar
sınırlamayı kendiliklerinden getirdiklerinde bunun için hiçbir para harcamanıza
gerek yok.
Dolayısıyla bu
son derece ekonomik ve etkili bir iktidar mekanizmasıdır.
Bu neyin
metaforu, diyor Foucault Panopticon için, bu bir toplum metaforudur. Yani
Panopticon’un kendisi bir bina olarak gerçekleşmese bile, o gözetleme ve
gözetlenen insanın kendi kendisini sınırlandırması adını verebileceğimiz
süreç Batı
toplumunda bir noktaya kadar gerçekleşti. Foucault’a göre Panopticon Batı’ya
yayıldı, Batı bir Panopticon toplumuna dönüştürüldü.
Foucault’nun
Batı toplumunun Panoptican bir toplum olduğunu söylemesi, Batı’da yaşayan
insanların tıpkı Panopticon örneğinde olduğu gibi kendilerine uygulanmak
istenen iktidarı kendi içlerine kaydetmeleri ve istenmeyen, arzu edilmeyen
davranış biçimlerini, şu veya bu nedenle, sakıncalı, hastalıklı, patolojik
olarak görmeleri ve onlardan kendi rızalarıyla vazgeçip kendi kendilerini
sınırlandırmalarıdır.
==Sorunsallaştırma
Her şeyi
sorunsallaştırıyor.
İnsan
davranışlarının sorunsallaştırmasını yapar.
sorunsallaştırma
tanımlaması şu şekildedir:
“herhangi bir
şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu bir düşünce nesnesi olarak kuran
söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütünüdür.
Sorunsallaştırma,
ne önceden var olan bir nesnenin temsil edilmesi anlamına gelir ne de söylem
yoluyla var olmayan bir nesnenin yaratılması anlamına. Örneğin Deliliğin
Tarihi’nde sorun, deliliğin belirli bir anda nasıl ve niçin belirli bir
kurumsal pratik ve belirli bir bilgi aygıtı aracılığıyla
sorunsallaştırıldığıydı. Tıbbileştirme
Sorunsallaştırma
dediğimizde, buna, en kabaca, ‘sorun olarak görmeye başlamak’ diyebiliriz.
Tarihin belli bir döneminden itibaren, Foucault’ya göre, Batı medeniyetinde
belli türden davranış biçimleri sorun olarak görülmeye başlanıyor. Foucault’ya
göre, bu eklemlendirme ve kavramsallaştırma sonucunda görüyoruz ki yüzyıllarca
var olduğu gözlenen, ama farklı biçimlerde kavramsallaştırılan bir davranış
biçimi, ki örneğin “delilik” adını verebiliriz buna, ‘akıl hastalığı’ adı
verilen öznel bir deneyim olarak yeniden tanımlanmaya başlıyor.
Aynı şekilde,
önceden suç olarak görülmeyen veya belki de tarihin her döneminde suç olarak
görülmüş davranış biçimleri belli bir noktadan itibaren yepyeni bir gözle sorun
olarak görülmeye başlanıyor. Ve onun hakkında konuşmaya başlandıktan sonra
ortaya modern hapishane dediğimiz bir kurum çıkıyor. Ve o modern hapishanenin
içine giren suçlunun belli birtakım süreçlerin nesnesi haline gelmesi ve
üzerinde belli birtakım mekanizmaların çalışmalar yapması sonucunda ortaya
yepyeni bir öznel deneyim çıkıyor.
Suça eğilim yine
aynı şekilde insan vücudunun patolojik olduğu iddia edilen birtakım
semptomlarının giderilebilmesi için kurulan modern klinik veya ‘hastane’
dediğimiz kurumlarda tedavi ediliyor. Bunun içinde insan bedeni belirli bir
noktadan itibaren Batı tarihinde modern tıp söylemi ile eklemlendirilip, modern
tıp söyleminin ürettiği yeni kavramlarla kavramsallaştırılmasından ve belli
birtakım davranış biçimleri veya bedenin gösterdiği özellikler, hastalık olarak
adlandırıldıktan sonra hastane adını verdiğimiz kurum içinde bunların
tedavisine yönelik olarak birtakım çalışmalar devam ediyor.
Aynı şekilde
insanların bedenleri ile yaptığı birtakım şeyler var, az önce de söylediğim
gibi. Buna, insanın biyolojik olarak üreme faaliyeti, diyebiliriz. Ama bunun
çok ötesine giden, bedenden alınan hazzın çeşitli versiyonlarını ve bunun hem
bireysel hem toplumsal varyandarını kapsayan geniş bir yelpaze var. Bunlar da
yine belirli bir noktadan sonra yepyeni bir gözle sorun olarak görülmeye
başlanıp, yeni birtakım söylemlerle ya da teorilerle eklemlendiriliyor ve
sonuçta insanın bedeni ile yaptığı o şeyler belli isimler altında kav-ramsallaştırılmaya
başlanıyor, belli ayrımlar yapılmaya başlanıyor. Bu cinsellik adını verdiğimiz
davranış biçimlerinin bir kısmı normal, bir kısmı patolojik olarak yorumlanmaya
ve sınıflandırılmaya başlıyor. Bunun yapıldığı bir dizi kurum var. Aile bunlardan
bir tanesi, okul, hatta ordu bunlardan bir tanesi.
Bu bilimsel
söylemler bize davranış biçimleri hakkındaki hakikati söylüyorlar.
Şimdi bunun ne
gibi bir sakıncası var diye sormak mümkün elbette. İşte tam da orada Foucault’nun
yaptığı katkı olarak ortaya sorunsallaştırma çıkıyor. Yani Foucault bu
süreçlerin birer sorunsallaştırma olduğunu söyledikten sonra ikinci bir düzeyde
kendisi bir sorunsallaştırmaya başlıyor ve iddiası şu: “Evet moderniteyle
ortaya çıkan yepyeni birtakım söylemsel olan, olmayan pratikler -belki onları
tasarlayan insanlar bunları iyi niyetle tasarlamışlardır- aydınlanma
ideallerine ulaşabilme veya benzeri birtakım amaçlar güdüyorlardı. Ama belli
bir noktadan itibaren müthiş manipülatif birer pratik haline, insanları
uysallaştırmaya ve özellikle de modern endüstriyel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu
bir emek gücüne dönüştürmeye yönelik olarak çalışmaya başlayan pratikler haline
geldiler.
==Marksizm
Nietzsche ve
Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında
çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti.
Ancak tarihsel
maddecilik, Marksizm’i tanımlayan bir şeyse Foucault bir Marksist değil
Foucault’ya
neden Marx’tan bahsetmediğini soruyorlar, O da, “Bir insan sürekli bahsettiği
bir şeye gönderme yapmaz. Bir fizikçi fizik yaparken Newton’un ya da
Einstein’ın adını anma gereği duyar mı?
Aynı zamanda
marksizmi bir bilim olarak kabul etmez kabul edenlerin de Marksizm için olumsuz
bir şey yaptıklaırnı savunur ve edenleri eleştirerek der ki: “Marksizmin bir
bilim olduğunu söyleyen bir Marksist’e şu cevabı verirdim: Marks’ın nerede
yanıldığını, bu bilim adına bana gösterdiğiniz gün Marksizmi bir bilim olarak
uygulayabileceğiniz kanısındayım.”
Marksizm
düşüncesini 19. yy düşüncesinin denizindeki ve bu bağlamın dışında ölü olan bir
balık olarak betimlediği için eleştirilmiştir.
==Söylem
Söylemlerimiz,
kurmak istediğimiz dünyanın dile gelmiş olan ifade biçimidir ve insan,
söylemleri ile kendini belirli bir sorunsallaştırma çerçevesinde ortaya
koymaktadır.
İnsanların sahip
oldukları söylemler onların kimliklerini ortaya koymaktaysa, iktidar
ilişkisinde yapılan, söylemlerin kontrolünün sağlanmasıdır.
Faucoult’a göre
her akla gelen söylenebilirdi. Ancak toplumlar bu anarşik üremeyi 2 şekilde
denetim altına alırlar. Bunlardan birincisi yasaklamadır. O konu hakkına
konuşulmaz. Bir diğeri ise disipline etmedir. Her konunun onun hakkında
konuşacak belli bir üslubu ve kişisi vardır.
Foucault ayrıca
söyleme, iktidarın bilgiyi ortaya çıkardığı, bilginin de bu iktidarı genişletip
güçlendirdiği bir çark olarak da bakar.
Foucault’ya göre
sahip olduğumuz bütün söylemlerin terk edilmesinin zorunluluğu da, söylemin
insanın hayata karşı duruşundaki işte böyle önemli bir yere sahip olmasından
ileri gelmektedir.
==Hümanizm
Kendisine
hümanizmle ilgili fikirleri sorulduğunda şöyle cevap verir: İnsanlık tür
olarak, öyle bir sinir sistemiyle donanmıştır ki, kendi işleyişini denetleyebilir.
Ve bu denetleme imkanı açıktır ki, insanlığın bir amacı olması gerektiği
fikrine sürekli olarak yol açar. Kendimize şöyle deriz: Bir amacımız olduğuna
göre kendi işleyişimizi denetlemeliyiz; oysa ki, işleyişin denetimi imkanını
bir noktada toplayabilen belli bir imgeyi sağlayan tüm ideolojiler, felsefeler,
metafizikler, dinler gerçekte yalnızca bu denetim imkanı temelinde ortaya
çıkabilir. Amaç fikrini ortaya çıkaran şey, denetim olanağıdır. Fakat insanlık
gerçekte hiçbir amaca sahip değildir, işler, kendi işleyişini denetler ve bu
denetlemeyi her an doğrulamaya çabalar. Ortaçağda (eğer Tanrı yoksa, her şey
mubah olur, denip duruyordu). Tanrı olmadan işleyebilecek bir insanlık
fikrinden korkuluyordu, insanlığın işlemeye devam edebilmesi için Tanrı fikrini
korumak gerektiği kanısı buradan kaynaklanıyordu. Şimdi bana şöyle deniyor:
İnsanlık fikrinin var olması gereklidir, bu insanlığın işlemesi için bir mit
olsa bile.
Hümanizmi şöyle
tanımlar: Avrupa toplumlarında zaman içinde farklı şekillerde yeniden boy
gösteren bir tema bütünüdür. Daima içlerinde yarı barındıran bu temalar, gerek
içerikleri gerekse barındırdıkları değer bakımından büyük değişiklikler
gösterirler. 17. yy’da kendini Hıristiyanlığın ya da dinin eleştirisi olarak
sunan bir hümanizm ve karşısında da çok daha tanrı merkezli bir hümanizm
vardır. 19. yy’da bilime karşı düşmanca ve eleştirel yaklaşan kuşkucu bir
hümanizmle bütün umutlarını aynı bilime bağlayan başka bir hümanizm ortaya
çıkmıştır. İleriye doğru da bu böyle devam etmiştir. Bunun sonucunda hümanizmin
tek başına bir işlev göremeyecek kadar esnek, tutarsız ve çeşitli olduğu
sonucuna varmalıyız der.
Foucault aynı
zamanda hümanizmin somut insanı dışlayarak, soyut hayaletimsi bir insan
anlayışı ortaya attığını söyleyerek anti-hümanist bir tavır koyar. Ona göre
hümanizm, sonluluğumuzdan, sınırlılığımızdan nefrettir. İnsanın bir reddidir.
Foucault’un reddettiği şey hümanizmin gayrı insani olan insani varlık
anlayışıdır. Hümanizm beni dünyevi bütün etiketlerden koparmaya çalışarak cisimleştiğimi
reddeder ve bizi hayaletimsi, bedensiz öznelere, mecalsiz, renksiz iradelere
indirger. Dahası böyle yaparak aslında hümanizm, bizim aktif failler olma
kapasitemizin altını oymaktadır. Oysa Foucault insanın reddini değil, bu
dünyada yaşayan somut insana vurgu yapar ve insanı sonluluğu içinde doğrular.
== Entelektüel
Artık öğüt
vericilik rolü oynayamaz. Proje, taktikler, saptanması gereken hedefler;
bunları bulmak için çırpınıyorlar ve bunlar için mücadele ediyorlar.
Entelektüelin yapabileceği şey, analiz araçları vermektir. Başka deyişle,
mücadelenin topografik ve jeolojik bir ölçümünü yapmak gerekmektedir.
Ben başkalarının
adına konuşmak ve onların söylemesi gerekenleri daha iyi söylediğimi iddia
etmek de istemiyorum. Benim eleştirimin hedefi, başkalarının söz hakkına sınır
getirmeden onların konuşmasını sağlamaktır.
Çünkü böyle bir
konum direniş ihtimallerini sınırlama riskini taşır.
Ve tüm bu
davranış etiğine de entelektüel etiği adını verir.
“Bugüne dek bir
entelektüelle hiç karşılaşmadım. Romanlar yazan insanlara rastladım ya da
hastalarla çalışanlara, ekonomik analizler yapan ya da elektronik müzik
besteleyen insanlara rastladım, eğitim veren ya da resim yapanlarla ve herhangi
bir şey yapıp yapmadıklarını pek iyi anlayamadığım insanlarla karşılaştım. Ama
entelektüellerle asla. Buna karşılık entelektüeller hakkında konuşan pek çok
insan gördüm. Meğer entelektüel suçlu olan kişiymiş. Aklımıza gelebilecek her
şeyden o suçlu, konuştuğu için, sustuğu için, hiçbir şey yapmadığı ya da her
şeye karıştığı için suçlu.” Foucault ironik bir şekilde entelektüelin tanımı
ile ilgili radikal görüşler dile getirmiştir. Ona göre entelektüel, hala
hakikati görememiş ve hakikati söyleyemeyenler adına hakikati söylüyordu.
Entelektüel vicdandı, bilinçti ve belagatti.
Foucault
entelektüeli ikiye ayırır: Geleneksel ya da evrensel entelektüel, Spesifik
entelektüel.
Evrensel
entelektüelin eleştirisinin temelinde evrensel akıl vardır, entelektüel bu
eleştiriyi tüm toplumu tarif eden ve herkesi bağlayan normatif ve global bir
kuram biçiminde formüle eder. “Evrensel entelektüelin bilgi ve eleştiriyi
kuramsal olarak bütünleştirmesinin, siyasi eylem alanında da kuram ile pratik
arasında bir bütünleşmeye dönüştüğünü görüyoruz.” der. Onlar politik ve
kuramsal bakımdan imtiyazlıdır. Ötekiler adına konuşan ve ötekilerin kendi
adlarına konuşmasını engelleyen konumundaki bu entelektüel, tahakkümü sürdürme
riskine düşer. Entelektüelin adına konuştuğu insanlar partiye ya da kuramcılara
tabi hale gelir. Halk güçleri yukarıdan gelecek kılavuzluğu beklemek
zorundadır. Ayrıca resmi karşıtlığın parametreleri dışında duran mücadele
tarzları marjinalleştirilir ve yasaklanır.
Spesifik
entelektüel ise spesifik bir kurumda ya da disiplinde çalışan kişidir.
Hastanede, üniversitede, ailede vb. spesifik entelektüelin bilgisi
bütünleştirici bir bilgi değil; spesifik bir alandaki uzmanlığı ve becerisidir.
((Bu tip
entelektüelin ortaya çıkışı ikinci dünya savaşı sonrasında rastlar. Bu yeni
entelektüelin üç yönlü spesifikliği vardır:
Kendi sınıfsal konumunun spesifikliği
Bir entelektüel
olarak durumuyla bağıntılı biçimde yaşam ve çalışma koşullarının spesifikliği
Toplumdaki
hakikat siyasetinin spesifikliği))
Spesifik
alandaki uzmanlığıyla entelektüel, hakikat üretimi rejimine hizmet eder.
Buradaki hakikat doğruyla yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya birtakım
spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür.
Evrensel entelektüel
adalet ve yasa adamından, spesifik entelektüel ise bilgiden doğmuştur.
==Normalleşme
Kadın erkek
arasında dahi bir iktidar savaşı vardır. Bu savaş sonucunda kültürün de etkisi
ile genellikle kadın kaybeden olur. Savaşın son bulduğu andan itibaren
normalleştirme başlamakta, erkek bireyin istediği kurallar çerçevesinde, kadın
birey yaşamına bir şekilde devam eder. Ve kadın bu durumu kendisi de ister hale
geldiği zaman normalleştirme tamamlanmış olmaktadır.
Yani normalleşme
bireyin de iktidarın istediği şeyi kendisi için istemesi durumudur.
Normalleştirme toplumu
Dik bir
eklemlenmeye göre, disiplinin normuyla düzenlemenin normunun kesiştiği bir
toplumdur.
Makro
iktidarların, mikro iktidarları belirlemesi beklenirken, mikro iktidarlarda
oluşan değerler makro iktidarın şekillenmesinde önemli bir aşama olmaktadır.
Belirlenen makro iktidarlar ise zaman içerisinde mikro iktidarları
şekillendirmektedir. Zamanla iyice güçlenen makro iktidarlar veya makro
kültürler, dünya üzerinde bir topluma özgü kültürleri, yavaş yavaş evrensel
kültüre karıştırmakta ve yok etmektedir. Bu nedenle daha önceden normal olarak
görülen kişiler ve davranışlar, iktidarın yeniden şekillenmesi ile normal
olmayan davranışlar ve bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kişiler kendi
kimliklerini sürekli değişen ve genişleyen iktidarın kimliğine uyduramamış
olanlardır. Bir süre sonra normal olarak görülmeyen bu bireyler, kapatılma,
tecrit edilme gibi eylemler ile ıslah edilmeye, bir anlamda normalleştirilmeye
çalışılmaktadır.
En büyük düşman,
stratejik düşman faşizmdir. hepimizdeki faşizm, kafalarımızdaki ve her günkü
davranışlarımızdaki, iktidarı sevmemize yol açan, bizi belirleyen ve sömüren
şeyi arzulamamıza neden olan faşizm.
==Filozofun
Görevi
Filozof kimdir
diye sorulduğunda, Nietzsche’ye göre sorunuza cevap verebiliriz: Ona göre
filozof, düşüncenin durumuna teşhis koyan kişidir der. Felsefe, Nietzsche’ye
kadar ebediyetle ilgileniyordu. Nietzsche, felsefenin alanına bugünü dahil
etti. O ilk filozof gazeteci oldu. Nietzsche’den bu yana felsefenin görevi
teşhis koymak iken, felsefe artık herkes için, bütün zamanlar için geçerli
olabilecek bir hakikati söylemeye çalışmak değildir.
Filozofun
görevi, günümüzde belki de insanlığın mitsiz işleyebileceğini keşfetmeye
başladığını kanıtlamaktan ibarettir. Toplumda filozofun rolü yoktur.
Düşüncesini grubun güncel hareketi karşısında bir yere yerleştiremeyiz.
==Özne ve
Öznellik
Öznel deneyimi
açıklamak için öznenin değil, o deneyimi kuran sölem ile söylemin karşılıklı ve
kaçınılmaz bir ilişki içinde olduğu iktidar sistemlerinin analizini yapmak
gerektiğini söyleyen Foucault, bir yandan iktidar ile özne arasındaki ayrılmaz
ilişkinin altını çizmiş, bir yandan da öznel deneyimin kurulmasında insan
bilimlerinin oynadığı rolü ortaya çıkararak çok güçlü bir bilim eleştirisi
getirmiştir
==Kapatılma
Bernauer’e göre
Foucault’nun eserlerinde kapatılma eylemi, üç farklı ilişki biçimindedir.
Bunlar: Felsefi, siyasi ve Etik kalıplardır. Bernauer’ün bu kapatılma
biçimlerini nasıl tanımladığını görelim:
“Felsefi
kapatılma benmerkezli bir yanılsamaya dayanıyor. Bu yanılsamada insanın kendisi
tarihsel olmayan bir doğa olarak, ayrıcalıklı bir düşünme nesnesi olarak
görülüyor ve insanın egosu her türlü düşünce ve anlamın özerk kaynağı makamına
oturtuluyor. Siyasal kapatılma, kitlelerin hem daha faydalı hem de daha uysal
kılınmaları amacı doğrultusunda kalabalık nüfusları yönetme projesine hizmet eden bir bireyselliğin
kurulumunu içeriyor. Etik kapatılma ise modern bilgi-iktidar ilişkilerince
üretilen pozitif insan figürleriyle özdeşleşme arzusunu körükleyen, kendilikle
özel bir ilişki kurma kipinin tanımlanmasına dayanıyordu
==Eleştiri
Bilgiye bağlı dogmatizmin
tüm etkilerini ve dogmatizme bağlı bilginin tüm etkilerini mümkün olduğunca,
yani en derin ve genel biçimde açığa çıkarma girişimi diyebilirim
Hobbes’a göre
büyük farklılıklar olsaydı savaş olmazdı, anında bloke olurdu. Farklılık, barış
getirir Hobbes’un bu modelinde devletin kökeninde gerçek bir savaş yoktur, bir
diplomasi ve oyun vardır