Bitmeyen ‘38-1 Şerif
Karataş
20. yüzyılın
başı, imparatorlukların bittiği ve Avrupa merkezli gelişen kapitalizmle beraber
ortaya çıkan ulus devletlerin yayılmaya başladığı bir dönem olur. Kâr hırsıyla
pazar bulmaya çalışan kapitalizmin, yoksulların kanları üzerine inşa ettiği bir
dünya... Bünyesinde farklı pek çok etnik yapıyı barındıran Osmanlı da dünyadaki
bu alt üst oluştan payına düşeni alır. Osmanlı İmparatorluğu, hızla boyunduruk
altında tuttuğu ulusların kendi devletlerini kurma girişimleriyle sarsılır.
Türkiye Cumhuriyeti de Trakya, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında farklı
etnik yapıdan ama aynı inanç düzleminde yer alan uluslarla ortak bir devlet
şiarıyla ortaya çıkar. İlk dönemlerde bu ‘ortak devlet’ söylemine bazı
uygulamalarla da özen gösterilse de kısa süre içinde ‘yeni devlet’
kurumsallaşıp, iktidarını sağlamlaştırdıkça ‘tekçi’ anlayışı dayatmaya ve
herkesi ‘tek dil ve millet’ çatısı altında toplama gayretine yönelir. Türk
ulusu ve Sünni- İslam’ı merkeze alır, buna ayak direyenleri ‘temizlemeye’
başlar. Osmanlı’nın, son döneminde Ermenilere uyguladığı katliam politikasını
devralan ‘yeni devlet’, Koçgiri, Şeyh Sait ve Ağrı da Kürtlere yönelik imha,
inkar ve asimilasyon uygulamalarını sistematik biçimde devreye sokar. Osmanlı
döneminde de üzerine sayısız seferlerin düzenlendiği Dersim ise hem Kürt hem de
Alevi olmasından ötürü yeni cumhuriyetin en önemli hedeflerinden biri olmaktan
kurtulamaz. Cumhuriyet tek ulus, tek devlet anlayışının önündeki engelleri
teker teker kaldırırken, kalan en son ‘çıban’ı da temizlemek için harekete
geçer. ‘Şarka medeniyet götürme’ propagandasıyla başlatılan askeri hareket
büyük bir katliama dönüşür. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı on binlerce Dersimli
katledilir. Dersim’in önemli isimlerinden Seyit Rıza, oğlu ve arkadaşlarıyla
birlikte Elazığ’da asılır. Dersim’e yönelik başlatılan ve tarihe ‘38 Katliamı’
olarak kazınan zamandan günümüze kadar Dersim’e uygulanagelen politikalarda pek
değişiklik olmaz. Dersim’e yönelik ‘topluca katletme’ politikasının yerini
başkaca baskı politikaları aldı ve bu baskı kendisini Dersim coğrafyasında
daima var etti. Katliamdan sonra yaralarını sarmaya çalışan Dersim 12 Eylül
faşist askeri darbesinden de nasibini fazlasıyla alır. Halkının inancından
dolayı her dönem devletin hedefi olan Dersim, 12 Eylül darbesinin de hedefinde
olur. Alevi inancın ağırlıkta olduğu Dersim’de köylere camiler yapılır,
Türk-İslam anlayışına yönelik propaganda faaliyetleri hız kazanır. 1990’ların
başında, ilk önce işsizlik ve yoksulluk nedeniyle büyük bir göç veren Dersim, o
yıllarda ülke genelinde gelişen işçi, emekçi, yoksul hareketi ve Kürt halkının
imhaya, inkar, asimilasyon ve ulusal sömürüye başkaldırısının da etkili olduğu,
destek bulduğu yerlerden olur. 1990’lı yılların ortalarına geldiğinde, Kürt
illerinde ‘güvenlik’ bahanesiyle başlayan köy boşaltmaların Dersim’e faturası
ağır olur. Köyler boşaltılıp, evler yakılırken insanlar zorunlu göçe tabi
tutulur. Dersim, köy boşaltmalarının en yoğun yaşandığı yer olur. Öyle ki; 1045
mezradan 800’ü, 420 köyden 287’si boşaltılır. Dersim köyleri adeta insandan
arındırılır. Her dönem hedef olan Dersim’e, ‘38 askeri harekatı öncesinde
‘Uygun yerlere bent yani barajlar yapılması’ öngörülüyordu. Askeri
operasyonların ve katliamların tek başına yeterli olmadığı Dersim için, uzun
zamandır doğasına yönelik katliam ve insansızlaştırma politikaları da devrede.
İnsanına, doğasına yönelik katliam girişimlerinin tek başına yeterli olmaması
çok kapsamlı asimilasyon politikalarını da beraberinde getirdi. Bunun için de
devreye Gülen Cemaati sokuldu. Dersim’de Gülen Cemaatine devletin imkanları da
sunularak, asimilasyon politikaları için gereken destek verildi. ’38 Katliamı’yla
başlayan anlayış hâlâ sürüyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iktidarı boyunca bir
taraftan askeri operasyonları sürdürme, Kürt halkı ve Alevi inancı üzerindeki
baskıları arttırma tutumu sürerken, büyük bir propaganda eşliğinde ‘Dersim’den
özür dilemesi’nin samimiyeti sorgulanmaya devam ederken, bu dosyada hem
tanıklıklarıyla ‘Bitmeyen ‘38’in tarihini bir kez daha hatırlayacağız, hem de
katliamın bütün izleriyle ortadan kaldırılmasının ve gerçek bir yüzleşmenin
bugün de devam eden baskılara bütün olarak son verilmesi ve halkın taleplerinin
karşılanmasıyla mümkün olacağını hatırlatacağız.
İNSANLARI, FARE ZEHİRLER GİBİ ÖLDÜRDÜLER
Hamdi Bey, 2
Şubat 1926’daki raporunda, “Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkureleşiyor,
tehlike büyüyor. Dersim, hükümeti Cumhuriyet için bir çıbandır” diyerek,
‘gerekenin yapılmasını’ istiyordu. İsmet İnönü “Doğu Raporları”nda, “Erzincan
beyleri Dersimlileri maraba adıyla çalıştırıyorlar. Bu bir nevi Erzincan
beylerinin Kürt himayesine sığınmasıdır” değerlendirmesinde bulunurken, Fevzi
Çakmak, “Dersimlileri askere almayın, silah kullanmayı ve savaş taktiklerini
öğrenirlerse bize saldırırlar” diyordu. Ve ardından Fevzi Çakmak,
“Dersimlilerin okşanmakla kazanılmayacağını” ifade ederek, askeri harekatı
işaret ediyordu.
Cumhuriyet’in
kuruluş yıllarında ve öncesinde de devletin ‘çıban başı’ olarak nitelediği
Dersim’e ilişkin 1920’lerin ortalarından itibaren çok sayıda rapor hazırlandı.
25 Aralık 1935’te 2884 sayılı Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun
çıkarıldı. 4 Ocak 1936’da Dersim’in ismi Tunceli oldu. 1937 başlarında askeri
hareket için hazırlıklar yapılmaya başlandı. ‘Medeniyet götüreceğiz’ denilen Dersim’e
önce yollar, ardından karakollar yapıldı.
ABDULLAH ALPDOĞAN VE SINIRSIZ YETKİLER
‘Dini ve etnik
azınlıkları Türkleştirme’ ve ‘otoriteyi sağlamlaştırmak’ için çabalarını
hızlandıran TBMM, 25 Haziran 1927’te çıkardığı 1164 sayılı Kanun’la daha önce
kurulan, 3 Umum Müfettişliğinin yanı sıra Dersim’e yapılacak askeri harekat
öncesinde 6 Haziran 1936’da Dersim (Tunceli- Bingöl- Elazığ) Bölgesini kapsayan
ve merkezi Elazığ’da bulunan 4. Umum Müfettişliği kurulur. Umum Müfettişliğine
de Korgeneral Abdullah Alpdoğan getirilir. Korgeneral Abdullah Alpdoğan,
mahkeme kararlarını imzalamaya, düzeni ve güvenliği sağlamak açısından gerekli
gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri ve aileleri, il sınırları içinde bir
yerden bir başka yere göndermeye veya il sınırları içinde oturmalarını
yasaklamaya da yetkiliydi.Alpdoğan sınırsız yetkilerle donatılır. 27 Mart
1937’de Dersim -Erzincan yolundaki bir köprünün yakılması ise askeri harekatın
başlamasına vesile yapılır. Ardından Pax’ta bulunan karakola yapılan baskın fitili
ateşler.
SABİHA GÖKÇEN DERSİM’İ BOMBALIYOR
Dersim
coğrafyasının dağlık ve çetin olması nedeniyle Abdullah Alpdoğan’ın düzenlediği
ilk askeri harekattan ‘başarı’ elde edilemez. Bunun üzerine hava harekatı
yapılması kararı alınır. Kararın onaylanmasıyla Atatürk’ün manevi kızı pilot
Sabiha Gökçen’in kullandığı uçaktan Dersim’e bomba yağar. Sabiha Gökçen, Hava
Kuvvetlerinden 3 uçak filosu ile hava saldırısını başlatır. Fransa yapımı hafif
bombardıman uçağı Breguet 19’un önünde Dersim’e atılacak bombayı tutan Sabiha
Gökçen, ilk saldırısını askeri harekattan kaçan ve Laç Deresi’ne sığınan
Dersimlilere yapar.
‘CANLI NE GÖRÜRSEN ATEŞ ET EMRİ ALDIM’
Gökçen, 1956’da
Halit Kıvanç’a verdiği röportajda, “Canlı ne görürseniz ateş edin” emrini
almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” diyerek, yaşanan
katliamı özetliyordu.
KATLİAMIN BİLANÇOSU
Dersim
Katliamı’nda resmi rakamlara göre 13 bin 806 kişi yaşamını yitirdi. 12 bin kişi
ise sürgün edildi. Yine resmi rakamlara göre katliam harekatına katılan
askerlerden 199’u yaşamını yitirdi. Bunlar devletin rakamları. Gayriresmi
rakamlara göre ise katliamda 90 bine yakın insan öldürüldü, binlerce kişi
sürgün edildi.
GÖSTERMELİK YARGILAMA VE İDAM
10-12 Eylül 1937
tarihleri arasında Seyit Rıza barış görüşmesi için yola çıkar. Dersim-Erzincan
arasında askerler tarafından gözaltına alınır, ardından tutuklanır. Elazığ’da
bulunan Umum Müfettişliğe gönderilir. Burada yapılan, göstermelik yargılamanın
ardından idama mahkum edilir. Seyit Rıza’nın ilerleyen yaşı yasaya göre
küçültülerek, 16 yaşındaki oğlu Hüseyin ise yaşı büyütülerek idam edilir.
Seyit Rıza ve
oğlu Hüseyin’le birlikte, Seyit Hüseyin, Fındık Ağa, Hasan Ağa ve Ali Ağa
Elazığ Buğday Pazarı’nda sabaha karşı idam edilirler. Seyit Rıza’nın oğlundan
önce idam edilme isteği kabul görmez. Oğlunun idamı izletilir.
‘AYIPTIR, ZULÜMDÜR, CİNAYETTİR!’
“İnsanlar
mağaralarda fare zehirler gibi öldürüldüler” diyen ve idamların infazı için
görevlendirilen, valilik, emniyet müdürlüğü ve Dışişleri Bakanlığı görevleri
yapan İhsan Sabri Çağlayangil, idamı şöyle anlatıyordu; “Hava soğuktu ve
etrafta kimseler yoktu. Seyyid Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve
boşluğa hitap etti; ‘Evladı Kerbelayık! Bihatayık! Ayıptır, zulümdür,
cinayettir!’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap rap
yürüdü. Çingene’yi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile bir tekme
vurdu, infazını gerçekleştirdi…” (Güneş gazetesi, 19.08.1989)
Askeri harekat
sonrasında Dönemin Başbakanı İsmet
İnönü, 4. Ordu Genel Müfettişi Alpdoğan’a tebrik mesajı gönderdi. Katliamdan
kurtulanlar kara vagonlara bindirilerek, sürgüne gönderildi. Kız çocuklarından
çoğu subaylar tarafından ‘evlatlık’ olarak yanlarında götürüldü.