AYŞE HÜR
“Türkçe bilmeyen
çocuklar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadı. Eğer çavuşlar bunu
duysaydı onları falakaya yatırır veya saatlerce güneşe bakmaya zorlardı.”
1915’ten 2007’ye
Ermeni yetimleri
Sevgili Hrant
Dink’i sonsuzluğa uğurlayalı 6 yıl oldu. Acı, öfke, özlem ve endişeyle geçen
koskoca 6 yıl... Hrant Dink, sadece sevgili bir eş, iyi bir baba, sevecen bir
dede, AGOS’un her şeyi, sol eğilimli demokrat gazeteci, güçlü bir hatip ve
yazar değildi. Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri’nde ‘potansiyel iç düşman’
olarak tanımlanan, Yargıtay tarafından ‘yabancı vatandaş’ sayılan, toplumun
çeşitli kesimleri tarafından ‘içimizdeki düşman’ olarak görülen Ermeni cemaatinin
açık sözlü, yürekli, akıllı, duygulu, coşkulu, yakışıklı ve ünlü evladıydı.
Nitekim ölmeden önce kaleme aldığı son yazısında “Her seferinde ‘Türk düşmanı’
olarak biraz daha meşhur ediliyorum. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla
tanınıyorum. ‘A bak, bu o Ermeni değil mi?’ diyen bakışları daha çok
hissediyorum” demişti. Ama onu sadece ‘hain Ermeni’ olarak nitelemekle
kalmamış, devletin tüm aygıtlarıyla toplumsal bilinçaltımıza itinayla
yerleştirilmiş diğer paranoyalarla uyumlu olarak ‘AB uşağı’, ‘misyoner çocuğu’,
‘Soros’un çocuğu’ gibi sıfatlarla da damgalamıştık. Halbuki cansız bedeni
kaldırımda yüzükoyun uzanmışken, ayakkabısının altındaki o yürek paralayıcı
delikle aslında hüzünlü bir ‘yetimhane çocuğu’ olduğunu anlayıvermiştik.
Evet, Hrant, 8
yaşında girdiği Tuzla Yetimhanesi’nde 20 yıl geçirmişti, ‘hayatımın piyangosu’
dediği eşi Rakel Hanım’ı orada tanımıştı. Orada evlenmiş, çocukları orada
doğmuştu. Bu yüzden devletin kirli elleri tarafından sürekli taciz edildiği
için son günlerini ‘güvercin tedirginliğinde geçiren Hrant Dink’i saygı ve
sevgiyle anarken, katledilmesini örgütleyenlerin ortaya çıkarılmamasına öfkemi
haykırırken, bu ülkenin kara vicdanlı insanları tarafından ailelerinden
koparılarak acılara gark edilen on binlerce öksüz ve yetimi de anmayı bir borç
biliyorum.
Halide Edip ve Ayn Tura
Dahiliye
Nezareti’nin 26 Mayıs 1915 tarihinde Sadrazamlık makamına gönderdiği ve Ermeni
meselesinin ‘esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesini’
emreden telgrafıyla resmen başlayan ‘Ermeni Tehciri’ (benim tabirimle ‘Ermeni
Soykırımı’) sırasında resmi tarihçi Kamuran Gürün’e göre bile en az 300 bin
Ermeni hayatını kaybetmişti ama ölenler bir anlamda ‘kurtulmuşlardı’ çünkü
geride kalanları, özellikle de kadın ve çocukları çok büyük acılar bekliyordu.
Örneğin, 1916
yazında Cemal Paşa’nın isteği üzerine Suriye ve Lübnan’a giden edebiyatçı ve
siyasetçi Halide Edip (Adıvar) Hanım, bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn
Tura Yetimhanesi’nde gördüklerini, İstanbul’da kurulan yeni kabinede Maliye
Nazırı olan dostu Cavid Bey’e mektupla şöyle anlatıyordu: “…Çöllerde ot yiyerek
karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da
çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa
getirtmiş (…) Dışarıda anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen, on iki
yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun, büyük gözleriyle etrafımda
dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var.
Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki
oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilmiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem
içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen
bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor... Gündüzleri yazımı
yazarken bazen hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede
ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor,
söylüyor. Bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin
telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu…”
535 Şükrü’nün hikâyesi
Bu çocuklardan
biri olan 1904 Fındıcak doğumlu Harutyun Alboyacıyan yıllar sonra Ermeni
etnolog Vergine Svazlian’a şöyle anlatmıştı Ayn Tura’da gördüğü muameleyi:
“Ana-babamı öldürdükten sonra, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları
toplayıp Cemal Paşa’nın Türk yetimler yurduna götürdüler. Benim soyadım 535’ti;
adım ise Şükrü’ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler.
Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye
haftalarca konuşmadılar. Eğer
çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırır, tabanlarına 20-30-50 darbe
vurur veya saatlerce güneşe bakmaya zorlarlardı. Bize dua ettiriyorlardı;
‘Padişahım çok yaşa!’ cümlesini üç kere tekrarlamamız gerekiyordu. Bize Türk
giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de siyah cüppe. Bir
müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını
emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve
savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi
halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek olacağımıza
inanıyordu...”
Talat Paşa’nın defteri
Halide Hanım ve
Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’daki görevleri 1917’de bitti ama Ermeni
yetimlerinin çilesi bitmedi. Ermeni Soykırımı’nın mimarı Talât Paşa’nın kara
kaplı defterinde Ermeni yetimlerinin sayısının 10 bin 269 olduğu; bunların
6.768’inin yetimhanelere, 3.501’inin ise Müslüman ailelere dağıtıldığı
yazılıydı. Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden
alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve
Müslümanlarla evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle
Müslüman âdetlerine göre yetiştirilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu.
Savaşın son
yılında, İstanbul’daki mevcut yetimhaneler yetmediği için devlet, Elmadağ’daki
Notre Dame de Sion, Yedikule’deki İtalyan Mektebi, Galata’daki Rus Manastırı,
Kadıköy’deki Saint Joseph Mektebi gibi yabancılara ait binalara el koyarak
yetimhaneye dönüştürmüştü. Ancak İttihatçılar, işletme işini yüzlerine
gözlerine bulaştırdılar ve yetimhaneler kısa sürede yolsuzluk ve yoksunluk
yuvaları haline geldi.
Daha kötüsü,
küçücük yaşlarında büyük trajedilerin kahramanı olmuş olan bu yavrucaklar bir
de boğaz tokluğuna sanayi ve tarım işletmelerinde işçi, evlerde hizmetçi olarak
çalıştırıldılar. Öyle ki, Enver Paşa’nın Küçükçekmece’deki çiftliğine bile 50
kadar Ermeni yetimi yollanmıştı. Eski Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’in, Enver
Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa’nın evlerinde de kız ve erkek Ermeni yetimleri
vardı. Yabancı misyonların gözü önünde olduğu için tehcirden kurtulan
İstanbul’daki Ermeni cemaati bu uygulamaları kıyasıya eleştiriyor,
İttihatçıların ‘devşirme’ sistemi ile Türkleştirme politikalarına devam
ettiğini söylüyordu.
Mütareke sonrası
30 Ekim 1918
tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nden iki gün sonra Enver, Talât ve Cemal
paşaların yurtdışına kaçmasının ardından İstanbul’un yönetimini ele alan İtilaf
Devletleri’nin ilk işlerinden biri yetimler konusu olacaktı. Özellikle
Amerikalı görevliler, harp dolayısıyla erkeksiz kalan Müslüman kadınları
çalışma yaşamına alıştırmak amacıyla 1916’da Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın
idaresinde kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i Hayriyesi tarafından ülkenin
dört bir yanına ucuz emek gücü veya hizmetçi olarak dağıtılmış bulunan
çocukların listelerini incelemeye aldı ve ‘Müslüman’ olarak etiketlenerek Müslüman-Türk
ailelerine dağıtılmış çocukları tespit etmeye başladı.
İmparatorluğun
dört bir yanından İstanbul’a kimsesiz çocuk akarken, hem Türk-Müslüman tarafı,
hem Ermeni tarafı bu çocukların kendilerine ait olduğunu ileri sürüyordu.
Çocukların konuştukları dil veya isimleri açıklayıcı değildi çünkü küçük
yaşlarda ailelerinden ayrılmak zorunda kalan çocuklar anadillerini unutmuş
oluyorlar, isimleri de zaten kimliklerini gizlemek için başkaları tarafından
konmuş oluyordu. Bazı çocuklar ise kökenlerini bildikleri halde, geçmiş
tecrübelerden dolayı, tedbir olarak sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. Yaşı
biraz büyük olan erkeklerin sünnetli olup olmadıklarından kalkarak teşhis
yapmak bir ölçüde mümkündü ama kızlarda ve yaşı çok küçük olanlarda bu yöntem
işe yaramıyordu.
Küçücük
yaşlarında kim bilir ne acı tecrübeler yaşamış olan bu yavrucaklar için,
Türk/Müslüman ya da Ermeni/Hıristiyan olarak yetişmekten çok, düzenli, güvenli
ve sıcak bir yuvada büyümenin daha önemli olduğu açıktı ama kimse onlara ne
istediklerini sormadığı gibi, son derece yüzeysel usullerle yapılan tasnifler
sonucu, düzeltilmek istenen kaderler daha da kötüye gidiyordu.
Bitarafhane’nin oluşturulması
Tarafların
birbirini, kendi toplumlarından olan yetimleri ‘çalmakla’, ‘kaçırmakla’,
‘asimile etmekle’ suçlamalarının zirveye çıktığı 1919 yılının Nisan ayında,
İtilaf Devletleri çeşitli yerlere dağıtılmış kimsesiz çocukların, bulundukları
yerlerden alınarak İstanbul’da İngiliz işgal kuvvetlerinin gözetimi altında
oluşturulacak tarafsız bir merkezde toplanmasını kararlaştırdı. Edirne, Bursa, Konya ve Kırklareli’nde
birer yetimhane bırakılıp diğerlerindeki çocuklar İstanbul’a nakledilmeye
başlandı. Bu çocuklardan Türk olanlar Osmanlı Emniyet Müdürlüğü’ne, Ermeni
olanlar ise Ermeni Patrikhanesi’ne teslim edileceklerdi. Çocukların dağıtıma
kadar kalması için Nişantaşı’nda bir ev kiralandı ve başına Amerikalı, Türk ve
Ermeni kökenli üç kişilik bir heyet atandı. Halk arasında ‘Bitarafhane’
(Tarafsız Yuva) adıyla anılan bu evde ayrıca, biri Müslüman biri Ermeni olmak
üzere iki aşçı ile bir Ermeni hizmetçi ve bir Müslüman kapıcı görev yapıyordu.
Mayıs ayı geldiğinde, İtilaf Kuvvetleri’nin polis teşkilatı söz konusu
çocukları toplayıp İstanbul’a getirmeye başlamıştı. Ancak şikâyetler ve
çocukların taraflar arasında çekiştirilmeleri bitmedi.
Şikâyetlerin
biraz nebze de olsun azaldığı1920 yılının Nisan ayından 1921 yılının Ekim ayına
kadar İstanbul’da saha araştırması yapan Amerikan Pathfinder şirketinin
raporuna göre bu dönemde İstanbul’daki yetimhanelerde 3.827 Ermeni, 2.798 Türk,
1548 Rum, 279 Yahudi, 280 Rus yetimi vardı. Ayrıca Katolik Kilisesi’nin
yetimhanesinde çoğu Ermeni olmak üzere 171 yetim vardı. Ülkenin diğer
merkezlerinde ne kadar yetim olduğuna dair sağlıklı bilgi ise yoktu.
1920 yılından
itibaren yabancı yardım kuruluşları, Ermeni yetimlerini ülke dışına taşımaya
başladılar. İlk olarak 3 bin yetim Kıbrıs’a götürüldü. Ancak bu çocuklar
1921’de tekrar İstanbul’a getirildiler. 1921-1922’de Maraş, Urfa,
Antep, Malatya
ve Harput’tan 12 bini aşkın çocuk Suriye’ye taşındı. Kasım-Aralık 1922’de
15.600 kadar çocuk Yunanistan’a götürüldü. Bu çocuklar daha sonra başka
ülkelere taşındı.
Türkiye’deki
arşivler tamamen açılmadığı için geride ne kadar Ermeni yetiminin kaldığını
bilmiyoruz. Ancak 1921 yılı başında Ermeni Patrikhanesi tarafından hazırlanan
bir listeye göre ise ülkenin dört bir yanında “kurtarılmamış” 63 bin Ermeni
yetimi vardı. Bu sayıdan yabancı kuruluşların yurtdışına taşıdığı çocukları
çıkarırsak en az 30 bin Ermeni yetiminin Türkiye’de kaldığını tahmin
edebiliriz. Bu çocukların Cumhuriyet tarihi boyunca neler yaşadıkları konusunda
bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ (Metis,
2003), İrfan Palalı’nın ‘Tehcir Çocukları: Nenem Bir Ermeniymiş’ (Su
Yayınevi,2005) adlı eserlerini okuyabilirsiniz, elbette yüreğiniz dayanırsa…
Kazım Karabekir’in Gürbüzler Ordusu
Nitekim Milli
Mücadele sırasında Doğu Cephesi komutanı olan Kâzım Karabekir, görev bölgesinde
50 bine kadar himayeye muhtaç çocuk olduğunu rapor etmişti. Paşa, Erzurum civarında yetim
kalan 2 bini kız, 4 bini erkek olmak üzere 6 bin çocuğu (sokaklardan ya da
bakamayacak durumda olan akrabalarının yanından toplatmış oğlanların yarısıyla,
‘Gürbüzler Ordusu’ (ya da Erzurum Çocuklar Ordusu) kurmuştu. Bu çocuklara kayak
dersi de dahil olmak üzere askeri eğitim verilmiş, bir kısmına Erzurum’daki
Yakutiye Kışlası’nda kurulan Sanayi Gürbüzler Mektebi’nde zanaat öğretilmiş,
orduya kaput, potin diktirilmişti. Ama Paşa’nın en çok öğündüğü husus, bu
çocuklara Türklük bilinci verilmesiydi.
Karabekir’in
koruma altına aldığı kimsesiz erkek çocuklar arasında, Ermeni yetimler de
bulunuyordu. Bu çocuklardan kabiliyetli olanlar, Karabekir tarafından, sanki
Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da yeni açılan Işıklar Askerİ
Lisesi’ne (Bursa Askeri İdadisi) ve Sarıkamış Askeri İdadisi’ne gönderilmiş,
bir bölümü ise meslek erbabı olarak hayata karışmıştı.
Özet Kaynakça:
Yavuz Selim Karakışla, “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: Ermeni mi, Türk
mü?”, Toplumsal Tarih, S. 69, Eylül 1999, s.46-49; İbrahim Ethem Atnur,
Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915-1923), Babil
Yayıncılık, 2005; Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, 2 Cilt, Emre Yayınları,1995.