Monday, October 29, 2012

GELECEK BİNYIL İÇİN ALTI NOT


AMERİKA DERSLERİ 

Derleyen . Eren Arcan

1984  Yılında Italo Calvino Harvard Üniversitesinde altı konferans yapmak üzere davet edildi.  Bu konferans dizisini yapmak üzere davet edildiğinde 62 yaşında olan Calvino  bu çalışmayı,  bilgi birikimini  “edebiyatta kalite”  üzerindeki düşüncelerini toplamak üzere kullanmayı  düşünmüştü.  Alegorik olarak düzenlenen notlar, her tür çalışmanın, evrensel niteliklerini irdelemeyi amaçlıyordu.  Felsefe tarihini göz önünde bulundurarak kendi çalışmalarını ve diğer başarılı bir çalışmaların altı temel nitelik taşıması gerektiğini açıklıyordu.: Hafiflik, hızlılık, kesinlik, görünürlük, çoğulluk ve tutarlılık .
Hafiflik :  Hafiflik güzel söz söyleme sanatının, yazının üslûbundan, ya da  kendi içeriğinden
bağımsız olarak kaynaklanır,   Düşüncenin hafifliği – kendini dünyanın ağırlığının üzerine çıkararak  bütün ağırbaşlılığına rağmen hafiflik sırrına vakıf olduğunu göstermek.  Software ve hardware  ve mitoloji ile fiziksel dünyayı düşünün.    
Calvino iki eğilim üzerinde durur birincisi dili ağırlıktan yoksun olan bir element olarak görmek, ikincisi ise dile ağırlık, yoğunluk ve sağlamlık kazandırmak.  Dil üst düzey hafifliktedir, hareket halindedir ve bilgi kaynağıdır.  Hafiflik,  kesinlik ve kararlılık ile ele ele hareket etmelidir Bulanıklık ve gelişigüzellik ile değil  Paul Valery’nin dediği gibi “Kuş gibi olmalı, tüy gibi değil.”
Çabukluk  Calvino burada gerçek fiziksel hız ile aklın hızının ilişkisini. İrdeler.  Hızlılık terimini günümüz dünyasında bilginin inanılmaz hızlarla edinilebildiği bir ortamda, şeylerin arasındakı farklılıkları bulanıklaştırmadan nasıl netleştirebileceğimiz üzerinde durur.  Ekonomik anlatım zamanı uzatır ya da kısaltır.  Masalların zamanında birkaç cümle içinde asırlar yaşanabilir.  Hızlı, kısa ve özlü bir üslup insanı eşzamanlı fikir ve düşünce sağnağına tabi tutar.  Şiirin başarısı bu hızlı eşzamanlı imgeler sağanağındadır.  “Bir epigramın boyutlarına sığdırılabilecek kozmolojiler, sagalar, destanlar düşlüyorum.  Bizi bekleyen daha kalabalık daha hızlı çağlarda edebiyat, şiirin ve düşüncenin en üst düzeydeki yoğunlaşmasını hedef edinmek zorundadır.” 
Kesinlik :  Zaman zaman dil kullanımını bir veba salgını etkisi altına alıyor.  Bilme olgusunda doğrudanlığın yitimi, ifadeyi en genel, en anonim, en soyut formüllere dönüştürme, anlamların yoğunluğunu seyreltmek, ifade zenginliğini köreltmek, yeni durumlarda ortaya çıkabilecek kıvılcımları söndürme biçiminde kendini gösteriyor.
Calvino’ya göre bu vebadan etkilenen yalnızca dil değil, imgeler de.  “Kesintisiz imgeler sağanağı altında yaşıyoruz.  En güçlü iletişim araçlarının yaptığı tek şey dünyayı imgelere dönüştürmek ve aynalar oyununun yarattığı görüntü oyunu aracılığı ile dünyayı çoğaltmak.  ...Bu imgeler bulutunun büyük bir bölümü belleğimizde bir iz bırakmayan düşler gibi çözülüp dağılıyor.  “
Görünürlük :  İki çeşit imgelem sürecinden söz edebiliriz sözden yola çıkarak imgeye, imgeden yola çıkarak sözel ifadeye uzanan süreç   İlk süreçte,okuduğumuz bir şey, bir “zihinsel sinemada” içsel bir görüşle aklımızda canlanır.  İkinci durumda  yazara “yağan”  imgelerin kaynağı  nereden gelir ? “Bireysel ya da kollektif bilinçaltı gibi, yitirilmiş zamandan bir kez daha filizlenen duyumlarla yeniden kazanılmış zaman gibi, “epifaniler” Anlık yoğunlaşmalar gibi.”
Calvino öykülerine bir imge ile başladığını söyler, İkiye Ayrılmış Vikont, Ağaca Tüneyen Baron gibi.  İmge netlik kazandığı anda öyküye, yani görsel öge, yazıya dönüşmeye başlar.   Öykü sonra yan imgelerini üretir ve öykü yazılarak tamamlanır.
“İmge Uygarlığı” dediğimiz günümüzde insanımız giderek artan öçüde hazır imgelerin sağanağı altında.   Toplumlar kendi imgelerini yaratmayı sürdürebilecekler mi?  “ Gözlerimiz kapalı belli görüntüleri zihnimizde canlandırabilme, beyaz kağıt üzerindeki siyah harflerin oluşturduğu satırlardan renkleri biçimleri göz önüne getirebilme,  imgeler yoluyla düşünebilme gücünün yitirilmesinden söz ediyorum.  Bizi içsel görümüzü onun geçici düşlere sapmasına izin vermeden denetlemeye alıştırmak eğitimini düşlüyorum. “ 
Çoğulculuk:  Neden yerine nedenleri koymak, Calvino’nun  hayranlıkla söz ettiği yazar Gadda, dünyayı bir sistemler sistemi olarak görmek gerektiğini söylemiş,  Calvino’ya göre Gadda “dünyanın, çözülmesi olanaksız karmaşıklığını, daha doğrusu her olayı belirleyecek tarzda bir araya gelen son derece ayrışık ögelerin eşzamanlı birlikteliğini hiçbir biçimde azaltmadan temsil etmeye” çalışmıştır.  Her şeyi birbirine bağlayan ağ Proust’u da etkilemiştir.  Proust’a göre bu ağ “her varlığın birbiri ardısıra işgal ettiği uzamsal-zamansal noktalardan kurulmuştur bu da uzam ve zamanın boyutlarının sonsuz çoğaltılması sonucunu getirir.”
Borges’in zaman üzerindeki en baş döndürücü denemesi olan Yolları Çatallanan Bahçe’de asırlar, asırlarca sonsuz şimdide oluşan, geleceği içinde barındıran çoğul ve dallanıp budaklanmış bir zaman içinde, her biri farklı sonuçlara götürecek olan çatallı yollar...  O kadar ki bir çatal yolun sonunda katil olan adam, bir başka çatal sonunda onun dostu olacaktır.  
Calvino çoğulculuk üzerine yaptığı konferansını şöyle bitirir.  “Kimiz biz, deneyimlerin, bilgilerin okunmuş metinlerin, imgelerin oluşturduğu bir bileşke değilsek neyiz her birimiz?  Her yaşam her şeyin akla gelebilecek her şekilde yeniden karıştırılıp yeniden düzenlendiği bir ansiklopedi bir kitaplık, bir nesneler envanteri, bir üsluplar dizisidir.  
Ama belki de yüreğimin en derinliklerindeki yanıt bir başkası:  Keşke benlik dışında tasarlanmış, bireysel benin sınırlı bakış açısında çıkmamızı sağlayacak bir yapıt mümkün olsaydı.  Yanlızca bize benzeyen başka benlere girmek için değil, dili olmayanları konuşturmak için.  Oluğun üzerine konan kuşu, ilkbahardaki ağaç ile sonbahardaki ağacı, taşı, çimentoyu, plastiği.” 
Calvino 1985 yılında Harvard Universitesinde bu konferansları vermek üzere yola çıktığında konakladığı otel odasında kalp krizinden öldü.  Son derece titiz çalışan Calvino’nun  bu beş konferansı hiç düzeltilmeden, olduğu gibi Amerika Dersleri olarak yayımlandı.  
Böylesine titizlikle çalışan Calvino’nun altıncı konferans  olan Tutarlılık bölümü ise yola çıkmak üzere hazırladığı çantasındak, dosyalar arasında bulunamadı. 

Amerika Dersleri - İtalo Calvino Can Yayınları

Saturday, October 27, 2012

İki suret bir adam

İki suret bir adam
YILDIRIM TÜRKER
Türkiye / 12/08/2012
Erdoğan'ın Kuvayı Milliyeci olarak portresi insanı güldürüyor hiç değilse. İnsanın Ruhi Su'nun sesiyle gürül gürül okuyası geliyor.
Pazar günü eğlencesi olarak bu iki fotograf arasındaki 7 benzemezi bulma oyunuyla karşınızdayım.
İktidarın bu iki sureti arasında herhangi bir benzemezlik vehmettiğimden değil. İlk sureti ikinci surete dönüştürene dikkat çekmek için.
Recep Tayyip Erdoğan’ın yazlık yüzü, ilk fotoğraftaki. Guardian da beyefendinin tıknefes demokrasi hamlesininin akamete uğradığını anlatan yorumuna bu sureti uygun bulmuş. Gerçekten de hiçbir insanın ürpermeden, kendini tehdit altında hissetmeden bakabileceği bir suret değil.
Öfke ve nefretten takallus etmiş bir surat.

Tarihe, diktatörlük heveslisi liderlerin işte bu suretleri kalır. Kimi fotoğraflar bir dönemi ciltlerce kitaptan daha açık ve dolaysız anlatır çünkü.
Bu fotoğraftaki Erdoğan, ölümcül düşmanları tarafından köşeye sıkıştırılmış bir adam olarak portresini yansıtıyor. Kendi çevresi dışında bütün dünyayı düşman ilan etmiş bir adamın. Eline geçirmiş olduğu iktidarı katletmek, imha etmek, yok etmek, kirletmek üzere kullanan bir adamın.
Ben bir yakını olsam, bu fotoğrafı gördüğümde üzülür, ziyadesiyle kaygılanırdım.
Alevilere Alevilik, gazetecilere gazetecilik, sanatçılara sanat, mimarlara mimari öğretmekten çekinmeyen bu bahtsız adamın serüveninin sonuna yaklaştığını anlatıyor, bu ifade.

İkinci fotoğraftaki suretinde neredeyse patlamalı bir mutluluk okunuyor. Sanki 23 Nisan çocuğu.
Meğer o da bütün Türk çocukları gibi büyüyünce Atatürk olmak istermiş de kalpağı bol gelirmiş.
Bu arada küçük bir notla bitirelim. Bu fotoğrafla ilgili fikirleri sorulan, iftar yemeğinde getirip kalpağı beyefendinin kafasına oturtan Muharip Gaziler Derneği Başkanı Şükrü Tandoğan hassas bir cevap vermiş: “Kalpak yönetmelik gereği kıyafetimizin parçasıdır... Yaptığımız bilinçli bir şeydi. Kalpak Kuvayı Milliye’yi ifade eden Kurtuluş Savaşı’nın simgesi. Kemalizmi simgeliyor diye bir şey yok.”
Erdoğan’ın Kuvayı Milliyeci olarak portresi insanı güldürüyor hiç değilse. İnsanın Ruhi Su’nun sesiyle gürül gürül okuyası geliyor:

“Yürüdü uçurumun başına kadar,/
eğildi, durdu./
Bıraksalar/
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak/
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak/
Kocatepe’den Afyon ovası’na atlıyacaktı.”

Thursday, October 25, 2012

Mikhael Bahtin- Tahakküm ve Direniş Sanatları


Bakhtin, Rabelais incelemesini yazarken karnavalla olduğu gibi yüksek Stalinizmle de kedi ve fare oyunu oynuyordu. Resmî yalancılık ve tahakküm altındaki söylem alanını Stalinist devletle, Rabelais’nin karnaval ruhunu da baskıya rağmen hayatta kalacak bir sahne arkası ve kuşkuculukla eşitlemek zorlama olmayacaktır.

[Tahakküm ve Direniş Sanatları, James C. Scott]

Bahtin denilince ilgilisi açısından akla gelen ilk şey diyaloji (ya da diyalojizim) ve karnaval (ya da karnavalesk) kavramları olacaktır. Sovyet iktidarıyla olan sorunlu ilişkisi sürekli olarak gizlenmesini ve sessizliğe bürünmesini getirmiş ve bir unutuluş halinde çalışmalarını sürdürebilmiştir. Ne kadarı kasıtlıdır emin değilim, ama uzun bir süre görmezden gelinmesi de sözkonusu. 70′li yıllardan itibaren kuramsal alanda kendinden söz ettirmeye başlaması, yapısalcılığın ötesine geçme arayışları bağlamında anlamını bulur. Bunun, muhtemelen, Bahtin’in çalışmalarının yapısalcılık, fenomenoloji gibi eğilimlerle açık ya da örtük tartışma halinde gelişmesiyle bağlantısı vardır. Bahtin’in Rus Biçimciliğinden etkilemiş olması ve aynı zamanda biçimciliği aşmaya dönük çabaları, yapısılcılığın aşılması sürecinde yeniden hatırlanmasına kaynaklık etmektedir anlaşılan o ki. Kristeva’nın “metinlerarasılık” kavramı, diyaloji kavramından yansılanır bir bakıma. Nitekim yapısalcılık-sonrası teori’in temsilcilerinden biri sayılan Kristeva’nın, Bahtin’in yeniden bulunuşuna önayak olması bir tesadüf olmasa gerek. Edebiyat, felefe, psikanaliz ve siyasal düzlemi kapsayan ve metinlerarası okumalarla ilerleyen yönelimler gösterirler her ikisi de.
Bahtin denince akla gelen diğer kavramlar ise merkezsizlik, kronotop, heterologsia, çokseslilik vb.dir. Bu kavramlar çercevesinden bakıldığında bile, Bahtin’in yaklaşımını belirli bir tür analiz yöntemine indirgemek olanaklı görünmemektedir. Dil felsefesine ve edebiyat kurmaına odaklanmış görünmekle birlikte, Bahtin’in yazıları disiplinlerarası ve metinlerarası arası bir konumda ilerlemektedir. Bahtin ortaya belirli kavramlar koymuş ve bütün yaşamı boyunca sürekli olarak bunları yeniden yeniden değerlendirerek çalışmalarını sürdürmüştür. Bu yanından bakılırsa Bahtin’in disiplinler-ötesi ya da üstü, yani bir bakıma bir “üst söylem” düşünürü gibi ortaya çıktığını söyleyebiliriz. 70′lerden itibaren, Bahtin’in, ürettiği kavramlarla ve yaklaşım biçimiyle, “aydınlanmacı evrensel akıl” ve “tek sesli dünya görüşü“ne itiraz eden bir konumdan yeniden değerlendirilmesi sözkonusu olacaktir. Kısacası, Bahtin’i okurken her zaman işin siyasal ve felsefi boyutları olduğunu hesaba katmak zorundayızdır.
“Bahtin’i okurken, kurmacayı nasıl okuduğumuz ve hatta nasıl değerlendirdiğimiz sorusundan çok daha fazlasının söz konusu olduğunun artık açıklık kazanmış olması gerekir. Bu kitaptaki, yazarın sesini aşma çabası, belli sanatsal etkiler yaratmak için hangi teknik araçların kullanılması gerektiğini anlatan bir elkitabının yaklaşımını sergilemiyor elbette; daha çok, insan hayatının ne anlama geldiğini düşünmeye dair bütünlüklü bir teşebbüsle ilgili kapsamlı soruların ömür boyu süren araştırılmasının parçasıdır. Hayatımızın ne anlama geldiğini nasıl bileceğiz ve yıkıcı veya ilgisiz basitliklere başvurmadan, indirgemeci olmadan bunun hakkında birbirimize nasıl bir şeyler söyleyeceğiz? Romancılar karakterler tahayyül ederken karakterlerin yaşadığı dünyalar tahayyül ederler, değerlerle yüklü dünyalardır bunlar. Bu birçok dünyayı tek bir dünyaya, yazarın dünyasına indirgediklerinde ise yanlış bilgi verirler; şeylerin nasıl olduğu hakkında yalanlar söyleyen temelde bencilce bir çarpıtma yapmış olrular. Dolayısıyla, Bahtin’in nihai değerinden –bir Büyük Diyaloğun tam kabulü ve bu diyaloğa katılım– “edebi eleştiri”nin birçok parçasından bir tanesi olarak söz edilmemesi gerekir; hele kurmaca tekniğine veya (biçimin alışıldık anlamında) biçime dair bir inceleme hiç değildir. Bizim hayatlarımızı belli sınırlar dahilinde yansıtma –ve geliştirme– yollarımıza dair felsefi bir incelemedir.” [Dostoyevski Poetikasının Sorunları’nın Sunuş’u içinde. Bağlantıyı aşağıda veriyorum]]

sovyetlerde iç-savaş
Bahtin’in Rus Biçimcileri’nden etkilendiği biliniyor. Bir düsünce insani olarak kaderi de  bir bakima onlarla birlikte sekillenecektir.
Rus Biçimcileri, 1930′larda, estetist ve halktan kopuk sanat yapmak suclamasıyla yasaklanır. 1928 ile 1933 arasındaki döneme bakıldığında, Sovyetler Birliği’nde bir tür iç-savaşın yaşanmaktadır. Muhtemelen bu, sosyalist tarih yazımcılarılarının kabul etmeyeceği bir tespittir. Onlar bu süreci, “proletaryanın sınıfsız topluma doğru gidişinin adımları” ve “gerici ayaklanmalar” olarak adlandıracaklardır. Stalin’in iktidardaki yerini sağlamlaştırma yönündeki girişimleri tamamlanmak üzeredir o sıra. Girişlen tasfiye sürecinin ikili bir boyutu vardır: Bir yandan parti içinde “bazı kadrolar” temizlenmektedir, bir yandan da komünizm adına zorunlu kollektifleştirmelerle “köylülük” ortadan kaldırılmak istenmektedir. Her iki girişimin karşısında gösterilen direnç elbette bastırılacaktır. Ancak bu sırada tablonun bir içsavaş manzarasına döndüğünü anlamak zor olmasa gerek.
İşin bu tarihsel boyutuyla daha fazla ilgilenmeyeceğim. Rus Biçimcilerinin tasfiyesinin gerçekleştiği sürece bir bakış için yeterlidir. Bu sırada sadece fiziki zor değildir devrede olan, ideolojik tahakküm oluşturma sürecide işletilir doğal olarak. “Stalin Rejimi” (rejimi, en azından belirli bir döneme istinaden sembolik anlamda böyle Stalin ile birlikte adlandırabiliriz sanıyorum), devrimci irade adına konuşma yetikisini eline almış, sadece zor yoluyla değil, düşünsel alandaki tahaküm yoluyla da egemen olmak olmak istemiştir. Resmi sanat anlayışının da bunun bir parçası olarak rol oynadığı varsaymak abartılı olmasa gerek. Elbette politik sanat ya da sanatın politize edilişinin tek marksist yorumu böyle anlaşılmak zorunda değildir. Ama dönem içinde böyle anlaşılmıştır. Rus Biçimcileri’nin halktan kopuk ve estetist olma iddiasıyla bastırılması, tam da bu süreçte oldukça manidar görünüyor. Kapatmalar, yasaklamalar, sürgünlerle bu bastırma işlemi  gerçekleştirilir.
Bahtin de bu sırada, gizli dinsel faalitelerde bulunmak suçlamamasıyla sürgün ediilir. Sözkonusu suçlamanın karşılı nedir bilmiyorum. Ama bu sürgün ve olan bitenler bahtin’in ortadan kaybolmasının ve ölümün ardından bile uzun süre devam edecek olan suskunluğunun başlangıcı olacaktır.
“Rus Biçimcileri ürünlerini aşağı yukarı 1915-1930 yılları arasında verdikleri için, esere dönük biçimci yaklaşımı Yeni Eleştiri akımından önce başlatmış sayılırlar. Ama Rus Biçimciliği aynı zamanda, 1960’larda ortaya çıkan Yapısalcılığın önemli kaynaklarından biridir. Yazın bilimine on beş yıl kadar çok önemli katkılarda bulunan Rus Biçimcileri Sovyetler’in resmi sanat anlayışına ters düştükleri için 1930’dan sonra baskı altında kaldılar ve sustular, ya da tutumlarını değiştirdiler. En ünlüleri arasında şu adları sayabiliriz: Boris Tomaşevski, Viktor Şklovski, Boris Eichenbaum ve Yuri Tinyanov. Çalışmalarına Rus Biçimcileri ile başlayan Roman Jacobson 1920’de Rusya’dan ayrıldığı ve Çekoslovakya’ya giderek Prag Dilbilim Topluluğu’nu kuranlara katıldığı için Rus Biçimciliğini, bir bakıma, Avrupa’da devam ettirmiş oldu.”
[Berna Moran, Edebiyat Kuramı ve Eleştiri; şurada Rus Biçimciliği başlıklı bölüm mevcut]
Bahtin’in suskunluğu elbette, tam bir suskunluk değildir yine de. İktidarla karşı karşıya gelme pozisyonundan çekilmiştir; ancak yazmakta, görünüşte doğrudan gümdemle ilgili olmayan kuramsal çalışmalarını sürdürmektedir. Yazdıklarını yayınlama yoluna da gitmez neredeyse. Ancak sonradan geriye dşnüp bakıldığında ortaya çıkan tablo, burdaki yazma girşiminin bir tür karnavalesk etkiye sahip olduğunu düşünme imkanı verir. Scott’un işaret ettiği nokta özellikle burasıdır. Yazı, bir varoluş imkanı olarak belirmiştir suskunluğa bürünen için.
Sosyalist iktidarın Rus Biçimcileri’ni bastırma biçimi ve bunun anlamı önemli bir sorun alanı olarak incelnemye ve ayrıntılı olarak anlaşılmaya muhtaç görünüyor. Yeterli verilere ulaşırsam başka yazılarda bunu devam ettirmeye çalışacağım yine. Ancak şimdilik geçiyorum.

dil ve bazı bahtinien kavramlar
Diyalojik düşünme, böyle bir düşünmeden sözedilebilirse, Dil’in doğasından gelir Bahtin’e göre ve merkezsizleşme’nin temeli de budur. Merkezsizleşme, yapısalcılık-sonrası-teorinin ulaştığı noktalardan biridir aynı zamanda; dilin sadece bir yapı olarak anlaşılmasının sınırlarına varıldığında, yapının merkezsizliği öne çıkar ve bu durum bir anlamda yapısalcı düşünce stratejisinin görmezden gelmek zorunda olduğu bir sorundur. Yapısalcılık özneyi merkezsizleştirir, yapısalcılık sonrası teoride ise buna dilin merkezsizleştirimesi hareketi eklenir. Benzer bir eğilimin tarihi yeniden devreye sokmaya çalışan Bahtin’de de görülür.
Bahtinci dil anlayışının Saussuercu dil anlayışından farklılaşan noktasına işaret etmek gerektir bu noktada. Bahtin, dilin birliğinin, yani sistemli bir bütün olmasının verilmiş sabit öz değil, varsayımsal bir şey olduğundan hareket eder. Bunun anlamı şudur: Dilin her ne kadar sistemli bir bütün olarak anlaşılması doğru ise de, bu bütünlükte, bütünlüğün tamamen eritemediği ögeler her zaman mevcuttur. Saussuere, dil ile sözü ayrıştırır ve dili soyut bir sistem olarak incelemek düşüncesinden işe başlarken, Bahtin ise ters bir yönden, sözcenin tarihselliğnden hareket eder. Yapısalcı dilbilimin dışladığı tarihi devreye sokar Bahtin.
Dil bu durumda, bir yapı olarak kabul edilse bile, öznenin önünde çeşitliolanaklar sunan bir yapı olarak bulduğu bir şeydir. Göstergenin yapısının bizzat “diyalojik” olduğu düşüncesi vardır burada. Bu iddia, hem anlamın özneyle sınırlı olmasını engeller, hem de öznenin tamamen dışına çıkarılmasını. Eğer gösteren ile gösterilenin belirli bir andaki ilişkisine bağlı olarak gösterge ortaya çıkıyorsa, bu ilişkinin sağlayıcı faktörlerinden biri olarak öznenin, salt bir anlamın taşıyıcısı olarak düşünülmesi uygun olmayacaktır. Burada devreye sokulan diyaloji kavramı, anlamın merkezsizleştirimesini getiri beraberinde. Konuşan ile dinleyen arasındaki ilişkiden önce anlamın var olduğundan ve tam olarak kurulmuş olduğundan sözetmek imkansızdır çünkü.
Bunlar özetle Bahtinci dil anlayışının özgül yanlarını veriyorlar sanırım. Aynı zamanda burada yapıısalcılık sonrası teoriyle Bahtin arasındaki ilşkileri değerlendirmek de olanaklı olabilr. Mesela Derrida, anlamlandırma sürecinin bitimsiz bir hareket  olduğunu belirttiğinde Bahtinci yaklaşımla benzer bir önermeyi dillendirmektedir bir bakıma. Derrida, göstergenin bizi daima başka göstergelere gönderdiğini ve “anlamın kapanımsızlığı” denilen şeyin tam da burada ortaya çıktığını belirtir. Anlam bir kerede sabitlenip karara bağlanamay, aks,ine sürekli ertelenir -”anlamın ertelenmesi”. Derrida bunları söylerken yine de, dili bir sistem olarak alır ve bu süreci dilsel bir geröeklik olarak değelendirir. Bahtin işe daha çok tarihi ve toplumu sokmaya çalışır. Yeni anlamları ortaya çıkaran unsurlar, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal değişmelerdir. Burada bir tür, toplumsal dilbilimcilere özgü yaklaşım buluyoruz sanıyorum. Anlamı dilin değil sözün bağlamına yerleştiren bir yaklaşımdır bu daha çok. Derrida ile Bahtin arasındaki yakınlıkları ve farklılıkları değerlendirmek ilginç bir okuma olacaktır muhtemelen. Yapısalcılık-dışından gelerek Bahtin’in meseleye bulduğu karşılıklar postyapısalcıların bulduklarına benzer nitelikler taşıyor, ama bazı temel noktalarda yine de ayrımlar sözkonusu. Toparlamak için o noktadan daha fazla ilerlemeyeceğim. hem bunu ehil kişilerin yapması dah iyi olur.
Diyalojik nitelik, dilin yapısal bir özelliğidir başlangıç noktamıza geri dönersek. Dil, yapısı gereği çok-dillidir. Anlamlar-arası karşılıklı etkileşim olmaksızın bir dilden söz etmek anlamsız olacaktır bu anlayışa göre. Herşey ancak geniş bir bütünün parçası olarak anlam taşır, ancak bu bütün anlamın tarihsel kuruluşundan önce tamamen var değildir. Dil elbette Sausseure’un belirttiği gibi, konuşan öznenin dışında ve ondan önce vardır; bununla birlikte dili mevcuda getiren ve gerçekliğini ortaya çıkaran konuşma anı‘dır. Konuşma anından önce dilden ancak soyut bir şey olarak bahsedilebilir; bu durumda anlamdan sözetmek düpedüz saçmadır, çünkü anlamın ortaya çıkışında önemli olan dilin somut varlığıdır.
Anlam, konuşma anında, karşılıklı etkileşim ve mücadele halinde beliren bir şeydir. Hangi anlamın hangi anlamı nasıl etkileyeceği ve/ya da hangi anlamın etkisinde kalacağı, ne şekilde etkileneceği, hangi anlamın baskın olacağı vs. tamamen konuşma anındaki etkileşim biçimlerine bağlıdır. Bu da devreye toplumsal ve siyasal koşulların girmesi anlamına gelir. Şu halde, dilsel edimlerin, sözcelerin tarihselliği dikkate alınmaksızın dilden bahsetmek doğru bir yol olmayacaktır Bahtin’e göre ve onun Sausseurecu dil anlayışına temel itirazı tam da bu noktaya ilişkindir.
Burada sanıyorum, diyalojik düşünmenin siyasal alanda işleme sokulan hegemonya düşüncesiyle ne şekilde etkileşime gireceği de biraz belirginleşiyor. Diyaloji çoğul anlamlar-arası iletişimdir ve bu yanıyla da öznelerin çoğulluğunu varsayar. Diyaloji, iki öznenin konuşması değildir, çok-sesliliktir, yani bir çok öznenin  konuşmasıdır. Diyalogun bağlamlarının sınırsızlığından kastedilen budur. Sözcelerin çokluğunun indirgenebileceği tek bir dilsel düzlem sözkonusu değildir. Diğer bir nokta ise diyalojinin diyalektikten farklı bir yaklaşım olmasıdır, o da şudur kısaca; diyaloji, hiç bir şekilde bir sentez düşüncesi içermez. Bağlamlar ve etkileşimler süreklidir ve bu etkileşimlerin içinde karşı oluş ve mücadeleler vardır.
Bahtin, dilde, “merkezcil gücler” ve “merkezkaç güçler” şeklinde bir ayrım ortaya koyarken, dildeki diyalojik düşünmeyi ketleyen ayrımı dile getirir. Birinciler sürekli olarak anlamı sabitlemeye, bütünlüğü sağlamaya ve yaşamın akışını belirli dizgelere dönüştürmeye çalışır, ikincilerse bütünlükten sürekli kaçan ve sabitlenmeye direnen dilsel ögeleri ifade eder. Bunlar arasında sürekli bir itiş kakış olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Bu yaklaşımı, Lacla ve Mouffe’un hegemonya anlayışlarıyla ilişklendirmek ilginç olacaktır kanımca. Gerek dilin, gerek kültürün, gerekse toplusal alanın bütünselliğe indirgenip sabitlenebilir şekilde düşünülmesini aşmak bu yoldan denenebilir.
Merkecil eğilim ile merkezkaç eğilim arasındaki itiş kakış meselesi, karnaval kavramının devreye gireceği yerdir aynı zamanda. Karnaval merkezcil güslerin hakimiyetinin askıya alınması ve merkazkaç güçlerin ortaya çıkmasıdır. Çoksesliliğin ortaya çıkışıdır karnaval, tek bir kişinin konuşup geri kalanın dinlediği bir düzenlii değil, herkesin konuştuğu bir anlam çoğulluğu imkanıdır. Karnavalesk olan, düzenin ve monologun askıya alınmasdır. Dilin gerçek niteliğini ortaya çıkaran da bu karnavalesk durumdur. Şu halde diyebiliriz ki, Bahtin Yapısalcılığın devredışı bıraktığı tarihselliği, bağlamsallığı, etkileşimi, merkezsizliği devreye sokmaktadır bir şekilde. Post-Yapısalcılık, Bahtin’in terimlerini kullanmaksızında bu yoldan ilerler bir bakıma. Yapının sökümü, merkezsizleşmeyi artırırken, bağlamsallaştırmayı (bağlamsallığı) öne çıkarır.

öznenin ölümü sonrasında özne
Böylece Bahtinci özne anlayışına bakılması gereken bir noktaya geliniyor aslında, ancaK burada kapsamlı bir Bahtin değerlendirmesinin altından kalkılamayacağından geçeçeğim bu konuyu. Başka bir vakit onun, sanıyorum diyalojik özne demekte bir sakınca olmayacak özne anlayışını değerlendirmek daha iyi olacaktır. Yine deBahtin özneciliğin/ve öznelciliğin aşılmasını gözardı etmez, kısaca buradaki öznelcilik karşıtlığındaki kendine özgülüğü belirtmek yerinde olur.
Özne’nin Ölümü ilanı ve buna bağlı olarak şekillenen öznenin tümden reddiyesi şeklindeki yaklaşımları Bahtin desteklemez. Bahtin’in kaygılarından biri de özneye bir imkan vermektir bir bakıma. Tıpkı Söz’e verilen önem gibi Özne’ye de önem verilir. Yapıslacılık-sonrası-teoride göreceğimiz merkezsiz özne, karar anında beliren özne türünde eğilimlerin ipuçları var gibididr Bahtinci kuramsal yaklaşımda. Ben-Öteki meselesi, Bahtin’in etrafında döndüğü meselelerin başlıcalarından olmakla birlikte, sadece bir edebiyat kuramı meselesi değildir; burada bir özne sorununa/konusuna varırız.
Diyalojik yaklaşım burada da kendini gösterir; öteki sırf ben’in nesnesi değil başka bir öznedir, bu bakımdan ben’in öteki ile ilişkisi, öznenin bir başka özneyle ilişkisidir -ve elbette tam da bu sebeple öznenin bir başka özne aracılığıyla kendisiyle ilişkisidir. Hem etik hem de estetik bir varlık olan Bahtinci özne algısının günümüz tartışmalarındaki yansısı bu kadarıyla bile kendini hissetiriyor olsa gerek.

Toparlayacak olursam:
Bahtin”in Sovyet iktidarıyla çatışma halinde olduğu, dinsel faaliyetlerde bulunmak iddiasıyla suçlandığı, yaşamının çeşitli evrelerinde sürgünde yaşadığı, çoğu zaman yaşamsal kaygılarla ortalıkta görünmemek adına sessiz kaldığı anlaşılıyor. Aktif bir siyasal yaşamı olup olmadığını bilmiyorum, bahsedilen gizli dinsel faaliyetler tam olarak nedir onu da bilmiyorum, ama siyasal baskı dolayısıyla sürekli bir kaçma ve gizlenme halinde olduğu biliniyor.Korkunun egemen kılındığı bir durumda elbette anlaşılır bir şeydir bu.
1970′lerden itibaren batı düşüncesinde yeniden keşfedilene kadar etrafını sarmış olan unutuluş halesinin başlıca sebeplerinden biri bu olsa gerek: Korku. Öte yandan yukarda da kısaca değindiğim gibi, buna rağmen yazı ile varolmaya yönelen bir girişimle korkulan bu iktidarla oynandığını da varsaymak mümkün. Çok açık değil belki, ama ortada bir oyun var. Scot’un “ezilenlerin gizli senaryosu” dediği şey belkide Bahtin örneğinde yazı ile gündeme gelmektedir bir şekilde.
Çoğu zaman sessiizliği ve görünmemeyi seçtiği anlaşılıyor Bahtin’in. Öyle ki çok uzun süre başkaları tarafından hem gerçekten görülmeyecek hem de görülse bile görülmezlikten gelinecektir.
Rus biçimcilerinin edebiyatı, şiiri aşırı yalıtıcı görüşlerine karşı çıkan ve resmî ideolojinin hışmına uğramış olan Bakhtin’in nasıl görüldüğünü anlamaya çalıştım – bunu yaparken, Stalin kültünün yıkılmasından sonra beliren görece özgürlük ortamında üretilen ve Türkçeye çevrilen Marksist kuram kitaplarını da karıştırdım. M. Kagan’ın oylumlu kitabında (Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, çev. A. Çalışlar, Altın Kitaplar, 1982) adı bile geçmiyor. G. Pospelov’un Edebiyat Bilimi (çev. Y. Onay, Bilim ve Sanat Yay., 1984 ve 1985) çalışmasının ikinci cildinde biri dipnotta olmak üzere iki kez anılıyor Bakhtin: İlkin, “anlatıcı figür” açımlanırken (s. 73), sonra da “çokseslilik” sorunu tartışılırken (s. 80). Horst Redeker’in Edebiyat Estetiği de (çev. A. Çalışlar, Kuzey Yay., 1986) yer vermiyor Bakhtin’e. Anlaşıldığı kadarıyla, Bakhtin’in kuramsal girişimi ve katkısı, burada andığım kitapların yazarlarınca henüz fark edilmemiş.
Doğal karşılamak gerekiyor belki de: Beş yıl toplama kampında kalan, taşraya sürgün edilen, hastalığı nedeniyle döndüğü Moskova’da da kenarda yaşayan ve 1975’te bir yaşlılarevinde ölen Bakhtin’in düşünceleri Stalin sonrasında da resmî ideoloji karşısında hep muhalif kalmıştır. Ya da hep öyle bir kimlik altında algılanmıştır. (Ahmet Oktay’ın yazısı, linki aşağıdadır)
1938′de Medvedev tutuklanıp kurşuna dizildiğinde büyük bir tasfiye hareketi sözkonusudur Sovyetlerde. Sonradan “Büyük Terör” olarak adlandırılacaktır bu dönem. Stalin’in ölümünden sonra ilk olarak gençler tarafından yeniden keşfedilmesi gerekecektir Bahtin’in. Bahtin efsanesi’nin bu susuş, geri çekilme ve sessizlik içinde çalışmalarını sürdürme çabalarında karşılını bulduğu söylenebilir. Bir şekilde Bahtin kuramsal alanın esas meselelerini izlemiş, onlarla tartışmış ve kendi yaklaşımını belirginleştirmiş.
Hayatı hakkinda ki bilgiler dağınık, eksik ve bölük pörçüktür. Öyleki hangi kitabın kendiisne ait olupolmadığı  bile karışık bir meseledir. Mesela, Valentin Voloshinov’un „Marksizm ve Dil Felsefesi‘inin onun tarafından yazıldığı varsayılmaktadır. Aynı şekilde Pavel Medvedev’in bir kitabı, Biçimsel Yöntem, yine ona atfedilmektedir. Bu iki isim aynı zamanda Bahtin Çevresi olarak adlandırılan grubun içinde yer alır, ancak tabi böyle bir grubun varlığı, nasıl bir grub niteliği arz ettiği de tartışmalıdır.
Bugün çok geniş bir düşünce alanında ismi anılıyor olsa da, esas olarak onun edebiyat kuramında ve eleştirisinde önemli bir isim olduğunu unutmamak gerekiyor. Özellikle Rabelais ve Dosteyevski üzerine incelemeleriyle romanın tarihi ve yapısı hakkında yeni bir okuma biçimi geliştirir, bambaşka perspektiflere imkan verecek yeni kavramlaştırmalara girişir. Bahtinien tavrın doğuş yeri bir anlamda edebiyat ve özellikle de roman üzerine çalışmalarıdır. Bununla birlikte tamda bu edebiyat kuramı metinlerinde çok yakın bir siyasal analizi de birlikte işlettiğini varsaymak olasıdır. Başlangıçta aktardığım Scott’ın alıntısının işaret etmekte olduğu gibi.
bulabildiğim içinden bahtin geçen yayılar:
1.  Bahtin’in düşüncesi ve kavramanlarının algılanmasına dair bir çeviri metin; Hayriye Ünal, Ademin Kızlarından Biri…, “Diyalojizm ve Çokseslilik / Maurizio Lazzarato“………

·         Yine aynı blogta, “Çoksesli Şiir Poetikası/Tuzaklar” başlıklı yazı, Bahtinci kavramın kullanımı bakımından okunabilir.

2. “Karnavaldan Romana“, Bahtin’in önemli yazılarından oluşan bir seçki kitabı, Sibel Irzık hazırlamış, bkz. Ayrıntı Yayınları. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı; eskiden de roman vardı ama....
3. “20.yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları“, Mefmet Rifat
4. Bahtin’in kendisini duyurduğu önemli kitabı, “Dostoyevski Poetikasının Sorunları“, Metis yayınlarında, ayrıca “Sanat ve Sorumluluk / İlk Felsefi Denemeler” ve “Rabelais ve Dünyası“, Ayrıntı Yayınlarında çıktı. Metis”teki verdiğim linkte bir “Sunuş” yazısı var. Oldukça mühim. Bahtin’in çalışmasındaki ideoloji ile biçim arasındakiş ilişkilere bakış ile batı düşüncesindeki karşılaştıran bir açıklama denemesi.
5. Ahmet Oktay’ın Bakhtin’le tanışırken başlıklı yazısı. Bahtinci kavramların kısa fakat doyurucu açılımları ve  katkılarının edebiyat kuramı bağlamında tarihselci perspektif açısından vurgulanması sözkonusu bu yazıda.
6. Oktay’ın haklı saptamasıyla Bakhtin’in bir edebiyat kuramcısı olarak Türkiye de bilinmesini sağlamış olan Jarle Parla ve olağanüstü kitabı Don Kişot’tan Bugüne Roman
7. J.C Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları

Wednesday, October 24, 2012

"Ortadoğu Halkları" İstanbul'daydı

Halkların Demokratik Kongresi'nin Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlediği "Ortadoğu Konferansı'nda iki günde, beş oturumda 28 konuşmacı bölgedeki önemli gelişmeler değerlendirildi. Konferans adına 13 maddelik sonuç bildirisi yayınlandı.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
23 Ekim 2012, Salı

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) 20 - 21 Ekim tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi'nde iki gün süren bir "Ortadoğu Konferansı" gerçekleştirdi.
Konferansta Suriye'de yaşanan çatışmalar, Kürt halkının Rojawa'da özerkliğini ilan etmesi, Türkiye'de son gelişmeler, Filistin meselesi gibi önemli konular hakkında oturumlar yapıldı.
Birinci gün, Foti Benlisoy (Türkiye, akademisyen),, Mohamed Waked - (Mısır - Akademisyen, aktivist), Hamma Hammami, (Tunus Emekçileri Partisi), Lhoussain Lahnnaoui (Fas Demokratik Yol Partisi), Erhan Keleşoğlu (Türkiye, akademisyen), Meryem Ebu Dakka - (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi), Ali Selman (Lübnan Komünist Partisi), Ahmed Ebu Suud Hanini (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ), Ali Fayyad (Lübnan- Hizbullah), Mehmet Bekaroğlu (Türkiye - akademisyen), Bahiga Hussei (Mısır Komünist Partisi), Radia Nasravi (Tunus, milletvekili), Erhard Crome (Almanya - Rosa Lüksemburg Vakfı) konuşmalar yaptı.

Suriye'nin toprak bütünlüğü korunmalı


İkinci gün Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel'in açılış konuşması ile başladı, ardından ilk oturuma başlandı. Oturumun moderatörlüğünü Sosyalist Yeniden Kuruluş Hatay Sözcüsü Tülay Hatimoğulları yaptı.
Hatimoğulları oturum öncesi Hatay'da yaşananlarla ilgili bilgi verdi. "Suriye'de yaşananlar,  Dış Müdahaleler ve Türkiye Siyaseti" başlıklı oturumda panelistler; Suriye Komünist Partisi'nden İnam Elmasri, Ürdün Arap Davası üyesi Pedro Rojo, İran Emek Partisi'nden Massoud Djalili ve BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü'ydü.
İnam Elmasri, Esad rejimine yakın bir söylemle Suriye'deki muhalefetin emperyalist güçlerce desteklendiğini, Suriye'deki olayların batı basını ve El-Cezire tarafından yanlış yansıtıldığını ve Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunduklarını belirtti.
Ertuğrul Kürkçü, "Suriye'deki tartışma sürekli olarak 'Esad'ı mı destekliyorsun yoksa Özgür Suriye Ordusu'nu mu' denklemine sıkıştırılmaya çalışılıyor. Tartışmayı buraya sıkıştırmak meselenin özünü kaçırmamıza sebep oluyor. Asıl mesele bölgedeki eşitlikçi, özgürlükçü, ilerici hareketleri desteklemek ve onlara karşı Türkiye'den yapılacak müdahalelere engel olmaktır. Kürt halkının bölgedeki kazanımlarını korumaktır. Türkiye Filistin'e hamimin üzerinden bölgede hegemonya kurmaya çalıştı. Ama sınırları olduğunu bilemedi ve kaybetti. ABD ve Avrupa ise, Suriye'de devam eden 'vekaleten savaşın' bütün yükünün Türkiye'ye yıkılmasından gayet memnun. Türkiye Suriye'deki muhalefetin birleşmesi yönünde değil, muhalefeti Özgür Suriye Ordusu'nun yanına konumlandırarak oradakilere en büyük kötülüğü yaptı. Bizim yapmamız gereken ise özgürlük mücadelelerini birleştirmektir" dedi.

Irak işgali ve ADB ile işbiriliği tartışmaları

Moderatörlüğünü Ender İmrek'in yaptığı "Bölgesel Gelişmeler İçinde Kürt Özgürlük Mücadelesi" başlıklı ikinci oturumda, Kürdistan'ın üç parçasından konuşmacılar vardı. Türkiye'den Sebahat Tuncel, Güney Kürdistan'dan YNK Milletvekili Nermin Osman, Rojawa'dan Kürt Ulusal Konseyi Üyesi İssa Hassou ve Halkların Demokratik Partisi Eşbaşkanı Yavuz Önen vardı.
Nermin Osman'ın konuşması Arap katılımcılarla tartışmalara sebep oldu. Güney Kürdistan yönetiminin Irak işgali esnasında ABD ile işbirliği yapması eleştirildi. Nermin Osman ise Arap halkının Kürtlere uzun yıllar boyunca yapılan zulme sessiz kaldığını, Halepçe katliamını görmezden geldiğini, Kürtlerin ulusal kurtuluşu ve varlığı için böylesi girişimlerde bulunmak zorunda kaldığını ve bunun anlamının farkında olduklarını belirtti.
Issa Hassou, Kürtlerin Esad yönetimi boyunca çok zorluklar yaşadığını, bu durumun artık geçmişte kaldığını, Kürtlerin mevcut kazanımlarının çok önemli olduğunu ve hiç kimsenin bu kazanımları geriletemeyeceğini vurguladı. Kürtlerin Kürdistan'ın dört parçasında verdiği mücadeleyi birleştirmesi gerektiğinin altını çizdi.
Suriye Komünist Partisi üyesi İnam Elmasri ise Kürtlerin haklarını tanıdıklarını ama Suriye'nin bölünmez bütünlüğünü önemsediklerini belirtti.
İki günde beş oturum olması ve konukların sayısının fazla olması sebebiyle oturumlarda soru cevap kısmı maalesef yapılamadı. Bu durum salondakilerin görüşlerini belirtmelerine mani olan bir hava yarattı. Sonuç metninin tartışılması için ayrılan kısa sürelik tartışma süresi bile konunun ne kadar can alıcı olduğunu ortaya koydu. Konferans herkesin kendi dilinde söylediği Enternasyonal marşının okunması ile son buldu. (AS/HK)

Tuesday, October 23, 2012

Kültür Tarihi Affetmez

Hasan Bülent Kahraman

Doğu kültüründe önemli olan farklı bir şey söylemek değil, aynı şeyi söylemektir.

Aydın, gerçeğin ve doğrunun kendisinde saklı bulunduğu kişidir.

Dünyanın her yerinde bilgi popülerleştirilir. Türk basının bilgiyle olan ilişkisi, bilginin popülerleştirilmesini değil, bilginin yozlaştırılmasını, dışlanmasını ve hepsinden kötüsü bilginin sıradanlaştırılmasını içeriyor.

Bazı şeyleri hoşgörmemeyi öğrendiğimiz zaman, tarihi suçlamayı ve affetmemeyi öğrendiğimiz zaman yepyeni bir bilinç doğacak, o da yepyeni bir edebiyat üretecektir. O edebiyat, öncelikle onur duygusunun içinden yazılacak ve onurun edebiyatı olacaktır. Unutmayalım ki, tarih unutabilir; çünkü sonunda ideolojiktir. Fakat, gerçek edebiyat huzursuzluğun çocuğudur ve daima hatırlamak, hiç unutmamaktır.

Birikim, bir toplumun bütün geçmişinden getirdiği, belli bir çağda yaşayan insanların farkında olmasalar da üstlerinde, bilinçlerinde, bilinçaltlarında hissettikleri kültürel tarihtir.

Kültürel hayatın demokratikleşmediği, kütüphanelere hangi kitapların alınacağına, hangi kitapların basılacağına, hangi filmlerin destekleneceğine devletin karar verdiği, kısacası bürokrasinin kültürü "tayin ve tanzim" ettiği bir dünyanın, bırakın ötesini, uygar olduğunu bile kimse söyleyemez. Çünkü uygarlık, önce ve öncelikle özgürlük demektir.

İnsan hakları, insanın doğal bir yaratık olarak toplumsallaşmasından sonra geçirdiği evrimin en önemli halkasıdır. İnsanı insan yapan en temel meziyet bilinciyle kendini sınırlaması, gene bilinciyle hem kendisindeki hem de soyut iktidarda bulunan otoriteye gem vurmasıdır. Bu, ancak insan haklarıyla elde edilebilecek bir unsurdur.

Arkeolojinin belli bir düzeye geldiği toplumlarda kültür de belli bir düzeyin üstüne çıkmış demektir.

Bertolt Brecht: İki nokta arasındaki en kısa yol, eğer engeller varsa, kırık bir çizgi de olabilir.

Fikir, analitik düşünmenin aracıdır. Fikir, insanın öznelliğini ve "inanmama", dolayısıyla sorgulama etkinliğini kabul eder. Oysa bilgi, eğer ideolojik bir bağlama oturmuşsa bunu dışlar. İnsanların sentez yapmasına olanak vermez. Bilimsel bilgiyi işlevsizleştirir, anlamsızlaştırır. Gariptir ama, bunu da Türkiye'de milli eğitim süreci gerçekleştirir.
.
Gerçekle doğru arasında uzlaşmaz, aşılmaz bir fark vardır. Gerçek doğrunun bittiği yerde başlarken, doğru gerçeğin üstünü örtmek için kullanılan en etkili araçtır.

Gerçek çoğuldur, kendiliğindendir. Orada durur. İstenirse aranmaz, bulunduktan sonra da istenmeyebilir. Oysa doğru hem tekildir hem daima bir kurguyu içerir; biçimlendirilmiş bir şeydir doğru. Geleneğin bağrında yaşar; cemaat ruhuyla beslenir. Bu yüzden tutucu, içine kapalı, değiştirilemezdir. Üstelik, doğru daima birisinindir, birisine aittir.

Doğrunun barındırdığı diktacı, totaliter güçle karşılaştırılabilecek pek az olgu vardır. Ona inanmamak söz konusu olamaz: Doğrular inanmak içindir ve zaten zaman içinde de bir inanca dönüşürler. İnanan kişinin tekelinde, onun, korkularını bastırmasının aracı olarak, güçlendikçe güçlenir. En çok inananlar en çok korkanlardır ve korku her gün biraz daha inanmayı gerektirir.

Doğruyu sorgulayamazsınız. Oysa gerçek kendisine karşı da direnir; doğruya dönüşmeye başladığı andan itibaren ölür.

Rock'ın, altkültür gruplarının, seçenek kültürlerin varlığı tekörnekleşen bir dünyada tek seçenektir.

Kültür, bir alandaki davranış kalıbının çoğaltılarak öteki alanlara da aynı anlayışla yansıtılmasıdır. Nasıl konuşuyorsanız öyle giyiniyor, otomobilinizi öyle kullanıyorsunuzdur.

Bu dünya, fantezilerin, düşselliklerin dünyasıdır; insanların kendileri olarak davranmadıkları bir dünyadır. Gerçekle ilgisi yoktur. Hayat ise somut ve gerçektir. Düşsel bir dünya için davranış ve vücut dili yeterliyken hayatın karmaşıklığı ancak zihinsel olarak algılanabilir. Bu da doğrudan dilin kullanılmasına, üretilmesine bağlıdır. Üstelik, gerçeklikle iç içe geçmiş bir dil kullanarak düşselliği yakalayabilirsiniz ama; tersi buna olanak vermez. Oysa Türkiye ötekini yapmaya, düşlerden hareket ederek, kendisi olmayan insanlar yaratarak gerçekleri yakalamaya çalışmaktadır.

Eğer devlet, resmi yayın organında bir ideolojinin propagandasını yapıyor ve "rejim" buna kabul gösteriyorsa, o toplumun erginleşemeyeceği açıktır ve orada kadın kadar erkek de tutsak demektir.

Monday, October 22, 2012

“Ulucanlar Hepimizde Derin İzler Bıraktı!”

26 Eylül Ulucanlar Cezaevi katliamının üzerinden on üç yıl geçti. Ulucanlar katliamının hedef belirlenerek gerçekleştirildiğini belirten katliam tanıklarından Başak Otlu, “Ulucanlar, hepimizde derin izler bırakan bir aşamaydı” dedi. Bir başka tanık Fatime Akalın ise, katliamın F Tiplerinin hazırlık aşaması olduğunu ve cezaevinin operasyon için kendisi açısından meşru zemin hazırladığını ifade etti. Akalın, “Ulucanlar’’da böylesi bir katliamı yaşamak çok ağır, çok acı verici bir durum. Öte taraftan ise bu direnişte yer almak çok onurlu bir şey” sözleriyle Ulucanlar’’ın hayatı üzerindeki etkisini dile getirdi.

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’’in İMF politikaları sonucu halklar daha çok yoksullaştırılırken, hakkını arayanların mücadelesini sonlandırmak ve içerisi ile dışarısının ilişkisini bitirmek isteyen devlet planlı bir katliamla 26 Eylül 1999′’da gecenin karanlığında geldi Ulucanlar’a.
20-30 kişilik koğuşlarda 100 kişinin kaldığı Ulucanlar Cezaevi’’nin insanlık dışı uygulamaları karşısında direnişe geçen tutsaklara yönelik gerçekleştirilen katliamda uzun namlulu silahlar, gaz bombaları, iş makinaları, yangın kancaları gibi her türlü işkence aleti devredeydi. 26 Eylül gecesi sabaha karşı saat 04.00’’de devrimci tutsakların kaldığı koğuşların tarandığı olayda, koğuşlardan işkence ile çıkartılan tutsaklar Ulucanlar’’ın hamamında hızarlarla katledildi.
Katliamın hemen arkasından ise 19 Aralık yaşandı. F Tipi cezaevlerinin hayata girmesi ile yüzlerce tutsak yaşamını yitirdi. Ancak ne Ulucanlar ne de 19 Aralık cezaevleri katliamı bir şeyi değiştirmedi. Türkiye cezaevlerinde tutsaklar hala sohbet haklarının uygulanması, tedavi edilmek gibi en temel hakları için direniyor.
1995 yılında tutuklandıktan sonra 6 yıl cezaevlerinde kalan ölüm orucu direnişçisi ve Ulucanlar katliamı tanığı Başak Otlu o lanetli geceyi ANF’’ye anlattı.
Ulucanlar Cezaevi’nde 26 Eylül 1999 tarihinde gerçekleştirilen ve 10 tutsağın ölümüyle sonuçlanan operasyona kadar cezaevi koşullarından bahseden Otlu, ölüm orucunun bıraktığı izler dolayısıyla yaşanan sürecin tümünü anımsayamadığını belirterek başladı sözlerine.
5. koğuşta kapasitenin üzerinde tutsak bulunması dolayısıyla yatacak yer olmaması gibi birçok sorun yaşandığını bu konunun cezaevi idaresine iletilmesine rağmen sonuç alınamadığını belirten Otlu, “5. Koğuşta yüzü aşkın tutsak vardı. “Mesela insanlar sandalyelerde yatıyorlardı, dönüşümlü yatmaya başlamışlardı artık. Eylemin bir nedeni buydu zaten. Bu kadar ciddi bir saldırı bekliyor muyduk hatırlamıyorum. Ancak bir saldırı bekliyorduk”” dedi.
‘KADINLARDAN ÖLÜ İSTEMİYORUM’
Cezaevinin uygulamaları karşısında tutsakların koğuşu işgal ettiklerini dile getiren Otlu, İsmet Kavaklıoğlu, Halil Türker, Abuzer Çat, Ümit Altıntaş, Zafer Kırbıyık, Aziz Dönmez, Habip Gül, Ahmet Savran, Önder Gençaslan ve Mahir Emsalsiz’’in katledildiği lanetli geceyi ise şöyle anlattı: “Sabahtı, birisi ‘saldırı var’ diyerek seslendi. Yataklarımızdan fırladık, koğuşta iki kapı iki barikat vardı içeri girmesinler diye iki kişi dış kapıyı tutmaya çalıştık. Askerler, gaz bombaları ile kancalarla saldırıyorlar. Biz yaralarımızdan sonradan fark ettik ki bizi kanca ile çekmeye çalışmışlar. Fatime yaralandı bu saldırıda ve inmek zorunda kaldı oradan. Zaten hiçbir şey yapamazsak dahi koğuşu ateşe vermeyi düşünmüştük. Artık içeri girmek üzereyken askerler biz de içeri girdik ve hepimiz bir birimize kenetlendik. Silahlarla vuruyorlardı kafamıza. Bu arada silah çektiler ancak rütbelilerden biri ‘kadınlardan ölü istemiyorum’ diye engelledi. Hedeflerinde erkek arkadaşlar vardı. Liste tutmuşlar ve katliam sırasında da erkek arkadaşların isimleri okunarak hedef alındı. Bizi dipçiklerle döverek ayırdılar. Zaten koridor hazırlamışlardı ve buradan geçirirken de sürekli saldırıyorlardı. Sonrasında görüş yerine götürdüler orada da dayatmaları kabul etmeyince yine saldırdılar. Ve biz erkek arkadaşlarımızın durumunu öğrenmek istiyorduk ancak o sırada öğrenemedik, bir grup olarak bizi Niğde’’ye götürdüler orada öğrenebildik ölenleri ve yaralananları.”
Otlu, yaşanan katliamda erkeklerin hedef alınarak kadınların orada katledilmemesini ise, devletin ‘savunmasız, korunması gerekir’ diye gördüğü kadının orada katledilmesinin toplumda daha büyük bir yankı uyandırmasını göze alamaması olarak değerlendirdi.
Eskiden Hara olan Ulucanlar Cezaevi’’nin bir dönem satın almayı gibi bir hayali olduğunu dile getiren Otlu, “Ulucanlar’’ın hayatımızda çok anlamlı bir yeri var. İyi ve kötü şeyler yaşadık orada. Saldırılar yaşadık, direnişler büyüttük. Ağladık, güldük… Ulucanlar gerçekten ayrı bir yerde duruyor. Cezaevinden çıktıktan sonra çok etkilenmedim. Çünkü biz sonuçlarını biliyorduk zaten. Elbette ölümü ve sakat kalmayı tercih etmeyiz ama sonuçlarını bilerek isteyerek yaşadık. Duygusal olarak ise Eylül ayında bilhassa 26’sında çok kötü oluyorum” diyerek Ulucanlar’’ın hayatındaki etkisini özetledi ve katledilen tutsaklarla paylaşımına değindi.
OTLU: “ULUCANLAR HEPİMİZDE DERİN İZLER BIRAKAN BİR AŞAMAYDI”
Ölüm Orucu’’ndan kalan hasarlardan kaynaklı birçok şeyi anımsamakta güçlük çeken Otlu, Ulucanlar’’da yaşananları katliamın bir ay sonrasında arkadaşlarının söyledikleri üzerinden anımsadığını ve yaşadığı bilinç kaybından kaynaklı Abuzer Çat ile yaşıyormuş gibi sohbet ettiğini dile getirdi. Ve bunu şöyle ifade etti.
Ulucanlar katliamının hemen ardından yaşanan 19 Aralık cezaevleri katliamına ilişkin ise hiçbir şey anımsamayan Otlu, 20 cezaevine düzenlenen bu operasyonları ise arkadaşlarının anlatması ile bildiğini söyledi. “”Devlet bu katliamların bizden kaynaklı olduğunu söylüyor ama bizden kaynaklı olan bir şey değil. Aslında cezaevine yönelik yapılanlar dışarıya gözdağı vermek amacıyla yapılıyor”” dedi.
Ulucanlar’’ın aslında F Tiplerinin hazırlık süreci olduğunu ifade eden Otlu, “İçeride herkes biliyordu bir F Tipi süreci yaşanacağını ancak dışarıda toplum F Tiplerini algılayamadı ve hala da bilmiyorlar. Ulucanlar saldırılarının toplum üzerindeki etkileri devleti ikna etti ki sürece devam ettiler. Bu nedenle Ulucanlar, hepimizde derin izler bırakan bir aşamaydı” diyerek sözlerini tamamladı.
İDARE OPERASYON İÇİN MEŞRU ZEMİN HAZIRLADI
Ölüm orucu direnişçisi ve katliamın bir başka tanığı Fatime Akalın ise yine uzun yıllar Türkiye cezaevlerinde kaldı. Ankara’’nın merkezinde bir mahallenin ortasında bulunan Ulucanlar Cezaevi’’nin devrimcileri dışardan koparamadığına dikkat çeken Akalın, dışarıdaki çocuk seslerinin içeriye gelmesi gibi içeride yaşananların da dışarıdan duyulduğuna işaret ederek, “”en kritik şeyler bile ailelerimize iletilebiliyordu. Bu yanıyla sadece sınırlarımızın çizildiği ancak dışarıdan koparılamadığımız bir cezaeviydi Ulucanlar”” dedi.
Operasyonun imha amaçlı yapıldığının altını çizen Akalın, çevre illerden de tutsakların getirildiği Ulucanlar’’da kapasitenin üzerinde tutuklu bulunduğunu belirtti ve katliam sürecini şöyle anlattı: “Koğuşların kalabalık olmasından dolayı defalarca idare ile görüşüldü ve koğuş istendi. Çözüm önerileri sunuldu ancak bunların hiç biri idare tarafından kabul edilmedi. 5. Koğuştaki arkadaşlar, birkaç adli tutuklunun bulunduğu bir koğuşu işgal ettiler. Bunun ardından idare, sayımı bıraktı, ilişkileri keserek görüşleri yasakladı. Ve operasyon yapmak için kendi açısından meşru zeminleri hazırladı. Tabi bundan bir operasyonun geleceğini anlamıştık ve artık nöbetteydik. 26 Eylül sabaha karşı 04.00 sıralarında ‘askerler içeri giriyor’ diye bağırarak koğuşa çekildiler. Ve askerler her türlü silahla bize saldırırken bizim elimizde sadece koğuştan elde edebildiğimiz savunma araçları vardı” diye anlattı.
‘CEZAEVİ SÜRECİMİN BÜYÜK BÖLÜMÜ ULUCANLAR İNTİKAMININ HAYALİ İLE GEÇTİ’
Yapılan liste sonucu isimlerin tek tek okunarak katliamın gerçekleştirildiğini anlatan Akalın, ölüm sınırında olan iki ismin ise Ulucanlar’’da ölmemeleri için başka cezaevlerine gönderildiğini belirtti.
“İki arkadaşımız ise ellerinden tesadüfen kurtuldu. Mesela öldürmek için birinin kalbine ateş ediyorlar ama kurşun kalbinin yakınından geçiyor” diyen Akalın, “Ulucanlar’’da böylesi bir katliamı yaşamak çok ağır, çok acı verici bir durum. Öte taraftan ise bu direnişte yer almak çok onurlu bir şey. On tutsağın katledildiği o katliamdan sağ çıkmayı da kendine yediremiyorsun, ‘ben niye sağ çıktım’ duygusunu yaşıyorsun. Aynı duyguyu ben ölüm orucu süreci sonrasında da yaşamıştım. Zaten süreklileşmiş bir toplumsal travma var ve o yönüyle bunu yaşıyorsun. Bir şekilde duyguların bölünüyor. “Benim için cezaevi sürecimin büyük bir bölümü Ulucanlar’’ın intikamını alma hayali ile geçti”” diyerek Ulucanlar katliamının hayatı üzerindeki etkisini dile getirdi.
İKİNCİ LANETLİ GECE: 19 ARALIK
Türkiye cezaevleri tarihinde ilk defa Ulucanlar’’da ateşli silahla bir katliamın gerçekleştirildiğine dikkat çeken Akalın, devletin bunun üzerinden kısa süre sonra ikinci bir lanetli geceye imza atarak 19 Aralık cezaevleri katliamını gerçekleştirdiğini hatırlattı.
Akalın, dün olduğu gibi bugün hala Türkiye cezaevlerinde hak ihlallerinin yaşandığına işaret ederek, Ulucanlar’da yaşananların hiçbir şeyi değiştirmediğini ve tutsakların bugün direnişlerine devam ettiğini şu sözlerle özetledi: “”19 Aralık’’ta 20 cezaevine girip devrimcileri hücrelere attılar. Bu yanıyla devlet açısından bir başarı olabilir ancak yine başaramadılar. Orada hala dik duran insanlar var. Devlet, devrimci hareketi tasfiye etmek istedi, başaramadı.””

Saturday, October 20, 2012

Lozan, Şark Islahat Planı ve Kürtçe

Lozan, Şark Islahat Planı ve Kürtçe
AYŞE HÜR
Türkiye / 21/10/2012
12 Eylül günü, 58 cezaevinde 483 PKK ve KCK tutuklusunun başlattığı açlık grevlerinin bir arka planı var elbet.
12 Eylül 2012 günü, 58 cezaevinde 483 PKK ve KCK tutuklusunun "Abdullah Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının yaratılması, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması" talepleriyle başlattıkları süresiz açlık grevleri 40. gününe girdi. Süresiz açlık grevi, bir insanın talepleri yerine gelinceye kadar kendi varlığını adım adım ölüme götürmesi anlamına geliyor. Bu arkadaşların ölüm yolculuğunu kimimiz acı çekerek ve yetkilileri bu trajediyi durdurmak için bir şeyler yapmaya davet ederek; kimimiz sadece acı çekerek, kimimiz hem acı çekerek hem kızarak, kimimiz sadece kızarak, kimimiz tepkisiz 40 gündür izledik, izliyoruz. Kimimiz farkında bile değiliz belki. Ben ne yapacağını bilemeden acı çekerek izleyenlerdenim. Davası uğruna canını feda etmeye hazır olanlara sonsuz saygı duyuyorum ama bir dava uğruna ‘ölüme yatma’ yöntemini desteklemiyorum. Ama karar alıcıları, bu trajediye karşı duyarlı olmaya, eylemcilerin haklı taleplerine en kısa zamanda cevap vermeye çağırıyorum.

Çevremden, sosyal medyada yazıştığım kişilerden veya bana yazan okurlardan “Kürtçe hiçbir zaman yasak olmadı ki, mahkemelerde de sadece resmi dil kullanılır, bu adamların derdi ne?” türü sözler duyuyorum. Buradan anlıyorum ki, özellikle gençler, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçeye konulan yasaklardan haberdar değiller. Bu yüzden, bu hafta Cumhuriyet tarihinin bu konudaki siciline bir göz atalım diyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarından 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 39. Maddesi’nin 4. Fıkrası (ki Türk tarafının önerisi ile eklenmişti) “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır” derken, 5. Fıkrası “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır,” diyordu. Kısacası, Lozan Barış Antlaşması, kâğıt üzerinde Türkiye Cumhuriyeti uyruklu (vatandaşı) bir Kürt’ün, Kürtçe gazete çıkarmasını, Kürtçe televizyon yayını yapmasını, Kürtçe seçim propagandası yapmasını, mahkemede Kürtçe savunma yapmasını mümkün kılıyordu.

Şark Islahat Planı, Madde 14

Lozan’ın bu maddeleri ne yazık ki başından itibaren uygulanmadı ama Kürtçe konuşmanın cezalandırılması fikri 13 Şubat 1925’e patlak veren Şeyh Said İsyanı’ndan sonra ortaya çıktı. İsyanla büyük bir telaş içine giren Kemalist kadroların ‘Kürt Meselesi’ni halletmek için yürürlüğe koydukları ve yakın tarihe kadar devletin Kürt politikasının ana çerçevesini oluşturan 8 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nın tümü çok vahim ‘tedbirler’ içeriyordu, sadece konumuzu ilgilendiren 14. Maddesini (sadeleştirilmiş Türkçeyle) aktaralım: “Aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan Malatya, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılacaktır."

1926’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda en büyük tartışmalar Türkçeden başka dillerin en çok da Kürtçenin konuşulmasını yasaklanması üzerine yapılmıştı. Örneğin kurultayın 28 Nisan günkü beşinci oturumunda konuşan Van Milletvekili İshak Refet (Işıtman) Doğu Anadolu’da yaşayan Kürt unsurların dillerini muhafaza ettikleri gibi, Karakeçililer. Serkanlar, Türkanlar gibi Türk kökenli topluluklarını Kürtleştirdiklerinden söz ediyor, bu konuda cezai tedbirler alınmasını öneriyordu. Ona göre Orta Anadolu’da yaşayan yerleşik Kürtler “nasıl olsa Türklerle sarılıyordur, boğulmaya mahkûm” idiler. Benzeri tartışmalar ertesi yıl da yapıldı. Türkçenin diğer dil topluluklarına zorla empoze edilmesinin zirvesini ise 1928’de başlayan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları oluşturdu.

Her Kürtçe kelimeye 5 kuruş cezası

Bu cezaların nasıl uygulandığına dair sözlü tarihten bir örnek verelim: “Kozluklu Mele (Hoca) Abdullah anlatıyor. 1940’lı yıllar. Diyarbakır’a gitmiş. Çarşıda Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşuyor. Biri çarşıda kolunu tutuyor ve “Gel, belediyeden seni çağırıyorlar” diyor. Hoca, “Tû kîyî?” (Sen kimsin?) diye soruyor. Şahıs, “Ben belediye zabıtasıyım” diyor. Hoca, “Belediye reisi beni tanımaz ki beni çağırsın” dese de zorla Reis’in huzuruna çıkarılıyor. Reis, “Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun. Her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin” diyor. Hoca itiraz etmeden cebindeki paraları masaya bırakarak, “Al sana para” diyor. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken ekliyor: “Paralar sizde kalsın. Ben Türkçe bilmiyorum. Akşama kadar çarşıda Kürtçe konuşacağım. Senin zaptiye efendin de benimle gelsin. Akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de evime giderim.” (Bakış, 30 Haziran 1999.)

“Ka nane kî bi Tirkî bide”

Bir örneği de Diyarbakırlı yazar, araştırmacı Şeyhmus Diken anlatıyor: “Aklıma tek partili dönemin bir uygulaması takılıyor. Düşünmeden edemiyorum. Kürtçe konuşmak yasak! Ağızdan alenen duyulacak dozda çıkan her Kürtçe kelime için vatandaş ceza ödemekle mükellef. İspiyoncular çarşı Pazar fır dönüyor. Adamın evinde çocuklar aç. Fırına gidip ekmek almak lazım. Ama ekmeği istemek için de birkaç kelime Türkçe sözcük bilmek gerek. Adam çaresiz. Fırıncının karşısında ve “Ka nane kî bi Tirkî bide”. Fırıncı arif adam, halden bilen biri. “Ha ji tere nane kî bi Tirkî. Tercümesi şu: ‘Bana Türkçe bir ekmek ver.’ ‘Al sana Türkçe bir ekmek.’”

‘Ape’ Musa Anter ve Kımıl Olayı

Şimdi anlatacaklarım ise, Şark Islahat Planı’nı hazırlayan zihniyetin Demokrat Parti’nin son yıllarında bile hala capcanlı olduğunu gösteriyor. 31 Ağustos 1959 günü, Diyarbakır’da yayınlanan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in ‘Amma Ne İleri Yurt’ adlı hiciv sütununda ‘Qimil’ (Kımıl) adlı Kürtçe bir şiir yayımlanmıştı. Olayın ayrıntılarına girmeden söyleyelim, ‘kımıl’, can yoldaşı ‘süne’ ile birlikte, tüm Cumhuriyet tarihimiz boyunca (hatta bugün de) bir türlü baş edemediğimiz bir hububat zararlısıydı.

Kürtçe şiirin teması şuydu: Siverekli bir kız, kımıl zararlısı tarafından samana döndürülmüş bir torba buğdayı çerçiye götürüyor, çerçi buğdayın işe yaramadığını görünce, buğdaya karşılık mal veremeyeceğini söylüyordu. Kızcağız da yüzyıllardır gelenek olduğu üzere, üzüntüsünü bir türküyle dile getiriyordu: “Bi çîya ketim lo apo, çîya melûlbûn rebeno/ Ceh seridî lo apo, genim hûrbûn êvdalo/ Qimil hatî lo apo, bi refa ye rebeno/Xwar genimî lo apo, hiştî qâye rebeno” (‘Dağa tırmandım amca, zavallı dağ mahzunlaştı/Arpa olgunlaştı amca, buğday un ufak oldu biçare/Kımıl geldi amca, kafile halen de zavallı/Buğdayı yedi, geride samanı bıraktı zavallı...’) Yazar yazının sonunda şiirin kahramanı kıza şöyle diyordu: “Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.”

‘Welcome’ yazınca sorun yok

Kımılın bu metaforik kullanılışını Ankara affetmedi elbette. 6 Eylül 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Doğu illerimizden birinin merkezinde çıkan bir gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir neşrediliyor” dendikten sonra “İnsaf edelim. Bu Doğu ili İstanbul değil ki, 20-30 gazete çıksın da insan meşgul bir gününde hepsine bakamasın. Sonra hadi kendisi bakamadı, o il merkezinin zabıtası yok mu, adliyesi yok mu?” diye ortalık velveleye veriliyor, 19 Eylül 1959 tarihli Ulus ise “Bir soru da benden: Bu gazeteye kim kâğıt veriyor” diye öküz altında buzağı arıyordu. Beklendiği üzere İleri Yurt ve Musa Anter aleyhine dava açıldı. Ancak olay yerelden ulusal düzleme taşmış, sanıkları savunmak için başka şehirlerden avukatlar gelmeye başlamış, mahkeme salonu ve adliye binasının önü miting alanına dönüşür olmuştu. Ödemiş’te yayınlanan Cephe isimli gazete kelleyi koltuğa alarak, Diyarbakır’a ve Musa Anter’e şöyle destek vermişti: “İstanbul gazeteleri kıyamet koparıyor. Diyarbakır’da çıkan İleri Yurt gazetesi Kürtçe bir şiir neşretmiş. Bakın Küstaha. Genelevlere kadar ‘Welcome’ diye Amerikanca yazılan memleketimizde, Kürtçe şiir Garbilik şerefimize dokunuyor...”

İddialara göre durum Ankara’nın canını o kadar sıkmıştı ki, Celal Bayar Diyarbakır Valisi’ne telefon açıp, Musa Anter’in ‘kafasının ezilmesi’ni istemişti. Yaşar Kemal’in deyişiyle, ‘Öfkesiz Kürt’ Musa Anter, sevenlerinin deyişiyle ‘Ape’ Musa, bu olaydan ve sonrasında yaşadığı nice olaydan sağ salim kurtuldu ama hemen her makalesine, yaptığı her hayali röportaja Kürtçe cümleler serpiştirdiği için hayatı mahkemelerde geçti. Bu yargılamalardan birinde Musa Anter’e, hâkim “Ne diye Kürtçe yazıyorsunuz” diye sormuş, Anter de “Hâkim Bey, İstanbul’da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyorlar. Ayrıca İngilizce ve Fransızca gazete de çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak?” demişti. Hâkimin muhtemelen Lozan’a atıf yaparak “Efendim onlar azınlık” karşılığı üzerine de taşı gediğine koymuştu: “Hâkim Bey, yani bir memlekette azınlık çoğunluktan daha mı avantajlıdır? Eğer bir azınlık kadar hakkım yoksa ben böyle çoğunluğu ne yapayım? Lütfen karar verin ve beni de azınlık kabul edin.”

Ardından ünlü 49’lar Davası geldi. Dava 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da devam etti, Musa Anter ve arkadaşları ancak 1965’te ‘paçayı kurtardılar.’ Daha nice badire atlatan Musa Anter, 20 Eylül 1992 günü, JİTEM ajanları tarafından bir tuzağa düşürüldü ve ensesinden vurularak öldürüldü. Öldürüldüğünde 74 yaşındaydı.

12 Eylül yasakları

Kürtçeye (ve elbet diğer azınlık dillerine) en sert tavır 1980 darbesinden sonra takınıldı. Darbeciler kendi elleriyle hazırladıkları 1982 Anayasası’ndaki “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” ifadesini, 1983’te çıkarılan Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’la perçinlediler. Kanuna göre, Türk vatandaşlarının anadili Türkçeydi ve Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı! Kanun 12 Nisan 1991’de kaldırıldı ama 6 Kasım 1991’de, milletvekillerinin TBMM’de Kürtçe yemin etmeleriyle başlayan süreç, yedisi (BDP’nin selefi) DEP’li, biri bağımsız, sekiz milletvekilinin ağır hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlandı. 1980’ler, 1990’lar hatta yakın tarihe kadar, hapishanelerde Kürtçe konuşma yasağı sürdü, Türkçe bilmeyen analar evlatlarıyla tek kelime konuşturulmadılar.

Son yıllarda bu konuda çok olumlu adımlar atıldı ama hala anadili Kürtçe olanlar, anadili Türkçe olanlarla aynı haklara sahip değiller. Bırakın günümüzün temel insan hakları sözleşmelerini, insan hakları açısından son derece geri bir düzeyi temsil eden Lozan Barış Anlaşması’nın hükümlerine bile uyulmuyor. Anadilin seçmeli ders değil eğitim dili olmasının bir insan hakkı olduğunu hükümet başta olmak üzere çoğu kesimler tarafından kabul edilmiyor. Kürtçe televizyon ve radyo yayınlarında hala sınırlamalar var. Halka Kürtçe hizmet veren belediye başkanları görevlerinden alınıyor. Belki bir uç örnek ama bu yılın başında Konya'da bir kadın, 2 çocuğu ile Kürtçe konuştuğu için ‘gürültü kirliliği’ yarattığı gerekçesiyle 62 TL para cezasına çarptırıldı! Açlık grevleri, işte böyle bir arka plana sahip. Yöntemleri aklımıza yatmasa bile, kalbimizin kapılarını onlara kapatmayalım. Kurban Bayramı’nda bu insanları da kurban etmeyelim…

Özet Kaynakça: Baskın Oran, “Lozan’da azınlıkların korunması”, Toplumsal Tarih, S. 115, Temmuz 2003, s. 72-77; Mehmet Bayrak, Kürtlere Vurulan Kelepçe, Şark Islahat Planı, Öz-Ge Yayınları, 2009; Musa Anter, Kımıl, Avesta, 2000; Kemal Kirişçi&Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yayınları, 1997.

Friday, October 19, 2012

Eduardo Galeano'dan Haiti Dersleri

Galeano, "uygarlık tarihi"ni tersinden yazdığı son kitabı "Aynalar"da Haiti'nin özgürlük mücadelesini ve sömürülüşünü de anlatıyor: " İlk özgür ülke, gerçek anlamda özgür ülke Haiti olmuştur."
Eduardo GALEANO
Montevideo - BİA Haber Merkezi

Uruguaylı sosyalist yazar ve gazeteci Eduardo Galeano, son kitabı "Aynalar"da* "uygarlık tarihini", hep yapmayı sevdiği gibi, "tepetaklak" ediyor ve öyle anlatıyor. Bu kitap aynı zamanda, ayrımcılığın, baskıcı iktidarın ve özgürlük mücadelesinin tarihi. Türkiye 'de medya, Haiti'nin farkına ancak on binlerce kişinin öldüğü depremden sonra vardı. Galeano'nun kitabından Haiti'yle ilgili bazı bölümleri alıntılıyoruz.

Beyaz Lanet

Haiti'nin siyah köleleri Napolyon Bonapart'ın ordusuna esaslı bir şamar indirdiler. Ve 1804 yılında Özgürlerin bayrağı yıkıntılar üzerinde yükseldi.
Zaten Haiti en başından beri hep acılar çeken bir ülke olmuştu. Fransız şeker üretim sahalarına topraklar ve kölelerin kol gücü kurban edildi. Ardından da savaş felaketi nüfusun üçte birinin telef olmasına yol açacaktı.
Bağımsızlığın doğuşu ve köleliğin ölümü, siyahların kahramanları, dünyanın beyaz sahiplerine yönelik affedilmez aşağılamalar oldular.
Napolyon'un on sekiz generali isyancı adaya gömülmüşlerdi. Kan gölünde dünyaya gelen yeni ulus ablukaya ve yalnızlığa mahkum bir şekilde doğdu: hiç kimse ondan bir şey satın almıyor, hiç kimse ona bir şey satmıyor, hiç kimse onları tanımıyordu. Haiti, sömürgeci efendisine karşı sadakatsiz davrandığı için Fransa'ya devasa bir tazminat ödemek zorunda kaldı. Yaklaşık bir buçuk asır boyunca ödediği bu saygınlık günahının kefareti, diplomatik tanınmaya karşılık olarak Fransa'nın ona dayattığı bedeldi.
Onu resmen tanıyan başka bir ülke olmadı. Her şeyini ona borçlu olmasına rağmen Simon Bolivar'ın Büyük Kolombiya'sı bile onu resmen tanımadı. Oysaki Haiti Bolivar'a gemi, silah ve asker verirken, öne sürdüğü yegâne koşul onun kölelere özgürlüklerini vermesiydi, ama böyle dünce Kurtarıcı'nın kafasından geçmemişti bile. Bolivar bağımsızlık savaşını kazandı, ama bir süre sonra düzenlenen yeni Amerikan ulusları kongresine Haiti'yi davet etmeye karşı çıktı.
Haiti Amerikaların cüzamlısı olarak kalmayı sürdürdü.
Thomas Jefferson daha başından beri hastalığı o adada hapsetmek gerektiği konusunda uyarıda bulunmuştu, zira orası kötü bir örnek teşkil ediyordu.
Hastalık, kötü örnek: itaatsizlik, kargaşa, şiddet. Güney Carolina'da yasalar, bütün Amerika kıtası tehdit eden kölecilik karşıtı coşkusunun bulaşma riskine karşı herhangi bir zenci denizciyi, gemisi limanda bulunduğu sürece, hapse atmaya olanak sağlıyordu.
Bu coşkuya Brezilya'da verilen isim Haiticilik idi.

Kölelik Birçok Kez Öldü

Herhangi bir ansiklopediyi aç. Köleliği ilk kaldıran ülke hangisi olduğuna bak. Ansiklopedinin vereceği yanıt bellidir: İngiltere.
Gerçekten de, dünya köle ticareti şampiyonluğunu kimseye bırakmayan Britanya İmparatorluğu günün birinde, insan eti satışının artık eskisi kadar getirimli olmadığını anlayınca fikir değiştirir. Londra köleliğin kötü bir şey olduğunu 1807'de keşfetmiştir, ancak kararı yeterince ikna edici bulunmamış olsa gerek, otuz yıl sonra bunu ilk kez yinelemek zorunda kalır.
Fransız Devrimi'nin sömürgelerdeki kölelere özgürlüklerini verdiği de bir gerçektir, ancak ölümsüz diye adlandırılan özgürleştirici karar kısa süre sonra Napolyon Bonapart tarafından katledilerek öldürülmüştür.
İlk özgür ülke, gerçek anlamda özgür ülke Haiti olmuştur. Köleliği İngiltere'den üç yıl önce, yeni kazandığı bağımsızlığını kutlarken ve unutulmuş yerli ismini tekrar elde ederken, şenlik ateşlerinin aydınlattığı bir gecede kaldırmıştır.

Amerika Kıtasına Demokrasi Ekmenin Kısa Tarihi

1915'te Birleşik Devletler Haiti'yi istila etti. Robert Lansing hükümet adına yaptığı açıklamada, vahşi yaşama yönelik doğuştan gelen eğiliminden ve Medeniyete yönelik fiziki yetersizliğinden ötürü kendi kendini yönetme kapasitesine sahip olmadığını ifade etti. İşgalciler orada on dokuz yıl kaldılar. Vatanseverlerin lideri Charlemagne Péralte bir kapının üzerine çivilenerek çarmıha gerildi.

Siyah Olmak Yasak

Haiti ve Dominik Cumhuriyeti, Masacre [Katliam] adındaki bir nehirle ayrılan iki ülkedir.
Daha 1937 yılında böyle anılıyordu, ama nehrin adının bir kehanetin eseri olduğu daha sonra anlaşıldı: Dominik Cumhuriyeti tarafındaki şekerkamışı tarlalarında çalışan binlerce Haitili işçi bu nehrin kıyısında pala darbeleriyle katledildiler. Fare suratlı, Napolyon şapkalı Generaller generali Rafael Leonidas Trujillo, ırkı beyazlaştırmak ve hiç de saf olmayan kendi kanındaki şeytanı kovmak için siyahların katledilmeleri emrini verdi.
Dominikli gazetelerinin bu olaydan hiç haberi olmadı. Haiti gazetelerinin de öyle. Üç haftalık sessizliğin ardından, bir şeyler yazılıp çilince Trujillo olayın abartılmaması konusunda uyardı, zira ölenlerin sayısı on sekiz binden fazla değildi.
Uzun tartışmaların ardından ölü başına yirmi dokuz dolar ödeme yapıldı. (EG/SD/TK)

AYNALAR dan


Köle sahibi güneye karşı endüstrileşmiş kuzeyin savaşının galibi General Ulysses Grant, bu savaşın arkasından Birleşik Devletler başkanı olacaktı.

1875’te İngiltere basınının sorularına ise şöyle yanıt verecekti: İki yüzyıl içerisinde yerli sermayemizi koruma politikasından yeterince kazandıktan sonra, serbest ticareti de benimseyeceğiz.

Bu bakış açısıyla, 2075 yılında dünyanın en korumacı ulusu serbest ticareti benimseyecek.

***

Looty (Ganimet), Little Booty (Küçük Yağma) Avrupa’ya getirilen ilk Pekin köpekleri idi. Londra’ya 1860 yılında geldiler. İngilizler onları vaftiz etti çünkü onlar iki uzun afyon savaşının ardından Çin’den yağmalananların bir parçasıydı.

Viktorya, narko-trafik kraliçesi, uyuşturucuyu kurallarını dünyaya empoze etti. Çin, özgürlük adına, serbest ticaret adına uyuşturucu bağımlısı bir ulusa dönüştürüldü.

Yine özgürlük ve serbest ticaret adına, Paraguay 1870’te paramparça edildi. Beş yıllık savaşın ardından, bu ülke, ki Paraguay Amerika kıtasında hiçbir ülkeye tek sent borcu olmayan tek ülke idi, dış borç batağına saplanmıştı bile. Savaşın ardından harabeye dönmüş ülkeye ilk krediler Londra’dan geldi. Ülke, Brezilya’ya, Arjantin’e ve Uruguay’a inanılmaz tazminatlar ödemek zorunda bırakıldı. Katledilen ülke, kiralık katillerine para ödedi.

***
Haiti de büyük miktarlarda tazminat ödedi. 1804 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından enkaz halindeki yeni ulus bağımsızlık günahının bir bedeli olarak Fransa’ya bir yüzyıl boyunca servet ödedi.

***
Büyük işletmeler Birleşik Devletler’de ‘insan’ haklarına sahipti. 1886 yılında Yüksek Mahkeme özel şirketlerin ‘insan’ haklarını genişletti.

Birkaç yıl sonra işletmelerin ‘insan’ hakları savunusu adı altında Birleşik Devletler, dünyanın başka başka kıyılarında on ülkeyi işgal etti.

İlerleyen zamanlarda Anti-emperyalist Lig’in başkanı olacak olan Mark Twain, bu durum karşısında ABD’ye yeni bir bayrak önerdi: yıldızlar yerine iskeletler….

Başka bir yazar, Ambrose Bierce, bu fikri rötuşladı: “Savaş, tanrının bize coğrafyayı öğretme biçimidir.”

***

Toplama kampları ilk kez Afrika’da kuruldu. İngilizler, deneyi başlattı; Almanlar geliştirdi. Herman Goering babasının 1904’te Namibya’da denediği modeli Almanya’ya uyguladı. Joseph Mengele’nin öğretmeni Namibya toplama kampında ‘aşağı’ ırkların anatomisi üzerine çalışmalar yapmıştı. Gine ‘domuz’larının hepsi ‘aşağılık zenci’lerdi.

***

1936 yılında, Uluslararası Olimpiyat Komitesi, bir “küstahlığa” tahammül edemedi. 1936 Olimpiyatları, Hitler tarafından organize ediliyordu, Peru futbol takımı Avusturya’yı, Führer’in asıl memleketini, dört iki yenmişti. Olimpiyat Komitesi maçı iptal etti.

***

Hitler arkadaştan yoksun değildi. Rockefeller Şirketi, Nazi tıbbının ırkçı araştırmalarını finanse etti. Coca-Cola, Fanta’yı savaşın ortasında Alman pazarı için üretti. IBM, Yahudilerin tanınmasını ve sınıflandırılmasını mümkün kıldı, ki bu delikli kartlar sisteminin (perfore kağıtlar) büyük ölçekli kullanımı konusunda ilk kahramanca hamle idi.

***

1953 yılında, Komünist Almanya’da işçilerin protestoları patlak verdi.

İşçiler, sokakları işgal ettiler ve Sovyet tankları onları susturmak için ülkeyi işgal etti. Ardından Bertold Brecht şunu önerdi: “Hükümet halkı tamamen yok etseydi/fesh etseydi ve yeni bir halk seçseydi daha kolay olmaz mıydı?”

***

Pazarlama organizasyonlarında hedef kamuoyuydu. Yalanlar söylenerek, tıpkı arabaların satıldığı gibi savaşlar da satıldı.

1964 yılında Birleşik Devletler, Tonkin Körfezi’nde iki ABD gemisine saldırdığı gerekçesiyle Vietnam’ı işgal etti. Savaş, yığınlarca Vietnamlıyı yok ettikten sonra, Savunma Bakanı Robert McNamara, Tonkin saldırısının aslında hiç gerçekleşmediğini açıkladı.

Kırk yıl sonra, tarih Irak’ta tekrar edecek/ettirilecekti.

***

Birleşik Devletler’in Irak’a medeniyet götürmesinden binlerce yıl önce evrensel tarihin ilk aşk şairi bu ‘barbar’ topraklarda yetişecekti. Kil tabletlere Sümerce yazan şair, bir tanrıça (İnanna-Sümer mitolojisinde aşk ve hayat tanrıças-ç.n) ile çobanın mücadelesini destanlaştırıyordu. İnanna, bir ölümlü gibi bir gece aşık oluvermişti. Dumuzi (Tammuz-çoban kral) gece sürdükçe ölümsüz olarak kaldı.

***
Paradokslar arasında gezelim ve paradoksları kışkırtmaya devam edelim:

Aleijadinho, Brezilya’daki en çirkin adam, Amerika sömürge çağının en güzel heykellerini yaratmıştır.

En büyük caz gitaristlerinden çingene Django Reinhardt’ın sol elinde yalnızca iki parmağı vardı.

Grimod de la Reynière’nin, Fransız mutfağının büyük şefinin, elleri yoktu. O, demir kancalarla yazıyor, yiyor ve pişiriyordu.
*Eduardo Hughes Galeano, Uruguaylı ünlü bir gazeteci, yazardır. Galeano'nun, Latin Amerika'nın Kesik Damarları da dahil pek çok kitabı birçok farklı dile çevrilmiştir. Yazı, Galeano'nun son kitabı Aynalar'dan ikinci seçmelerdir. İlk seçmeleri 'Yürüyen Bir Paradoks' adı altında daha önce çevirmiştik.
 
ATILIM

Thursday, October 18, 2012

Gecekondu Gerçeği ve Kentsel Dönüşümün Gerçek Yüzü


Ezberleri Bozan Bir Araştırma:

 
Tarlabaşı. / Fotoğraf: Ali Öz
Afet dönüşümü startı verildi. Kentin Tozu’nda, kentsel dönüşümün nasıl yapılması gerektiğine ışık tutan, dönüşümün ihlal ve mağduriyetlerini belgeleyen ve bazı ezberleri bozan, çok kapsamlı ve derinliğine bir araştırmayı ele aldık: “İstanbul’da Eski Kent Merkezleri ve Gecekondu Mahallelerinde Kentsel Dönüşüm ve Sosyal-Mekânsal Değişim.” Beş meslektaşıyla ortaklaşa yaptıkları araştırmayı Doç. Dr. Asuman Türkün'le konuştuk.

***
Afet dönüşümü startı verildi, dönüşüm kamu binalarından başlıyor, 1-2 tane de seçilmiş mahalle var. Bu çerçevede 33 ilde 150 kamu binası yıkılacak, toplam 7 milyon riskli bina etkilenecek. Başbakan da bugün İstanbul Esenler İlçesi Havaalanı Mahallesinde bir binanın yıkımını gerçekleştirerek mahallelerden dönüşümü resmen başlattı. Dönüşüm Beyoğlu’nda da aynı anda başlıyor,  toplam 295  daire, 87 bina etkileniyor.
Esenler Belediye Başkanı ‘’Mahalleli istedi biz projelendirdik’’ dese de, Esenler’de kafalar karışık. 4000 civarı nüfus etkilenecek, 4’te 1’i kiracı. Kiracılar afet dönüşümünden yararlanamıyor.  İlçede, afet dönüşümden etkilenecek konfeksiyon, tekstil atölyeleri gibi birçok işyeri de var ancak ne olacakları belirsiz. Ortada hiçbir resmi sözleşme yok; kura çekimiyle yerler belirlenecek deniliyor ve hakikaten kafalar karışık. Aklımıza takılan sorular da var: Dönüşüm,  99 depreminde çok acılar görmüş Avcılar ve benzeri riskli alanlardan başlamıyor da neden Esenlerden? Ya da zemini sağlam Sarıyer Derbent gibi mahallelerden?  Kararlar nasıl alınıyor? Kim karar veriyor? Süreç neden şeffaf değil? Mahalleliler ile anlaşmalar nasıl yapılıyor? Hepsi ile anlaşıldı mı, projeler neler? Neden hiçbir şey bilmiyoruz. İlerdeki programlarımızda afet dönüşümünün ilk alanları olan Fikirtepe ve Esenler’i inceleyeceğiz.
Başbakan Yıldız Teknik Üniversitesinde yeni akademik yılın da açılışında, konuşmasının dönüşüm ile ilgili bölümünde,  ‘‘şehrin insan üzerindeki hakkı’’,  diye bir cümle kullandı. Biz buradan tam aksini, insanın kendi kenti, kendi mekânı üzerindeki hakkını yani Kent Hakkını tekrar dile getirmek isteriz. Yaşadığımız kentleri ve kentsel mekânı kendi arzu ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda kullanabilme, üretme, yeniden üretme ve kendimizin eyleme hakkını ya da Kent Hakkının önemini. Ya da Harvey’e kulak verirsek: ‘’Kent Hakkı kent kaynaklarına ulaşma özgürlüğünden çok öte birşeydir... Kenti değiştirerek kendimizi de değiştirme hakkıdır’’.
***
Kentsel Dönüşüm Ne Demek?
“Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi” kapsamında gerçekleştirilecek büyük kentsel dönüşüm seferberliği 5 Ekim'de başlıyor.  6.5 milyon konutun yıkılacağı seferberlikten  ilk aşamada 25 milyon kişi etkilenecek. 
 
Fotoğraf: Ali Öz, "Ayıp Şehir" sergisinden... 
Peki nedir bu kentsel dönüşüm? "İşte bir emlak sitesinden duyuru:'İstanbul (Avrupa) Güngören Tozkoparan’da satılık daire. Tozkoparan’da yatırım amaçlı kaçırılmaz fırsatlı daire. Kentsel dönüşüme dahil olan site içerisinde Ekim ayında başlayacak olan dönüşüm projesinde siz de yer alarak  E-5, otogar, hastane, üniversite, metro, metrobüs, toplu ulaşım ve alışveriş merkezlerine çok yakın olan İstanbul’un göbeğinde karlı bir yatırım yapın, Ekim ayında verdiğiniz fiyata kar katın.' Aslında dünyanın her yerinde, o çok öykündüğümüz Avrupa da dahil, her yerde, yeni bir küresel kentsel paradigma ile karşı karşıyayız. Kentler gelişmelerini alt gelir grupları, emekçiler, dezavantajlı kesimler ve yoksullar üzerinden sağlıyor. Sayılan nüfusların barındığı mahalleler merkezi konuma gelip rantı artınca yenileme/ dönüşüm adı altında sermaye yatırımlarına açılarak nüfuslar zorla tahliye ile yerlerinden ediliyor."  
KAYNAK: http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=30392&cat=100

Tuesday, October 16, 2012

Tezkere Resmi Gazete'de

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Irak'ın kuzeyinden terör tehdidinin ve saldırılarının bertaraf edilmesi amacıyla, TBMM tarafından hükümete verilen izin süresinin bir yıl uzatılmasına dair karar bugünkü Resmi Gazete'de yayımlandı.


Ankara- Kararda, Irak'ın kuzey bölgesinde yuvalanan PKK terör unsurlarından kaynaklanan ve Türk halkının huzur ve güvenliğiyle, ülkesinin milli birliğine, güvenliğine ve toprak bütünlüğüne yöneltilmiş terörist saldırılar ve açık tehdidin devam ettiği belirtildi.
Dost ve kardeş Irak'ın toprak bütünlüğünün, milli birliğinin ve istikrarının korunmasına büyük önem atfeden Türkiye'nin, PKK teröristlerinin Irak'ın kuzeyindeki mevcudiyetine ve Türkiye'ye yönelik terörist saldırılarına son verilmesini sağlamak amacıyla askeri faaliyetlerini başarıyla yürüttüğü, siyasi ve diplomatik girişimlerini ve uyarılarını sürdürdüğü anlatılan kararda, şunlar kaydedildi:
''Türkiye'ye yönelik olarak devam eden terörist saldırılara ve tehdide karşı, terörizmle mücadelenin bir parçası olarak uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli tedbirleri almak üzere, hudut, şümul, miktar ve zamanı hükümetçe belirlenecek şekilde, Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, Irak'ın kuzeyinden Türkiye'ye yönelik terör tehdidinin ve saldırılarının bertaraf edilmesi amacıyla, sınır ötesi harekat ve müdahalede bulunmak üzere, Irak'ın PKK teröristlerinin yuvalandıkları kuzey bölgesi ile mücavir alanlara gönderilmesi ve görevlendirilmesi için TBMM'nin 17 Ekim 2007 tarihli ve 903 sayılı kararıyla hükümete verilen ve son olarak 5 Ekim 2011 tarihli ve 1005 sayılı kararı ile bir yıl uzatılan izin süresinin, 17 Ekim 2012 tarihinden itibaren bir yıl daha uzatılmasına anayasanın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesi, Genel Kurulun 11 Ekim 2012 tarihli 7'nci birleşiminde kabul edilmiştir.''
16 Ekim 2012