Bakhtin,
Rabelais incelemesini yazarken karnavalla olduğu gibi yüksek Stalinizmle de
kedi ve fare oyunu oynuyordu. Resmî yalancılık ve tahakküm altındaki söylem
alanını Stalinist devletle, Rabelais’nin karnaval ruhunu da baskıya rağmen
hayatta kalacak bir sahne arkası ve kuşkuculukla eşitlemek zorlama
olmayacaktır.
[Tahakküm ve
Direniş Sanatları, James C. Scott]
Bahtin denilince
ilgilisi açısından akla gelen ilk şey diyaloji (ya da diyalojizim) ve karnaval
(ya da karnavalesk) kavramları olacaktır. Sovyet iktidarıyla olan sorunlu
ilişkisi sürekli olarak gizlenmesini ve sessizliğe bürünmesini getirmiş ve bir
unutuluş halinde çalışmalarını sürdürebilmiştir. Ne kadarı kasıtlıdır emin
değilim, ama uzun bir süre görmezden gelinmesi de sözkonusu. 70′li yıllardan
itibaren kuramsal alanda kendinden söz ettirmeye başlaması, yapısalcılığın
ötesine geçme arayışları bağlamında anlamını bulur. Bunun, muhtemelen,
Bahtin’in çalışmalarının yapısalcılık, fenomenoloji gibi eğilimlerle açık ya da
örtük tartışma halinde gelişmesiyle bağlantısı vardır. Bahtin’in Rus
Biçimciliğinden etkilemiş olması ve aynı zamanda biçimciliği aşmaya dönük
çabaları, yapısılcılığın aşılması sürecinde yeniden hatırlanmasına kaynaklık
etmektedir anlaşılan o ki. Kristeva’nın “metinlerarasılık” kavramı, diyaloji
kavramından yansılanır bir bakıma. Nitekim yapısalcılık-sonrası teori’in
temsilcilerinden biri sayılan Kristeva’nın, Bahtin’in yeniden bulunuşuna önayak
olması bir tesadüf olmasa gerek. Edebiyat, felefe, psikanaliz ve siyasal düzlemi
kapsayan ve metinlerarası okumalarla ilerleyen yönelimler gösterirler her ikisi
de.
Bahtin denince
akla gelen diğer kavramlar ise merkezsizlik, kronotop, heterologsia,
çokseslilik vb.dir. Bu kavramlar çercevesinden bakıldığında bile, Bahtin’in
yaklaşımını belirli bir tür analiz yöntemine indirgemek olanaklı
görünmemektedir. Dil felsefesine ve edebiyat kurmaına odaklanmış görünmekle
birlikte, Bahtin’in yazıları disiplinlerarası ve metinlerarası arası bir
konumda ilerlemektedir. Bahtin ortaya belirli kavramlar koymuş ve bütün yaşamı
boyunca sürekli olarak bunları yeniden yeniden değerlendirerek çalışmalarını
sürdürmüştür. Bu yanından bakılırsa Bahtin’in disiplinler-ötesi ya da üstü,
yani bir bakıma bir “üst söylem” düşünürü gibi ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
70′lerden itibaren, Bahtin’in, ürettiği kavramlarla ve yaklaşım biçimiyle,
“aydınlanmacı evrensel akıl” ve “tek sesli dünya görüşü“ne itiraz eden bir konumdan yeniden
değerlendirilmesi sözkonusu olacaktir. Kısacası, Bahtin’i okurken her zaman
işin siyasal ve felsefi boyutları olduğunu hesaba katmak zorundayızdır.
“Bahtin’i
okurken, kurmacayı nasıl okuduğumuz ve hatta nasıl değerlendirdiğimiz
sorusundan çok daha fazlasının söz konusu olduğunun artık açıklık kazanmış
olması gerekir. Bu kitaptaki, yazarın sesini aşma çabası, belli sanatsal
etkiler yaratmak için hangi teknik araçların kullanılması gerektiğini anlatan
bir elkitabının yaklaşımını sergilemiyor elbette; daha çok, insan hayatının ne
anlama geldiğini düşünmeye dair bütünlüklü bir teşebbüsle ilgili kapsamlı
soruların ömür boyu süren araştırılmasının parçasıdır. Hayatımızın ne anlama
geldiğini nasıl bileceğiz ve yıkıcı veya ilgisiz basitliklere başvurmadan,
indirgemeci olmadan bunun hakkında birbirimize nasıl bir şeyler söyleyeceğiz?
Romancılar karakterler tahayyül ederken karakterlerin yaşadığı dünyalar
tahayyül ederler, değerlerle yüklü dünyalardır bunlar. Bu birçok dünyayı tek
bir dünyaya, yazarın dünyasına indirgediklerinde ise yanlış bilgi verirler;
şeylerin nasıl olduğu hakkında yalanlar söyleyen temelde bencilce bir çarpıtma
yapmış olrular. Dolayısıyla, Bahtin’in nihai değerinden –bir Büyük Diyaloğun
tam kabulü ve bu diyaloğa katılım– “edebi eleştiri”nin birçok parçasından bir
tanesi olarak söz edilmemesi gerekir; hele kurmaca tekniğine veya (biçimin
alışıldık anlamında) biçime dair bir inceleme hiç değildir. Bizim hayatlarımızı
belli sınırlar dahilinde yansıtma –ve geliştirme– yollarımıza dair felsefi bir
incelemedir.” [Dostoyevski Poetikasının Sorunları’nın Sunuş’u içinde.
Bağlantıyı aşağıda veriyorum]]
sovyetlerde
iç-savaş
Bahtin’in Rus
Biçimcileri’nden etkilendiği biliniyor. Bir düsünce insani olarak kaderi
de bir bakima onlarla birlikte
sekillenecektir.
Rus Biçimcileri,
1930′larda, estetist ve halktan kopuk sanat yapmak suclamasıyla yasaklanır.
1928 ile 1933 arasındaki döneme bakıldığında, Sovyetler Birliği’nde bir tür
iç-savaşın yaşanmaktadır. Muhtemelen bu, sosyalist tarih yazımcılarılarının kabul etmeyeceği bir
tespittir. Onlar bu süreci, “proletaryanın sınıfsız topluma doğru gidişinin adımları”
ve “gerici ayaklanmalar” olarak adlandıracaklardır. Stalin’in iktidardaki
yerini sağlamlaştırma yönündeki girişimleri tamamlanmak üzeredir o sıra.
Girişlen tasfiye sürecinin ikili bir boyutu vardır: Bir yandan parti içinde
“bazı kadrolar” temizlenmektedir, bir yandan da komünizm adına zorunlu
kollektifleştirmelerle “köylülük” ortadan kaldırılmak istenmektedir. Her iki
girişimin karşısında gösterilen direnç elbette bastırılacaktır. Ancak bu sırada
tablonun bir içsavaş manzarasına döndüğünü anlamak zor olmasa gerek.
İşin bu tarihsel
boyutuyla daha fazla ilgilenmeyeceğim. Rus Biçimcilerinin tasfiyesinin
gerçekleştiği sürece bir bakış için yeterlidir. Bu sırada sadece fiziki zor
değildir devrede olan, ideolojik tahakküm oluşturma sürecide işletilir doğal olarak.
“Stalin Rejimi” (rejimi, en azından belirli bir döneme istinaden sembolik
anlamda böyle Stalin ile birlikte adlandırabiliriz sanıyorum), devrimci irade
adına konuşma yetikisini eline almış, sadece zor yoluyla değil, düşünsel
alandaki tahaküm yoluyla da egemen olmak olmak istemiştir. Resmi sanat
anlayışının da bunun bir parçası olarak rol oynadığı varsaymak abartılı olmasa
gerek. Elbette politik sanat ya da sanatın politize edilişinin tek marksist
yorumu böyle anlaşılmak zorunda değildir. Ama dönem içinde böyle anlaşılmıştır.
Rus Biçimcileri’nin halktan kopuk ve estetist olma iddiasıyla bastırılması, tam
da bu süreçte oldukça manidar görünüyor. Kapatmalar, yasaklamalar, sürgünlerle
bu bastırma işlemi gerçekleştirilir.
Bahtin de bu
sırada, gizli dinsel faalitelerde bulunmak suçlamamasıyla sürgün ediilir.
Sözkonusu suçlamanın karşılı nedir bilmiyorum. Ama bu sürgün ve olan bitenler
bahtin’in ortadan kaybolmasının ve ölümün ardından bile uzun süre devam edecek
olan suskunluğunun başlangıcı olacaktır.
“Rus
Biçimcileri ürünlerini aşağı yukarı 1915-1930 yılları arasında verdikleri için,
esere dönük biçimci yaklaşımı Yeni Eleştiri akımından önce başlatmış
sayılırlar. Ama Rus Biçimciliği aynı zamanda, 1960’larda ortaya çıkan
Yapısalcılığın önemli kaynaklarından biridir. Yazın bilimine on beş yıl kadar
çok önemli katkılarda bulunan Rus Biçimcileri Sovyetler’in resmi sanat
anlayışına ters düştükleri için 1930’dan sonra baskı altında kaldılar ve
sustular, ya da tutumlarını değiştirdiler. En ünlüleri arasında şu adları
sayabiliriz: Boris Tomaşevski, Viktor Şklovski, Boris Eichenbaum ve Yuri
Tinyanov. Çalışmalarına Rus Biçimcileri ile başlayan Roman Jacobson 1920’de
Rusya’dan ayrıldığı ve Çekoslovakya’ya giderek Prag Dilbilim Topluluğu’nu
kuranlara katıldığı için Rus Biçimciliğini, bir bakıma, Avrupa’da devam
ettirmiş oldu.”
[Berna
Moran, Edebiyat Kuramı ve Eleştiri; şurada Rus Biçimciliği başlıklı bölüm
mevcut]
Bahtin’in
suskunluğu elbette, tam bir suskunluk değildir yine de. İktidarla karşı karşıya
gelme pozisyonundan çekilmiştir; ancak yazmakta, görünüşte doğrudan gümdemle
ilgili olmayan kuramsal çalışmalarını sürdürmektedir. Yazdıklarını yayınlama
yoluna da gitmez neredeyse. Ancak sonradan geriye dşnüp bakıldığında ortaya
çıkan tablo, burdaki yazma girşiminin bir tür karnavalesk etkiye sahip olduğunu
düşünme imkanı verir. Scott’un işaret ettiği nokta özellikle burasıdır. Yazı,
bir varoluş imkanı olarak belirmiştir suskunluğa bürünen için.
Sosyalist
iktidarın Rus Biçimcileri’ni bastırma biçimi ve bunun anlamı önemli bir sorun
alanı olarak incelnemye ve ayrıntılı olarak anlaşılmaya muhtaç görünüyor.
Yeterli verilere ulaşırsam başka yazılarda bunu devam ettirmeye çalışacağım
yine. Ancak şimdilik geçiyorum.
dil ve bazı
bahtinien kavramlar
Diyalojik
düşünme, böyle bir düşünmeden sözedilebilirse, Dil’in doğasından gelir Bahtin’e
göre ve merkezsizleşme’nin temeli de budur. Merkezsizleşme,
yapısalcılık-sonrası-teorinin ulaştığı noktalardan biridir aynı zamanda; dilin
sadece bir yapı olarak anlaşılmasının sınırlarına varıldığında, yapının
merkezsizliği öne çıkar ve bu durum bir anlamda yapısalcı düşünce stratejisinin
görmezden gelmek zorunda olduğu bir sorundur. Yapısalcılık özneyi
merkezsizleştirir, yapısalcılık sonrası teoride ise buna dilin
merkezsizleştirimesi hareketi eklenir. Benzer bir eğilimin tarihi yeniden
devreye sokmaya çalışan Bahtin’de de görülür.
Bahtinci dil
anlayışının Saussuercu dil anlayışından farklılaşan noktasına işaret etmek
gerektir bu noktada. Bahtin, dilin birliğinin, yani sistemli bir bütün
olmasının verilmiş sabit öz değil, varsayımsal bir şey olduğundan hareket eder.
Bunun anlamı şudur: Dilin her ne kadar sistemli bir bütün olarak anlaşılması
doğru ise de, bu bütünlükte, bütünlüğün tamamen eritemediği ögeler her zaman
mevcuttur. Saussuere, dil ile sözü ayrıştırır ve dili soyut bir sistem olarak
incelemek düşüncesinden işe başlarken, Bahtin ise ters bir yönden, sözcenin
tarihselliğnden hareket eder. Yapısalcı dilbilimin dışladığı tarihi devreye
sokar Bahtin.
Dil bu durumda,
bir yapı olarak kabul
edilse bile, öznenin önünde çeşitliolanaklar sunan bir yapı olarak bulduğu bir
şeydir. Göstergenin yapısının bizzat “diyalojik” olduğu düşüncesi vardır
burada. Bu iddia, hem anlamın özneyle sınırlı olmasını engeller, hem de öznenin
tamamen dışına çıkarılmasını. Eğer
gösteren ile gösterilenin belirli bir andaki ilişkisine bağlı olarak gösterge
ortaya çıkıyorsa, bu ilişkinin sağlayıcı faktörlerinden biri olarak öznenin,
salt bir anlamın taşıyıcısı olarak düşünülmesi uygun olmayacaktır. Burada
devreye sokulan diyaloji kavramı, anlamın merkezsizleştirimesini getiri
beraberinde. Konuşan ile dinleyen arasındaki ilişkiden önce anlamın var
olduğundan ve tam olarak kurulmuş olduğundan sözetmek imkansızdır çünkü.
Bunlar özetle
Bahtinci dil anlayışının özgül yanlarını veriyorlar sanırım. Aynı zamanda
burada yapıısalcılık sonrası teoriyle Bahtin arasındaki ilşkileri
değerlendirmek de olanaklı olabilr. Mesela Derrida, anlamlandırma sürecinin
bitimsiz bir hareket olduğunu
belirttiğinde Bahtinci yaklaşımla benzer bir önermeyi dillendirmektedir bir
bakıma. Derrida, göstergenin bizi daima başka göstergelere gönderdiğini ve
“anlamın kapanımsızlığı” denilen şeyin tam da burada ortaya çıktığını belirtir.
Anlam bir kerede sabitlenip karara bağlanamay, aks,ine sürekli ertelenir
-”anlamın ertelenmesi”. Derrida bunları söylerken yine de, dili bir sistem
olarak alır ve bu süreci dilsel bir geröeklik olarak değelendirir. Bahtin işe
daha çok tarihi ve toplumu sokmaya çalışır. Yeni anlamları ortaya çıkaran
unsurlar, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal değişmelerdir. Burada bir tür,
toplumsal dilbilimcilere özgü yaklaşım buluyoruz sanıyorum. Anlamı dilin değil
sözün bağlamına yerleştiren bir yaklaşımdır bu daha çok. Derrida ile Bahtin
arasındaki yakınlıkları ve farklılıkları değerlendirmek ilginç bir okuma
olacaktır muhtemelen. Yapısalcılık-dışından gelerek Bahtin’in meseleye bulduğu
karşılıklar postyapısalcıların bulduklarına benzer nitelikler taşıyor, ama bazı
temel noktalarda yine de ayrımlar sözkonusu. Toparlamak için o noktadan daha
fazla ilerlemeyeceğim. hem bunu ehil kişilerin yapması dah iyi olur.
Diyalojik
nitelik, dilin yapısal bir özelliğidir başlangıç noktamıza geri dönersek. Dil,
yapısı gereği çok-dillidir. Anlamlar-arası karşılıklı etkileşim olmaksızın bir
dilden söz etmek anlamsız olacaktır bu anlayışa göre. Herşey ancak geniş bir
bütünün parçası olarak anlam taşır, ancak bu bütün anlamın tarihsel
kuruluşundan önce tamamen var değildir. Dil elbette Sausseure’un belirttiği
gibi, konuşan öznenin dışında ve ondan önce vardır; bununla birlikte dili
mevcuda getiren ve gerçekliğini ortaya çıkaran konuşma anı‘dır. Konuşma anından
önce dilden ancak soyut bir şey olarak bahsedilebilir; bu durumda anlamdan
sözetmek düpedüz saçmadır, çünkü anlamın ortaya çıkışında önemli olan dilin
somut varlığıdır.
Anlam, konuşma
anında, karşılıklı etkileşim ve mücadele halinde beliren bir şeydir. Hangi
anlamın hangi anlamı nasıl etkileyeceği ve/ya da hangi anlamın etkisinde
kalacağı, ne şekilde etkileneceği, hangi anlamın baskın olacağı vs. tamamen
konuşma anındaki etkileşim biçimlerine bağlıdır. Bu da devreye toplumsal ve
siyasal koşulların girmesi anlamına gelir. Şu halde, dilsel edimlerin,
sözcelerin tarihselliği dikkate alınmaksızın dilden bahsetmek doğru bir yol
olmayacaktır Bahtin’e göre ve onun Sausseurecu dil anlayışına temel itirazı tam
da bu noktaya ilişkindir.
Burada
sanıyorum, diyalojik düşünmenin siyasal alanda işleme sokulan hegemonya
düşüncesiyle ne şekilde etkileşime gireceği de biraz belirginleşiyor. Diyaloji
çoğul anlamlar-arası iletişimdir ve bu yanıyla da öznelerin çoğulluğunu
varsayar. Diyaloji, iki öznenin konuşması değildir, çok-sesliliktir, yani bir
çok öznenin konuşmasıdır. Diyalogun
bağlamlarının sınırsızlığından kastedilen budur. Sözcelerin çokluğunun
indirgenebileceği tek bir dilsel düzlem sözkonusu değildir. Diğer bir nokta ise
diyalojinin diyalektikten farklı bir yaklaşım olmasıdır, o da şudur kısaca;
diyaloji, hiç bir şekilde bir sentez düşüncesi içermez. Bağlamlar ve
etkileşimler süreklidir ve bu etkileşimlerin içinde karşı oluş ve mücadeleler
vardır.
Bahtin, dilde,
“merkezcil gücler” ve “merkezkaç güçler” şeklinde bir ayrım ortaya koyarken,
dildeki diyalojik düşünmeyi ketleyen ayrımı dile getirir. Birinciler sürekli
olarak anlamı sabitlemeye, bütünlüğü sağlamaya ve yaşamın akışını belirli
dizgelere dönüştürmeye çalışır, ikincilerse bütünlükten sürekli kaçan ve
sabitlenmeye direnen dilsel ögeleri ifade eder. Bunlar arasında sürekli bir
itiş kakış olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Bu yaklaşımı, Lacla ve
Mouffe’un hegemonya anlayışlarıyla ilişklendirmek ilginç olacaktır kanımca.
Gerek dilin, gerek kültürün, gerekse toplusal alanın bütünselliğe indirgenip
sabitlenebilir şekilde düşünülmesini aşmak bu yoldan denenebilir.
Merkecil eğilim
ile merkezkaç eğilim arasındaki itiş kakış meselesi, karnaval kavramının
devreye gireceği yerdir aynı zamanda. Karnaval merkezcil güslerin hakimiyetinin
askıya alınması ve merkazkaç güçlerin ortaya çıkmasıdır. Çoksesliliğin ortaya
çıkışıdır karnaval, tek bir kişinin konuşup geri kalanın dinlediği bir düzenlii
değil, herkesin konuştuğu bir anlam çoğulluğu imkanıdır. Karnavalesk olan,
düzenin ve monologun askıya alınmasdır. Dilin gerçek niteliğini ortaya çıkaran
da bu karnavalesk durumdur. Şu halde diyebiliriz ki, Bahtin Yapısalcılığın
devredışı bıraktığı tarihselliği, bağlamsallığı, etkileşimi, merkezsizliği
devreye sokmaktadır bir şekilde. Post-Yapısalcılık, Bahtin’in terimlerini
kullanmaksızında bu yoldan ilerler bir bakıma. Yapının sökümü, merkezsizleşmeyi
artırırken, bağlamsallaştırmayı (bağlamsallığı) öne çıkarır.
öznenin ölümü
sonrasında özne
Böylece Bahtinci
özne anlayışına bakılması gereken bir noktaya geliniyor aslında, ancaK burada
kapsamlı bir Bahtin değerlendirmesinin altından kalkılamayacağından geçeçeğim
bu konuyu. Başka bir vakit onun, sanıyorum diyalojik özne demekte bir sakınca
olmayacak özne anlayışını değerlendirmek daha iyi olacaktır. Yine deBahtin
özneciliğin/ve öznelciliğin aşılmasını gözardı etmez, kısaca buradaki
öznelcilik karşıtlığındaki kendine özgülüğü belirtmek yerinde olur.
Özne’nin Ölümü
ilanı ve buna bağlı olarak şekillenen öznenin tümden reddiyesi şeklindeki
yaklaşımları Bahtin desteklemez. Bahtin’in kaygılarından biri de özneye bir
imkan vermektir bir bakıma. Tıpkı Söz’e verilen önem gibi Özne’ye de önem
verilir. Yapıslacılık-sonrası-teoride göreceğimiz merkezsiz özne, karar anında
beliren özne türünde eğilimlerin ipuçları var gibididr Bahtinci kuramsal
yaklaşımda. Ben-Öteki meselesi, Bahtin’in etrafında döndüğü meselelerin
başlıcalarından olmakla birlikte, sadece bir edebiyat kuramı meselesi değildir;
burada bir özne sorununa/konusuna varırız.
Diyalojik
yaklaşım burada da kendini gösterir; öteki sırf ben’in nesnesi değil başka bir
öznedir, bu bakımdan ben’in öteki ile ilişkisi, öznenin bir başka özneyle
ilişkisidir -ve elbette tam da bu sebeple öznenin bir başka özne aracılığıyla
kendisiyle ilişkisidir. Hem etik hem de estetik bir varlık olan Bahtinci özne
algısının günümüz tartışmalarındaki yansısı bu kadarıyla bile kendini
hissetiriyor olsa gerek.
Toparlayacak
olursam:
Bahtin”in Sovyet
iktidarıyla çatışma halinde olduğu, dinsel faaliyetlerde bulunmak iddiasıyla
suçlandığı, yaşamının çeşitli evrelerinde sürgünde yaşadığı, çoğu zaman
yaşamsal kaygılarla ortalıkta görünmemek adına sessiz kaldığı anlaşılıyor.
Aktif bir siyasal yaşamı olup olmadığını bilmiyorum, bahsedilen gizli dinsel
faaliyetler tam olarak nedir onu da bilmiyorum, ama siyasal baskı dolayısıyla
sürekli bir kaçma ve gizlenme halinde olduğu biliniyor.Korkunun egemen
kılındığı bir durumda elbette anlaşılır bir şeydir bu.
1970′lerden
itibaren batı düşüncesinde yeniden keşfedilene kadar etrafını sarmış olan
unutuluş halesinin başlıca sebeplerinden biri bu olsa gerek: Korku. Öte yandan
yukarda da kısaca değindiğim gibi, buna rağmen yazı ile varolmaya yönelen bir
girişimle korkulan bu iktidarla oynandığını da varsaymak mümkün. Çok açık değil
belki, ama ortada bir oyun var. Scot’un “ezilenlerin gizli senaryosu” dediği
şey belkide Bahtin örneğinde yazı ile gündeme gelmektedir bir şekilde.
Çoğu zaman
sessiizliği ve görünmemeyi seçtiği anlaşılıyor Bahtin’in. Öyle ki çok uzun süre
başkaları tarafından hem gerçekten görülmeyecek hem de görülse bile
görülmezlikten gelinecektir.
Rus
biçimcilerinin edebiyatı, şiiri aşırı yalıtıcı görüşlerine karşı çıkan ve resmî
ideolojinin hışmına uğramış olan Bakhtin’in nasıl görüldüğünü anlamaya çalıştım
– bunu yaparken, Stalin kültünün yıkılmasından sonra beliren görece özgürlük
ortamında üretilen ve Türkçeye çevrilen Marksist kuram kitaplarını da
karıştırdım. M. Kagan’ın oylumlu kitabında (Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve
Sanat, çev. A. Çalışlar, Altın Kitaplar, 1982) adı bile geçmiyor. G.
Pospelov’un Edebiyat Bilimi (çev. Y. Onay, Bilim ve Sanat Yay., 1984 ve 1985)
çalışmasının ikinci cildinde biri dipnotta olmak üzere iki kez anılıyor
Bakhtin: İlkin, “anlatıcı figür” açımlanırken (s. 73), sonra da “çokseslilik”
sorunu tartışılırken (s. 80). Horst Redeker’in Edebiyat Estetiği de (çev. A.
Çalışlar, Kuzey Yay., 1986) yer vermiyor Bakhtin’e. Anlaşıldığı kadarıyla,
Bakhtin’in kuramsal girişimi ve katkısı, burada andığım kitapların yazarlarınca
henüz fark edilmemiş.
Doğal
karşılamak gerekiyor belki de: Beş yıl toplama kampında kalan, taşraya sürgün
edilen, hastalığı nedeniyle döndüğü Moskova’da da kenarda yaşayan ve 1975’te
bir yaşlılarevinde ölen Bakhtin’in düşünceleri Stalin sonrasında da resmî
ideoloji karşısında hep muhalif kalmıştır. Ya da hep öyle bir kimlik altında
algılanmıştır. (Ahmet Oktay’ın yazısı, linki aşağıdadır)
1938′de Medvedev
tutuklanıp kurşuna dizildiğinde büyük bir tasfiye hareketi sözkonusudur
Sovyetlerde. Sonradan “Büyük Terör” olarak adlandırılacaktır bu dönem.
Stalin’in ölümünden sonra ilk olarak gençler tarafından yeniden keşfedilmesi
gerekecektir Bahtin’in. Bahtin efsanesi’nin bu susuş, geri çekilme ve sessizlik
içinde çalışmalarını sürdürme çabalarında karşılını bulduğu söylenebilir. Bir
şekilde Bahtin kuramsal alanın esas meselelerini izlemiş, onlarla tartışmış ve
kendi yaklaşımını belirginleştirmiş.
Hayatı hakkinda
ki bilgiler dağınık, eksik ve bölük pörçüktür. Öyleki hangi kitabın kendiisne
ait olupolmadığı bile karışık bir
meseledir. Mesela, Valentin Voloshinov’un „Marksizm ve Dil Felsefesi‘inin onun
tarafından yazıldığı varsayılmaktadır. Aynı şekilde Pavel Medvedev’in bir
kitabı, Biçimsel Yöntem, yine ona atfedilmektedir. Bu iki isim aynı zamanda
Bahtin Çevresi olarak adlandırılan grubun içinde yer alır, ancak tabi böyle bir
grubun varlığı, nasıl bir grub niteliği arz ettiği de tartışmalıdır.
Bugün çok geniş
bir düşünce alanında ismi anılıyor olsa da, esas olarak onun edebiyat kuramında
ve eleştirisinde önemli bir isim olduğunu unutmamak gerekiyor. Özellikle
Rabelais ve Dosteyevski üzerine incelemeleriyle romanın tarihi ve yapısı
hakkında yeni bir okuma biçimi geliştirir, bambaşka perspektiflere imkan
verecek yeni kavramlaştırmalara girişir. Bahtinien tavrın doğuş yeri bir
anlamda edebiyat ve özellikle de roman üzerine çalışmalarıdır. Bununla birlikte
tamda bu edebiyat kuramı metinlerinde çok yakın bir siyasal analizi de birlikte
işlettiğini varsaymak olasıdır. Başlangıçta aktardığım Scott’ın alıntısının
işaret etmekte olduğu gibi.
bulabildiğim
içinden bahtin geçen yayılar:
1. Bahtin’in düşüncesi ve kavramanlarının
algılanmasına dair bir çeviri metin; Hayriye Ünal, Ademin Kızlarından Biri…,
“Diyalojizm ve Çokseslilik / Maurizio Lazzarato“………
·
Yine
aynı blogta, “Çoksesli Şiir Poetikası/Tuzaklar” başlıklı yazı, Bahtinci
kavramın kullanımı bakımından okunabilir.
2. “Karnavaldan Romana“, Bahtin’in önemli
yazılarından oluşan bir seçki kitabı, Sibel Irzık hazırlamış, bkz. Ayrıntı
Yayınları. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı; eskiden de roman vardı ama....
3. “20.yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim
Kuramları“, Mefmet Rifat
4. Bahtin’in kendisini duyurduğu önemli kitabı,
“Dostoyevski Poetikasının Sorunları“, Metis yayınlarında, ayrıca “Sanat ve
Sorumluluk / İlk Felsefi Denemeler” ve “Rabelais ve Dünyası“, Ayrıntı
Yayınlarında çıktı. Metis”teki verdiğim linkte bir “Sunuş” yazısı var. Oldukça
mühim. Bahtin’in çalışmasındaki ideoloji ile biçim arasındakiş ilişkilere bakış
ile batı düşüncesindeki karşılaştıran bir açıklama denemesi.
5. Ahmet Oktay’ın Bakhtin’le tanışırken başlıklı
yazısı. Bahtinci kavramların kısa fakat doyurucu açılımları ve katkılarının edebiyat kuramı bağlamında
tarihselci perspektif açısından vurgulanması sözkonusu bu yazıda.
6. Oktay’ın haklı saptamasıyla Bakhtin’in bir
edebiyat kuramcısı olarak Türkiye de bilinmesini sağlamış olan Jarle Parla ve
olağanüstü kitabı Don Kişot’tan Bugüne Roman
7. J.C Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları