Antonio Gramsci, kuşkusuz 20.
yüzyılda yaşamış en önemli Marksist düşünürlerden birisiydi.
Teorisyenliği, siyasal duruşu, mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmeyen
inatçı kişiliği onu Marksizmin önde gelen isimlerinden birisi haline
getirmekle kalmadı, kendi deyimiyle “praxis felsefesi”ne[1]
yeni açılımlar da kazandırdı. Özellikle hegemonya sorunu, sivil
toplum-devlet ve aydınlar-toplum arasındaki ilişkiler, kültür meselesine
yaklaşımı gibi konularda Marksizme yaptığı katkılar onun her zaman
tekrar tekrar dönülecek bir kaynak olmasını sağlayıp, kendisinden
sonraki birçok düşünürü derinden etkiledi. İyi ki!
İtalya’da sınıfsal çelişkinin en
keskin olduğu, ülkenin diğer bölgelerine göre geri kalmışlığın en yakıcı
şekilde yaşandığı güney İtalya’da (Sardunya) doğan; teorik/pratik
gelişmesini ise -tarihin bir cilvesi olarak belki
de- sınıf mücadelesinin en açık olduğu sanayi merkezi Torino’da gösteren
Gramsci, büyük bir sentez yeteneğiyle, her iki yörenin de aslında
İtalya’nın bizzat kendisi olduğunu görmüş bir beyindi. Nitekim bu
sentezi başarıyla yapması ona dünya sosyalist hareketinde olan bitene
mikro ve makro ölçülerde daha panoramik yaklaşma kabiliyeti verdi.
Ötesinde, bir “sol hastalık” olarak “kerameti kendinden menkullüğe”
hiçbir zaman düşmemesine de vesile oldu.
Mütevazılık salt bir kişilik
özelliği olmasının ötesinde fikrî anlamda da Gramsci’nin alameti
farikasıdır aslında. Onda “tepeden inme” bir aydınlık haleti ruhiyesine
rastlanmaz: Derdi; kitabi olmaktan çok yaşayan, içinde yer aldığı
toplumun dertlerini, zayıflıklarını, sapmalarını, düşünce sistematiğini
kavrayan, ona göre “devrimci taktikler” geliştiren birisi olmaktır.
Devrimin ancak ve ancak böyle mümkün olabileceğine inanır:
“Gramsci
alışılmış alternatifleri reddederek aydınlar arasında özgün bir konum
kazanmıştır; çağdaşları ya -ne kadar yaşamsal olursa olsun- bölgesel
deneyime yuvarlanıp kalmışlar (Deledda veya Satta gibi), daha geniş bir
bakış açısı elde edememişler veya yeni yaşam biçimini en bloc (toptan)
özümseyip yerel deneyim ve duyarlılığı (Salvatore Farina gibi) göz ardı
etmişlerdir. Gramsci, hem gençliğin Sardunya milliyetçiliğini reddetmiş
hem de kuzeyli işçi sınıfının ideoloji ve bakış açısını edilgen bir
biçimde almamıştır.”[2]
“Büyük” sözlerin, “büyük” adamların
pek sevildiği Türkiye’de çocukken geçirdiği bir kaza sonucu fiziksel
gelişimi sekteye uğrayan, kambur, “parlak sözler”den hoşlanmayan
İtalyan’ın üzerinde fazla durulmaması çok anormal değil aslında. Öte
yandan biraz daha dikkatle bakılırsa aslında memleket solunun
Gramsci’den öğreneceği çok şey olduğu da ortada. Bir yandan Sovyet
Devrimi’ni görmüş, sosyalizmin gerçek bir şey, bir mümkünlük haline
geldiği bir ortamda bulunmuş, beri yandan faşizmin usul usul gelişimini,
demir yumruğunu iliklerine kadar hisseden birisi olarak, görmüş
geçirmişliğiyle Gramsci’nin sözlerinin önemi daha da artmakta aslında.
Tabii anlayana…
“Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
Gramsci’nin temel özgünlüklerinden birisi, Marksizmin dogmalarını reddederek her zaman “yeni”, zamanın ruhuna uygun bir hareket tarzı geliştirmek arzusudur. Kitabı asla küçümsemez ya da reddetmez ama “Marx onun için değneğiyle ölümünden sonra cezalar veren çoban değil, ahlâki ve entelektüel yaşamın ustası”dır; “bize zaman ve mekânın sınırları dışında bir dizi öğüt, kategorik emirler ve mutlak normlar bırakan bir Mesih değil”[3]. Bu nedenle “parlak laflar” kullanıp, teoriyi hatırlatıp durmaktansa yeni bir şey inşa etmek peşindedir. Fabrika konseylerine verdiği büyük önem bunun bir göstergesidir; madem ki, işçi sınıfı geleceği ellerine alacaktır, hemen şimdi bunun uygulamalarına girişmeli, üretim araçlarına sahip olduğunda ne yapabileceğini mikro boyutlarda bir örgütlenme temelinde göstermelidir. İşçilerin yerine düşünen, onlar için en doğruyu bilen şefler-abiler varken bu girişim elbette iddialıdır, tepki çeker:
“Fabrika
konseyleri hareketini çok az sayıda eski sosyalist yönetici anladı.
Gramsci’yi işçilerin dikkatini parlamenter çalışmalar değil de, üretim
ve fabrika sorunlarına çektiğinden eleştirdiler, onu bir sendikacı
olmakla suçladılar. Tersine, Gramsci’nin tüm kalem kavgası sendikacılığa
karşı yöneltilmişti… Onu fabrika konseylerini iktidar için mücadelenin
ekseni haline getirerek, parti ve onun yönetici rolü sorunundan yan
çizmekle suçladılar.”[4]
Çıkardığı gazete ve dergiler
yanında fabrikaları dolaşmaktan, her fırsatta işçilerle bir araya gelip
onlarla diyaloga girmekten vazgeçmeyen Gramsci ve arkadaşlarının
çalışmalarının sonuçları kısa zamanda görülür: Şef-abi denkleminin yerle
bir olması, emekçilerin mücadeleye daha aktif katılması, seçimlerde
sosyalistlerin büyük bir zaferle oyların yüzde 32’sini kazanması! Bu
sonuçların hiçbiri onun için o kadar da şaşırtıcı değildir aslına
bakılırsa. Zira bugün hâlâ yaygın bir eğilim olan halk yığınlarına
üstten bakıp, analizler geliştirmeye değil onların içine girip, “onlarla
birlikte anlamaya” temel bir değer atfeder o:
“Politika
sanatında eski doğal şemaları altüst eden bir şey de, yönetim
görevinde, kişilerin ya da tek (ya da tanrısal) şeflerin yerini kolektif
örgütlerin almış olmasıdır. Yığın partilerinin yaygınlaşması ve halk
yığınlarının yaşamının en temelli (ekonomik üretici) cephelerine organik
bir şekilde karışması sonucunda, halkın duygularının mekanik ve
rastgele olan (yani benzer koşullar ve baskılar içindeki belirli bir
ortamda yaşamın meydana getirdiği) standardizasyonu süreci bilinçli ve
eleştirici bir nitelik kazanır. Bu duyguları anlamak ve bunların
değerini kestirmek, artık istatistik kanunlarının bilgisini yani akla ve
eleştiriye dayanan şeflerin sezgisini aşar.”[5]
Hasılı yeni bir şeyler söylemek, yeni bir şeyler üretmek işin püf noktalarından birisidir. Peki ama kime, niçin?
“O mahiler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler”
“Ah!
Şu aydınların peygamberce taşkınlığı! Bunlar dört ufak düşünce
kotaracakları için tarihin akışını belirleyeceklerini sanırlar! Evet,
çok kitap okumuşlardır, ama gerçekten bir şey isteyen ve bir şeylere
umut bağlayan insanların ruhları ile doğrudan ilişkiyi yitirmişlerdir.
Kimilerinin hâlâ onu için yaşadıkları gerçeğin, en basit gerçeğin yönünü
yitirmişlerdir. Ama buna karşılık nice plan, nice laf var!”[6]
Daha sonra Gramsci’yle fikir
ayrılığına düşecek İtalyan solunun önde gelen isimlerinden Togliatti’nin
bu sözlerini, üzerindeki Gramsci etkisinin o dönemdeki açık yansıması
olarak kabul etmek yerinde olacak herhalde. Dolayısıyla benzer şeyleri
sıklıkla dile getirmiş Gramsci söylemiş gibi kabul etmekte de mahsur
yok.
Kendisinin de bir aydın olduğunun
bilincindeki Gramsci’nin aydınlara yönelik hücumunun temelinde “halktan
kopuk” olmalarına duyduğu tepki yatar. Çünkü onun için öteden beri esas
olan, devrimi gerçekleştireceklere dışarıdan bilinç götürecek, onları
doğru yola sevk edecek birisi olmaktan ziyade onlarla birlikte yol
almaktır. “Deniz içinde olup, denizi bilmeyen balık” olmaktansa, balığı
da denizi de bilen biri olmayı tercih eder:
“…düşüncenin
organik bütünlüğü, sağlamlığı ancak, aydınlarla ‘basit’ insanlar
arasında teori ile pratiği birleştiren türden bir birlik olursa
gerçekleşebilir. Yani, bu birlik ancak, aydınların bu yığınlara organik
şekilde bağlı olmaları, bu yığınların pratik etkinlikleriyle ortaya
koydukları ilkeleri ve problemleri görüp bütünleştirmeleri şartıyla
gerçekleştirilebilir…
Bir
felsefe akımı sadece uzmanlaşmış bir kültürün gelişmesine yaradığı ve
dar aydın grupların malı olduğu zaman mı, yoksa tam tersine, bilimsel
bütünlüğe ererek, bir düşünceyi geliştirirken ‘basit’ insanlarla teması
hiçbir zaman yitirmez ve fazla olarak incelenen ve çözümlenen sorunların
kaynağını bu temasta bulursa mı gerçekten bir felsefe akımı
sayılmalıdır?”[7]
Gramsci’ninki sıradan bir
popülizmin ötesinde halkla “gerçekten”, “sahici” ilişki kurmaya yönelik
bir yaklaşımdır. Onun aydın olarak kendisine biçtiği temel görev
mücadele içinde yığınlarla birlikte olmak, teori ve pratik arasındaki
uçuruma yuvarlanmadan sadece eyleme yön veren değil, eylemi yapan da
olmaktır: Fiziksel yetersizliğine ve yaşadığı zorluklara rağmen saatler
süren fabrika toplantılarına katılması, her zaman mücadelenin ön
saflarında yer alması büyük takdir toplamasının yanı sıra kendisine
duyulan inancı daha da artıran faktörlerden olmuştu. Çünkü kuraldır
aslında: “Basit” insanlar kendileri gibi olanla yan yana durmayı,
kerameti kendinden menkul laf ebeliğine her yerde, her zaman yeğlerler.
Öte yandan Gramsci’nin tuttuğu yol
hamasi “devrim neferliği” duygusunun çok ötesinde kafasında oluşturduğu
teori-eylem birliğinin de bir yansımasıydı: “Madem ki bir eylemde
bulunmak daima siyasal olarak bir eylemde bulunmaktır; buna göre her
insanın felsefesi, tamamiyle politikasının içindedir, denilemez mi?”[8]
Bu bağlamda insanın yapıp, ettikleri dünya görüşünden, nasıl bir hayat
istediğinden bağımsız değildir. Aydının halka bakışı, hem mücadeleye hem
de geleceğe şeklini verecektir aslında:
“Halktan
bir kişi ‘duyar’ ama anlamaz ya da bilmez her zaman; aydın kişi ‘bilir’
ama anlamaz, hele ‘duymaz’ her zaman. İki uçtan birinde bilgiçlik ve
dar kafalılık, ötekinde de kör tutku ile bağnazlık görülür… Aydının
yanılgısı, anlamadan, hele duymadan bilgiye erişilebileceğini
sanmasıdır…Bir tutku olmazsa yani aydınla ulusun halk kesimi arasında
bir duygu bağıntısı olmazsa tarihsel bir politika olamaz. Böyle bir bağ
olmaksızın aydınla, ulusun halk kesiminin ilişkileri salt bürokratça
biçimsel ilişkilere indirgenmiş olur; böylece aydınlar bir kastı ya da
örgütsel merkezcilik adı verilen bir kutsal kişiler topluluğu
oluştururlar.”[9]
Görüldüğü gibi Gramsci için
aydın-halk arasındaki bağın kopuk olması, mücadelenin başarısızlık
döngüsüne girmesini baştan kabul anlamına gelmektedir esasen. Nitekim
bir devrim gerçekleşse dahi, söz konusu kopukluğun sonunda varacağı
yerin yine başarısızlık olacağı öngörüsü, kuvvetini, egemen sınıfın
iktidarı elinde tutmasının temel aracı olarak gördüğü “hegemonya”
kavramıyla doğrudan ilişki içinde olmasından almaktadır. Zira ona göre
hegemonya, sadece “yönetici sınıfı” değil “egemen sınıfın, karşıt
gruplar üzerinde zorunlu olarak uygulayacağı zorlama”yı da anlatmaktadır[10].
Dar bir aydınlar çevresinin içine sıkışıp kalan düşünce, “halk
yığınlarının fikir yönünden gelişmesine siyasal bakımdan olanak
sağlayacak bir fikri-manevi blok”un[11]
önündeki en büyük engel olacak; bu da, iktidar ele geçirilse dahi
ekonomist eğilimlere gereğinden fazla önem verecek sistemin hiçbir zaman
hegemonik bir güç olamamasını beraberinde getirecektir:
“…
İktidarın ele geçirilmesi ‘hükmetmeyi’ sağlar; bundan sonra ‘yönetimi’
ele geçirmek söz konusudur. Bu iki durum birbirine diyalektik olarak
bağlıdır. Bir grup, iktidarı ele geçirmeden ‘yönetici’ olabilir;
‘hükmeden’ (egemen) olduğu zaman bu ‘yönetici’ rolünü kaybederse, bu
onun için felaket demektir.”[12]
Tüm bu çerçeveden bakıldığında
teori-pratik arasındaki ayrılmazlığın aydın-halk arasındaki
ayrılmazlıkla birlikte değerlendirilmesi zorunluluğu açıkça karşımızda
değil mi? Eskilerin dediği gibi “teori, pratiğe ışık tutuyorsa
anlamlıdır”. Fakat yeteri kadar ışık almayan bir pratik de
“eylemcilik”ten öteye geçmeye muktedir olamayacaktır.
Dolayısıyla yeni bir şeyler
söylemek, yeni bir şeyler üretmek işin püf noktalarından birisi evet,
ama kime, niçin olduğu kadar “nasıl” olduğu da önemli.
“Ne olursan ol yine gel”
Gramsci’nin hegemonya sorununun kilit noktası olarak kültürü görmesi, yeni ve sağlam bir “Weltanschauung” (dünya görüşü) yaratma isteğiyle paraleldir. Zira değinmeye çalıştığımız gibi, egemen sınıfın devamlılığı belki de zor aygıtından da fazla, yönetilenlerin onların görüşlerini, dünya algılarını içselleştirmelerinde yatmaktadır: “Sistemin gerçek gücü yönetici sınıfın şiddetinde veya devlet örgütünün zorlayıcı kuvvetinde değil, yöneticilere ait ‘dünya kavramı’nın yönetilenler tarafından kabul edilişindedir. Yönetici sınıfın felsefesi ‘ortak duyu’ durumuna gelene kadar karmaşık basitleşme süreçlerinden geçer. Ortak duyu, yığınların felsefesidir; yaşadıkları toplumun ahlâk, gelenek ve kurumlarını böylelikle benimserler.”[13]
Hal böyleyken ne kadar sağlam
argümanlar üretilirse üretilsin, sahip oldukları düşüncelerin çarpıklığı
ortaya ne kadar konulursa konulsun yığınların bir noktadan sonra
varacağı yer, “bu kadar insan yanılıyor olamaz” duygusu olacağından[14]
egemen sınıfın dünya görüşünü yıkma işi anlık bir zafer duygusunun
ötesinde ele alınmalıdır. Sorun, girilen bir tartışmanın kazanılmasından
çok fikrî enjeksiyonun devamlılığı, yaşanılan dünya ve tahayyül edilen
dünya arasındaki farklılığın döne döne tekrarlanmasından yılmamaktır.
Yani Gramsci için “taş üstüne taş koyma” hali mutlak bir zarurettir:
“…
eski dünya görüşlerinin yerine yenisini geçirmeyi iş edinen kültür
hareketlerinin şu belirli zorunluluklara uyması gerektiği anlaşılır: 1.
Kendi öz kanıtlarını yorulmadan, bıkmadan (anlatış şeklini değiştirerek)
tekrarlamak; bu, halkın düşünüşü etkileyebilmek için en etkin bir
öğretim aracıdır 2. Gittikçe daha geniş halk tabakalarının kültürce
yükselmesine hiç ara verilmeden çalışmak… Bu ikinci zorunluluk yerine
getirilebilirse bir dönemin ‘ideolojik panoraması’ gerçekten
değiştirilebilir.”[15]
Gramsci’nin bir başka özgünlüğü tam
da bu düşünceleri çerçevesinde vücut bulur: Herkesle bıkmadan,
usanmadan konuşan; herkesi dinleyen; anlatmaktan asla yorulmayan ve
vazgeçmeyen; “sözün gücü”ne inanan bir fikir adamıdır. Ateist olmasına
rağmen faşizme karşı birlikte mücadele verilebileceğine inandığı din
adamlarını ofisinde ağırlamaktan gocunmaz[16], Faşist Parti’ye katılan kardeşini ziyaret etmekten çekinmez[17],
hapishanede ya da dışarıdayken eğitim hücreleri kurup okuma-tartışma
günleri düzenlemekten hiç vazgeçmez. “Marksist düşüncenin ekonomist,
mekanist ve kaderci sapkınlıklarına karşı mücadelesi”ni[18] her platformda devam ettirir. Çünkü her türlü sekter düşünceye karşı praxis felsefesinin yaratıcılığına inancı tamdır:
“[Praxis
felsefesinde] Kendiliğinden, kendi tarafından, kendisi için bir
‘gerçeklik’ yoktur; fakat kendisini değiştiren insanlarla tarihsel
ilişki halinde bulunan bir gerçeklik vardır.”[19]
Kendisine aydın diyen, sol mücadele
içinde yer alan bir kimsenin görevinin kendisine ne kadar acayip,
komik, saçma, boş laf yığını gibi gelirse gelsin kamusal düşünüşte yer
etmiş bir fikri anlamak, kavramak, temellerini aramak gerektiğine
sarsılmaz bir inanç duymaktadır. Halkın ancak bu sayede
kazanılabileceğini, ötesinde fikrî dönüşümün kalıcı olabileceğini
düşünür. Soyut konuşmalar yerine somut gözlemler üzerinden, kitabi
olmayan, hayatın içinden konuşmayı tercih eder. Fikirlerin usul usul
yayılabileceğini, ilişkiye girilen her insanın hem kendisinde hem
ilişkiye giren de hem de bizzat ideolojinin kendisinde değişiklik
yaratacağını diyalektiğin gerekliliği olarak ortaya koyması[20]
“halka teorisi” olarak adlandırabileceğimiz bu ilişki tarzının
temelidir: Gramsci’nin bu tarzı; diyaloğun, suya atılan taşların
yarattığı gittikçe büyüyen, genişleyen halkalar gibi fikirleri de
büyütüp, genişleteceğine inananların önünde tarihsel bir gerçeklik
olarak durmakta.
Yeni bir şeyler söylemek, yeni bir
şeyler üretmek işin püf noktalarından birisi evet; kime, niçin olduğu
kadar “nasıl” olduğu da önemli. Ama “neyi” söylediğin, ürettiğinin “ne”
olduğu da bir o kadar hayati değil mi?
“Sen kendini bilmez isen / Ya nice okumaktır”
Bugün Antonio Gramsci için “revizyonist” ya da “reformist” demeye herhalde kimse cüret edemez. Yaşamının da, eyleminin de pek çok ortodoks, sekter Marksistin pratiğinden çok daha devrimci olduğu taraflı tarafsız herkesin kabul edeceği bir gerçek. Tam da o Gramsci’nin, praxis felsefesini sürekli hareket halinde olan, yenilenen, değişen, dönüşen bir olgu olarak gördüğünü de biliyoruz ama. Marksist temelinden asla taviz vermeden, düşüncenin “kalıplaşmasına”, derin dondurucuya konulmasına karşı yürüttüğü mücadele yaşadığı dönemde eleştirilse, kendisini zaman zaman yalnızlığa itse de daha sonraki sosyalizm deneylerinin gösterdikleri Gramsci’nin eleştirilerinin son derece yerinde olduğunu gösteriyor sanki: “… praxis felsefesi kelimenin kötü anlamıyla bir ideoloji, yani, bir salt (mutlak) ve sonsuz (ebedi) hakikatlerin dogmatik bir sistemi haline gelebilir.”[21] Oysa onun anlayışında ideoloji, yapıdan ayrı bir şey olmadığı gibi maddi güçler olmaksızın bireysel ham hayalden başka bir şey değildir.
Gramsci’nin sosyalistlerin öteki
partilerle olan ilişkisine bakışı yeni olduğu gibi gazete
çalışmalarında, tartışma ve konuşmalarında da eski kuşağın sosyalizmin
dilini ve düşüncelerini soktukları dar sınır ve kalıplardan kurtarma
mücadelesi vermiştir[22].
Tercihi, basmakalıp ideolojik sözcülük yerine somut durumun, somut
tahlilinden mücadeleyi başarıya ulaştıracak “taktik” açılımları çıkarmak
yönündedir. Bu bağlamda “hedefleri mücadeleye, taktiği gerçek durum ve
gerçek güç dengesine bağlı tutan Leninist politika”nın[23]
da uzağına düşmez: “İşçi sınıfının komünist öncüsünün yönetmek, emekçi
halkın en geri katmanlarını ardından sürüklemek ve onun çoğunluğunu
kazanmak için savaşması gerekir.”[24],
“Yenmek için kitlelerin sevgisini kazanmak gerekir. Mutlak çoğunluk her
zaman gerekli değildir ama yenmek için, iktidarı elde tutmak için
yalnızca işçi sınıfının çoğunluğunu değil… sömürülenlerin ve kır
emekçilerinin çoğunluğunu da kazanmak gerekir.”[25]
Ancak ortodoks Marksizme/sekterliğe
sadece taktiğin önünü kapadığı için karşı olduğunu düşünmek de hata
olur. Her ne kadar İtalya bakımından Machiavelli’yi özel olarak,
derinlemesine incelemiş olsa da başarıya ulaşmak için her yolu mubah
gören bir zihniyete sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Siyasete
girdiği ilk günden itibaren “diyalog” ve “açıklık” taraftarı olan,
sekter gizli kapalılıktan nefret eden[26]
Gramsci’nin derdi esas olarak ortodoksinin kapıları her türlü ilişkiye
kapatan ve dolayısıyla Marksizmi dogma haline getirerek halktan
uzaklaştıran anlayışıyladır:
“Ortodoksluk
praxis felsefesinden yana olan şu ya da bu eğilimde değil, fakat praxis
felsefesinin ‘kendine yeterli’ olduğu yolundaki temel kavramda
aranmalıdır… kendilerine ‘Ortodoks’ diyen, praxis felsefesinden yana
olduklarını söyleyenler bile tuzağa düşmekte ve praxis felsefesini genel
(kaba) materyalist anlayışa bağlı olanlar gibi düşünmektedirler.”[27]
Kitlelerin asla peşinde
gitmeyecekleri (henüz) mümkün olmayan hedefleri bir programa oturtmaya
çalışan, somut durumla, yaşananlarla ilgilenmeyen sekter siyasal
yapıların aslında “politikadışı” olduklarını açıkça ortaya koyması
Gramsci’den alınabilecek derslerden birisidir şüphesiz. Nitekim
İtalya’da çok uzun zaman Sosyalist Parti’den ayrılıp Komünist Parti’nin
kurulmasına karşı çıkmasının temelinde de[28],
Mussolini faşizmi sırasında Komünist Parti ileri gelenlerinin
(özellikle Bordiga’nın) aksine sınıf temeli dışına çıkılarak geniş bir
mücadele cephesi örgütlemenin mümkün olduğunu ileri sürerken de[29]
yaslandığı dayanak budur: Gerçek sosyalizmi koruduğunu iddia eden
sekterlik bizzat sosyalizmin önünü tıkayan bir hal biçimine gelebilir.
“Bella Ciao”
Antonio Gramsci’nin fikirleri kendi içinde birbirine bağlı, ayrılmaz bir bütünlük sergiler. “Eylemde ve söylemde yenilik” derken “aydın-toplum ilişkisi”ne; “aydın-toplum ilişkisi” derken hegemonya sorununa, sol/devrimci bir harekette kültürün ana taşıyıcı noktalardan birisi olduğuna; “kültürel hegemonya” derken Marksist diyalektiğe, toplumu dönüştürmede dogmalara saplanıp kalmamaya; “ideolojik açılım” derken halkın en geniş cephesine ulaşmaya vb. bağlanır.
Yinelemekte beis yok, her durumda
vazgeçmediği anlatmaktan, mücadeleden yılmamak; kaderciliğe (fatalizm),
finalizme, determizme, “oluruna bırakmacılığa” kapılmadan, yeise
düşmeden mevzisini tekrar tekrar berkitmekten gocunmamaktır. İçinde
yaşadığı ülkenin koşullarını daima aklının bir köşesinde tutarak, siper
savaşıyla egemen sınıfın kalesini ele geçirme azminden geri adım atmaz,
“tarihin akışı”nın müdahaleyle değiştirilebileceğine duyduğu iman hiçbir
zaman eksilmez.
“Mücadeleye
girişilmediği, mücadelenin de ardı ardına gelen bozgunlardan ibaret
olduğu zaman, mekanist determinizm çok büyük bir manevi karşı koyma,
bütünlük, sabırlı ve inatçı bir direnme gücü olur. ‘Şimdilik yenildim
ama olaylar benim için çalışacak…’ Böylece gerçek irade, bir inanç,
âdeta tarihten gelen akla uygun bir durum, ihtirasla karışık amprik ve
ilkel bir finalizm şekline bürünür. Bu finalizm, büyük dinlerdeki kadar,
Tanrı iradesi inançları gibi bir şey olur…”[30]
Gramsci’nin eleştirdiği işte
bezgin, yılgın, olayları tarihe havale eden bu haldir. Oysa o, kendisine
“solcu” diyen kimsenin bir tür Sisifos olduğunun farkındadır: O kaya
sürekli olarak tepeye birkaç adım kala aşağıya yuvarlanabilir ama
neticede onun kayasıdır, onun yüküdür. “Çünkü yalnız tutku, zekâyı
bileyerek sezgiyi daha da berraklaştırır… İnsan bir şeyi kuvvetle
isterse ancak o zaman, isteğinin gerçekleşmesi için gerekli olan öğeleri
görüp tanıyabilir.”[31] “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği”:
“…
Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel
parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. tepelere doğru tek başına
didinmek bile insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu
tasarlamak gerekir.”[32]
Antonio Gramsci’nin bir puzzle’ın
parçaları gibi birbirini tamamlayan, iç içe geçen düşüncelerinden
memleket solunun öğrenmesi gereken çok şey olduğu açık; görmesini
bilenlere onda büyük hikmetler olduğu ortada. Ama tabii anlayana.
Bitirirken başlığa dönelim,
bilenler bilir, bilmeyenlere diyelim: “Ciao”, İtalyanca’da hem “merhaba”
hem “güle güle” anlamına gelir. “Merhaba” anlamında olana bu
topraklarda büyük ihtiyaç olduğunu söylemeye gerek var mı peki?
[1] Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde
Marksizm yerine “praksis” terimini kullanması şöyle açıklanmıştır: “Bu
terim, hapishanedeki sansürcülerin gözüne çarpmaması için kullanılmış
olmalı. Bunlar Marksizm kelimesine takılabilirlerdi… Bu terim, Lenin
okulunun, Marksizmi, teori (felsefe) ile pratik (praxis) arasındaki
diyalektik olarak tamamiyle iç içe oluşu şeklinde anlamak gerektiği
yolundaki derin isteğini de belirlemektedir. Bundan başka bu anlayışa
göre, praxis (eylem), dünyayı değiştirmeye yönelik bir irade ile
birlikte, pratiğe diyalektik olarak bağlı bulunan, teorinin
geliştirilmesinin bütün olanaklarını da ifade etmektedir…” Hapishane Defterleri, Antonio Gramsci, çev. Adnan Cemgil, Belge Yayınları, 1997, s. 23, dipnot 7.
[2] Antonio Gramsci-Bir Devrimcinin Yaşamı, Giuseppe Fiori, çev. Kudret Emiroğlu, İletişim Yayınları, 2009, s.106-107.
[3] Antonio Gramsci, s. 129, dipnot 2.
[4] Palmiro Togliatti-Yaşamı Savaşımı, Marcella-Maurizio Ferrara, çev. Kerem Kurtgözü, Yarın Yayınları, 1988, s. 48.
[5] Hapishane Defterleri, s. 146.
[6] Palmiro Togliatti, s. 45.
[7] Hapishane Defterleri, s. 22.
[8] Hapishane Defterleri, s. 17.
[9] Hapishane Defterleri, s. 133-134.
[10] Hapishane Defterleri, s. 28, dipnot 15.
[11] Hapishane Defterleri, s.27.
[12] Hapishane Defterleri, s. 28, dipnot 15.
[13] Antonio Gramsci, s. 277.
[14]
“Halktan bir adam, hasmı kendisini ne kadar kandırmaya uğraşsa da, bu
kadar insan yanılmaz der. Her ne kadar kendisi hasmı gibi kanıtlarını
iyi savunamasa da, grubunun içinde bunu yapabilecekler, hem de hasmından
iyi yapabilecekler vardır… Bir kere şimşek hızıyla böyle bir kanıya
vardıktan sonra, bu kanının kanıtları bulunmasa bile, bunu benimsemekte
devam eder.” Hapishane Defterleri, s. 37.
[15] Hapishane Defterleri, s. 38.
[16]
Ofisinde genç Katoliklerle görüştüğünü görüp, onunla dalga geçmeye
çalışan bir arkadaşına verdiği cevap çarpıcıdır: “…Kiliseye ben de
gitmem, çünkü ben de inanan biri değilim. Fakat halkın çoğunluğunun
inanan kişiler olduğunu bilmeliyiz. Eğer ateistlerden başkasının
varlığını görmemeyi sürdürürsek, hep azınlıkta kalacağız...” Antonio Gramsci, s. 120.
[17]
“… Antonio onunla faşist olma nedenleri üzerine uzun uzun konuştu,
sonunda, sakince: ‘Gerçekten sana doğru görünüyor mu? Düşün. İyi
çocuksun ve zekisin. İki defa düşüneceğini biliyorum.’ dedi.” Antonio Gramsci, s. 172
[18] Antonio Gramsci, s. 277.
[19] Hapishane Defterleri, s. 46.
[20]
“… her insan kendi çevresinde bağlanan karmaşık ilişkiler bütününü
değiştirdiği ve bunlarda değişiklik yaptığı ölçüde kendisini de
değiştirir.” Hapishane Defterleri, s. 53.
[21] Hapishane Defterleri, s. 113.
[22] Antonio Gramsci, s. 119-120.
[23] Palmiro Togliatti, s. 115.
[24] Palmiro Togliatti, s. 115.
[25] Lenin’den akt. Palmiro Togliatti, s. 82.
[26] Antonio Gramsci, s. 191.
[27] Hapishane Defterleri, s. 188-189.
[28]
“…Gramsci, tersine, solda ayrılmanın yanlış olduğunu komünist grupların
PSI’yı [İtalyan Sosyalist Partisi] etkilemek için daha çok çalışmaları
gerektiğini ve sonunda bütün partinin kazanılmasını savunuyordu.” Antonio Gramsci, s. 150.
[29]
“Gramsci faşist gericilik dalgasının İtalyan işçi sınıfını devrimci
durumdan gerilere ittiğini biliyordu. Bundan iki açık sonuç çıkarmıştı:
Birincisi yeniden burjuva düzenine saldırmadan önce yitirilmiş
mevzilerin kazanılması ve ikincisi anti-faşist güçlerle işbirliği
yapmadan bu mevzilerin kazanılmasının olanaksızlığı. Öte yandan Bordiga
böyle bir işbirliğini istemiyordu, çünkü burjuva demokrasisinin yeniden
kuruluşunu amaçlamıyordu, tek ve doğrudan hedefi proletarya
diktatörlüğüydü, ara aşamalar gereksizdi. Gramsci son hedef için aynı
düşüncedeydi ama araçların fetiş haline getirilmesine karşı çıkıyordu.
Kültürel yapısı ve bakış açısı çok farklıydı ve değişmez sihirli
formüller arkasına gizlenmeye niyeti yoktu.” Antonio Gramsci, s. 201.
Gramsci’nin faşizme karşı mücadele
konusunda, Stalin’in cepheler yerine daralma vazettiği ve mücadeleyi
‘özerk eylem’ler içinde sürdürmek gerektiği yolundaki talimatlarına
karşı savunduğu “cephe” anlayışı için bkz. Antonio Gramsci, s.
290 vd., 295, 297-298. Ayrıca bu bağlamda Gramsci’nin Mussolini
faşizminin yükselişi sırasında Komünist Parti’nin yayın organı olarak
kurduğu gazetenin adının L’Unita (Birlik) olması da dikkate değerdir.
[30] Hapishane Defterleri, s. 32-33.
[31] Hapishane Defterleri, s. 258.
[32] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, 1998, s. 131.