Gezi Parkı direnişi sonrası başlayan süreç Türkiye’de siyasal
alanı, siyasal özneleşme süreçlerini ve devletin karakterinin almış
olduğu biçimi kavrayışımıza dair pek çok yeniliği beraberinde getirdi.
Tanıdık olmadığımız türde bir muhalefet ile karşılaştığımız gerçeğini
göz ardı ederek, başlayan direniş sürecini kazanma/kaybetme ikiliği
içerisinde kavramaya çalışan klasik sol hareketlerden, hareket
içerisinde yer alan otoriter ve Kemalist bir eğilimi özellikle öne
çıkaranlara, yaşanan süreci var olan güç mücadelesi içerisindeki klasik
sol/sağ pozisyonlarla ilişkilendirenlerden, onu daha özgürlükçü bir
eksenden okumaya gayret gösterenlere kadar, cereyan eden hakikati
adlandırmaya ve anlamlandırmaya çalışan çok farklı aktörlerle karşı
karşıyayız. Kuşkusuz, bu pozisyonların her biri kendisini temellendirmek
için gerekli sembolik-siyasal malzemeyi direniş sürecinden çekip
çıkarıyor ve direniş karşıtı ya da taraftarı pozisyonunu bu gösterenler
etrafında kuruyor. Oysa yaşanan süreçte hiçbir siyasal pozisyonun
reddedemeyeceği ve kendi pozisyonuna indirgeyemeyeceği bir hakikat var, o
da hareketin parçası olanların kendi dilini, eylem repertuarını ve
ifade gücünü yaratarak, onun hakikatini, çok aktörlü ve çoğulcu bir
zeminde kurma çabaları ve ağırlıklı olarak sivil bir tutumu
benimsemeleri. Gezi parkı direnişi ile birlikte ortaya çıkan bu yeni
sivil-sosyal hareketi anlayabilmek için, Türkiye siyasetinin içerisinde
cereyan ettiği ve siyasal alanı üst belirleyen temel ilişkisel yapıyı
kısaca gözden geçirmemiz faydalı olacak.
I) Gezi ve Parkı Direnişi ve Türkiye Siyaseti
Gezi parkı direnişi ile başlayan süreç, Türkiye siyasetinin
gelenekselleşmiş kalıplarını önemli ölçüde sarstı. Türkiye siyasetini
belirleyen güç mücadeleleri uzun bir süredir, etnik ve din temelli bir
cemaat oluşumunun gölgesinde şekilleniyor. Pragmatik hedefler üzerine
kurulu ve saf bir güç mücadelesi üzerinde yükselen bu siyaset tarzı,
haklar ve özgürlükler açısından sınırlı bir siyasal alanın oluşumuna
dayalı ve bunun en önemli göstergelerinden biri de güç mücadelelerinin
özellikle semboller etrafında yoğunlaşması. Geçirdiğimiz son yirmi yıl,
özellikle siyaseten aşırı anlam yüklenmiş, bu nedenle kutsanarak
yüceltilen ya da kamusal alandan silinmeye çalışılan türbandan postere
ve poşuya kadar semboller etrafında süren bir güç mücadelesiyle
belirlendi. Bu tutumun en temel uzantılarından biri de siyasal alanda
konumlanan liberalinden ulusalcısına, sosyalistinden muhafazakârına
bütün aktörlerin, yaşanan güç mücadelesi içindeki konumlarını reaktif
bir duygusallık ve stratejik bir karşı konumlanmalar dizisi üzerinden
biçimlendirmesidir. Siyasetin haklar ve ilkeler üzerinden
şekillenmediği, bunun yerine alınan tavırların karşı durulan aktörlerin
tutum ve davranışlarına ve geçmişten bugüne bu tutum ve davranışların
aktörlerde yarattığı duygusal hezeyana dayandığı bir durumda, kaçınılmaz
olarak her aktörün tutumu, aynı zamanda karşı çıktığı aktörlerin
sembolik-maddi konumu tarafından biçimleniyor. Reaksiyoner, kendi
konumunu olumlu-yapıcı ilkeler üzerinden kuramayan ve dolayısıyla da
sürekli olarak kendi meşruluğunu karşı çıktığı aktörler dizisinin
sembolik-siyasal posiyonuna terk eden bir siyasal konumlanışlar çokluğu
söz konusu. Bu tarzda yapılanmış ve hukuk devleti ilkelerinin sürekli
bir kriz içerisinde olduğu bir siyasal alanda, mağduriyet kalıbında
dövülmüş rövanşist duygusal yatırımlar yapan, hınca dayalı bir rövanşı
hayata geçirebilecek parti ve liderlerle güçlü özdeşleşmeleri hayata
geçiren ve sürekli olarak güncel siyasal tutum ve eylemleri, içten ve
dıştan destekli tehditkâr bir büyük projenin (ABD, AB, vs. kaynaklı)
parçası olarak okuyan, paranoyak-rövanşist siyasal okuma
biçimleriyle karşı karşıyayız. Her adımımızda maruz kaldığımız, oradan
mısın buradan mısın; Amerikancı mısın Esadcı mısın, İslamcı mısın laik
misin, Ergenekoncu musun milli iradeci misin soruları, bu
paronayak-rövanşist-tepkisel anlayışın bir uzantısı ve siyasal alanı
özellikle ikilikler etrafında kurmaya çalışan siyasal proje ve
pratiklerin doğrudan bir yansıması.
FİRUZ KUTAL
Bu tür bir paronayak-rovanşist-tepkisel tutum, liberalinden
İslamcısına, ulusalcısından muhafazakârına son dönemde bütün aktörlerin
siyaseti okuma ve eylem tarzlarını üst belirleyen bir
meta-yapılandırıcıya dönüşmüş gibi. Böyle şekillenen siyasetin
kaçınılmaz sonuçlarından biri, kendini doğrudan devletin karakterinde
gösteriyor. Son otuz yılın özeti, yurttaşlarına eşit mesafede
konumlanan, gayri-şahsi bir otoriteyi cisimleştirmesi beklenen ve fakat
hiçbir zaman bu yönde gelişmeyen bir devletin, Türkiye’de tamamıyla bir
rövanş alma ve kaynakları ilk elden dağıtım aracına dönüşmesi oldu.
Türkiye’de devlet, belki de tarihinde hiç olmadığı kadar kişisel iktidar
ve tabiiyet ilişkileri tarafından belirlenmiş, yurttaşını bizden
olanlar ve olmayanlar (devletini sevenler ve sevmeyenler/Türk-İslam
sentezini benimseyenler ve benimsemeyenler) olarak ayıran ve daha kötüsü
adaletten eğitim politikalarına bütün kararlarını buna göre
biçimlendiren bir hal almış durumda. Bu tür bir devlet yapılanmasının,
yurttaşlarının etnik, dinsel, yöresel kökenlerine belirli bir mesafede
durarak, bir çözüm/mutabakat alanı olarak işleyen bir liberal hukuk
devleti özelliği kazanması hem Türkiye’de siyasal alanın biçimlenişine
hem de sermaye birikim süreçlerinde devletin oynadığı özgül role
yakından baktığımızda açıkçası olanaksız görünüyor. Hemen belirtmek
gerekiyor ki, devletin aldığı biçimin neo-liberal politikalarla
birleşmesinin en önemli sonuçlarından biri de kendini yurttaşlık ve
haklar alanında gösterdi. Kendi çıkarına işleyen her tür rantı
kovalayan, devleti kısa süreli amaçları açısından bir araç olarak gören
ve çıkarı olan her şeyi hakkı olarak addeden pragmatist bir tutumun da,
haklar ve devlet eliyle bölüşüm politikaları söz konusu olduğunda son on
yılda meşru hale geldiğini ve yurttaşlık alanını önemli ölçüde
daralttığını görüyoruz. Temel hakları çıkarlara indirgeyen ve sürekli
olarak kendi yaşam tarzının/çıkarının genelleşmesi üzerinden
sivil-siyasal hakları kurmaya çalışan bu duruş, aslında bir yurttaşlık
alanının oluşmasını kendi varlık koşullarının devamı açısından pek de
istemiyor ve ona her yoldan ayak diriyor.
Gezi parkı direnişi, haklara ilişkin olarak hem söz konusu tutum
alışları hem de devletin yukarıda bahsettiğimiz karakterini hepimiz için
bir kez daha gözler önüne serdi. Liberal hukuk devletinin, modern
siyaset kuramı içerisinde zaten eleştirisi yapılmış olan ve bir tür
olağanüstü hal mantığı tarafından biçimlendirildiği söylenen
ilkelerinin, Türkiye’de hiç yerleşmediğini bize tekrar ve tekrar ilan
etti. Benjamin’den Agamben’e pek çok düşünürün altını çizdiği gibi,
kurucu ve koruyucu şiddet (polis şiddeti) arasındaki ayrımın ortadan
kalktığı ve koruyucu şiddetin düzen kurucu hale geldiği her durumun,
mevcut olağanüstü hal mantığının şiddetinin artmasına yola açtığı gibi,
aslında en çok da devletin meşruiyetinin altını oyduğunu bize bir kez
daha canlı bir biçimde gösterdi. Daha önemlisi, kendisini etnik ve
dinsel bir cemaat inşasına dayandırmış, rövanşist duygulara dayalı hınç
ve hırsı neo-liberal tüketim ve zenginleşme arzusuyla buluşturan,
bununla beraber devletin ve sivil toplumun her alanını nüfuz edilmesi
gereken bir mevzi olarak gören muhafazakar-hegemonik projenin, haklar,
doğa, adalet ve belki de en önemlisi vicdan söz konusu olduğunda
sınırlarını ortaya koydu. Fakat Gezi Parkı direnişi sadece mevcut
hegemonik projenin değil, kendini onun karşıtı olarak ortaya koyma
gayretinde olan hareket ve partilerin de sınırlılıklarını gözler önüne
serdi. Sosyalist partiler, CHP ve bilimum sol hareketin, bu tür bir
sivil oluşuma moral entelektüel önderlik yapma kapasitesinin olmadığı da
ortaya çıktı. Fakat solun önemli bir kısmının bu sınırlılığa
hapsolmayıp var olan hareketin bir parçası olma yolunda mücadele
ettiğini, kendi sınırlılıklarına dair dersler çıkardığını ve hareketin
sivil karakteriyle buluşmaya çalıştığını söylememek, sokaklarda hak
mücadelesi verenlere haksızlık olacaktır. Gezi parkı direnişi yukarıda
değindiğim gelişmelerin ve Türkiye’de siyasal alanın dönüşebileceğine
dair önemli bir potansiyeller dizgesini açığa vurmuştur. Onu bir
kazanma/kaybetme ikiliği içerisinde anlamlandıramayacağımız gibi, böyle
okumaya çalışmak ve onun bu şekilde parçası olmak, sivil ha(l)k
hareketlerinin niçin/nasıl yenilmeyeceğini de anlamamak olacaktır.
II-) Hak hareketleri, yeni siyasal öznellik biçimleri ve Gezi
Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki gezi direnişiyle başlayan
süreç Türkiye’de yeni siyasal özneleşme biçimlerinin önünü açmıştır. Bu
siyasallaşma biçimleri hak hareketlerinin harekete geçirdiği özneleşme
biçimleri ile güçlü bir yakınlık taşıyor. Hangi anlamda? Hak
hareketleri, siyasal mücadeleyi, kültür, etnisite veya din üzerine
kurulmuş sabit öznellikler etrafında inşa etmeyerek, günümüz siyasetinin
iki temel hatasından kaçınırlar: öznelerin yüceltilmesine dayalı
özcülük ve reaktiflik. Hak hareketleri eşitliği aksiyomatikleştirerek,
problemleri eşitliğe dayalı haklar etrafında ele almayı olanaklı kılacak
aksiyomlar üreterek, sabit öznelerin doğrudan güç mücadelesine dayalı
konumlar savaşını bertaraf ederler. Siyasal çatışmayı sabit özneler
arasında değil, yeni hak talepleriyle eklemlenilebilinmesi olanaklı
olan, açık uçlu konumlar arasında kurarlar. Bununla beraber sivil bir
karakter arz ederek, tanınma doğrultusunda çıkardıkları çağrının
muhatabı olarak devleti değil, haklara dayalı bir mutabakat kurmayı amaç
edinen toplumu alırlar. Üçüncü olarak, haklardan hareketle vaatlerle
gerçeklik arasında yer alan, yazılı metinlerden kamu politikası
uygulamalarına kadar, pek çok pratik, uygulama ve yazılı metin
içerisinde açığa çıkan eşitlik taahhüdü ve eşitsizlik arasındaki
gerilimi radikalleştirirler. Bu anlamda basitçe haklara inanmış
toplumsal kesimlere değil, asıl hâkim ideoloji tarafından tabiiyet
altına alınmış toplumsal kesimlere çağrı çıkarırılar. Bu bağlamda, bu
tür hareketler hak arama hareketinin parçası olan özneleri, iktidarı ele
geçirme gibi doğrudan sonuçlardan çok, süreçlere odaklayarak
öz-düşünümsel ve kendi pozisyonunu gözden geçirebilen bir tutuma sevk
ederler. Sivil hak hareketinin taşıyıcısı olan öznelerin
öz-düşünümselliği ve eleştirelliği ölçüsünde hiyerarşik ikilikler kuran
yapılardan uzak ve diğer hak talepleriyle ilişki ve eşdeğerlik
kurabilen, zengin-çoğulcu talepler zincirini inşa edebildiği ölçüde de
genişlemeci ve demokratik bir nitelik arz ettiğini söyleyebiliriz. Bu
niteliği, sivil-siyasal hak hareketlerinin klasik siyaset oyununun
dışında konumlanarak sembolleri yeniden kurabilmesini, çökelmiş ve
tortulaşmış olan siyasal konumları çözebilmesini, siyasal alanı dinamik
bir biçimde yapılandırabilmesini sağlar. Her şeyden önce basitçe devlet
odaklı olmaması, bu tür hareketlerin belirli bir devlet aklını tahkim
eden öznelerin ve partilerin ötesinde yer almasını ve devlet aklına ve
bu aklı destekleyen aktörlere dışarıdan bir basınç uygulayabilmesini
olanaklı kılacaktır. Böylece, siyasal alanın parçası haline gelecek
sorunlar dizisini genişletir ve birbiriyle ilişkilendirirken,
evrenselleştirilebilir konumlara dayanan yeni siyasal aktörlerin de
oluşumunun önünü açarlar. Son olarak, hak hareketleri reaksiyoner,
rövanşist, olumsuz duygulanım ve özdeşleşmeleri hayata geçiren
hareketler olmanın ötesinde, müşterek alanların kuruluşuna yönelen,
eşitlik ve özgürlük gibi ilkeler etrafında olumlu eylem biçimlerini
destekleyen, kendi örgütlülüğünü de bu doğrultuda geliştirmeye çalışan
hareketlerdir.
Gezi direnişi yukarıda temel hatlarını verdiğimiz hak
hareketlerinin temel niteliklerini önemli ölçüde üretmiş ve kendi özgül
tarihsel bağlamı içerisinde buna yönelik pek çok işaret sergilemiştir.
Uzun süredir ilke defa etnik, dinsel ve dar anlamda sınıfsal siyasal
özneleşme biçimlerinin dışında güçlü bir toplumsal hareket ile karşı
karşıyayız. Gezi direnişi ile başlayan sürecin Türkiye’de mevcut hak,
tanınma ve özgürlük talepleri arasında eşdeğerlikler kurabilen bir sivil
ha(l)k hareketine dönüşmesi, her ikisi de son derece devletçi ve
otoriter olan militer-devletçi konum ile otoriter sağcılığın ötesine
geçme olanağını da doğurdu. Siyasal alanı bu ikilik etrafında
yapılandırmaya çalışan tavra karşı, yeni ve eşitlikçi olduğu kadar
özgürlükçü ve sivil olan bir konumu açmak her zamankinden daha mümkün.
Bunun için sadece hayata geçirilen olumlu enerjinin ötesine geçerek,
negatif ve pozitif gibi ikilikler içerisine hapsedilmiş olan özgürlük
kavrayışımızı da derinleştirilmemiz gerekiyor. Bu özgürlük anlayışının,
cinsiyet eşitliği talep eden ve alanlarda hareketin taşıyıcısı olan
kadın hareketi ve lgbt bireylerin, tanınma ve yurttaşlık mücadelesi
veren Alevilerin ve Kürtlerin, yaşam tarzlarına müdahaleye karşı çıkan
orta sınıfların ve giderek yoksullaştırılarak borç sarmalına sokulan
yoksulların taleplerini, sivil, siyasal ve sosyal haklar dili
aracılığıyla içerebilmesi gerekli. Doğadaki tüm canlıların yaşam hakkını
savunmamızı olanaklı kılacak ve sosyal-siyasal-sivil haklar arasında
güçlü sentezler oluşturabilecek bir özgürlük kavrayışı ile özgürlükçü
bir konumu, kendi demokratik dili ve alanları ile birlikte hep birlikte
inşa edebilmemiz için imkansız olduğu düşünülen şeyin üzerine cesaretle
yürümeliyiz. Çünkü özgürlükçü arzular söz konusu olduğunda devlet ve
muhafazakar tabiiyet biçimleri açısından temel sorun, bu arzuların
imkansız olması değil, tıpkı Gezi Parkı’nda olduğu gibi, eşitlik talep
eden ve tabiiyet ilişkilerini reddeden özneler tarafından
sahiplenildiğinde son derece gerçek olmasıdır. Şu an, dik bir dağın
yamacına eşitlik ve özgürlük için yağan kar taneleri gibiyiz. Hangimizin
sözü, eylemi, duruşu veya gaz bombasından etkilenen kardeşine uzattığı
eli, 1980 askeri darbesinden Gazi Mahallesi’ne, Uludere’den Gezi
Parkı’na yaşadığımız onca adaletsizliğin ve vicdansızlığın üzerini
örterek her tarafı beyaza kesecek çığı başlatacak bilmiyoruz. Ne güzel,
ne umutlu! O halde özgürlüğün çoşkusu ve arzusuyla, süzülerek, rüzgârla
dans ederek, boyun eğmeyerek, nefrete, tepkiselliğe, sömürüye,
cinsiyetçiliğe, elitizme ve otoriterliğe inat, yaşamı savunmak için, Avanti!