Monday, July 8, 2013

Sivil Ha(l)k Hareketleri Niçin Yenilmezler?

 
Gezi Parkı direnişi sonrası başlayan süreç Türkiye’de siyasal alanı, siyasal özneleşme süreçlerini ve devletin karakterinin almış olduğu biçimi kavrayışımıza dair pek çok yeniliği beraberinde getirdi. Tanıdık olmadığımız türde bir muhalefet ile karşılaştığımız gerçeğini göz ardı ederek, başlayan direniş sürecini kazanma/kaybetme ikiliği içerisinde kavramaya çalışan klasik sol hareketlerden, hareket içerisinde yer alan otoriter ve Kemalist bir eğilimi özellikle öne çıkaranlara, yaşanan süreci var olan güç mücadelesi içerisindeki klasik sol/sağ pozisyonlarla ilişkilendirenlerden, onu daha özgürlükçü bir eksenden okumaya gayret gösterenlere kadar, cereyan eden hakikati adlandırmaya ve anlamlandırmaya çalışan çok farklı aktörlerle karşı karşıyayız. Kuşkusuz, bu pozisyonların her biri kendisini temellendirmek için gerekli sembolik-siyasal malzemeyi direniş sürecinden çekip çıkarıyor ve direniş karşıtı ya da taraftarı pozisyonunu bu gösterenler etrafında kuruyor. Oysa yaşanan süreçte hiçbir siyasal pozisyonun reddedemeyeceği ve kendi pozisyonuna indirgeyemeyeceği bir hakikat var, o da hareketin parçası olanların kendi dilini, eylem repertuarını ve ifade gücünü yaratarak, onun hakikatini, çok aktörlü ve çoğulcu bir zeminde kurma çabaları ve ağırlıklı olarak sivil bir tutumu benimsemeleri. Gezi parkı direnişi ile birlikte ortaya çıkan bu yeni sivil-sosyal hareketi anlayabilmek için, Türkiye siyasetinin içerisinde cereyan ettiği ve siyasal alanı üst belirleyen temel ilişkisel yapıyı kısaca gözden geçirmemiz faydalı olacak. 
 
I) Gezi ve Parkı Direnişi ve Türkiye Siyaseti
 
Gezi parkı direnişi ile başlayan süreç, Türkiye siyasetinin gelenekselleşmiş kalıplarını önemli ölçüde sarstı. Türkiye siyasetini belirleyen güç mücadeleleri uzun bir süredir, etnik ve din temelli bir cemaat oluşumunun gölgesinde şekilleniyor. Pragmatik hedefler üzerine kurulu ve saf bir güç mücadelesi üzerinde yükselen bu siyaset tarzı, haklar ve özgürlükler açısından sınırlı bir siyasal alanın oluşumuna dayalı ve bunun en önemli göstergelerinden biri de güç mücadelelerinin özellikle semboller etrafında yoğunlaşması. Geçirdiğimiz son yirmi yıl, özellikle siyaseten aşırı anlam yüklenmiş, bu nedenle kutsanarak yüceltilen ya da kamusal alandan silinmeye çalışılan türbandan postere ve poşuya kadar semboller etrafında süren bir güç mücadelesiyle belirlendi. Bu tutumun en temel uzantılarından biri de siyasal alanda konumlanan liberalinden ulusalcısına, sosyalistinden muhafazakârına bütün aktörlerin, yaşanan güç mücadelesi içindeki konumlarını reaktif bir duygusallık ve stratejik bir karşı konumlanmalar dizisi üzerinden biçimlendirmesidir. Siyasetin haklar ve ilkeler üzerinden şekillenmediği, bunun yerine alınan tavırların karşı durulan aktörlerin tutum ve davranışlarına ve geçmişten bugüne bu tutum ve davranışların aktörlerde yarattığı duygusal hezeyana dayandığı bir durumda, kaçınılmaz olarak her aktörün tutumu, aynı zamanda karşı çıktığı aktörlerin sembolik-maddi konumu tarafından biçimleniyor. Reaksiyoner, kendi konumunu olumlu-yapıcı ilkeler üzerinden kuramayan ve dolayısıyla da sürekli olarak kendi meşruluğunu karşı çıktığı aktörler dizisinin sembolik-siyasal posiyonuna terk eden bir siyasal konumlanışlar çokluğu söz konusu. Bu tarzda yapılanmış ve hukuk devleti ilkelerinin sürekli bir kriz içerisinde olduğu bir siyasal alanda, mağduriyet kalıbında dövülmüş rövanşist duygusal yatırımlar yapan, hınca dayalı bir rövanşı hayata geçirebilecek parti ve liderlerle güçlü özdeşleşmeleri hayata geçiren ve sürekli olarak güncel siyasal tutum ve eylemleri, içten ve dıştan destekli tehditkâr bir büyük projenin (ABD, AB, vs. kaynaklı) parçası olarak okuyan, paranoyak-rövanşist siyasal okuma biçimleriyle karşı karşıyayız. Her adımımızda maruz kaldığımız, oradan mısın buradan mısın; Amerikancı mısın Esadcı mısın, İslamcı mısın laik misin, Ergenekoncu musun milli iradeci misin soruları, bu paronayak-rövanşist-tepkisel anlayışın bir uzantısı ve siyasal alanı özellikle ikilikler etrafında kurmaya çalışan siyasal proje ve pratiklerin doğrudan bir yansıması.
 


FİRUZ KUTAL
 
Bu tür bir paronayak-rovanşist-tepkisel tutum, liberalinden İslamcısına, ulusalcısından muhafazakârına son dönemde bütün aktörlerin siyaseti okuma ve eylem tarzlarını üst belirleyen bir meta-yapılandırıcıya dönüşmüş gibi. Böyle şekillenen siyasetin kaçınılmaz sonuçlarından biri, kendini doğrudan devletin karakterinde gösteriyor. Son otuz yılın özeti, yurttaşlarına eşit mesafede konumlanan, gayri-şahsi bir otoriteyi cisimleştirmesi beklenen ve fakat hiçbir zaman bu yönde gelişmeyen bir devletin, Türkiye’de tamamıyla bir rövanş alma ve kaynakları ilk elden dağıtım aracına dönüşmesi oldu. Türkiye’de devlet, belki de tarihinde hiç olmadığı kadar kişisel iktidar ve tabiiyet ilişkileri tarafından belirlenmiş, yurttaşını bizden olanlar ve olmayanlar (devletini sevenler ve sevmeyenler/Türk-İslam sentezini benimseyenler ve benimsemeyenler) olarak ayıran ve daha kötüsü adaletten eğitim politikalarına bütün kararlarını buna göre biçimlendiren bir hal almış durumda. Bu tür bir devlet yapılanmasının, yurttaşlarının etnik, dinsel, yöresel kökenlerine belirli bir mesafede durarak, bir çözüm/mutabakat alanı olarak işleyen bir liberal hukuk devleti özelliği kazanması hem Türkiye’de siyasal alanın biçimlenişine hem de sermaye birikim süreçlerinde devletin oynadığı özgül role yakından baktığımızda açıkçası olanaksız görünüyor. Hemen belirtmek gerekiyor ki, devletin aldığı biçimin neo-liberal politikalarla birleşmesinin en önemli sonuçlarından biri de kendini yurttaşlık ve haklar alanında gösterdi. Kendi çıkarına işleyen her tür rantı kovalayan, devleti kısa süreli amaçları açısından bir araç olarak gören ve çıkarı olan her şeyi hakkı olarak addeden pragmatist bir tutumun da, haklar ve devlet eliyle bölüşüm politikaları söz konusu olduğunda son on yılda meşru hale geldiğini ve yurttaşlık alanını önemli ölçüde daralttığını görüyoruz. Temel hakları çıkarlara indirgeyen ve sürekli olarak kendi yaşam tarzının/çıkarının genelleşmesi üzerinden sivil-siyasal hakları kurmaya çalışan bu duruş, aslında bir yurttaşlık alanının oluşmasını kendi varlık koşullarının devamı açısından pek de istemiyor ve ona her yoldan ayak diriyor.  
   
Gezi parkı direnişi, haklara ilişkin olarak hem söz konusu tutum alışları hem de devletin yukarıda bahsettiğimiz karakterini hepimiz için bir kez daha gözler önüne serdi. Liberal hukuk devletinin, modern siyaset kuramı içerisinde zaten eleştirisi yapılmış olan ve bir tür olağanüstü hal mantığı tarafından biçimlendirildiği söylenen ilkelerinin, Türkiye’de hiç yerleşmediğini bize tekrar ve tekrar ilan etti. Benjamin’den Agamben’e pek çok düşünürün altını çizdiği gibi, kurucu ve koruyucu şiddet (polis şiddeti) arasındaki ayrımın ortadan kalktığı ve koruyucu şiddetin düzen kurucu hale geldiği her durumun, mevcut olağanüstü hal mantığının şiddetinin artmasına yola açtığı gibi, aslında en çok da devletin meşruiyetinin altını oyduğunu bize bir kez daha canlı bir biçimde gösterdi. Daha önemlisi, kendisini etnik ve dinsel bir cemaat inşasına dayandırmış, rövanşist duygulara dayalı hınç ve hırsı neo-liberal tüketim ve zenginleşme arzusuyla buluşturan, bununla beraber devletin ve sivil toplumun her alanını nüfuz edilmesi gereken bir mevzi olarak gören muhafazakar-hegemonik projenin, haklar, doğa, adalet ve belki de en önemlisi vicdan söz konusu olduğunda sınırlarını ortaya koydu. Fakat Gezi Parkı direnişi sadece mevcut hegemonik projenin değil, kendini onun karşıtı olarak ortaya koyma gayretinde olan hareket ve partilerin de sınırlılıklarını gözler önüne serdi. Sosyalist partiler, CHP ve bilimum sol hareketin, bu tür bir sivil oluşuma moral entelektüel önderlik yapma kapasitesinin olmadığı da ortaya çıktı. Fakat solun önemli bir kısmının bu sınırlılığa hapsolmayıp var olan hareketin bir parçası olma yolunda mücadele ettiğini, kendi sınırlılıklarına dair dersler çıkardığını ve hareketin sivil karakteriyle buluşmaya çalıştığını söylememek, sokaklarda hak mücadelesi verenlere haksızlık olacaktır. Gezi parkı direnişi yukarıda değindiğim gelişmelerin ve Türkiye’de siyasal alanın dönüşebileceğine dair önemli bir potansiyeller dizgesini açığa vurmuştur. Onu bir kazanma/kaybetme ikiliği içerisinde anlamlandıramayacağımız gibi, böyle okumaya çalışmak ve onun bu şekilde parçası olmak, sivil ha(l)k hareketlerinin niçin/nasıl yenilmeyeceğini de anlamamak olacaktır.
 
II-) Hak hareketleri, yeni siyasal öznellik biçimleri ve Gezi
  
Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki gezi direnişiyle başlayan süreç Türkiye’de yeni siyasal özneleşme biçimlerinin önünü açmıştır. Bu siyasallaşma biçimleri hak hareketlerinin harekete geçirdiği özneleşme biçimleri ile güçlü bir yakınlık taşıyor. Hangi anlamda? Hak hareketleri, siyasal mücadeleyi, kültür, etnisite veya din üzerine kurulmuş sabit öznellikler etrafında inşa etmeyerek, günümüz siyasetinin iki temel hatasından kaçınırlar: öznelerin yüceltilmesine dayalı özcülük ve reaktiflik. Hak hareketleri eşitliği aksiyomatikleştirerek, problemleri eşitliğe dayalı haklar etrafında ele almayı olanaklı kılacak aksiyomlar üreterek, sabit öznelerin doğrudan güç mücadelesine dayalı konumlar savaşını bertaraf ederler. Siyasal çatışmayı sabit özneler arasında değil, yeni hak talepleriyle eklemlenilebilinmesi olanaklı olan,  açık uçlu konumlar arasında kurarlar. Bununla beraber sivil bir karakter arz ederek, tanınma doğrultusunda çıkardıkları çağrının muhatabı olarak devleti değil, haklara dayalı bir mutabakat kurmayı amaç edinen toplumu alırlar. Üçüncü olarak, haklardan hareketle vaatlerle gerçeklik arasında yer alan, yazılı metinlerden kamu politikası uygulamalarına kadar, pek çok pratik, uygulama ve yazılı metin içerisinde açığa çıkan eşitlik taahhüdü ve eşitsizlik arasındaki gerilimi radikalleştirirler. Bu anlamda basitçe haklara inanmış toplumsal kesimlere değil, asıl hâkim ideoloji tarafından tabiiyet altına alınmış toplumsal kesimlere çağrı çıkarırılar. Bu bağlamda, bu tür hareketler hak arama hareketinin parçası olan özneleri, iktidarı ele geçirme gibi doğrudan sonuçlardan çok, süreçlere odaklayarak öz-düşünümsel ve kendi pozisyonunu gözden geçirebilen bir tutuma sevk ederler. Sivil hak hareketinin taşıyıcısı olan öznelerin öz-düşünümselliği ve eleştirelliği ölçüsünde hiyerarşik ikilikler kuran yapılardan uzak ve diğer hak talepleriyle ilişki ve eşdeğerlik kurabilen, zengin-çoğulcu talepler zincirini inşa edebildiği ölçüde de genişlemeci ve demokratik bir nitelik arz ettiğini söyleyebiliriz. Bu niteliği, sivil-siyasal hak hareketlerinin klasik siyaset oyununun dışında konumlanarak sembolleri yeniden kurabilmesini, çökelmiş ve tortulaşmış olan siyasal konumları çözebilmesini, siyasal alanı dinamik bir biçimde yapılandırabilmesini sağlar. Her şeyden önce basitçe devlet odaklı olmaması, bu tür hareketlerin belirli bir devlet aklını tahkim eden öznelerin ve partilerin ötesinde yer almasını ve devlet aklına ve bu aklı destekleyen aktörlere dışarıdan bir basınç uygulayabilmesini olanaklı kılacaktır. Böylece, siyasal alanın parçası haline gelecek sorunlar dizisini genişletir ve birbiriyle ilişkilendirirken, evrenselleştirilebilir konumlara dayanan yeni siyasal aktörlerin de oluşumunun önünü açarlar. Son olarak, hak hareketleri reaksiyoner, rövanşist, olumsuz duygulanım ve özdeşleşmeleri hayata geçiren hareketler olmanın ötesinde, müşterek alanların kuruluşuna yönelen, eşitlik ve özgürlük gibi ilkeler etrafında olumlu eylem biçimlerini destekleyen, kendi örgütlülüğünü de bu doğrultuda geliştirmeye çalışan hareketlerdir.
 
     
Gezi direnişi yukarıda temel hatlarını verdiğimiz hak hareketlerinin temel niteliklerini önemli ölçüde üretmiş ve kendi özgül tarihsel bağlamı içerisinde buna yönelik pek çok işaret sergilemiştir. Uzun süredir ilke defa etnik, dinsel ve dar anlamda sınıfsal siyasal özneleşme biçimlerinin dışında güçlü bir toplumsal hareket ile karşı karşıyayız. Gezi direnişi ile başlayan sürecin Türkiye’de mevcut hak, tanınma ve özgürlük talepleri arasında eşdeğerlikler kurabilen bir sivil ha(l)k hareketine dönüşmesi, her ikisi de son derece devletçi ve otoriter olan militer-devletçi konum ile otoriter sağcılığın ötesine geçme olanağını da doğurdu. Siyasal alanı bu ikilik etrafında yapılandırmaya çalışan tavra karşı, yeni ve eşitlikçi olduğu kadar özgürlükçü ve sivil olan bir konumu açmak her zamankinden daha mümkün. Bunun için sadece hayata geçirilen olumlu enerjinin ötesine geçerek, negatif ve pozitif gibi ikilikler içerisine hapsedilmiş olan özgürlük kavrayışımızı da derinleştirilmemiz gerekiyor. Bu özgürlük anlayışının, cinsiyet eşitliği talep eden ve alanlarda hareketin taşıyıcısı olan kadın hareketi ve lgbt bireylerin, tanınma ve yurttaşlık mücadelesi veren Alevilerin ve Kürtlerin, yaşam tarzlarına müdahaleye karşı çıkan orta sınıfların ve giderek yoksullaştırılarak borç sarmalına sokulan yoksulların taleplerini, sivil, siyasal ve sosyal haklar dili aracılığıyla içerebilmesi gerekli. Doğadaki tüm canlıların yaşam hakkını savunmamızı olanaklı kılacak ve sosyal-siyasal-sivil haklar arasında güçlü sentezler oluşturabilecek bir özgürlük kavrayışı ile özgürlükçü bir konumu, kendi demokratik dili ve alanları ile birlikte hep birlikte inşa edebilmemiz için imkansız olduğu düşünülen şeyin üzerine cesaretle yürümeliyiz. Çünkü özgürlükçü arzular söz konusu olduğunda devlet ve muhafazakar tabiiyet biçimleri açısından temel sorun, bu arzuların imkansız olması değil, tıpkı Gezi Parkı’nda olduğu gibi,  eşitlik talep eden ve tabiiyet ilişkilerini reddeden özneler tarafından sahiplenildiğinde son derece gerçek olmasıdır. Şu an, dik bir dağın yamacına eşitlik ve özgürlük için yağan kar taneleri gibiyiz. Hangimizin sözü, eylemi, duruşu veya gaz bombasından etkilenen kardeşine uzattığı eli, 1980 askeri darbesinden Gazi Mahallesi’ne, Uludere’den Gezi Parkı’na yaşadığımız onca adaletsizliğin ve vicdansızlığın üzerini örterek her tarafı beyaza kesecek çığı başlatacak bilmiyoruz. Ne güzel, ne umutlu! O halde özgürlüğün çoşkusu ve arzusuyla, süzülerek, rüzgârla dans ederek, boyun eğmeyerek, nefrete, tepkiselliğe, sömürüye, cinsiyetçiliğe, elitizme ve otoriterliğe inat, yaşamı savunmak için, Avanti!