BİLGE SEÇKİN ÇETİNKAYA
Tarih,
kimlerinin düşündüğü gibi çizginin başında bir ok, dümdüz, ileriye doğru
gitmez. Yani toplumlar kaçınılmaz olarak bir noktadan başlayıp daha iyi, daha
güzel, daha ileri bir noktaya ulaşmazlar yıllar geçtikçe. Velhasıl ilerleme ve
kalkınma topyekun bir havuçtur habire elinizi uzattığınızda elinizden kayıp
duran. İlle de bir ok varsa helezonlar yapar, geriye döner, fasit daireler
oluşturur, şaka gibi fiyonklar çizer. Velhasıl bir ip yumağı halinde durur
tarih, ille de somut bir şeye benzeteceksek. Siz de artık siyasi meşrebinize
göre bir ipin ucundan tutup çekersiniz. Siyasi meşrebi olmadığını iddia edecek
kadar siyasiler de bulunur tarihçiler arasında. Bu arkadaşlar o nebze
siyasidirler ki müesses nizamın statükosunu savunmak uğruna kendi yaptıkları tarihin
tarafsız ve bilimsel olduğunu savunurlar en bildik ezberlerle. Velhasıl
tarafsızlık adı altında, kendi gizli taraflarının adı olur “bilimsel, tarafsız
tarih.” Bu tarihçi galip gelenle duygudaştır1 Bu duygudaşlık hep galip gelenin
o çağda galip olanın işine yaramıştır. İşte böylelikle tarih en az herhangi bir
bilim dalı kadar politiktir. Ve bugüne dair yapıp ettiklerimizi
meşrulaştırmanın bir aracı olduğu kadar geleceğe dair tasavvurlarımızın da
geçmişte bir dip taramasıdır. Dün mümkün olan bugün ve yarın da mümkündür
demenin entrikalı bir yoludur velhasıl. Geçmişten bir anı alır, parlatır,
üstüne ışık düşürür işte! dersiniz. Seçtiğiniz an sizin tarafgirliğinizin
sebebi ve sonucudur bir çeşit.
“Geçmişi
tarihsel olarak kurmak” der Benjamin “onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak
değil, “tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.”2
Yaşanacak Bir Tek Hayat mı Var?
Kendileri
olabilmek cesaretini göstermek için bile en ufak konforlarında vazgeçemeyen
“Romantik bir macera” arayışındaki köşe yazarlarının bizim tarihimizi
anlamalarını beklemek beyhudedir bu yüzden. Onlar orada en çok “boşu boşuna
ölmüş bir grup romantik genç” görürler “bir avuç terörist” görmüyorlarsa eğer. Kendi yaşamlarını
da meşrulaştırmanın, kendilerine bir yaşam sebebi bulmalarının yolu budur.
Geleneğimizle habire uğraşıp onu ele geçirmeye çalışırlar durmadan. Zira
yaşanacak bir hayat varsa, yapılacak bir tercih varsa o yalnız ve ancak
onlarınkidir. Sebep? Bugün galip olanın, bugün kazanmış olanın onların işvereni
olması, kendilerinin onun yanında saf tutmasıdır. Sonuçtan sebebe varırlar bir
çeşit. “Madem biz kazandık, ya da kazananın yalakasıyız o zaman biz haklıyız”
diye tuhaf bir mantık işletirler. “Düşman kazanacak olursa ölülerimiz bile
payını alacaktır bundan” ama “hakim sınıfın aleti durumuna düşmek tehdidi
altındaki”3 geleneğimiz bal gibi de tersini söyler.
“Söylediğini Yapacaksın!”
Halbuki “bu
dünya da bekleniyorduk biz ….eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize deyip
geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde artık susmuş olanların yankısı yok
mudur?”4
Onların genç
omuzlarına vurmuştur yükünü, “zayıf bir Mesiyanik (kurtarıcı) güçle”
donatılmışlardır hepimiz gibi. “Geçmişin üzerinde hak iddia ettiği bir güç. Bu
iddianın karşılığını vermek kolay değildir”5. Hayır kimse kafalarına silah
dayamamıştır bu yola çıksınlar diye. Kimse onları yataklarından kaldırmamıştır
zorla. Kimse amfilerinden, evlerinden kapı dışarı etmemiştir. Yalnız kafalarına
ve yüreklerine düşen ihtimal, ihtilale sürüklemiştir onları. Ölümden korkmuşlardır
evet! Psikopat olmadıklarından sonrasında bir vaat olmayan o büyük ve kara
boşluğa düşmekten korkmuşlardır hepimiz gibi. Ama kafalarına ve yüreklerine
düşen ihtimalle tartmışlardır korkularını. Tarihin fırtınasında yitip gitmekle
ölçmüşlerdir ölümlülüğü. Ölçmüşler tartmışlar ve aydınlanmıştır yüzleri
geleneğin gereğini yapmanın, hatta geleneğe mütevazı bir katkı yapmanın hazzı
ile. Bundan sonra düşünecek çok şey yoktur: “söylediğini yapacaksın!”6 O an
On’lar “yaşamanız gerek!” diyenlerin göremediği bir ana bakmaktadırlar.
Tarihin
yenilenlerinin hafızasından silinir ve yeniden yazılır anılar. Resmi tarih
makinesi kimi anları alır parlatır ve durmadan tekrarlayarak bir ayrı gerçeklik
yaratır. Galiplerin ve avcıların gerçekliğini. Hiç yokmuş gibi olur geride
kalanlar. Taa ki ona derin bir acıyla ihtiyaç duyana dek. İşte o kriz anında
ezilenlerin vefası çıkar açığa.
Çamurdan Korkumuz Yoktur!
Kendi
kaderlerini galiplerin kaderine bağlayanlarınsa esamisi okunmaz tarihin
kitabında. “aaa o ölmemiş miydi zaten” diye anılırlar. Bir hayır söz eden bulunmaz
arkalarından. Kendi kişisel tarihlerini yeniden ve yeniden yazarlar, kendi
darbeciliklerinin tarihlerini solculuk diye yutturmaya çalışırlar, darbeciliği
sola mal etmek hevesiyle. Oysa bizim ezenlerle öyle keskindir ki çelişkimiz ve
onların gizli açık zor aygıtları, derin ve sığ devletleri ile öyle göğüs göğüse
gelmişizdir ki kimi anlarda, baş edemedikleri yerde bedenlerimizi fiziken
ortadan kaldırmakta bulmuşlardır çareyi. Kanımızı dökmüşler, canımızı almışlardır.
O yüzden üzerimize yapıştırmaya çalıştıkları çamurun içinde durmadan
debelenmektedirler galiplerin borazanları. Velhasıl çamurdan bir korkumuz
yoktur.
“O” An
Son sözü, son
sözü söyleyecek olanlara bırakalım: tarihin öznelerine, ezilenlere, On’lara: “Onlar
ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar: korkak, cesur,
cahil, hakim ve çocukturlar…Uyup hainin iğvasına sancakları elden yere
düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice
mürtede hançer üşürürler ..ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve
şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın
kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.”7
Ve On’lar
kaderlerini bağlayıp “onların” kaderine “aşkın, özgürlüğün ve devrimin ölümsüz
tohumları olarak düştüler toprağa”8. Yer Kızıldere, bizi geleneğimize bağlayan
o an 30 Mart 1972’dir.
1 Walter
Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, s.42
2 Ibid. s.41
3 Ibid. s.41
4 Ibid. s.40
5 Ibid. s. 40
6 Mahir
Çayan’dan aktaran, Bitmeyen Yolculuk.
7 Nazım Hikmet
Ran
8 90’lı yılların
ortasında, İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü’nde açılan bir pankart.