Sömürgecilik :
Sömürge elde etmeyi, bir milletin diğer milletleri siyasi ve iktisadi"
hakimiyeti altına almayı öngören siyasi anlayış. Müstemlekecilik.
Sömürge
kelimesinin anlamı zamanla değişikliğe uğradı. Değişmeyen tek unsur, insanların
terkettikleri ülkeyle yerleştikleri ülke arasındaki coğrafi süreksizlik
düşüncesidir. Aslında, sömürgeleştirme amaç ve metotları büyük ölçüde
değişmiştir. Sayısız ve çeşitli yasalarda yer alan bu değişikliklerden burada
ancak bazı örnekler verilebilir.
Klasik ilkçağda
sömürge hep, birbirine bağlı bir göçmen topluluğunun az veya çok uzaktaki bir
toprak parçasına sahip çıkması biçiminde görüldü. Aslında sömürgeyi meydana
getiren insanların siyasi ve askeri kaygıları yoktu. Onların anayurdu
terketmeleri, verimli toprakları az olan Akdeniz ülkelerindeki nüfus artışından
doğacak tehlikeleri önlüyordu.
Oikistes (kurucu)
yönetimindeki bir göçmen topluluğu, «ana-site»den tamamıyla kopabilir ve
Delphoi kâhinine danıştıktan sonra, birtakım belirli dini törenlerle yeni bir
site kurabilirdi. Bu sömürgeleştirmenin ilham kaynağı Delphoi kâhiniydi.
Böylece kurulan site de, bundan sonra artık tamamıyla egemen ve bağımsız duruma
gelirdi.
X. yy. Yunan
sömürgeleri (Ege denizi adaları, Küçük Asya kıyıları) veya M.Ö. VIII. yy. ile
V. yy. arasında kurulan sömürgeler için de durum böyle olmuştur. İki devlet
arasında, çoğu zaman ancak soy birliği, ortak dini gelenekler ve dil gibi
duygusal bağlar devam eder ve bunlar çoğu zaman belli bir ticari, hattâ siyasi
dayanışma yaratmaya yeterdi. M.Ö. 814'e doğru Sur'luların kurduğu Kartaca gibi
birtakım Fenike sömürgelerinin gelişimi de böyle oldu. Başka durumlarda,
göçmenler anayurtlarına bağlı kalırlardı. O zaman da, sömürge, anayurdun bir
«ileri karakolu» durumunda olurdu.
Bu karakolun
amacı, isyan çıkaran veya askeri önem taşıyan stratejik bölgeleri gözetim
altında tutmak ve servet kaynaklarını değerlendirmekti. Eski Mısır'ın elde
ettiği Nübye topraklarının durumu da bu tipe bağlanabilir. Eski Mısır'ın Nil'in
kaynağına doğru yayılması, M.Ö. II. binyılda, daha Orta imparatorluk döneminde
başlamıştı. Nübye, Mısır'a köle, altın ve hayvan sürüleri sağladı.
Buna karşılık
Mısır'dan, Nübye'ye küçük memur, asker, tacir ve köylü toplulukları gitti.
Bunlar ikinci çağlayanın yukarısına, Semneh'in içerilerine kadar yerleştiler.
Böylece, Mısır'ın yerli halk üstündeki medenileştirici etkisi Beşinci
çağlayanın ötesine, M.Ö. VIII. yy.da Mısır'a bir hanedan yetiştirmiş olan Kuş
ülkesine kadar yayıldı.
Bunun en ünlü
örneklerine Yunan ve Roma tarihlerinde rastlanır: Yunan klerukhia'ları ve Roma
hukuku kolonileri (başlangıçta 300 yurttaş). Bu koloniler, önceleri deniz
sınırlarını savunmakla görevliydiler, ama daha sonraları municipium durumuna
geldiler.
Her iki durumda
da, zaptedilen topraklara, askeri görevle yerleştirilen kolonlar, bağlı
oldukları sitedeki yurttaşlık haklarını tamamıyla muhafaza ediyorlardı.
Böylece, Roma hukuku kolonileri, cumhuriyet döneminde, idari alanda kısmen
muhtar olmalarına rağmen (bir decemvir kurulunun yardımıyla çalışan bölgesel
duumvir idaresi), bir Roma yurttaşının bütün medeni ve siyasi haklarını
ellerinde tutarlardı: Jus connubii veya Romalı bir kadınla evlenmek hakkı; jus
commercii veya menkul ve gayrimenkul her çeşit mal ticareti yapmak ve bu
hakları adli makamlar tarafından da geçerli saydırtmak için legis actio
hakkından yararlanmak yetkisi ve jus suffragii veya oy hakkı; jus honorum veya
bütün yüksek görevlere seçilebilmek hakkı.
Bununla birlikte
başka sömürgeler, bir anayurdun otoritesi altında bulunmalarına rağmen,
anayurttaki yurt-taşlarıyla eşit haklara sahip değildiler. Roma,
sömürgelerinden başka, kara sınırlarını da savunmak amacıyla Latin hukuku
sömürgeleri de kurdu. Bu kolonilerde başlangıçta l 500 ilâ 6 000 Latin ve
müttefik vardı. Öbürleri gibi idari muhtariyete sahip olan (hattâ müttefik
toprağı bile sayılan) bu «Latin» sömürgeler, üyelerine kısıntılı bir yurttaşlık
hakkı veriyordu.
Bu hak, M.Ö. II.
yy. da, jus connubii (M.Ö. 268'de geri alındı) ve jus honorum dışında, Roma
yurttaşının bütün haklarını kapsıyordu. Toplam olarak, 46 Latin sömürgesi ile
Marius, Sezar ve Augustus'un kurdukları askeri nitelikteki sömürgelerle aynı
zamanda oluşturulan 200'ü aşkın Roma sömürgesi vardı. Bununla beraber, Roma
sömürgesi adı ve yasası, fahri bir unvan olarak da verilirdi.
Gerek Kartaca
sömürgelerinde, gerek Helenistik krallıklarına bağlı Yunan-Makedonya
sömürgelerinde, bir anayurtta sahip olunan hâkimiyet ve yurttaşlık haklarına
rastlanmazdı. Bu ikinci sömürgelerde «site» sözünün hiç bir anlamı kalmamıştı.
Kendi kaynaklarıyla yetinmeye çalışan Erken Ortaçağ derebeyliği (İskandinav
ülkeleri dışında) sömürge kurmaya elverişli değildi. Ama XI. yy.daki nüfus
artışları ve ticaretin gelişmesi ortaya yeni sömürge biçimlerinin çıkmasına yol
açtı.
XII. yy.ın sonuyla
XV. yy. arasına rastlayan bu dönemin en tipik kolonileri ile ticaret acentaları
arasında büyük bir benzerlik vardı. Akdeniz'de İtalyan (Pisalı, Cenovalı,
Venedikli) tacirleri, Baltık ve Kuzey Denizi ülkelerinde Alman Hansa birliğine
bağlı tacirler, alışveriş ettikleri hükümdarlardan, ya bir şehrin bütününde
(meselâ, Kırım'da Feodosiya'da Cenevizliler) veya yalnız bir semtinde (meselâ
İstanbul'da Beyoğlu [Pera] ve Galata veya Londra'nın küçük Steelyard mahallesi)
yerleşmek hakkını elde ettiler.
Bu şehir
imtiyazları ya bir (Magusa'nın Cenevizlilere, Bergen'in Lübeck'lilere) veya
birkaç (Don Kıyısında Tana) millete verilir ve bunlar, genel olarak bir sömürge
başkanının sorumluluğu altında geniş bir adli muhtariyete sahip olurlardı. Bu
«konsül»lerin yargılama yetkisi, çoğu zaman, ayrı kökenli tacirlere kadar
uzanıyordu. Bunlar, itibari yurttaş sayılıyor ve «konsül»lerin himayesinden
yararlanıyorlardı.
Bu konuyla ilgili
olarak dikkate değer bir olay da, XIX. yy. sonlarında buna benzer bir
teşkilâtlanma biçiminin Çin imparatorluğunda ortaya çıkmış olmasıdır. Çin'de
de, önce Avrupalılar, sonra Amerikalılarla Japonlar, kendilerine kira ile bütün
bir şehirle dolaylarının veya ülke dışı sayılması kabul edilen bir mahalle veya
semtin verilmesini sağladılar ve kendi yurttaşlarına tanıdıkları imtiyazları
yerlilere de tanıdılar.
Eski ticaret
sömürgeleri elde ettikleri güç sayesinde, çoğu zaman zayıf bir hükümdarı
etkiliyor ve onu adeta himayeleri altına alıyorlardı. Böylece, iktisadi
sömürgeleştirme, XIV. yy.da (Kıbrıs'a Ceneviz sızmasında olduğu gibi) gerçek
bir siyasi sömürgeleştirmeye yol açtı. Bazen de bu iki sömürgeleştirme biçimi
birlikte yürüyordu.
Meselâ, 1204'te
Venediklilerin entrikaları sonucu Bizans imparatorluğunun çöküşü Cenovalı ve
Venediklilere büyük ticari teşebbüs imkânları sağladı. Fief haline getirilen
veya tamamıyla bağımsız durumda olan topraklar, ya ilk bölüşmede ya da
Bizans'ın yeniden fethi sırasındaki pazarlıklar sonunda (deniz ticaretinin
güçlü bir koruyucu deniz gücü gerektirmesi dolayısıyla) sağlam birer ticari ve
stratejik üs oldu. Bu üslerde İtalyanlar daha büyük bir hareket serbestliğine
kavuştu.
Daha sonra da,
başlangıçtaki sömürge şehirlerin yerini, çıkarcı amaçlarla kurulan gerçek
sömürge devletleri aldı veya bu şehirlerin yanı sıra sömürge devletleri
kurulmaya başladı: Doğu Ege'de mali
şirketlerin yönetimindeki Ceneviz imparatorluğu ve özellikle gelişmesini XV.
yy.ın sonuna kadar sürdürerek o tarihte İstria'dan Kıbrıs'a kadar yayılan geniş
Venedik imparatorluğu. Bu güçlü deniz üsleri, doğrudan doğruya Venedik
hühûmetine bağlı topraklar (Methone ve Korone gibi Peloponnesos limanları,
Korfu gibi küçük veya Girit gibi büyük adalar) ve Venedikli patricius'ların
(Kyklades gibi) veya himaye altında olan birtakım kimselerin (Eğriboz'un
[Euboia] «tercier»leri gibi) ellerinde tuttukları fieflerden meydana geliyordu.
Bütün bu yerlerin
arasında, stratejik önemi ve Venediklilerin geniş çaptaki göçleri dolayısıyla,
Girit'in özel bir yeri vardı. Böyle bir yayılma ve anayurtla siyasi ve iktisadi
bağların sıkılığı, venedik sömürgeciliğinin bir özelliğidir, bu, daha sonraki
sömürgelerin başlangıcı olmuştur.
XVI. yy.ın
başından XX. yy.ın başına kadar sayıları gitgide artan Avrupa sömürgelerinin
hepsi de siyasi bakımdan bağımlı ve anayurt tarafından değerlendirilen
topraklardı. Ne var ki, bu sömürgelerin yeryüzünün çeşitli yerlerine yayılmış
olması birbirinden çok değişik ve karmaşık sömürü biçimleri gerektiriyor, her
birinin elde edilme yollarının değişik olması gibi sebepler de sömürgeler için
ortaya çeşitli yönetim yasaları çıkmasına yol açıyordu.
Ama, XVI. yy. ile
XVII. yy.ın başı arasındaki döneme rastlayan ilk sömürgecilik girişimlerinin
bir tek amacı vardı ve gerek kişilerin gerek hükümdarın zafer kazanması
biçiminde özetlenebilecek olan bu ana amacın yanı sıra, Hıristiyanlığı yayma
çabalarının da en az servet peşinde koşmak kadar büyük bir rol oynadığı
sanılır. İşte bundan ötürü, sömürgelere önceleri, anayurdun, benimseyip
kendisine mal etmesi gereken birer uzantısı gözüyle bakıldı.
Gerçekte bu teorik
görüş, bazı güçlüklerle ve en başta uzaklık meselesiyle karşılaştı. Avrupa
krallıkları, bazı maceralı teşebbüsleri birtakım özel kişilere bırakmak
zorunluluğunu duyuyorlardı. Ama bu işler, kişilerin tek başlarına yapacakları
teşebbüsler değildi. Onun için hükümdarlar, onları ya derebeylik ilişkileri
çerçevesi içinde veya birtakım imtiyazlarla desteklenen dernekler halinde
birleşmeye teşvik ettiler.
Bu konuda öncü
olan Portekizlilerle İspanyollar, XVI. yy.m başında, Amerika'daki
sömürgelerinde bu feodal formülü geniş ölçüde kullandılar: meselâ, görevleri
babadan oğula geçen Portekizli kumandanlar, İspanyol «encomienderos»lar için
durum böyleydi. Madenlerin ve toprakların işletilebilmesi için geniş alanlar
üstünde gerekli nüfuzu ancak bir avuç fatih bu şekilde sağlayabilirdi.
Derebeylerin rahat
durmasını ve kargaşalık çıkarmalarını önlemek için, monarşiler anayurttaki
yönetim sistemine benzer bir sistemi sömürgelerde de kurmayı ve sömürge
fatihlerini kesin bir kademeleşmeye zorlayarak bu sistemle bağlamayı
tasarlamışlardır; bu kuruluşun başına çeşitli krallık temsilcileri (genel
valiler, corregimientos'lar, yargıçlar, «audencias» sorumluları) getirilecek,
bu temsilciler de Consejo de Las İndias'ın yüksek denetimi altında
bulundurulacaktı.
Ayrıca, bütün
İspanya sömürge ticareti, önceleri Sevilla'nın, sonraları da Casa de
Contratacion'un merkezi olan Cadiz'in onayı ile yapılıyordu. Bu da, imtiyazlara
ve tekellere alabildiğine yer verilen bir dönemde olağan sayılabilecek
yükümlülüklerin çerçevesini bir hayli aşıyordu. Bu durumda sömürge ticaretinin
böylesine bir baskı altında bulundurulması ve fatih sınıfının hor gördüğü yerli
halkı böylesine sömürmesi, Katolik kralların besledikleri benimseme ve kaynaşma
umutlarının birer hayal olmaktan öteye gidememesi demekti; ayrıca merkezileşme
de İspanyol Amerikasının derebeyliğe dönüşmesini önleyemedi.
Fransızlar,
İngilizler ve Hollandalılar işleri gördürmek için, daha çok imtiyazlı
şirket'lere başvuruyorlardı. Bu şirketler, belirli ticari imtiyazlar
karşılığında sömürge yerleşmesinin (kolonların yerleştirilmesi, toprağın
değerlendirilmesi, savunması ve hattâ hükümetin denetimi altında sömürgenin
yönetilmesi) bütün masraflarını yükleniyordu. Çoğu zaman, hele ilk dönemlerde
masraf kazancı kat kat aşıyor; bu da işe para yatıranların hoşnutsuzluğuna
sebep oluyordu; Fransızlar uzun süre güvensizlikten kurtulamadılar, bu yüzden
de Fransızların işlettiği şirketlerin büyük bir kısmı çeşitli buhranlara düştü
ve hiç değilse Amerika'da sömürgenin doğrudan doğruya anavatan tarafından
yönetimine yol açtı (1674).
Esasta hepsi de
aynı kanunla yönetilen sömürgelerde kanunların uygulanması her sömürgenin
bünyesine göre değişirdi. Tropikal sömürgeler (özellikle Antiller) büyük
çiftliklerin şekerkamışı, tütün, çivit, kahve, pamuk) ağır bastığı bölgeler
oldukları için doğrudan doğruya sömürge paktına göre yönetilirler, bu yönetimle
çiftlik sahiplerinin meydana getirdiği aristokrasi de çoğu başarısızlıkla
sonuçlanan birtakım tepkilere yol açardı.
Kuzey Amerika'daki
tropikal olmayan sömürgeler ise ayrı bir toplum bünyesine sahip oldukları ve iktisadi
bir görevleri bulunduğu için büsbütün başka bir yönde geliştiler. Birer besin
ve strateji üssü olan, Antiller'deki zenginliğin korunmasını sağlayacak bir
çeşit insan deposu sayılan bu sömürgeler, yerli halkın çok az ve dağınık
olması, ayrıca da anayurttan memnun kalmayan veya anayurtta kalması istenmeyen
kişilerin sığınmalarına elverişli bir uzaklıkta bulunmaları yüzünden beyazların
yerleşmeleri için çok uygun düşen yerlerdi.
Kanada'da
sömürgenin kalkınmasında şart olan köylü sınıfını yerleştirebilmek ve orada
tutabilmek için Fransızlar derebeylik düzenini uygulamaya başladılar ve bu
düzen çerçevesinde soylulara «sömürge işletmeciliği» görevi düştü. Birtakım
İngiliz sömürgelerinde de aynı metot uygulandı. Ne var ki, Yeni İngiltere veya Pennsylvania gibi en
canlı hareketli sömürgelerde derebeylik düzeniyle bağdaşmayacak bireyci
cemaatler kısa zamanda duruma hâkim oldu; bu cemaatler İngiliz geleneklerinin
getirdiği temel hüviyetlere sıkı sıkıya bağlı olmakla kalmıyor, zaman zaman
demokrasiyi bile örnek almaya kalkışıyorlardı.
Dolayısıyla bu
sömürgelere, anayurt geleneğine uygun olarak, şirket veya kral temsilcisinin
denetimi altında mahalli bir yönetim bulmalarına imkân sağlayacak beratlar
verildi. XVIII. yy.da Londra'nın baskısına ve imparatorluk buyrultularına karşı
direnmeye geçen ve bağımsızlık hareketini başlatanlar, bu topluluklardır.
İmtiyazlı
şirketler sistemi, XIX. yy.da yürürlükten kalkan sömürge paktından sonra da
devam etti, fakat her türlü tekele karşı çıkan liberalizmin getirdiği yeni
görüşlere de uymak zorunda kaldı. Bu zorunluluğun başlıca sonuçlarından biri
eski imtiyazların büyük ölçüde kısılması oldu. Ne var ki, siyasi kısıntılar
çoğu zaman sadece sözde kalıyordu.
Bu kısıntıları
uygulamayan ve hesaba katmayanlar arasında, çeşitli Alman sömürge şirketleri,
İnsulinde'deki Hollanda ticaret şirketi, özellikle de daha 1885'te hâkim bir
devlet durumuna geçen Kongo'daki Afrika Milletlerarası birliği sayılabilir.
Liberal kısıtlamalar İngilizler tarafından çok daha erken bir dönemde uygulandı
ve İngilizler, Hindistan şirketinin siyasi iflasına rağmen (1858), bu
uygulamaya yüzyılın sonuna kadar bağlı kaldılar (Nigerya, Güney Afrika
şirketleri, İBEA v.b.).
Bununla birlikte,
sömürgeci devletler, XIX. yy.da, kimi zaman fethedilen ülkelere kesinlikle
elkoyarak, kimi zaman mahalli hükümdarlara himaye statüsünü kabul ettirerek sömürgelerin içişlerine daha
sık karışmaya başladılar. Eski kolonilerde gelişme çoğu zaman bir birleşme ve
kaynaşma yönünde oldu; 1852'den itibaren Portekizliler, 1870'ten sonra da
İspanyollar bu yolu benimsediler.
Fransızlar ise
uzun süre kesin bir karar alamadılar; gerçi eski Fransız sömürge
imparatorluğunun kalıntılarında anayurttakilere benzer yönetim ve hukuk
kurumları yürürlükte idi, fakat sömürge halkına hiç bir zaman anayurt halkına
tanınan haklar tam bir eşitlik içinde verilmemişti; kaynaşmanın gerçekleşebilmesi,
eşit hakların tanınması ancak XX. yy.ın ortalarına doğru yapılan reformlarla
gerçekleşti.
Yeni sömürgeler
genellikle çok daha otoriter ve baskıcı bir vesayet altında tutuluyordu;
Hollandalılarla İngilizler «krallık sömürgesi» statüsünden çıkabilecek kadar
gelişmemiş bazı eski sömürgelerde de bu baskı sistemini uygulamaya devam
ettiler. Bu sömürgelerde bütün yönetim genel valinin ve anayurttan gelen ve
sadece kendi bakanlıklarına karşı sorumlu olan vali temsilcilerinin elindeydi
(«Colonial Office», Fransa'da 1897'de kurulan Sömürgeler bakanlığı v.d.);
sömürgecilikte dolaysız yönetim veya doğrudan doğruya yönetim diye adlandırılan
sistem budur.
Bununla birlikte,
yerli bir yönetim teşkilâtının bulunduğu sömürgelerde bu teşkilât bazen, fakat
sadece alt kademelerde muhafaza edilebiliyordu (Fransız Çinhindi, Britanya
Hindistanı'nın ilhak edilen bölümü). Fakat sömürgeci devletin bazen kendi
himayesini («protektora») kabul
ettirmekle yetindiği de olur. Bu durumda sömürgeci devlet dolaylı yönetim'i
uygular, yerli yönetim ve hukuk teşkilâtını bütün kademeleriyle muhafaza eder.
Fakat teşkilâtın
her kademesinde dışişleri bakanlığına bağlı kendi temsilcilerini bulundurur. Bu
temsilciler himaye edilen devletin dış ilişkilerini denetlemekle
yetinebilirler; fakat tavsiyeleri (bu tavsiyeler birer emir niteliğindedir)
çoğu zaman ülkenin iç gelişmesine de yönverecek tavsiyeler olduğu için, dolaylı
yönetim'le dolaysız yönetim arasındaki farkı ortaya koymak her zaman kolay
değildir.
Avrupalı kolon
sayısının önemli bir yekûn tuttuğu sömürgelerde otoriter bir yönetim uygulamak
çok zordur; bu gibi sömürgelerde, oraya yerleşmiş Avrupalılar, anayurttaki
vatandaşlarının bütün haklarından eşit olarak yararlanmak isterler. Fransa'nın
Cezayir'e öbür sömürgelerden apayrı bir statü tanıması (1870) bu yüzdendir.
Avrupalıların ağır
bastığı denizaşırı sömürgelerin çoğu İngiliz imparatorluğu çerçevesindedir; bu
sömürgeler için Londra, İngiliz parlamento geleneğine uygun düşen muhtariyet
(«self-government») sistemini benimsemektedir. Daha XIX. yy.ın ikinci yarısında
Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda sömürgelerinde temsilci
meclisleri kurulmuştu; seçimle işbaşına gelen bu temsilciler, ülkenin tek
hakimi olmakta devam eden
genel valinin yardımcısı durumundaydı.
Sonra zamanla
meclislere karşı sorumlu hükümetler ortaya çıktı ve genel vali sadece bir
hükümdarın temsilcisi olarak kaldı. Bu gibi parlamento kurumlarına, ancak tam
bir devlet kurabilecek nitelikte görülen sömürge federasyonlarında izin
veriliyordu; bu şekilde özerkliğe kavuşan devletlerin ilki Kanada
konfederasyonudur (1867).
Hukuki gelişmeden
de anlaşılacağı üzere, XIX. yy.ın sonunda ve XX. yy.ın başında iskân
sömürgeleri ile işletme sömürgeleri arasında günden güne artan bir fark ortaya
çıktı. Sadece statüleri değil, anayurdun müdahale nisbeti, sosyal gelişme ve
değerlendirme teşkilâtı da bu sömürgeleri birbirinden ayırıyordu. İskân
sömürgelerinde Avrupa'daki sosyal yapıya benzer bir yapının belirlendiği,
iktisadın da günden güne çeşitlendiği görüldü; öteki sömürgeler ise, yani
işletme sömürgeleri anayurdun kaynaklarını tamamlayacak madeni veya nebati ilk
maddeleri üretmeye devam ettiler.
İngilizlerin
muhtariyet sistemiyle beklenmedik bir başarıya ulaşmaları bu sistemin
esnekleştirilmesine, genişletilmesine ve tam bir bağımsızlığa kadar
götürülmesine yol açtı.
Günümüzde, tarihe
karışmak üzere olan sömürge statüsü yerini çeşitli bağımsızlık veya geniş
muhtariyet biçimlerine bırakmakta (Commonwealth), sömürge kavramının yerini de
gelişmemiş ülkelere yardım fikri almaktadır.