Sevgimiz kirlenmedi ama atölyemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir.
» Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın.
» Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır.
» Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki, sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın.
Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve , bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Her şey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığınızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı.
Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saygılarımla...
PINAR SELEK