‘Hiç kimsenin altından kalkamayacağı bir günah’
ZEYNEP KURAY -ANF
BİRAND: “ÖCALAN KÜRTLERE KİMLİKLERİNİ VERDİ”
Mehmet Ali Birand: “İster Türk, ister Kamboçyalı gazeteci olsun, herhangi bir gazeteci için son derece önemliydi Öcalan ile söyleşi. Şimdi de önemli. Ben de onu yaptım. Gazeteci olarak gittim ve görüşmeyi yaptım, ancak başıma gelmeyen kalmadı. Çünkü öyle bir devlet anlayışı vardı ki, bu söyleşiyi yapmakla sanki Öcalan’ı ben yaratmışım gibi, Türkiye’ye ben hediye etmişim gibi bir muameleyle karşı karşıya kaldım. Sırf Abdullah Öcalan’ın Galatasaray takımını tuttuğunu ve güvercin beslediğini yazdığım için, ‘terör örgütünü övmekten’ hakkımda 15 yıl cezaya varan mahkeme açılmıştı. TRT yolsuzluğu dahil olmak üzere, bunun içine katılmıştı. O günkü Abdullah Öcalan ve bugünkü Abdullah Öcalan arasında pek bir fark yoktu. Yine bağımsızlıktan söz ediyordu ama gerçekte Türkiye’nin içinde kalmayı, Türkiye’nin bütün nimetlerinden yararlanmayı daha çok yeğliyordu. Öcalan çok şey değiştirdi. Kürt sorununu şöyle bir izleyenler Öcalan’ın Kürt sorununu bayrak yaptığını ve Kürtlere kendi kimliklerini verdiğini görürler. Türk medyası genelde Kürt sorununa çok Fransız kaldı, çok Türk kaldı.”
“‘BEBEK KATİLİ’ DEMEM İÇİN DEFALARCA UYARDILAR”
Mehmet Güç, Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde Mudanya’dan haberi sunduğu sırada haber merkezinden kendisine sürekli uyarılar yapıldığını belirterek, “1999 yılında Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, İmralı’ya götürüldüğü dönemde Mudanya’dan yayın yapan ve gelişmeleri kamuoyuna aktaran onlarca gazeteciden biri de bendim. Mudanya iskelesinden yapılan o ilk günkü yayınlar sırasında yayın kulaklığından ısrarla Öcalan ile ilgili bazı sıfatlar kullanmam uyarısı yapılıyordu. Öcalan’ı ‘bebek katili’, ‘terörist’ olarak sunmam ile ilgili sürekli yoğun bir uyarı yapılıyordu” dedi. Aynı şekilde asker cenazelerinin de infial yaratacak biçimde verilmesi konusunda büyük bir baskının mevcut olduğunu ifade eden Güç, “Şehit cenazelerinin dramatik müzikler eşliğinde, kısa ama çok etkili, güçlü duyarlılık yaratan ve toplumda neredeyse infial yaratabilecek biçimde verilmesi bu gerekçelerle başladı” dedi.
1990’lı yıllarda Bölgede köyleri zorla boşaltılarak, illere taşınmak zorunda kalan birçok insan olduğunu hatırlatan Güç, “Biz de röportajlar yaptık, ama o insanların aktardıklarını, yaşadıklarını gerçek haliyle topluma aktarabildiğimizi söylemek çok zor. Keşke 90’lı yıllar boyunca bunlar gerçek haliyle aktarılsaydı da toplum yeterli duyarlılığa o dönemde ulaşmış olsaydı” diye konuştu.
BEYAZ BEZE KURŞUN YAĞDIRDILAR
Dönemin Diyarbakır Hürriyet ve Doğan Haber Ajansı Muhabiri Faruk Balıkçı : “1990’lı yıllarda Cizre, Newroz’un merkez yeriydi. Avrupa’dan ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gazeteciler Newroz’u izlemeye gelmişti. Yıl 1992’ydi. Otel’de kalıyorduk. Newroz günü çok büyük olaylar yaşandı. Ertesi gün ayın 22’sinde sanki fiili bir sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti, biz o sırada oteldeydik. Birden bir çocuğun bağırış sesi geldi. O feryat dikkatimizi çekti ve o sese doğru gitmeye karar verdik. Birçok gazeteci gelmedi, biz 10 kişi sesin geldiği yöne doğru ilerledik. Sokağa girer girmez tugayın bulunduğu yönden üzerimize ateş açılmaya başlandı. Biz kendimizi yere attık ve en yakında bulunan eve sığındık. Ne yapalım ne edelim diye düşünürken, bazı arkadaşlar beyaz bayrak yapıp, dışarıya çıkabileceğimizi söylediler. Ben beyaz bayrak dinlemeyeceklerini, en iyisi karanlık çöktükten sonra çıkmamızı önerdim ancak beyaz bayrakla çıkma fikri galip geldi. Beyaz bez bağladığımız üç çubukla dışarıya çıktık. Bir bayrağı ben, bir tanesini Sabah Gazetesi Muhabiri İzzet Kezer, bir tanesini de Alman bir muhabir taşıyordu. Bize ilk ateş açıldığı noktaya geldiğimizde bu kez üzerimize yine aynı askeri tugaydan bu kez daha da seri bir biçimde ateş açılmaya başlandı. Korkunç bir ateşti. Birden kendimizi en yakın bulunan kapı altlarına attık. Geriye bir an dönüp baktığımızda İzzet Kezer kanlar içersinde yerde yatıyordu. Mermi kafasına isabet etmişti, yerde beyni dağılmıştı.”
KÖY YAKAN ASKERLER: “BU DA SİZİN NEWROZUNUZ”
1994 yılında Dicle ilçesine bağlı Kelekçi köyünde tanık olduğu yakma olayını anlatan Balıkçı şunları aktarıyor:
“21 Mart 1994’te Dicle’ye bağlı Kelekçi köyünün askerlerce boşaltıldığı haberi geldi. Ben iki gün sonra ancak köye gittiğimde halen yanmış olan evlerden dumanlar tütüyordu. Orada köylülerle konuştuğumda 21 Mart’ta gelen askerlerin evlerin üzerine bir tür toz atarak, ‘İşte bu da sizin Newrozunuz’ diyerek, evleri yakmaya başladıklarını anlatıyorlardı. İçerdeki eşyaları almaya bile müsaade etmediklerini belirten köylülerden bazıları birkaç eşya kurtarabilmenin sevinci içindeydi. Ama benim esas unutamayacağım manzara, orada çok yaşlı, 80 yaşındaki aksakallı bir dedenin feryadıydı. Dede sanki o ateşi söndürebilecekmiş gibi hala elindeki sürahiyle dumanlara su döküp duruyordu. Ancak mümkün değildi. Ateşin sönmediğini görerek evinin karşısındaki bir duvara sırtını dayayarak, birden öyle bir eyvah çekti ki ağlayarak, çok etkilendim. Bir de küçük bir kız vardı, radyosunu elinden hiç bırakmıyordu. Hepsinin bir at arabasına binerek öylece yanan köylerinden göç edişlerini çektik.”
“CESET KOKUSUNDAN İLERLEYEMİYORDUK”
Sabah Gazetesi bölge muhabiri Ramazan İmral: “1992 yılında Şırnak üç gün boyunca bombalar altında kaldı. Bizim yurt haber müdürü de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın bölgeyi ziyaret edeceğini ve benim gidip onu görüntülememi istedi. HEP Şırnak Milletvekili Selim Sadak ile birlikte Şırnak’a girdik. Bugün Amerikan filmlerinde dahi olmayacak bir manzarayla karşılaştık. Sokaklar insan ve hayvan cesetleriyle doluydu. Tankların, topların sürekli dolaştığı bölgede, yıkılmayan, kurşunlanmayan tek bir bina kalmamıştı. Tam bir cehennem gibiydi. Bir gazeteci olarak fotoğraf çekmekten artık ellerim titremeye başlamıştı bu manzara karşısında. İnsan cesetlerinden ve hayvan leşlerinden gelen kokudan yürüyemiyorduk. Yerde 15 ceset vardı. Araçların zor girdiği bu bölgeye Sadak ile girdik ve fotoğraf çekmek istediğimde komiser yanımıza yaklaşarak, Selim Sadak’ın kulağına , ‘Şu anda size karşı bir komplo hazırlanmış. Sizi vuracaklar, iyi niyetle söylüyorum Şırnak’ı terk edin’ diye uyardı. Biz de bu uyarıdan sonra Şırnak’ı terk ettik.”
‘İŞKENCEYİ NİYE ÇEKTİN’ İŞKENCESİ
Birkaç gün sonra Turgut Özal geldiği için fotoğraf çekmek üzere tekrar Şırnak’a gitmek üzere görevlendirildiğini ifade eden Ramazan İmral, şöyle devam ediyor:
“Sabah erkenden Şırnak’a girdim, bir baktım ki 23’üncü Tümen Komutanlığı’nın yaklaşık yüz metre ötesinde, bir insanın elleri bağlanmış, zırhı askeri aracın arkasına bağlanmış sürükleniyor. Ben hemen fotoğraf çektim ancak birileri benim fotoğraf çektiğimi söylemiş olmalı ki, tam Cumhurbaşkanı Turgut Özal geldiğinde bir baktım ki arkamdan gelen özel timler arasından bir tanesi bana el hareketi yaparak, ‘Gel hele buraya’ dedi. Ben de ‘Ne istiyorsunuz’ diye sorduğumda, ‘Seninle işimiz var’ deyince korkmaya başladım. Turgut Özal’ın yanına yaklaşarak, kendisine özel timlerin beni almaya geldiklerini, beni öldüreceklerini söylediğimde bana hangi gazeteden olduğumu sorarak yanında bulunan Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e, ‘Gazeteciye sahip çık’ dedi. Güreş de, ‘tamam’ dedi. Cumhurbaşkanı Özal gittiğinde orada bulunan Anadolu Ajansı muhabirine beni arabasına alması için yalvardım, beni öldüreceklerini söyledim ancak arabasına almadan çekip gitti. Özel Harekat timleri beni yakaladılar ve Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Artık dipçiklerle, tekmelerle beni öyle bir hale soktular ki, ben kendimi kaybetmişim. Ondan sonra ölü diye çöplüğe attılar.”
İNSANLIK SÜRÜKLENİYOR!
Özgür Gündem’de bir dönem çalışmış Merdan Yanardağ , Ramazan İmral’ın aktardığı bu olayı nasıl manşete taşıdıklarını şöyle anlatıyor:
“ ‘İnsanlık sürükleniyor’ diye bir manşetimiz olmuştu çok büyük yankı uyandıran. O dönem ben hazırlamıştım birinci sayfayı. Akli dengesi bozuk bir kişiyi PKK’li sanarak ayağına bir çelik halat bağlayıp zırhlı bir araçla sürüklemişler uzun bir süre. Ramazan İmral bu olayı fotoğraflamıştı. Ancak Sabah gazetesi bu fotoğrafı yayınlamamış. Bunun üzerine fotoğrafı bizim gazeteye getirdi. Fotoğrafa baktığımda çok ciddiydi ve muhabir bölgedeki itirafçılar ve kontrgerilladan ciddi tehditler almıştı. Can güvenliği olmadığı için onu otele yerleştirmiştik. Bir anlamda koruma altına almıştık. Araştırdığımızda olayın gerçek olduğunu gördük. Daha sonra tam sayfa olarak “İnsanlık sürükleniyor” diye manşetten verdik. Avrupa ayağa kalktı. Almanya, Türkiye’ye nota verdi ve zıhlı araçların amacı dışında kullanıldığı için satışını durdurdu. Hatta o dönem Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi, Almanya Dışişleri Bakanlığı’na davet edilmişti ve bakanın masasında Özgür Gündem gazetesi duruyormuş. Bu rezaletin ne olduğunu sormuşlar kendisine.”
“KÜRTLERİ 10 BİN 10 BİN İMHA EDECEKSİN”
Ece Temelkuran ’ın tanıklığı ordunun Kürt halkına yönelik düşüncelerini açıkça gözler önüne seriyor. Temelkuran, 1995 yılında başından geçenleri şöyle anlatıyor:
“Bir gün Milliyet gazetesinden birkaç köşe yazarı olarak Muş’tan yola çıktık. Birden önümüz askerler tarafından kesildi. Tedirgin olduk ne oluyor diye. Şoför camı açtı. Asker komutanın bizi çaya davet ettiğini emir verir bir şekilde söyledi. Biz komutanın bulunduğu yere geldiğimizde bize o yıllar içersinde biriktirdiği ‘engin’ bilgilerini ve daha da fenası olağanüstü ‘dahiyane’ fikirlerini anlattı. Bu fikirlerden en önemlisi ve en ‘dahiyane’ olanı şuydu: ‘Bütün Kürtleri toplayacaksın stadyuma, 10 bin 10 bin imha edeceksin’.”
1993 yılında yaşadığı başka bir şeyin kendisini en çok etkileyen olay olduğunu belirten Temelkuran, şunları aktarıyor:
“1993, çocukların polislere taş atmasıyla başlayan süreçti. O gün Türkiye tarihinde ilk defa ‘çocuk teröristlerle’ tanışmış olduk. Gazetecilerin haberleri çok korkunç bir biçimde verildi tabii her zamanki gibi. Ben Bölgeye gittim Diyarbakır’da çocuklarla görüşmeye. En az yüze yakın çocuğun kimisinin gözü morarmış, kimisinin kolu kırılmış, hepsinin her bir yanı yaralıydı ve onların anlatımlarını, yüz ifadelerini hiç unutamayacağım. Çocukları bir stadyuma doldurmuşlar ve Latin Amerika’da tüm darbelerde olduğu gibi hepsinin üzerinde özel timciler dolaşmıştı. Çocukların içersinden bir tanesi okul birincisiydi. Onunla özel olarak konuştum. O gün sadece gazete almaya çıkmıştı ve elleri tozlu olduğu için polisler onun taş attığını zannedip içeriye almışlardı. Sonradan öğrendim ki çok küçük yaştaki, 6-7 yaşlarındaki çocuklar gözaltına alınamayacağı için, polis araçlarına bindirilip iki, üç saat dövülüp sokağın bir kenarına atılmıştı. Gazetecilik hayatımda çok kötü şeyler gördüm, kötü şeylerle ilgili haber yaptım ama bu en kötüsüydü. Bir Kürt çocuğunun beyninden çıkartılan gaz bombası mermisini izledim.”
NEWALA KASABA’YA ATILAN CESETLER
Günay Aslan , Kasaplar Deresi’ndeki vahşeti ortaya çıkartan gazeteciydi. Bugün yurtdışında bulunan Aslan, toplu mezar vahşetini ve buradaki siyaset-ordu işbirliğini şöyle anlatıyor:
“8 Ocak 1989 günü Kasaplar Deresi’ne gittim. Aynı gün Kasaplar deresine atılmış insanların yakınlarıyla söyleşiler yaptım. İşkence edildikten sonra dereye atılan insanlardan söz ediyorlardı. Bir babayla konuştum. İki oğlu Kasaplar Deresine atılmıştı. Belgeleri toplayarak Diyarbakır OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu ile görüştüm. Kozakçıoğlu üç kişinin dereye atılmış olduğunu kabul etti. Ardından şunu ekledi, ‘Ben görevim gereği ölü teröristler ya da ölü ele geçirilmiş teröristlerin herhangi biriyle ilgilenmem.’ Fakat bu olayın kendisine intikal ettiğini, bir Suriye uyruklu ve iki TC uyruklu kişinin orada gömülü olduğunu öğrendiğini ve gereken talimatı vererek çıkarttığını söyledi. Kendisine bir liste sundum. Dereye atılanların sayısının yüzleri bulduğunu, sadece çatışmada ölü ele geçirilenlerin değil, aynı zamanda işkence sonucu katledilmiş insanların da oraya atıldığını söyledim. Kozakçıoğlu, böyle bir şeyin olamayacağını, ancak yine de bu konuda araştırma yapacağını, savcılığa talimat vereceğini söyledi. Sonra, Siirt Savcılığı’na müracaat ettim. Savcı çok sinirliydi, bana, ‘Adam atarken bana mı soruyorlar? Şimdi de sizi bana mı gönderdiler?” dedi. Başvuru almak istemedi. Daha sonra Siirt Valisiyle görüştüm, dilekçemi mecburen aldı. İfademe başvurdu, görgü tanıklarının anlattıklarını kısaca savcılığa aktardım. Savcı işlem yapılacağını söyledi ve beni gönderdi. Haber bir hafta sonra yayınlanınca uluslararası yankı buldu ve parlamentoya yansıdı. Diyarbakır SHP Milletvekili Fuat Atalay ve Kars Milletvekili Mahmut Alınak konuyu gündeme getirip, İçişleri Bakanı’na önerge verseler de cevap gelmedi. Fakat Reuters, BBC, ARD ve CNN de bu olayı takip ettiği için konu ister istemez gündem maddesi haline geldi.
KÖYLÜLERE DIŞKI YEDİRİLDİ
O dönem Cumhuriyet Gazetesi muhabiri olan Celal Başlangıç yaşanan sansürü şöyle anlatıyor:
“İdil’de Erdal Bey İnönü’nün konvoyunu durdurdular. Bu arada bir köylü yanıma geldi ve kendilerine asker tarafından dışkı yedirildiğini söyledi. Daha sonra söz konusu Yeşilyurt köyüne gittim. Köylülerle konuşup savcılığa yapmış oldukları başvuruları aldım. O zaman, kafamdan geçen tek soru, acaba gazete bunu koyar mı, koysa keser miydi? O zamanlar bu tür olaylara Cumhuriyet gazetesi en geniş yer veren gazetedeydi, öbürleri ne yazık ki bunun çok gerisinde olmasına rağmen yine de bu soru işaretiyle gazeteye gitmiştim. “Münferit bir işkence hikayesi” başlığını attığım haberimde dışkı yedirme olayını yazmıştım, ama haberin içine saklamıştım. Fakat tabii ki editör arkadaşlar hemen bunu yakalamışlar ve haberden çıkarmışlardı. Ertesi gün haber çıktı ancak dışkı yedirme hikayesi sansürlenmişti. İstifaya kalkıştım. Hasan Cemal bana köye bir kez daha girersem bu kez haberi manşet yapacağını söyledi. Asker kuşatması, tehdit altında, gelmeyin öldürecekler demelerine rağmen yine köye gittim ve haber Cumhuriyet’e manşet oldu.”
SANSÜR HER YERDE!
Kürdistan’da bu vahşet yaşanırken bazı sosyalist gazetelerde bile yaşanan otosansür, bir dönem Evrensel gazetesinde çalışmış Müjgan Halis ’in tanıklığıyla ortaya çıkıyor. Halis 1990’lı yılları şöyle anlatıyor:
“Evrensel’in sosyalist bir gelenekten geldiği için Kürt sorunu hakkında daha farklı bir tavır almasını bekliyorduk. Fakat o zaman, Evrensel beni çok şaşırtan bir yayın çizgisine sahipti. Hiç unutmuyorum, 1995 senesinde Dersim’deki köy yakmalarla ilgili bir grup gazeteci olarak İHD’den bir heyetle gitmiştik. Dönüşte “Dersim Dersim” diye bir yazı dizisi hazırladım. Köyleri yakılan insanların duygularını aktaran bir yazı dizisiydi. Kürt meselesine yönelik ciddi bir otosansür olduğunu ilk o zaman fark ettim. Yazım birkaç kez editoryal sansürden geçti ve Kürtlerden yana olan bütün cümlelerim birkaç kez okundu. Mesele Kürt meselesi olduğunda kendisine solcu, sosyalist diyen insanların da merkez medyadan farklı tavır alamadığını fark ettim. Daha sonra aynı şekilde birçok haberim sansüre maruz kaldı. Bana, ‘Git o zaman Özgür Gündem’de çalış’ dediler. Evrensel’den ayrılıp Radikal’e geçtim ancak orada da aynı sansürle yüz yüze geldim. Zaten sonunda işten atıldım.”
BİR OLAY, İKİ MUHABİR, İKİ AYRI BAŞLIK
Bir de madalyonun öbür tarafında yer alan gazeteciler vardı. Onlar Kürdistan’da devlet tarafından uygulanan vahşeti kamuoyuna duyurmak için çok ağır bedeller ödediler. Özgür Gündem gazetesi muhabirleri kurşunlandı, gazeteleri bombalandı, defalarca tehdit edildiler ama hiçbir zaman vazgeçmediler. Dönemin Özgür Gündem gazetesi muhabirlerinin anlatımları:
Dönemin Özgür Gündem muhabiri Adil Harmancı da yaşanan başka bir olayı şöyle anlatıyor:
“1993 Ekim ayıydı. Gazeteciliğimin ilk haftasında Muş’un Vartinis İlçesinde bir olay meydana geldi. İHD Van Şube Başkanı ile birlikte Vartinis’e gittik. Orada korkunç bir katliam işlenmişti. Sadece insanlar değil, hayvanlar da öldürülmüştü. Öğüt isimli bir aileden 9 kişi öldürülmüştü. Evler tamamen yakılmıştı. Öğüt ailesinden 11 yaşındaki bir çocuk aile bireyleri tarafından pencereden atılıp kurtarılmak istenirken, evin önünde nöbet tutan özel timler tarafından kurşun yağmuruna tutulmuştu. O da diğer 8 kişiyle birlikte yanan evde yaşamını yitirmişti. Ben ve Sabah gazetesinden bir muhabir vardı olay yerinde. Bana anlatılanların aynısı o muhabire de anlatılmıştı, ancak ertesi gün Sabah gazetesinin manşetinde “PKK 7’si çocuk 9 kişiyi yaktı” diye çıkmıştı.”
HALİT GÜNGER’İ VURDULAR
Ahmet Sümbül: “Şubat ayının ortasında Jitem ve Kontrgerilla cinayetlerine ilişkin geniş bir dosya hazırlamıştık. Haber yayınlandıktan sonra, büromuza epeyce tehdit telefonu gelmeye başlamıştı. ‘Büronuzu bombalayacağız, sizi öldüreceğiz’ gibi tehditlerdi. Ancak biz tehditlere alıştığımız için pek aldırmadık. 18 Şubat akşamı ben ve Halit Günger büroda çalışıyorduk. Halam beni arayıp düğüne çağırdı. Halit’e bir uğrayıp geri döneceğimi söyledim. Akşam saatlerinde kimliği belirsiz 3 veya 4 kişi büroya girip Halit Günger’i ensesinden tek kurşunla öldürdüler. Ben halamın orada gözaltına alındım, ancak orada olduğumu Halit’ten başka kimse bilmiyordu. Beni Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Burada sordukları tek şey, ‘Halit’i sen mi öldürdün?’dü. Kaba dayak ve hakaretlere maruz kaldım. Israrla Halit’i öldürdüğümü itiraf etmemi istiyorlardı. Beni orada çırılçıplak soyarak üzerime kanlı bir işçi tulumu giydirip hücreye attılar.”
Ahmet Akkaya : “Özgür Gündem çıkmaya başladıktan 15 gün sonra Hafız Akdeniz, Yahya Orhan ve Musa Anter vuruldu. Bu cinayetler arka arkaya geldi, ayda 1 veya 2 ölüm oluyordu. Ardından sadece yazarlar, muhabirler değil gazete dağıtıcıları ve gazeteyi satan bayiler de hedefteydi. Cinayetler kitleselleşmişti. Artık bu gazetede çalışanlar için olağan bir durum haline geldi. Tabii ki her cinayet sonrası öfkeniyorlardı, ancak bunu mücadelenin bir parçası olarak da görüyorlardı. Hiç biri bu nedenle gazeteyi bırakıp gitmedi.”
Belgesel Ece Temelkuran’ın şu sözleriyle noktalanıyor: “Bu hikayelerin hiç anlatılmamış olması Türkiye’nin batısında yaşayan insanları çok şaşırtıyor. İlk kez bir şeyleri şimdi duymaya başladılar Kürtlerle ilgili. Hiçbir zaman bu korkunç hikayeyi dinleme şansları olmayacak, hiçbir zaman dinlemeye zamanları olmayacak ve Türkiye medyasının da hiçbir zaman bunları anlatacak cesareti olmayacak çünkü o kadar korkunç şeyler oldu ve yazılmadı ki yazılmamış olduğunu itiraf etmek zorunda kalacaklar ve sanıyorum ki bu hiç kimsenin altından kalkamayacağı bir günah.”