“Öteki” ile “beriki”
“ÖTEKİ” NİN BU “KADAR”I
Ve
E.Levinas
Geçtiğimiz yüzyılın özellikle ortalarından itibaren, geniş anlamda felsefe, dar anlamda siyaset sosyolojisi ve felsefesinin temel kavramlarından biri “öteki”* Sartre ile bir yıl arayla doğan; ancak ondan bir onbeş yıl daha fazla yaşayan E.Levinas ise bu kavramın neredeyse tüm dünyada postmodern etik kavramsallaştırması içinde pir’i sayılır. Hatta ona “öteki’nin filozofu” dendiğini biliyoruz. Filozofluğu kadar Talmud tefsircisi yanıyla da ilgi gören Levinas’ın “öteki” kavramına yaklaşımı bir bakıma negatif teolojide olduğu gibi; ne olduğunu tarifleme yerine, ne olmadığından hareket ediyor denebilir. Çünkü onu tariflemeye girişmek, “dilin sınırlarına hapsetmek” anlamına gelecektir. “öteki” öylesine yabancıdır ki; “ben” ile herhangi bir ilişkiye girmesi neredeyse imkansız addedilir Levinas’ta. Bu manada, bambaşka; farklı oluşu tematize edilemeyen, bilinmezliklerle dolu “öteki”ile ister etik çerçevede olsun, ister dışında; nasıl ilişki kurulacağı sorusuna yanıt arayanları düpedüz bir hayal kırıklığı bekler. Bunun da ötesinde, etik alan ile siyaset alanını büsbütün birbirinden ayırır. Bu ayrım; Levinas’ı yalnızca bir filozof değil, kendisinin de şikayetçi görünmediği bir sıfatın refakatinde yâd edişimizin temel nedeni: Yahudi filozof. Etik ile siyaset alanını büsbütün ayırdığınızda, Sabra ve Şatilla katliamlarının hemen ardından kendisine sorulan soruları sırf düşün adamı olarak değil, öncelikle siyasi alanın sorunsalı olarak ele alır ve bir “Yahudi” gözüyle yanıtlar.** Dolayısıyla içinde bulunduğumuz yüzyılda etik başucu kitabının yazarı olarak yeteri kadar saygınlığa sahip olmakla birlikte, benim bu yazıda ele alacağım “öteki” perspektifinin, Levinas’ın yaklaşımından çok Sartre’ın “öteki” tanımına yakın durduğunu belirtmek zorundayım.
Emmanuel Levinas Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’indeki Alyoşa’nın “Hepimiz herkes için sorumluyuz. Ancak ben hepinizden daha çok sorumluyum” sözlerini neredeyse her fırsatta yineler. Buna mukabil, sözgelimi Filistin Sorunu’ndaki öteki’liği etik alanın değil politik alanın meselesi addederek, bağlamdan “filozofça” sıvışır. O’na göre öteki alternativitesini yitirmiş, Aydınlanma mirası olan akıl tarafından aynılaştırılmış, asimile edilmiş yahut kolonileştirilmiştir bile. Levinas’ın tanımladığı birey ile öteki arasında kalmasını umud ettiği mesafe de böylelikle ortadan kalkmıştır. Levinas’a sorarsanız; öteki’ni anlamaya kalkışmamalıyız, anlamamalıyız da hatta. Anlamak, onun başkalığına son vermek;üzerinde bir tür iktidar kurmak olacaktır. Bunun yerine, öteki ile eşit ilişkiler kurmanın yolunu aramak gerek. Öteki’ni bize yanıtlar veren bir bilgi nesnesi olarak değil, eşitimiz olan bir diyalog tarafı olarak düşünmek. Tam bu noktada Levinas’ın görmek istemediği şu: Onu “öteki” olarak adlandırmak ya da haritalamak, ben olmayan, benzemeyen olarak tariflemek, güya kaçındığı dil hapsanesine peşinen koymaktır zaten. Eşit ilişki kuracağım kimdir? Benim tıpkım ise, zaten öteki olamaz. Yok eğer değilse, en başta dilin tüm imkanlarını onu ayırd edenler üzerine işe koşmuşum demektir. O; ben olmayan başkasıdır. Eşit ilişki ve diyalog etik bir idealleştirmenin dışında nasıl pratik bulacaktır? İşte bana kalırsa varoluşçuları Levinas’a üstün kılan bu soruların gerçekçi yanıtlanışından kaynaklanıyor. Çünkü varoluşçu dizge, sorunun temeline ontolojik bir satıhtan yaklaşır ki bu politik ve etik alanın kolayca tefrik edilmediği tümleşik bir alandır.
Heidegger’den başlangıçta hayli etkilenmesine rağmen; etik’in ontoloji’yi öncelediğini söyleyerek, onun felsefesini bir bakıma dinamitleyen Levinas ile Sartre’ın “öteki” yaklaşımları ilk bakışta benzerlikler taşıyor gibidir. Ancak, radikal farklar olduğunu anlamak için, etik-ontoloji ilişkisine bakmak bile kâfi gelir. Umumiyetle egzistansiyalizmin “öteki” ile bağı, çatışmalı satıhta birarada oluş demektir. Bu özelde Sartre için de böyledir. Öteki, bir tehdit olarak algılandığı için, onunla ilişkilerimizdeki temel durum çatışma olacaktır. Sartre’a göre insan, karşısındaki varlığı, sürekli olarak ele geçirme aç gözlülüğü içinde kurar. Öteki olarak karşısında duran şey; kendisi için bir tehlikeden ibarettir: Bana benzemiyor, farklı tercihleri ya da varoluş pratikleri sergiliyor. O halde fırsatını bulduğunda, beni değiştirmeye kalkışacak. Beni absorbe etmeye, yok etmeye yeltenecek. Ben’in öteki karşısındaki örtük ve ontolojik algısı bu. Sorar Sartre, “insan; bu karşısındaki varlıktan dehşetle kaçmak dışında ne yapabilir?” Bu korkunun paylaşımı ise; bir tehdit dışında başka türlü herhangi bir “biz”in yaratamayacağı “bir lanetliler dayanışması”nı doğurur. Haklı olarak Sartre, şu çıkarsamaya varmış olur neticede: “İnsanın, öteki kişiyi kavrayışı temaşa eseri değil, bu kavrayış eylem içinde gerçekleşen bir andır. Öteki’yi kavramak ancak maksatlar vasıtasıyla imkanlıdır.”
Sartre’ın sözünü ettiği bu temaşa değil, amelî anda kavrayış pratiğine estetik alanda bizi en fazla yaklaştıransa, sinema perdeleri oldu. Gerçi seyrederek yaklaştık eğer yaklaşabildikse kavrayışa; çünkü zamanın içindeyken, bizi zamandışılığa itekleyen bir dizi algı çarpılmasının peşimizi bırakmadığını pekala biliyoruz. Hani bir bakıma; başka hayatların “öteki”leri bize kendimizinkinden daha analiz edilmeye müsait ve makul geldiğinden belki, sinema hem bir katharsis membaı, hem de körlüklerimize kısmi vicdan oldu. Tarihin bir anında kendini tastamam “öteki” olarak buluveren bir Yahudi, yakınca bize değen öteki’nden daha açık seçik geldi. Yahut, ülkesinde yabancı olan bir Türk işçisini tehdit algısına kıstırmış bir Alman için Aborjinlerin durumu daha üzerine eğilinesi hal arzetti. Velhasıl, herkes bir diğerinin öteki’sine “kendilerine dokunmayan yılan” teşbihi üzerinden daha bir hümanist olmayı gayetle güzel becerdi.
İşte tam da bu bağlama denk düşen bir film izledim geçenlerde. Filmi Elmar Klos’un da katkılarıyla Macaristan doğumlu Slovak yönetmen Ján Kadár yönetmiş. Dilimize “Ana Caddedeki Dükkan” adıyla çevrilebilecek bu film; “The Shop on Main Street/Obchod na Korze” adıyla nam salmış. 1942 yılında Nazi işgali altındaki küçük bir Çekoslavak kasabasında cereyan eden olayları konu alıyor. Daha evvel hiç izleme fırsatı bulamadığım bir oyuncu kadrosu: Ida Kaminska (Rozalie Lautmann), Jozef Króner (Antonin Brtko), Hana Slivková (Evelyna Brtková) başlıca rollerdeler. Pek çok estetik üstünlük dışında filmi değerli kılan bir nokta da çekilmiş olduğu dönem. Çünkü bu film, muadilleri içinde bir hayli eski; 1965 yapımı siyah-beyaz bir film ve ertesi yıl yabancı dilde en iyi film Oscar’ı almıştı zaten. Diğerleri bir kenara, geçtiğimiz on yıl içinde bile tematik bakımdan epey benzer film çekildi elbette. Hatta bunlardan birkaçı, çok büyük gişe rakamları da yakaladı dünyanın dört bucağında. Hem teknik ve hem de finansal olanaklar bakımından Obchod na Korze’yi aştıkları da bir gerçek. Sözgelimi bunlardan ilk aklıma gelenlerden biri, 1993 yılında Thomas Keneally’nin kitabından uyarlanarak çekilen bir Steven Spielberg filmi. Elbette anımsayacaksınız; Schindler’in Listesi. Bu film, ben ile öteki arasındaki gerilimi vicdani bir ip üzerinden yürüten; holokost gerçeğinin olabildiğince görselleştirildiği meşhur ve malum Spielberg tarzından hayli nasiplenmiş bir filmdi. Beklendiği kadar da ilgi gördü. Diğer bir film de Spielberg’den yaklaşık dört yıl sonra Roberto Benigni’nin hem yönetip, hem de oynadığı; humorik yanı da dramatik yanı kadar güçlü bir film olan “La vita è bella” idi; “Hayat Güzeldir” Hikaye bir Nazi ölüm kampında geçmekteydi; ancak yine de sürmekte olan tüm hikayeler gibi, ağlanacak kadar gülünesi fragmanlar da taşımaktaydı. Bu film de neredeyse diğerinden fazla bir alakayla karşılandı. Her iki filmi de sevmiştim; sinematografisine çok takılmadan, hikayelerine dalıp seyretmiştim. Ancak şimdi anlıyorum ki, Obchod na Korze; bahse konu her iki filmin de paradigmatik bakımdan ilham kaynağı olmakla kalmamış, üstüne üstlük çok daha çetin bir yoldan, daha üst düzey bir estetik dil oluşturmuş meğer. Hem de onlardan otuz yıl kadar önce.
2. Dünya Savaşı boyunca kendisi de Nazi toplama kamplarında kalan Ján Kadár, savaş sonrası Slovakya’ya döner. Bratislava ve Prag’daki film çalışmaları boyunca Elmar Klos ile daima bir işbirliği içinde çalışır. Ta ki 1968’de Sovyetler’in Çekoslavakya’yı işgal etmesiyle Kadár Amerika’ya yerleşinceye değin de bu beraberlik tüm filmlerinde sürecekti. Ján Kadár 1979 yılında 61 yaşındayken Los Angeles’ta vefat eder.
Nazi Almayasının nihai olarak Rusya hedefli keskin ilerleyişi, periferisindeki ülkelere doğru sürerken uğraklarından biri olan o dönemki Çekoslavakya’nın bir kasabasında geçer hikayemiz. Soykırım, ârileştirme gibi fiillerin arkasındaki kirli dürtü ise, her zaman olduğu gibi, başka ırktan gelenlerin servetlerini paylaşımdır elbette. İşin doğrusu ben bütün bu etnik temizlik güdülerinin ardında, daima bir sermayenin el değiştirmesi mantığının inceden işletildiğini düşünmüşümdür. 2. Dünya Savaşı da gayet iyi bilinir ki, Avrupa sermayesinin yeni sahiplerine kanlı evraklarla kavuşmasını temin savaşı oldu. Kahramanlarımızdan Antonin Brtko, marangozluk yapan yoksul ama hayatla muzip bir mesafede salınan bir adamdır. Kayınbiraderi ise, faşist işgalcilerin kasabadaki yerel şefi olduğu için küpünü hayli doldurmuş bir işbirlikçi. Yıllar boyu birarada yaşamayı becerebilmiş kapı komşuları ayrıştırılıp düşmanlaşıverdiğinde; bilahare komşunun tavuğu komşuya her zamankinden daha bir “kaz” görünmeye başlar. Artık bir Slovak’a Slovak olmak, Slovak gibi yaşamak yetmez. Slovaklaştırmak; arileştirmek, temizlemek, haslaştırmak ve “hiç de kendileri kadar iyi yaşamayı hak etmeyen aşağılık bir milleti cehenneme yollamak” hedef olacaktır. Bu hedefe halihazırda râm olanlar olmuştur zaten: Mevcutlar içinde en birinci olmak ve üstünlük ideası ulus devletleri tebaları karşısında daima çekici kılan bir amil değil miydi? Fakat, kendi halinde vahşi hırslara teşne olmamış, diğerini öteki olarak addetmeyi aklının ucuna getirmemiş olanlar için de cazip ve dönemsel rasyonalitesi yüksek nedenler sunmak pek zor olmuyordu anlaşılan. İşte tam bu noktada Brtko’ya reddedemeyeceği bir ganimet teklif eder kayınbirader; ana cadde üzerinde dul ve yaşlı bir Yahudi kadına ait küçük tuhafiye dükkanının âri müdürü olacak ve dükkanı o işletecektir. Bu Brotko ve karısı için yalnızca daha fazla jambon yeme, daha pahalı parfümler satınalma anlamına gelmez. Aynı zamanda Brtko’nun kirli iş tulumları yerine, devetüyünden fotr şapka altına koyu renk ve ütülü takım elbise giyip statü değiştirme vaadi de taşır. Bu fırsatı kim tepebilir? O güne değin, Yahudi komşularının herhangi bir başkalık anlamında farkını sezmemiş sıradan insanlar için onlar artık, tabii olarak kendilerine tahsis edilmesi gereken nevâleyi tırtıklayıcı mutfak faresinden başka bir anlam ifade etmezler. Kaldı ki algının ontolojik çırpıntısı öyle derinlerdedir ki; “canım zaten fırsat bulsalar onlar bize çok daha fenasını yaparlardı” önermesi elde var bir gibi herkesin cebine sokulmuştur çoktan.
Ana caddedeki dükkanı işleten yaşlı bayan Rozalie Lautmann’ın Brtko ile karşılaşması; J. Kadár’ın kendine has sinema dilinin en güzel örneklerini sunması bakımından izlenmeye değer doğrusu. Dükkan, ana caddede olmasına ordadır da; savaş ve onun getirisi olan kıtlıktan dolayı, raflardaki kutular boştur, elde edilen kâr yaşlı kadını kıt kanaat geçindirmekten bile uzaktır. Öyleyken; Brtko bayan Lautmann’ın belki de filmin en mühim simgelerinden olan “sağırlık”ına ve güya olup biteni anlamamasına rağmen dükkana kapağı atar. Hem kadına hem de öteden beri ahbaplığı olan Yahudi esnafa karşı olabildiğince sıcak bir bağ kurmayı sürdüren nadir insanlardandır Brtko. Üstelik, korku salan kayınbiraderinin parsayı elinden alabileceği ihtimalinin de farkındadır. Artık “öteki” ile “beriki”nin çatışma zemini iyiden iyiye cilalanmıştır ki filmimizin kripto kavramı ile yüzleşiriz Brtko üzerinden. O kavram; “vicdan” olarak artık her bir sahnede dikilecektir karşımıza. Brtko karakteri vasıtasıyla Ján Kadár, bizatihi kamerayı, bir “göz ve vicdan” olarak kullanacaktır ki esasında Brechtvari bir film dili de böylelikle yerine yerleşir.
Bu olanlara paralel olarak, ana caddedeki dükkanın da baktığı geniş kasaba meydanında bir başka telaş süregider. Meydanın tam orta yerine tuhaf, piramit biçimli bir anıt inşa edilmektedir. Bu inşa ve oluşum süreci, üzerine özenle Nazizm’in alâmet-i fârikası “gamalı haç”ın yerleştirilişi sahiden çok ibret verici dozda ciddi; bir o kadar da Kadár dehasının humorik izlerini taşıyor. Bu bir firavunlaşma sürecinin sembolü olarak vicdan ile erk’in yer değiştirmesini öyle ironik biçimde işler ki, hayran kalmamak mümkün değil. Dahası bir sahnede “bu bizim Bâbil kulemiz” dedirtir Slovak işbirlikçiye yönetmenimiz.
Hikaye bu minval üzre ilerlerken Brtko ile Lautmann arasındaki çok sayıda metaforlar içeren diyalog ve durum, “yasa” ve “kese” arasındaki bir sarkaç gibi göz ve zihin yorucudur. Yorucu çünkü; birinin kaybetmesi ön-koşuluna bağlanmış zaferlere dua etmeye hiçbirimiz fazla uzak değiliz. Düşünün bir kere; kapitalist ahlak’ın merkezine kurulmuş “rekabet” gündelik yaşantımıza sızmış bir orman yasası değil mi? En basit sınavlardan zaferle çıkmak; daima diğerlerinin mağlubiyetiyle mümkündür çünkü. Bunu temenni etmemiş kaç kişi var aramızda? Mürayice “başarılar dilemek” bile ters çevrilmiş bir bedduadan öte anlam taşır mı? Hak etmek mi? Evet öyle de bakılabilir: Ancak, hak etmeyenin hak etmeyişindeki tümel payımıza ne diyeceğiz? Hülasa filmimizde de olan bu. Kendi vicdanımızla başbaşa kaldığımızda “kadıncağıza ayıp ediyor Brtko canım” desek bile, içten içe kendisine sunulan parlak ganimetlerin ışıltısını reddededemeyeceğinin farkında olan binlerce insan var aramızda bana kalırsa. İşte Brtko’nun yaşadığı vicdan med-cezirleri de bundan fazlası değil. Bütün bu etik sorgulamalara muhatab olurken, yönetmeni hayranlıkla izlediğim en önemli nokta şu oldu: Toplama kampları, savaş, soykırım temalarını merkezine almış hiçbir film, şiddet sahnelerinin görselliğinden bu ölçüde kaçınamamıştı. Kadár, bütün bu film boyunca en ufak bir şiddet estetiğine başvurmadan hikayesini adeta bir zımnî kanal içinde akıtıyor ki bu benim gördüğüm savaş ve zulüm izlekli filmlerde neredeyse başarılması olanaksız bir sınırdı. Hümanizmi işaret ederken şiddet olgusunu araçsallaştırmama terazisi ile İnanılmaz bir denge tutturmuş Kadár. Şunu da hemen belirtmeli; sözgelimi yerel askerlerin sloganlar eşliğinde kasaba meydanını turladıkları sahnede olduğu gibi, durumu karikatürleşmeden parodikleştirme becerisi de terazinin diğer kefesinde duruyor. Bu iki denge unsuru, filmi benzerleri arasında açık-ara öne koyan estetik şahikalar olarak görülmeli.
Yazının başına dönecek olursak, filmin Sartre’ın tanımladığı haliyle “öteki” okuması şeklinde ilerlediğini kolayca görürüz. Yaşlı kadın sağırdır; işitme sınırının çok üstünde bir gürültüyle fokurdayan iktidar kazanının kıyısında, onu reddeder. Görür, ama işitmez. Beri yanda, Brtko da “bakar kör”gibi işitir fakat kimi anlarda görmek istemez. Kaçınılmazca üzerine basılan zemin çatışmalar alanıdır. Ontolojik yapımızın itelediği bir mecburiyetten dahi filizlenen hani şu “başkasını kurma/inşa” süreci, tekil vicdanların inisiyatifine bırakılabilir mi o halde? Ne yapmalı? Bırakalım da ontolojik çatışma duyargalarımızın kimi kez zalimleşmesi halinde birbirimizi mi yiyelim? Ne yazık ki temel yasa’nın “büyük balığın küçük balığı”; hatta dahası balık boyları birbirine yakınsa “hızlı balığın yavaş olanı” yutması tezahürü halinde bu böyledir. Hümanizma, vicdanların frekans ayarlarına terk edilemez. Ne kaldı geriye? Hukuk’un vicdanını her türlü insanlık durumuna bigane olmayacak şekilde genelleştirmek belki kimbilir. Peki ya hukuk mühendisleri kimler?
Umutsuzluk telkin eden tüm önermeleri sıralayıp, bir umut harfi aramak. Yaptığım bu belki. “Teori dersen zehir gibi; pratik dersen sallanmakta” cümlesine vardığım Levinas felsefesi de dahil bu metodoloji izlendiğinde, kim olsa bazı çıkarsamalar yapmadan edemezdi. Acı bilgi çerçevesindeki şu çıkarımları yapmadan ben de edemedim:
-“Öteki” ile “beriki” arasında sürgit kuyu kazma pratiği içinde, tarihin sarkastik sırıtışıyla her an karşılaşmak olası. Tümel iktidar sahiplerinin ressamlık yeteneği öyle göz kamaştırıcı ki, birden resim değişebilir ve bir önceki “öteki” derhal beriki’nin yerini alabilir. İşte Suriye özelinde bugün yaşananlar. Nusayri erk sahiplerinin ötekileştirirken Huma ve Humus’taki sünnileri“temizleme” girişiminden söz eden tarihin mürekkebi henüz kurumadı. Oysa ; tam da o “beriki” şimdi“öteki” ilan edildi edilecek bir durum yaşamıyor muyuz?
-Şu realiteden kaçamayız: Topografik ve demografik çoğunluğun söz konusu olduğu her haritada; az olan öteki olur. Kural kesin ve açık. Fakat işin bıçak sırtı bir tarafı var ki o daha da vahim; teşbihte hata olur mu bilmem, hani “öteki” olan nispi oranda palazlandığında, amiyane tâbirle “biti kanlandığında” ilk iş olarak beriki ile daha adilane yaşamanın değil, ortak haritasını değiştirmenin bir yolunu aramaya başlayacaktır. Bu arayış çerçevesinde Makyevelist bir rotadan kaçabilmek ise pek mümkün olmaz.
-Politik alanın kendisini evrensel etik kaidelere tabi kılmaktan kurtaran bir “ethos”a başvurduğunu kim inkar edebilir. Ancak yine de bu, siyasetin kendi self-rekleksiyonundan fazlası kabul edilmemeli. Levinas’ın yaptığı gibi, politik alanı etik alandan büsbütün ayırd etme işi felsefenin arı-düşünce niyetini bozan bir leke olabilir ancak. Bizim herşeye rağmen politik alanı tüm etik ve moral değerlerden azade görmemizi gerektirmez. Kaldı ki zaten iktidarın doğasında kendine yönelmiş bir eleştiri arayacak değiliz. Bu eleştiriyi ona yalnızca ahlak sağlayabilir.
-Çok dillilik, çok hukukluluk gibi postmodern peygamberlerin vaazları, riyakar bir romantizmin ötesine geçemez. Çünkü bu temelsiz idealler bizatihi öteki olanı kemikleştirip, kendi tanımlanmış kısır alanına geri göndermeye yarar. Bunun dışında, “öteki ile eşit ilişki kurma” söylemini de ham-hayal olarak görmemek elde değil. Bireysel ve tikel düzeyde dahi “ben”i diğerini tehdit olarak algılamaktan alıkoyan zorlayıcı ve itimad telkin eden yasalara, düzenlemelere ihtiyacım olduğuna göre, toplumsal düzlemde bu çok daha büyük bir gereksinim olur.
Tüm bu varoluşsal gerilim ve fiiliyatttan bize kalan pek fazla şey yok. Misal,“Yahuleri özel olarak severim” demekle, “Yahudileri hiç sevmem” demek arasında saçmalık bakımından bir fark gösteremezsiniz bana. Siz bu “Yahudi” sözcüğü yerine dilediğiniz ulus/mezhep/topluluk ismini koyun; fark etmez. Hiç değilse kutsi ya da seküler bir prensibi kendimiz için formüle etmek ve çatışmadan kaçınamasak da mümkün mertebe, ülfeti külfetiyle birlikte kabullenmek. Özetle; kazdığımız kuyu, kronolojik bakımdan hep arkamızda kalmaz, bazan bir adım önümüzde durur ve kendi hendeğimize yuvarlanıveririz. Bu belki bizi durdurabilir. Ötesi? Ötesi; “ben”in olduğu her lügatte, “öteki”nin olcağındaki kesinlik. Çok öte’de olsa bile.
Hoş bir tevafuk eseri, bugün çok sevdiğim bir İlhan Berk şiirine denk geldim. “Düşünmek İstemiyorum” adı. Öyle ki, bu kadar ortasında susulmuş bir cümle gibi tedirgin bir yazı, şiirle bitirilebilir dedim kendime:
Bu dünya kadar eski bir şey yok.
Gök sayrılı. Güneş sıradan. Ağaçlar acemi.
Her sabah devesiyle işe gidiyor bir Bedevi.
Her akşam kuşunu dolaştırıyor iki Çinli.
Bir yinelemedir dünya. Bin yıl sonrayı görüyor bir ağaç.
Bin yıl sonrayı bir dinozor. Gazali, kendini 7'ye benzetirdi.
Homeros her sabah yürürdü.
Göz için yeni bir şey yok.
Korkunçluk bunda.
Zaman benim tarlamdır mı diyordu Goethe?
Bilmek istemiyorum. Oturduğu yerden
Montevideo'yu görüyor bir ev.
Sandalye kentsoylu. Pencere feodal.
Su, belleksiz çıktı. Tin yalnız.
Ben çocukken ırmak olmak istedim.
Irmaklar hep çağırdı beni.
Düşünmek istemiyorum.
Dünya benim yerime düşünüyor.
Söz öldü.
Tunç: Monarşik.
Demir: Demokratik.
Bir akşam durup dururken dünyanın yaşlandığını gördüm.
Görmek yordu beni.
*Öteki, İngilizcede “other(ness)”; Fransızcada “autrui (ment)”; Almancada “andere/andersbeit”
**Tezkire Degisi’nin 2001 yılındaki Nisan-Mayıs 20. Sayı’da, da yayımalan Sholomo Molko’nun yaptığı bir radyo programında Levinas’a Molko sorar: “Emmanuel Levinas! Siz ‘öteki’nin filozofusunuz. Öteki ile karşılaşmanın en asli mekanı tarih değil midir, siyaset değil midir, ve her şeyin ötesinde İsrailliler için Filistinliler öteki değil midir?” Levinas şöyle yanıtlar: “Öteki tanımım tamamıyla farklıdır: Öteki akraba olması zorunlu olmayan ancak akraba olabilecek komşudur.” Böylelikle Filistinlileri “öteki” saymadığını ilan eder. Nedeni, bu katliam kararının etik alanın “doğallıkla” dışına konulmuş politik alan tarafından farklı biçimde meşrulaştırılmış olmasıdır olsa olsa.
eski tas