Saturday, June 9, 2012

Claude Lévi-Strauss

Claude Lévi-Strauss; Yaban Düşünce’den yeşil düşünceye

Dünya, hayatına insansız başladı, hayatını insansız sona erdirecek.
-1955
Albert Einstein, 20. yy’da  fizik bilimleri için ne ifade ediyorsa, sosyal bilimler için de Claude Lévi-Strauss onu ifade eder. O, antropoloji biliminin üç yıl önce, 100 yaşında ölen dev bir çınarıdır. Onunla birlikte en kapsayıcı haliyle kültüre ait ve kültürün içinde yer alan, bildiğimiz herşeye başka bir perspektiften bakma gerekliği ortaya çıkmıştır, en başta da “insan”a…
Bilimsel bir kitabı kısa bir yazıyla tanıtmak hayli güç. Üstelik yazarı, kendi zamanının düşünce biçimlerini neredeyse kökten reddetmiş ve başlı başına yeni bir paradigma geliştirmişse. Buna karşılık, verdiği eserlerden yalnızca Yaban Düşünce (1962) isimli kitabına odaklanıp, hem tanıtıp hem de yeşil düşünceye yönelik birkaç not düşmek istiyorum. Çünkü bu kitap eserlerinin kavşak noktasını oluşturur.
Antropoloji biliminin bir çok bilimdalının yanısıra politik düşünce gelişimini de etkilediği gözlenebilir. Örneğin Marx ve Engels, o zamanların en önde gelen antropologu Lewis Henry Morgan’ın Ancient Society’deki verilerinden bolca yararlanarak Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni ‘ni yayımlamışlardı. İlk antropologlarda ise bariz bir evrimcilik vardır. Elbette evrim düşüncesi biyoloji ve tıp gibi alanlara dinamizm kazandırmış, insan ufkunu açmıştı. Buna karşılık evrimi, toplum bilimlerine, sosyolojiye, kültüre ve politik bilinçlere de yansıtarak acaba biraz aşırıya kaçılmıyor muydu?
Evrimciliğin kaba bir şekilde yansıtılmasıyla; “ilerleme”, “daha öteye gitme”, “gelişme” gibi kavramlar üretiliyor, bu kavramlar ise “geri kalma”, “az geri kalma” ve “gelişmemiş” gibi kavramları da beraberinde getirip, toplamda “ilkel-uygar” zıtlığını takdis ediyordu.
Bu kavrayış kendisini sürekli yeniden üretiyordu. Şüphesiz; antropologların “ilkel” toplumları ziyaretlerinde, “ilkeller”in basitlik ve kabalığına dayalı önyargıları, topladıkları verilere de yansıyor ve sonuçta onları tekrar ilkel olarak tanımlamaya götürüyordu.
Lévi-Strauss ise eserinde şunu iddia eder. “«Yabanıl», hiçbir zaman ve hiçbir yerde, bizim çoğu kez tasarlamaktan hoşlandığımız şu hayvanlık koşulunu ancak aşmış, hâlâ gereksinim ve içgüdülerinin tutsağı olmaktan kurtulamamış varlık olmamıştır. Duygusallığın egemenliği altında, şaşkınlık ve katılım içinde boğulmuş bilinç de olmamıştır.”
İlkelleri bu şekilde tanımlamaktan hoşlanmak aslında insanın en temel zihinsel kategorileştirme biçiminden yani “benlik ve öteki” düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her insanda var olan, kendisini ötekinden üstün görmeye meyilli bu “bön” kavrayış; “batılı bilim adamını da ilkel denilen toplumları kendi toplumundan ayrı toplumlar olarak göstermesini kolaylaştırmaktadır.”
İlkel toplumlardaki totemleri, tabular veya tapınılarla açıklamaya girişirken, bizim gibi ilkellerin totemlerini görmezden mi geliyoruz? Bazı şeyleri o kadar kanıksamışızdır ki öteki türlüsünü düşünemeyiz. Örneğin neden düğünlere veya kutlamalara çelenk gönderilir? Aşkla gül arasında kurduğumuz bağlantı nedir? Evlilik-nişan yüzüklerine, gelinlik-damatlığa da tapını olarak bakabiliyor muyuz? Bir kabilenin yaşam alanının girişinde totemleri görür ve mistik biçimde yorumlamaya meylederiz ama bir kentin girişine süslü püslü asılan bir “hoşgeldiniz” yazısının aynı totemsel mukayesesi ne sonuç verir? Her şirket yada esnafın kapısının üstüne renkli ve can alıcı bir logoyla tabela asmasının anlamı sorulsa, nasıl yanıt verilebilir? Soruyu soran ve yanıtlayanın yaşam evrenlerindeki yabancılaşma dikkate değmez mi? Seyrine daldığımız bilgisayarlarla Macintosh’a veya Mac logosuna taptığımızdan bahsedilebilir mi? Belki de ilkellik bize o kadar da uzak değildir!

Peki ya ilkellerin bizden düşünme kapasitesi yönünden eksik olduğuna dair kanaatlerimiz? Lévi-Strauss, kitap boyunca sayısız örneklerle donattığı yabanıl toplumların bitki terminolojisine odaklandığında; Seminole’lerden tek bir bilgi-vericinin 250 bitki türü ve çeşidini tanıdığını, Hopi’lerin 350 bitki, Navaho’ların 500′ün üzerinde, Filipinler’in güneyinde yaşayan Subanun’ların bitkibilimsel sözcük dağarcığının 1000 terimi fazlasıyla aştığını, Hanunoo’larınkinin 2000′e yaklaştığını göstermektedir. Kendini üst görme eğiliminde olan bir yüksek bilgisayar mühendisinin mesleğiyle ilgili kelime dağarcığı 2000’i aşabilir mi? Üstelik bu kadarla da kalmaz… Lévi-Strauss; “öyleyse, biçimsel açıdan bakınca, yeni bulunmuş bir bitkiye -buraya daha önceden geçirilmemiş olsa bile- dizgenin kendisine hazırladığı Elaphontopus Spicatus Aubl. konumunu veren bitkibilimci ya da hayvanbilimciyle, topluluğun yeni bir üyesine Yaşlı-bizonun-aşınmış-toynağı adını vererek onun toplumsal dizisini tanımlayan Omaha rahibi arasında köklü bir fark yoktur. Her ikisi de ne yaptığını bilmektedir.” Böylelikle Lévi-Strauss yalnızca “ilkel” denilen toplulukların zihinsel faaliyetlerinin eksiksiz olduğunu belirlemez aynı zamanda günümüz insanının da aynı düşünce aracılığıyla tersten okumasını yapar. Kitap yine buna benzer örneklerle doludur. Dinka’lara oymak tanrısı olarak kimi seçmesi gerektiğini soran araştırmacıya yazı makinesi (daktilo), kağıt ya da kamyonu önerirler. Ne de olsa bu nesneler halkına yarar sağlamış ve atalardan miras kalmıştır.
Lévi-Strauss’un bakış açısındaki farkı belirgin kılan bir diğer örnek Churinga ismiyle anılan ve kendisinden önceki antropologların bir çeşit totem olarak varsaydığı objeleri ele alış biçimidir. “Görünüşü ne olursa olsun, her churinga belirli bir atanın fizik bedenidir ve kuşaktan kuşağa, yeniden cisimleşmiş ata olduğuna inanılan canlıya verilir. Churinga’lar, ayak üstü yerlerden uzak olan doğal korunaklarda saklanır. Denetlemek ya da elden geçirmek amacıyla, dönem dönem çıkarılır, her çıkarılışlarında da parlatılır, yağlanır, boyanırlar, bu arada kendilerine dua ve yakarılarda bulunulur. İşlevleri ve gördükleri ilgi bakımından, çarpıcı biçimde bizim arşiv belgelerimize benzerler: biz de arşiv belgelerimizi kasalarda saklar ya da noterlerin gizli bekçiliğine bırakırız, gerekirse onarmak ya da daha güzel dosyalara yerleştirmek üzere, kutsal nesnelere gösterilmesi gereken özenle gözden geçiririz. “Öyleyse churinga’ların kutsal bir nitelik taşımalarının nedenini uzaklarda aramaya gerek yok: yabanıl bir görenek, görünüşteki tuhaflığına karşın (ya da tuhaflığı nedeniyle) bizi büyülüyorsa, bize bildik bir görüntüyü biçimleri değiştiren bir ayna gibi sunduğu için, bizim de, daha onu tanıyamasak bile, böyle olduğunu bulanık bir biçimde sezdiğimiz içindir.
“Ama arşivlerimize neden bu kadar değer veririz? Ne de olsa birer kâğıt parçası oldukları söylenemez mi? Büyük bir felaket, arşivleri yok edecek olsa, mesela bir kütüphane yanıp kül olsa durumumuzda hiçbir değişiklik olmaz. Bununla birlikte, bizi canevimizden yaralayan, düzeltilmesi olanaksız bir zarar gibi algılarız bu yitiği. Nedensiz de değildir bu. Örneğin, sanatçının tınılarını işitir işitmez yüreği çarpmaya başlayan bir kişi için Jean – Sebastian Bach’ın imzası ne büyük bir değer taşır!

Lévi-Strauss kavrayışını sağlam temellere oturttuktan sonra, eserinin sonunda yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak anılan Sartre’ı eleştirmektedir. Aslında Sartre nezdinde tüm yaygın düşüncelerle hesaplaşır.  Jean-Paul Sartre, “Critique de la raison dialectique” adlı yapıtında iki ayrı diyalektik biçiminin varlığını kesinlemeye yönelir. Bunlardan birincisi tarihsel toplumlara özgü olan ‘gerçek’ diyalektik, ikincisiyse ilkel denilen toplumlara özgü olan ‘yineleyici’ diyalektiktir.” “Hiç kuşkusuz, böyle bir ayrım yapmak tarih içinde ve günümüzde insanlığın büyük bir bölümünün gerçek düşünceden yoksun olduğunu kesinlemekle birdir. Ama Sartre, bunu gizlemek şöyle dursun, ayrımını geçersiz kılan kanıtları çürütmeye çalışır: Toplumunun evlilik kurallarını ve akrabalık dizgesini araştırmacıya kum üstünde çizgilerle açıklayan ‘yerli’nin karmaşık bilgisi ve çözümleme ustalığı karşısında, “Bu kurmanın bir düşünce olmadığını söylemek bile gerekmez: dile getirmediği bir bileşimsel bilgi denetiminde gerçekleştirilen bir el işidir bu” der.
“Gerçekten böyle midir durum, ilkel denilen insanların düşünme, yorumlama, sınıflandırma biçimleri de ilkel midir, yoksa Sartre da, nice benzeri gibi, bir düşünce cambazlığıyla, Batı’nın yüzyıllar ötesinden gelen önyargısını en uç noktalarına dek götürerek bir kez daha doğrulamaya mı çalışmaktadır?” Lévi-Strauss ise Sartre’a şöyle yanıt vermektedir. “Diyelim ki öyledir, ama o zaman kara tahtada kanıtlama yapan bir yüksek teknoloji profesörü için de aynı şeyi söylemek gerekir.”
Lévi-Strauss; “İnsanın doğadan koparılması ve üstün, egemen varlık durumuna getirilmesiyle başlanmıştır işe; böylece en yadsınmaz özelliğinin, yani canlı varlık niteliğinin silinebileceği sanılmıştır. Bu ortak nitelik görülmezlikten gelinerek her türlü aşırılığa olanak sağlanmıştır. Batılı insan, özellikle tarihinin son dört yüzyılında, insansallıkla hayvansallığı birbirinden kesin çizgilerle ayırma hakkını benimserken, birinden aldığı her şeyi ötekine verirken, uğursuz bir dönemi başlattığını, durmamacasına daraltılan bu sınırın, insanları da birbirinden uzaklaştırmaya ve gittikçe daha sınırlı bir azınlık yararına, bir insanlık ayrıcalığı istemeye yarayacağını, bu insanlığınsa, ilkesini ve kavramını özsaygıdan aldığı için, daha doğar doğmaz çürüyeceğini anlayamamıştır” der.
“Bir fizik bilimi kurmak isteyen Descartes, İnsan’ı Toplum’dan koparıyordu. Bir insanbilim kurmak savında olan Sartre’sa, kendi toplumunu başka toplumlardan koparıyor.” Ancak bu durum yeni değildir. “Çağdaş filozoflar arasında, tarihe öbür insan bilimlerinden daha üstün bir yer veren ve onu nerdeyse gizemsel bir kavram durumuna getiren tek filozof Sartre değil kuşkusuz.”
****
Antropolojide yapısalcılığın kurucusu olan Lévi-Strauss, iddialarını ortaya attığı zamanlarda tarih bilimini ve evrimi reddettiği gerekçesiyle sıkı eleştirilere maruz kalır. Buna karşılık hatırlatmak gerekir; bir cümle ya da bir paragrafta bile yılları ve hatta onyılları, yüzyılları diziveren tarihçinin hepi topu bir “üst-hikayecilik/history” yarattığı düşünülmemeli midir?  Aynı zamanda tarih hiç tarafsız olabilmiş midir? Gerçek bir bilim niteliği kazanabilmiş midir?
Öte yandan evrimi reddettiği düşüncesi ayrıntılı değerlendirilmelidir. Büyü ve mitsel düşünce, biliminki kadar dikkatli bir mantığa sahiptir ve bunlar “tam ve kapsamlı bir belirleyiciliğe” dayanır. Eski düşüncelerin başarıyla yaptıkları da takdir edilmelidir: Çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvan evcilleştirimi, “gerçekten bilimsel bir tutum, sürekli ve her zaman uyanık bir merak ve sırf bir bilme arzusunu gerektirir.” Uygar ve ilkel insanların zihin kapasiteleri arasında anlamlı farklılıklar yoktur.
Günümüz insanına sorsanız zamane uygarlığından kendisine pay çıkarmaya meyillidir. Bilgisayarlar, telefonlar, uzay yolculukları… Sanki bir elektromanyetik bomba patlasa ve tüm bilgisayarlar artık çalışmaz olsa evinde oturup bir bilgisayar veya telefon yapabilecekmiş gibidir. İnsan her yerde ve çok uzak geçmişe kadar hep aynı insan olagelmiştir. Yüzbin yıl öncesinden bir bebek şimdiki New York’ta büyüse, aynı bilgisayarları kolaylıkla kullanabilir. İnsanın durumunu belirleyen çevresel şartlar, içine doğduğu yaşama evrenidir. Evrimi çok uzun soluklu ve tesadüfi değişimler olarak kavramak, kültürel sosyal ve politik düşüncelerden uzak tutmak, arındırmak gerekmektedir. Kısaca yeşil düşüncenin sürdürülebilirlik ilkesindeki gibi…
Lévi-Strauss daha önceki romantik doğacılıktan farklı olarak, gerçek anlamdaki ilk ekolojisttir. Onun önerdiği hümanizm, “insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (…) ona doğada makul bir yer verir.” Bu önerisini bilimsel zeminde ortaya koyarak kendisinden sonrasını da açık biçimde etkilemiş ve günümüz yeşil düşüncesinin temellerini atmıştır.
“Demek ki, senden öncekiler nasıl göçüp gittilerse,senden sonrakiler de öyle göçüp gidecekler.”
Lucteritus – De Rerum Natura, III, 969
Hüzünlü Dönenceler, giriş
Lévi-Strauss’un Yaban Düşünce (1962) eseri, Tahsin Yücel çevirisiyle, 1984 yılında Hürriyet Vakfı Yayınlarından, sonrasında ise Yapı Kredi Yayınları Cogito düşünce kitapları serisinden düzenli olarak basılmaktadır. Türkçe’ye çevrilmiş başka eserleri de vardır. Dört ciltlik kapsamlı “Mitolojiler” ise ne yazık ki halen Türkçe’ye çevrilmedi.
Ramazan Kaya
ALINTI