Thursday, March 29, 2012

Seks Yok – Slavoj Zizek


Seks Yok – Slavoj Zizek

Zizek’i pek seviyor, pek eglenceli buluyorum. Her ne kadar her söylediğini onaylamasam ve anlamasam da, o peltek İngilizcesi ile hiç alakasız gibi görünen meselelerden birden bire Hegel’e, Marx’a ve Lacan’a dalmasını da pek ilham verici buluyorum. İşte o Zizek’in, duyanları kadın yok, seks yok ne var ulann diye isyan ettirecek bir makalesini epey önceleri Gözde Genç bizim icin cevirmisti. Kendisine de buradan selam edelim.

SEKS YOK, LÜTFEN, BİZLER POST-İNSANLARIZ!

Slovaj Zizek

Michel Houellebecq’in 1998’de Avrupa’nın en çok satanlar listelerinde boy gösteren ve bir sürü tartışma yaratan kitabı Les particules elementaires (Temel parçalar) oldukça radikal bir YÜCELTME örneğidir, tabii gerçekten böyle bir şey varsa. Bir lise öğretmeni olan Bruno seks düşkünü bir hedonisttir, üvey kardeşi Michel ise duygusallıktan uzak ve geleceği parlak bir biyokimyagerdir. Her ikisi de küçükken kendilerini terk eden hipi annelerini unutamamış, hayatta mutlu olmak için giriştikleri her işten, evlilikten, felsefeden, pornografiden ellerine geçen tek şey yalnızlık ve hayal kırıklığı olmuştur. Sonunda Bruno özgür seksin anlamsızlığıyla yüzleşir ve kendini bir akıl hastanesinde bulur (kitapta kırk kişilik orji alemlerinin anlatıldığı tümüyle depresif kısımlar çağdaş edebiyatın en acıklı sahneleridir). Michel ise kendini kopyalayabilen yeni bir gen keşfeder, artık cinsiyetsiz bir insan ırkı mümkündür. Roman peygamberce bir bakış açısıyla biter; 2040 yılında, cinselliğin neden olduğu çıkmazdan kurtulmak için tüm insanlık genetik modifikasyonla cinsiyetsiz insansılara dönüşmeyi kabul eder – böylece yeni insan soyu yok edici hırsının nedeni olan tüm tutkulardan ve soyunu devam ettirme güdüsünden arınmış olacaktır.

Bundan kırk yıl kadar önce, Michel Foucault ‘insan’ı kuma çizilmiş ve artık silinip giden bir figür olarak tanımlamış, ve (o zamanın modasına uygun olarak) ‘insanlığın sonu’nun geldiğinden bahsetmişti. Houellebecq bu silinişi çok daha hassas edebi terimlerle insanlığın yeni bir post-insan kavramıyla yer değiştirmesi şeklinde ifade etmiş olmasına rağmen, bu iki düşünce arasında ortak bir nokta var: cinsiyet farkının yok oluşu. Son çalışmalarında Foucault zevk evrenini cinsellikten bağımsız bir yer olarak tanıttı, öyle ki insanın Houellebecq’in yeni insan klonlarından oluşan toplumunu Foucault’un Bireysel ‘zevk alışkanlıkları’ rüyasının gerçekleşmesi olarak göresi geliyor. Bu tümüyle saf bir fantezi olmasına rağmen, karşıtı olarak geliştiği çıkmaz gerçek bir sorun: içinde yaşadığımız ‘tutkusuz’ serbest-postmodern dünyada, kısıtsız cinsellik Les particules’de tarif edilen kalabalık orjilere katılmaktan ibaret, acınası bir olaya dönüşmüş durumda –artık bir kördüğüme dönüşen cinsel ilişki (Jacques Lacan’ın ‘il n’y a pas de rapport sexuel’inde söylendiği gibi) tırmanarak çizdiği eğrinin son noktasına ulaştı ve artık gideceği bir yer yok…

“Bir makine düşünebilir mi?” sorusunu cevaplamayı hedefleyen Alan Turing’in ünlü “taklit oyunu”na gelelim. Bu bir testtir; iki bilgisayara aklımıza gelen her türlü soruyu sorarız, bilgisayarlardan birinin ucunda sorduğumuz soruları cevaplayan bir insan vardır, diğerinde ise cevap veren makinedir. Turing’e göre, eğer bu cevaplara bakarak hangisinin insan, hangisinin akıllı bir makine olduğunu anlayamıyorsak, bu makinelerin düşünebildiğini gösterir. Bu test gayet tanınmış olduğu halde, daha az bilinen nokta, testin hazırlanmasının ilk amacının insanı makineden ayırmak değil, bir kadını bir erkekten ayırmak olmasıdır. Sonradan neden kadını erkekten ayırmak için tasarlanmış bir test insanı makineden ayırmak için kullanılmış olabilir? Acaba bunun nedeni Turing’in şu ufak enteresanlığı olabilir mi (Turing’in homoseksüel olduğu için karşılaştığı meşhur sorunlar sır değil) ? Bazı yorumculara göre bu nokta her iki deneye de karşı çıkmak için yeterli: Bir erkeğin bir kadının cevaplarını mükemmelen taklit edebilmesi hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü cinsel kimlik sembol dizileriyle ifade edilemez, diğer taraftan bir makinenin tıpkı bir insan gibi cevap vermesi makinenin düşündüğünü kanıtlar, çünkü ‘düşünmek’ tam olarak sembolleri doğru sıralamaktır. Peki ya bu bulmacanın cevabı çok daha basit ve radikal bir çözümde saklıysa? Ya cinsel farklılık basit bir biyolojik ayrıntı değil de GERÇEKTEN! insanı insan yapan şeyse, o zaman cinsel farklılığı ortadan kaldırdığımız anda insan bir makineden ayırt edilemez.

Belki cinselliğin ve aşkın bu rolünü ortaya koymak için dönüşlülük kavramına başvurmak gerekir: “Bir sistem kurmak için girişilen bir hareket, kurduğu sistemin bir parçası olmak için bakış açısını değiştirir.”1 Böyle bir oluşturucu hareketin, meydana gelen oluşum içinde yer alması, kural gereği kendisine ters düşer; örneğin, her devrim sonuna doğru kendi çocuklarının başını yer, çünkü bu aşamada devrimi başlatan politik sebepler devrimin yolunu keser, o zaman tereddüt edenler ve ihanet edenler, yani devrim düşüncesini sonuna kadar götürmeye hazır olmayanlar harcanır. Aynı şekilde, insanı insan yapan sosyo-sembolik düzen, yani sadece insana özgü cinsel tutkunun belirleyicisi olan CİNSİYET MÜESSESESİ bir kez kurulduktan sonra, kendiyle ters düşmüş, insanı bedeni varlığının merkezine sımsıkı bağlamış ve insanlığın saf bir ruhani ideale yükselmesinin en büyük ENGELİ de kendisi olmamış mıdır? O halde umutla beklenen, kendini klonlayan “yeni insan” modeliyle cinselliğin sonunun gelmesi yakındır, ama kanımca bu model saf ruhaniliğe giden yolu açmaktan çok uzak olacaktır, yani her zaman olduğu gibi kendisini tasarlayan insan yine amacına ters düşecektir. Sanal alemin sunduğu bu yeni ve ‘gelişmiş’ cinsel yaşam nidaları, klonlara cinsiyet farklılığı eklendiği anda bu oyunun sona ereceği gerçeğini gizleyemez.

Üstelik Sanal Gerçekliğin gelişmesiyle gelişen tüm bu yeni zevk deneyimi tasarılarının, doğrudan nöral algıların sağlandığı olası düzeneklerin, vesairenin ardındaki yeni ve “gelişmiş” İŞKENCE olasılıkları ne olacak? Biyogenetik ve Sanal Gerçekliğin birleşmesiyle, acıyı sürekli kılan (yeni ceza yöntemlerinin keşfiyle acıya dayanma kapasitesini genişleten) yöntemler sayesinde yepyeni, akla hayale gelmez ufuklar açılabilir –Sade’ın sonsuz acılara dayanan ve ne olursa olsun ölüp kurtulamayan ‘ölümsüz’ işkence kurbanı imgesi belki de gerçekleşmeyi beklemektedir. Belki de on ya da yirmi yıla kadar, en korkunç işkence vakalarımız (sözgelimi diktatör Trujillo’nun öldürüldüğü başarısız darbeden sonra Dominik Ordusunun başkanına yapılanlar) çocuk oyunu gibi kalacak.

Kesin olan bir şey var ki siberuzaydaki bu paradoks -ya da çatışma- bedenimizin kaderini belirleyecek. Siberyaşamı savunanlar bile vücudumuzu tümüyle unutmamamız gerektiğini söylüyorlar, bir tarafından ‘gerçek yaşama’ da bağlı kalmamızı, düzenli olarak yaşantımıza dönmemizi ve sevişmekten yürüyüşe, vücudumuzun tüm ihtiyaçlarını karşılamamızı öğütlüyorlar. Ne de olsa bir sanal alemden diğerine uçmakla sanal varlıklara dönüşemeyiz: varlığımız ‘gerçek vücudumuzun’ yaşantısıyla ve ölümlülüğüyle sınırlıdır ki tüm olası sanal evrenlerin altında yatan yine bu mutlak ve en derin imkansızlıktır. İşin ilginç tarafı vücut da şiddetle siberaleme yönelir: popüler anlayışa göre “Siberalem hardcore pornografidir!”, çünkü görünen odur ki, siberalemin en çok kullanıldığı alan ‘sert’ pornografidir. Bilgiyle ‘aydınlanma’, ‘varolmanın hafifliği’, siberalemde (dahası, Sanal Gerçeklikte) serbestçe salınırken hissettiğimiz rahatlık ve serbestlik, vücudumuzdan kurtulmanın rahatlığı değildir, başka bir vücuda –havai, sanal, ağırlıksız bir vücuda- ağır maddiyattan ve sınırlılıktan bağımsız, bir melek ya da hayalet vücuduna, siz tarafından yaratılan, yenilenen ve dilediğinizi yapabilen bir vücuda sahip olmanın verdiği histir. Bu durumda, deneyimin giderek sanallaşması sürecinde (yani bizzat ‘hitabın’ yerini önce yazının, sonra basının, sonra medyanın, sonra da radyo ve televizyonun alması sürecinde) siberalem bir kırılmayı, bir tür ‘imkansızlığın imkansızlığını’ temsil eder : siberalemde doğrudan doğruya bedeni bir mevcudiyete dönüşürüz, ama bu esrarengiz, sanal bir mevcudiyettir. Bu durumda siberalemin gnostik bir boyutu olduğu iddiası tümüyle haklı, Gnostisizm’i kısaca tanımlayacak olursak, bir çeşit manevi materyalizm olduğunu söyleyebiliriz: çünkü Gnostisizm’in konusu sadece aşkın bir boyut inancı değildir, sadece kavramsal bir gerçeklikten bahsedilmez, daha ‘aşkın’ bir BEDENİ gerçeklikten, belirsiz hayaletlere ve ölümsüz varlıklara ait olmakla birlikte bir asıl-gerçeklikten bahsedilir.

İnsanın bu atıl bedeni geride bırakacağı yeni bir çağa girmesi, her ne kadar burada muğlak bir kavram olarak görünse de, Konrad Lorenz’in şu sözleriyle çok güzel bağdaşıyor; “Şu sürekli aradığımız hayvanla insan arasındaki ‘kayıp halka’ işte biziz (biz, yani ‘şu an varolan’ insanlar) .” Tabii ki burada kendini gösteren ilk tespit ‘şu an varolan’ insanlığın hala Marx’ın ‘tarih-öncesi’ diye tanımladığı yerde duradurduğu, insanın gerçek tarihinin ise Komunist toplumun oluşmasıyla zuhur edeceği; veya, Nietsche’ci terimlerle anlatacak olursak, insanın ancak hayvanla üstün-insan arasında bir köprü olduğudur. Lorenz’in ‘kastettiği’ her ne kadar daha hümanist bir görüş olsa da sonuçta şu düşüncenin bir bükümüdür: insan hala ilkel ve barbardır, henüz gelişimini tamamlamamıştır. Yine de aynı cümlede tam tersi bir anlam da tezahür edebilir: İnsan özü gereği ve daimi olarak bir ‘geçiş’ evresindedir, yani bu sınırlı varlığın gittiği yer dipsiz bir uçurumdur.

İnsan vücudunun sürekli deşifre edilmesi, her bir insanın genomunun çözümlenebilmesi, ister istemez insanı tüm zamanların o meşum sorusuyla yüzyüze bırakıyor: “Biz neyiz?” Ben sıkıştırılıp bir CD’ye kaydedilebilir miyim? Bundan mı ibaretim? “Hiç kimse ve hiçbir şey” değil miyim? Yoksa ben dediğim şey, tek gerçekliği nöronların vesairenin karmaşık ağından ibaret olan bilincimde olup biten bir illüzyon mu? Sanal bebek oyuncaklarının verdiği hissiyatın en tuhaf tarafı insanın gerçekte olmayan sanal bir şeye canlı bir varlık gibi davranmasını sağlamasıdır: çok garip bir şekilde, o küçük ekranın ‘arkasında’ bir elektrik devresinden başka hiç bir şey olmadığını bildiğimiz halde, orada gerçek bir Varlık, komutlarımıza cevap veren bir hayvancık varmış (daha doğrusu olduğuna inanıyormuşuz) gibi davranırız. Daha da rahatsız edici olan, bu davranışın kendi içinde tersine de dönebilmesidir: eğer orada, ekranın arkasında bir varlık yoksa, burada benim olduğum ne malum? Ya ‘ben’ de, yani ben sandığım şey de, arkasında ‘kör’ bir sinir ağından oluşan karmaşık bir devreden başka bir şey olmayan bir sathi bir ‘ekran’dan ibaretse?2 Ya da meseleyi başka bir perspektiften ele alalım: insanlar uçak kazalarından neden bu kadar çok korkar? İnsanın korktuğu fiziksel acı değildir, korkutucu olan uçağın düşmesinin en fazla birkaç dakika süreceğini ve sonra insanın öleceğini bilmesidir. Genetik kimliğimizin çözümlenmesi de bizi aynı durumda bırakmıyor mu? Demek istediğim, bu esrarengiz genetik kimlik meselesi, belli bir hastalığın sebepleri konusunda sahip olduğumuz bilgiyle bu hastalığın yayılmasını önlemek için başvurulan tekniklerin geliştirilmesi arasındaki geçici boşlukta yer alan bir basamak teşkil ediyor – bu süreçte kesin olarak bilmemiz gereken şu; diyelim ki çok tehlikeli bir kansere yakalanmak üzereyiz, ama bunu önlemek için hiçbir şey yapamıyoruz. Ya da ‘objektif’ bir test IQ’muzu kesin olarak belirliyor, ya da genlerimizin elverdiği zeka kapasitemiz belirlenebiliyor. Kendimiz hakkında edineceğimiz bu ‘objektif’ bilginin kişisel deneyimler üzerinde nasıl bir etkisi olur? Standart cevap (yani genom bilgimizin genetik yapımızı değiştirmemize ve daha iyi fiziksel ve ruhsal özellikler kazanmamıza imkan vereceği yolundaki açıklama) hala can alıcı noktayı es geçiyor: bu ‘kendini objektif olarak değerlendirme’ süreci sonrasında, ‘kendi’ genetik kodunu değiştirme işine kalkışacak ‘ben’ kim olacak? Sonuçta bu müdahale zaten tamamen elden geçmiş bir beyinde objektif olarak değerlendirilmiş olmayacak mı?

 İnsan beyninin tamamen elden geçmesiyle beliren ‘nihayet’ sadece beyindeki nöronların aktivitelerinin öznel deneyimlerimizle arasındaki ilişkiler tümüyle çözümlenmesini sağlamakla kalmayacak (böylece bir bilim adamı beynimize belli bir sinyal verip bu sinyalin insana hangi deneyimi yaşattığını belirleyebilecek), en radikal anlamda, öznel deneyimin kendisi tümüyle devreden çıkacak: bu beyin taraması DOĞRUDAN kişisel deneyimin yerini alacak, artık bilim adamının deneğe ne yaşadığını sormasına gerek kalmayacak, çünkü deneğin ne yaşadığını ANINDA ekranında görebilecek.

(Aynı doğrultuda bir kanıt daha: bir insanın ‘özgürce’ bir seçim yapmasından daha birkaç milisaniye önce, tarayıcılar beyninde böyle bir karar alındığını gösteren kimyasal değişimleri tespit ederler -görünüşe bakılırsa özgür seçimlerimiz bile kimyasal işlemlere bağlıdır… Buna verilecek psikoanalitik-Schellingvari cevap seçme özgürlüğünü bilinçsizlik seviyesine koymak olacaktır: gerçekte özgür davranışlarımızın hepsi, bilinçsiz seçimlerimiz ve farkında olmadan aldığımız kararlardır –aslında karar almayız (yani o anda almayız); sadece birdenbire bir karar almış olduğumuzun farkına varırız. Diğer taraftan, bu denli distopik bir beklenti bir petitito principii (ispatlandığı farzedilen iddia) döngüsünü de içeriyor: tarafsızlaşmamız tamamlandıktan sonra da kendimizle ‘oradaki’ diğerleri arasındaki boşluğu hala şu bizim eski ‘ben’lik doldurmaya devam ediyor.

Paradox burada başlıyor, çünkü kendini tümüyle objektif olarak değerlendirme bu noktada tam karşıtıyla çakışıyor: ‘dijital devrimimiz’in ufkunda beliren, Kant’ın ve diğer Alman İdealistlerin ‘entelektüel sezgi’ (intellektuelle Anschauung) adını verdiği insanoğlunun gün gelip kavuşacağı umulan yetiden başka bir şey değil, yani (pasif) sezgiyle (aktif) üretimin arasını kapatan, örneğin, düşündüğü bir nesneye vücut vermeyi sağlayan sezginin – bu güne kadar sonsuz ilahi akla vakfedilen bir yetinin- ta kendisi. Diğer taraftan, nörolojik implantasyonla bizim ‘beylik’ gerçeklikten bambaşka bir gerçekliğe, günümüz teknolojisinin hantal makinelerine (koca gözlüklere, kaba eldivenlere,…) ihtiyacı olmayan bilgisayar yapımı bir sanal gerçekliğe geçmek mümkün olacak, sanal gerçekliğin sinyalleri direk beyne ulaşacağından algı organlarını takviye etmeye de gerek kalmayacak:

“Nöral implantasyonlar sanal çevrenin –ve sanal vücudunuzun- tüm sinyallerini doğrudan beyninizde oluşturacak. Makinelere gerek olmayacak. Bildiğiniz ‘web siteleri’ artık sanal ortamlara dönüşecekler. Gideceğiniz yeri aklınızdan geçirmeniz ‘oraya gitmeniz’ için yeterli olacak. Yapacağınız tek şey ‘dünyaya girmek’.3

Yine de “Gerçek Sanal Gerçeklik” diye bir kavram da var: ‘nanobotlar’ (mikron büyüklüğünde, işlevli ve hareket eden akıllı robotlar) sayesinde farklı gerçekliklerin nesnelerinin üç boyutlu görüntülerini oluşturmak da ‘orada’ mümkün olabilecek (nöral implantasyonla komut verilebilecek minik robotların milyarlarcasının bir araya gelmesiyle oluşması tasarlanan bu marifetli buluta ‘Kullanışlı Sis-Utility Fog’4 adı veriliyor.) Belirgin olarak, gerçeklik deneyiminin tümüyle sanallaştırılması ile ilgili bu iki birbirine zıt uygulama (yani beyne yerleştirilen implantlar veya ‘Kullanışlı Sis’)arasındaki fark birinin öznel diğerinin nesnel olması: ‘Kullanışlı Sis’te hala kendimiz dışındaki bir gerçekliğe algılarımız yoluyla bağlıyız, oysa nöron implantasyonlar sözkonusu olduğunda, dış gerçeklikle arasındaki tüm bağlantıları kesik, ‘kovada duran bir beyin’e indirgenmiş oluyoruz –diğer bir deyişle, ilk durumda gerçekliği temsil eden bir simulakrı ‘gerçekten’ algılıyoruz, ikinci durumda ise yerleştirilmiş nöral implantlarıyla bu algının kendisi simüle ediliyor. Yine de her iki durumda da bir tür güce kavuşuyoruz, sadece düşünmekle bir gerçeklikten diğerine atlayabiliyoruz –vücudumuzu ve çevremizdeki vücutları yenileriyle değiştirebiliyoruz, falan filan-.: “Bu teknoloji sayesinde istediğiniz kişiyle herhangi bir şey yaşayabilmeniz mümkün, hayal veya gerçek, ne isterseniz, ne zaman isterseniz…”5 Burada sorulması gereken ilk soru şu: bu deneyim yine de ‘gerçek’ sayılacak mı? Bir insan için ‘gerçeklik’ ONTOLOJİK olarak minimum DİRENÇ’le gerçekleşen şey değil midir? –çünkü gerçek olan şey direnir, hayal gücümüzün kaprislerine boyun eğmez, canımızın istediği gibi şekillenmez.

Bariz karşı soruya cevap olan: “Yine de her şey sanal olamaz, her zaman bunun dışında gerçek bir ‘gerçeklik’ olmak zorunda, o da bütün çeşitliliğiyle bu sanal evrenleri yaratan dijital ve biogenetik devrelerin kendisi!” deyişini destekleyen bir olay da insan beyninin sahip olduğumuz bu kısıtlı organlar yerine çok daha verimli elektronik makinelere ‘yüklenmesi’ beklentisi (beklenen o ki, insan beyninin tamamen taranmasıyla bu mümkün olacak). Bu kritik an geldiğinde, insanın ontolojik anlamı bütünüyle değişecek, insan denen donanımın (hardware) yerini yazılımın (software) aldığı an olacak bu: insan artık (mecbur olmadığı) maddi varlığıyla (bedeni ve beyniyle) tanımlanmayacak. Kimliğimiz artık nöral bir örüntüden, bir donanımdan diğerine aktarılabilen sinyaller ağından ibaret olacak. Tabii ki hiçbir zaman ‘saf bir bilinç’ten bahsedilemez, örneğin, her zaman cismi bir varlığın da olması şart, -ama bilinç bir yazılım örüntüsü ise, teorik olarak bir maddi destekten diğerine aktarabilir olması da gerekir (bu zaten farklı düzeyde olsa da böyle olmuyor mu: hücrelerimizi oluşturan ‘şey’ sürekli değişmiyor mu?) Burada mevzu bizi tek bir vücuda bağlayan göbekbağının kesilmesi, sahip (ve bağımlı) olduğumuz tek vücuda bağlı olmak yerine farklı vücutlara bürünebilmek insanın asıl doğuşu olacak. Bugüne kadar yazdığımız tarihi bir anda hayvanın krallığından aklın gerçek hükümranlığına geçtiği karmaşa döneminin dökümüne dönüştürecek bir mihenk taşı.

Burada yine felsefi-varoluş bulmacası gündeme geliyor ve Leibniz’in birbirinden ayırt edilemeyenlerin tanımlanması sorununa dönüyoruz: eğer beynimdeki örüntü olduğu gibi başka bir materyale yüklenirse, bu bilinçlerden hangisi ‘ben’im? Eğer yüklendiği maddi taşıyıcı değilse (ki bu sürekli değişebilir), taşınan formal örüntü de değilse (ki bu da her zaman için kopyalanabilir) beni ‘ben’ yapan nedir? Hiç şüphesiz Liebniz siberalem teorisyenlerinin felsefi referanslarının başında gelir: ondan günümüze akseden yalnızca evrensel bir bilgisayar hayali değil, aynı zamanda ‘Monadology’nin ontolojik vizyonuyla, tuhaf bir şekilde evrensel uyumu ve tekbeciliği bünyesinde bir arada bulunduran günümüzün büyüyen siberalem toplumu arasındaki esrarengiz benzerliktir. Demek istediğim, Siberaleme dalışımız bir çeşit Liebnizci ‘monad’a –bölünemeyen parçaya, yapıtaşına- indirgenmemizle elele gider. Bu parçacık öyle bir parçacıktır ki, ‘penceresi olmaksızın’ dolaysız olarak dış gerçekliğe açılır, tüm evreni içinde barındıran bir aynadır. Biz de giderek gerçekliğe açılan pencereleri olmayan, sadece PC ekranıyla iletişim halindeki yapayalnız monadlara dönüşmüyor muyuz? Yalnızca sanal simülakrlarla yüzyüze olduğumuz halde, evrensel ağın içine her zamankinden fazla gömülmüş, tüm küreyle senkronize bir iletişim halinde değil miyiz? Liebniz monadlar arasındaki bu açmazı ‘ezeli uyum’ kavramıyla açıklamaya çalışır, Tanrı, yani her şeyin üstünde ve her şeyi içeren monad, bu uyumu sağlar. Bugün iletişim sorunu olarak karşımıza çıkan açmaz bunun bir tekrarı: Peki karşımızdakinin, iletişim kurduğumuz kişinin ‘gerçek biri’ mi yoksa sadece bir görüntü, bir simülakr mı olduğunu nereden bileceğiz?

Radikal anlamda, Heidegger’in meşhur antitezini göz önünde bulunduracak olursak, bu senaryonun dayandığı ‘kovadaki beyin’ kavramında büyük bir ontolojik yanlışlık var: burada insanın belirleyici boyutu olarak anılan şey beyin örüntüsü ya da beynin özellikleri değil, insanın dünyadaki konumu ve dünyadaki öğelerle arasındaki ilişkilerdir; aynı şekilde dil de dünyadaki bir nesneyle (sözcükle) diğer bir nesne (şey ya da düşünce) arasındaki ilişki değildir, dünya ile ufku üzerine tarihi sınırları olan bir söylemin yerleşmesidir… Buna insanın sinik olduğu kadar dosdoğru bir cevap veresi geliyor: Eee, n’olmuş? Sanal Gerçekliğe dalışla birlikte insani sınırlılığımızı geride bırakacağız, eski-statik dünyada-olmak halinden kurtulacağız –peki ya bu kayıp şimdi anladığımızdan bambaşka, hiç duyulmamış bir manevi boyutun kapılarını açarsa?

O halde, insan genomunun tümüyle çözümlenmesi, öznelliği ve cinsel farklılığı gerçekten ortadan kaldırır mı? 26 Haziran 2000’de, insan genomunun ‘işlevli’ kısmının tamamen çözüldüğü kamuoyuna açıklandığı zaman, bu muhteşem buluşun ahlaki, tıbbi, vesaire sonuçları üzerine yorumlar alıp yürüdüğünde, genom bilimin ilk paradoksu da boy gösterdi, derhal karşı görüşler ortaya atıldı: bir yandan, insanın en olumlu yanları artık formüle edilebilecekti, insan –kadın ya da erkek- ‘objektif olarak’ neydi, gelişimini ne belirliyordu; diğer yandan, genomu tümüyle bilmek – yani sıklıkla tabir edildiği gibi ‘insanın kullanma kılavuzu’na sahip olmak- bu teknolojiye sahip olanların idaresini beraberinde getirecek, kendilerinin (veya, daha ziyade, başkalarının) bedeni ve fiziksel özelliklerini ‘yeniden’ programlamalarına imkan verecek. Bu yeni durum tüm geleneksel kavramların sonunu işaret ediyor; teolojik yaradılış (insan genomunun hayvanlarınkiyle karşılaştırılması insanın hayvandan evrildiğini gösteriyor –genomumuzun yüzde 99’undan fazlası şempanzeninkiyle aynı), cinsel yolla üreme (klonlama sayesinde bir gereği kalmayacak ), ve son olarak psikoloji ve psikoanaliz – Freud’un eski psişik süreçleri objektif kimyasal süreçlere çevirme rüyası genom bilimle gerçek mi olacak?

Ancak burada dikkat edilmesi gereken genomun teşhisine gösterilen tepkilerde sürekli aynı şeyin tekrarlanması: “Eski bir inanışa göre travma dışındaki tüm hastalıkların genetik bir kökeni olduğu yolundaki kanı doğrulanıyor.” 6 Her ne kadar bu söz bir zafer iddası ile söylense de, burada belirtilen istisna dikkate şayan, o da travmanın etkisi. Bu istisna ne kadar ciddi ve ne büyüklükte bir kesimi kapsıyor? Akılda tutulması gereken ilk şey, ‘travma’ kelimesinin öngörülemez çevresel etkilerin kaotik zenginliğini karşılayacak kestirme bir kelime OLMADIĞI, böylece bir insan kimliğinin, o insanın genetik mirasıyla çevresel etkilerin birleşiminden oluştuğu yolundaki standard önermeye dönüyoruz. Bu standart önermenin yerini tam olarak doldurmuyor ama Francisko Varela’nın ‘aklın cisimleşmesi’ kuramı nispeten daha rafine bir kavram sayılabilir: bir insan sadece genleriyle çevresel etkilerin, yani iki zıt etkileşimin ürünü değildir, daha ziyade bir aracıdır, çevresiyle ‘ilişki kurmak’ yerine onunla uzlaşır -hayatını-dünyasını yaratır-, bir kuş bir balığın ya da insanınkinden farklı bir çevrede yaşar… Ancak ‘travma’ şok edici bir girişimin, tam olarak kişinin hayatını-dünyasını allak bullak eden bir olayın varlığına, ona hiçbir şekilde uymayan şiddetli bir müdahaleye işaret eder. Tabii ki hayvanların hayatında da travmatik kırılmalar olabilir: sözgelimi, bir insan gelip yuvalarını bozduğunda karıncaların hayatı altüst olur. Fakat burada, insanlarla hayvanlar arasında çok önemli bir fark var: hayvanlar için bu travmatik kopuşlar istisani durumlardır, hayatlarını mahveden birer felakettir; insanlar içinse, tersine, evrensel bir durumdur, bu tip bir müdahale ‘insan olma’nın gereğidir. Travmatik bir olayla karşılaşan insan telef olup gitmez –Hegel’in belirttiği gibi, insan ‘negatif şeylerle yaşayabilir’, karmaşık bir semboller ağı örerek dengeyi bozan darbeyle mücadele eder. Hem psikoanalizin hem de Yahudi-Hıristiyan geleneğin öğretisidir: buna göre insana has özellik, gizli kalmış kalıtsal yeteneklerin nesilden nesile gelişmesine bağlı değildir (ne uyuyan ruhani güçlerin uyanışı, ne de genetik bir program söz konusu edilmez); onu tetikleyen travmatik olaylardır, O’nun arzusu uyarınca kaçınılmaz olanın başa gelmesidir. Başka bir deyişle (ve Steve Pinker’in8 izinden gidilirse), yaradılışımızda bir ‘dil dürtüsü’ bulunmaz: eğer bir canlı konuşabiliyorsa elbette genetik özelliklerinin de bunda payı vardır; ancak bir canlı sadece travmatik bir sarsıntı sonucunda fiilen konuşmaya başlar ve sembolik evrene girer –ve bu tepki, yani gerçekte travmayla baş etmek için başvurulan bu tepki, yani sembolleştirme, ‘genlerimizde’… değildir.
ALINTI