Thursday, November 29, 2012

Voltairine de Cleyre



Voltairine de Cleyre (17 Kasım 1866—20 Haziran 1912) ABD’li anarşist. Emma Goldman’ın sözleriyle “Amerika’nın yetiştirdiği en yetenekli ve keskin zekalı anarşist.” Erken ölümünün, bugün diğerleri gibi tanınan bir anarşist olmasını engellediği kabul edilir.[1]

Konu başlıkları

  • 1 Hayatı
  • 2 Siyasi görüşleri
    • 2.1 Anarşizm (Önadsız)
    • 2.2 Doğrudan Eylem
    • 2.3 Feminizm
    • 2.4 Anti-militarizm
  • 3 Eserleri
  • 4 Kaynakça
  • 5 Okumalar

6 Bkz.

Hayatı

Michigan’da küçük bir kasaba olan Leslie’de doğdu, babasının ailenin geçimini sağlayamaması nedeniyle küçük yaşta zorunlu olarak Katolik manastırına verildi. Bu deneyim onun üzerinde Hıristiyanlıktan çok ateizmin etkili olmasına neden oldu. Sarnia’da (Ontario, Kanada) bulunan Manastır’da geçirdiği zaman hakkında Cleyre şöyle demiştir: “Ölüm Gölgesi Vadisi gibiydi, ve o boğucu günlerde ihmalin ve batıl inancın yakıcı cehennem ateşinin bedenimde bıraktığı beyaz yara izleri var.” Voltairine de Cleyre buradan Huron Michigan Limanı’nı yüzerek ve 17 mil yol yürüyerek kaçma girişiminde bulundu, ailesinin arkadaşları ile karşılaşması ardından babasına haber verilerek geri gönderildi. Yeniden kaçan Cleyre bu defa bir daha geri dönmedi.
Ailesinin, Abolitionist hareket (ABD’de köleciliğin kaldırılmasını savunan grup) ve Underground Railroad hareketi(ABD’li kölelerin bu ülkeden özgür ülkelere kaçmalarını sağlayan grup)ile bağları, bitmek bilmez amansız yoksulluk, ismini felsefeci Voltaire’den alan Cleyre’in yetişkin yaşlarında radikal söylemlere sahip biri olmasında ciddi katkıları oldu. Manastır eğitimi ardından, Cleyre seküler özgür düşünce hareketine katılarak entelektüel çevreye dahil oldu, burada dersler verdi ve bu hareketin gazetesine, makaleleri ile katkılarda bulundu.
1880′lerin ortalarında ve sonlarında, içinde bulunduğu özgür düşünce hareketi zamanında, de Cleyre özellikle Thomas Paine, Mary Wollstonecraft ve Clarence Darrow’dan etkilendi. Düşüncelerinden etkilendiği diğer isimler ise Henry David Thoreau, Big bill Haywood ve sonraları Eugene Debs’dir.
Haymarket eylemcilerinin 1887 yılında asılarak idam edilmeleri ardından anarşist olduğu kabul edilir. Otobiyografik makalesinde “O zamana kadar mahkemelerde Amerikan yasalarındaki adalet esasına inanıyordum” diye yazmıştır, “Bu olaydan sonra bir daha asla böyle düşünmedim.” diyecektir.
De Cleyre mükemmel bir konuşmacı ve yazar olarak tanınır – biyografi yazarı Paul Avrich’e göre, o “yazınsal alanda diğer tüm Amerikan anarşistlerinden daha büyük bir yetenektir” ve anarşist ideallere adanmış yorulmak bilmez bir savunucu olarak [Goldman’a göre ] “imanlı şevki giriştiği her işe damgasını vurmuştur.”[2] De Cleyre’in esin kaynaklarından biri Dyer D. Lum’dır; “onun öğretmeni, güvendiği kişi, yoldaşı”, idi, fakat Lum 1893 yılında intihar etti.
Voltairine’in ölümünden birkaç gün sonra gerçekleştirilen anma töreni için basılan el ilanı.
12 Temmuz 1890′da Harry adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi, babası özgür düşünce çevresinden James B. Elliot idi; fakat de Cleyre, Elliot ile birlikte yaşamayı reddettiğinde Harry ondan alındı.[3]
Tüm hayatı boyunca hastalıklarla ve depresyonu ile mücadele etti, en az iki kez intihar girişiminde bulundu ve 19 Aralık 1902′de bir süikast girişiminden kurtuldu. Saldırgan Herman Helcher adında Cleyre’nin eski öğrencilerinden, akıl sağlığını yitirmiş biriydi, Cleyre süikast girişiminin hemen ardından Helcher’i affetti. Bu konuda “Akıl sağlığının yerinde olmamasından kaynaklanan bu eylemi nedeniyle onu hapishaneye göndermek medeniyete hakaret olurdu” diye yazmıştır. Saldırı ona, konuşmasını ve konuya yoğunlaşmasını olumsuz etkileyecek kronik kulak ağrısı ve boğaz enfeksiyonu bırakmıştır.
Voltairine de Cleyre, Chicago-Illinois’de St. Mary Nezaret Hastanesinde hastalığı septik menenjit nedeniyle 20 Temmuz 1912 yılında öldü

Siyasi görüşleri

Anarşizm (Önadsız)

Voltairine de Cleyre’nin siyasi görüşü tüm hayatı boyunca sürekli değişime uğramıştır, son olarak anarşizmin (önadsız) önemli savunucularından biri oldu, bu düşüncede –tarihçi George Richard Esenwein’e göre- “komünist, kollektivist, mutualist, bireyci gibi niteleyici isimler kullanılmaz.” Bazıları için, [anarşizm (önadsız) ]farklı anarşist ekollerin birarada varolmasına tolerans gösteren bir tutumu ifade eder. [4]
Uzun yıllar de Cleyre, Amerikan bireyci anarşist gruplar içinde bulundu. Erken dönemde bireyciliğe bu bağlılığı kendisi ile Emma Goldman arasında yaptığı ayrımdan anlaşılabilir. “Bayan Goldman bir komünist, ben bir bireyciyim. Onun isteği mülkiyet hakkını yoketmek, ben ise onu savunuyorum. Ben mücadelemi ayrıcalık ve otoriteye karşı yürütüyorum, ki bu sayede mülkiyet hakkı, bireye uygun olan asıl hak, yokedilebilir. Goldman’a göre kooperatifler rekabetin yerini tamamen alabilir; ben ise rekabetin şu ya da bu şekilde herzaman olacağını iddia ediyorum, ve bunun böyle olması son derece istenen bir şeydir.” [5]
Goldman ve de Cleyre, kendi aralarındaki bu olumsuz tutuma rağmen entelektüel açıdan birbirlerine saygı duymaktaydılar. 1894 tarihli Emman Goldman’ın Savunması ve Mülksüzleştirme Hakkı adlı makalesinde de Cleyre mülsüzleştirme hakkını destekleyen bir yazı yazmış, fakat bununla birlikte yine de tarafsız kalmaya devam etmiştir. Makalesinde “Bir insanın en küçük duyarlı bir parçasının bile tüm New York şehrinin mülkiyet haklarına değer olduğunu düşünmüyorum… Yiyecek ve giyecek rüyası ile, hapishaneden uzakta, açlıktan ve soğuktan ızdırap çekmek ya da Timmermann ve Goldman’ın yanında yer alarak mülkiyet kurumlarına aleni eylemlere girişme kararının size kaldığını söylüyorum.” diyecektir.
De Cleyre son dönemde bireyciliği reddetme noktasına geldi. 1903 yılında “Çalışan sıradan işçilerin yapabileceği en iyi şeyin, paranın gücünden kurtulmak için, kendi işkollarını örgütlemek” ve “işveren – işçi ayrımı yerine elbirliği ile birlikte üretmek” gerektiğini dile getirmiştir. (“Neden Bir Anarşistim”). 1912 yılında Paris Komünü’nün başarısızlığının kaynağı olarak [özel] mülkiyetin korunmasını gördüğünü söylemiştir. “Komün Yükseliyor” adlı makalesinde, ona göre “Komünün düşmesinin başka nedenleri olmasına rağmen, asıl nedeni gerekli olduğu anda Komün taraftarları Komünist değildi.” Onlar siyasi zincirlerini, ekonomik zincirlerini bertaraf etmeden kırmaya kalkıştılar…” [6] “Sosyalizm ve Komünizm, her ikiside belli bir düzeyde ortak çaba ve yönetimi gerektirir ki bu tamamen Anarşizm ideali ile tutarlı olmaktan çok, daha fazla kontrolü sağlar; Bireycilik ve Mutualizm mülkiyete dayanarak, özel polis gücünün gelişimine önayak olur ki benim özgürlük anlayışımla uyuşmayan bir durumdur. “Bir Anarşist Olmak” adlı yazısında, “Kendimi yalın haliyle ‘Anarşist’ sıfatından başka bir şeyle tanımlamıyorum” diyecektir.
Voltairine’nin bireyciliği reddetmesinde komünizmi kabul etmesinin bir rolü olduğu hakkında çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Rudolf Rocker ve Emma Goldman böyle bir iddiayı öne sürmüşlerdir, fakat aralarında biyografi yazarı Paul Avrich’in bulunduğu başkaları buna itiraz ettiler. [8] Anarşist yazar Iain McKay, de Cleyre’nin 1908 paranın olmadığı ekonomi savunusunun, komünizm olduğunu dile getirmiştir.[9]

Doğrudan

Voltairine de Cleyre’nin 1912 tarihli doğrudan eylem savunması’na bugün yaygın biçimde atıfta bulunulur. Bu makalesinde, de Cleyre, Boston Çay Partisi’ni (Boston Tea Party) bir doğrudan eylem örneği olarak ele alır; ona göre “doğrudan eyleme her zaman başvurulmuştur, ve bugün bizzat onu lanetleyenler tarafından tarihte tasvip edilmiştir.”

Feminizm

1895 tarihli Seks Köleliği adlı konferansında, de Cleyre güzellik idealini kadınların bedenlerine zarar verdiği için ve çocuklara uygulanan sosyalleşme etkinliklerini doğal olmayan cinsiyet rolleri yarattığı için eleştirir. Makalenin başlığı bundan da bahsedilmiş olmasına rağmen hayat kadınlarına atıfla kadın ticaretini anlatmaz; aslında burada konu edilen medeni yasaların kendi karılarına tecavüz eden erkeklere karşı hiçbir bağlayıcılığının olmamasıdır. Bu tür yasalar “her evli kadını; efendisinin ismini alan, efendisinin ekmeğine ve emirlerine tabi, efendisinin zevklerine hizmet eden zincirlenmiş köleye dönüştürür.”

Anti-militarizm

De Cleyre savaş zamanları dışında tutulan orduya şiddetli şekilde karşı çıkmıştır, çünkü hazır ordunun varlığı ona göre savaşları daha olası hale getirmektedir. 1909 tarihli makalesi “Anarşizm ve Amerikan Geleneği”nde, barışı gerçekleştirmek için “her barışçıl insan, orduya desteğini çekmelidir, ve savaş isteyen herkes bunun maliyetini ve riskini üstlenmelidir; insan-öldürme mesleğini icra edenlere ne ücret ne de barınma sağlanmalıdır.” diyerek anti-militarist tutumunu ifade etmiştir.

Eserleri

Konuşmalarının biraraya getirildiği, Bir Mayıs:Haymarket Konuşmaları 1895-1910 (The First Mayday:The Haymarket Speeches) Libertarian Book Club tarafından 1980 ve 2004 yıllarında basıldı. The Voltairine de Cleyre Reader ise AK Press tarafından yayınladı. 2005 yılında konuşmalarının ve makalelerinin toplandığı iki koleksiyon daha SUNY Press tarafından Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius, diğeri University of Michigan Press tarafından, Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind adı ile yayınlandı.

Kaynakça

1] Presley, Sharon. Exquisite Rebel: Voltairine de Cleyre.

  • 2] People & Events: Voltairine de Cleyre, PBS American Experience
  • 3] Ibid.
  • 4] Esenwein, George Richard “Anarchist Ideology and the Working Class Movement in Spain, 1868-1898″ [p. 135]
  • 5] Voltairine de Cleyre, “In Defense of Emma Goldman and the Right of Expropriation”
  • 6] DeLamotte Eugenia C. Gates of Freedom: Voltairine de Cleyre and the Revolution of the Mind University of Michigan Press (September 15, 2004) pp 206
  • 7] Voltairine de Cleyre, “Anarchism,” Selected Works of Voltairine de Cleyre, New York: Mother Earth, 1914, p. 107.
  • 8] Presley, Sharon. Exquisite Rebel: Voltairine de Cleyre.
  • 9] McKay, Iain, “The legacy of Voltairine De Cleyre”, Anarcho-Syndicalist Review, #44 (Summer 2006)

Okumalar

  • De Cleyre, Voltairine. Selected works of Voltairine de Cleyre. Mother Earth Pub. Association. (1914)
  • Avrich, Paul. An American anarchist : the life of Voltairine de Cleyre. Princeton University Press. (1976)
  • A. J. Brigati. The Voltairine De Cleyre Reader. AK Distribution;1. (2004)
  • Eugenia C. Delamotte. Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind. University of Michigan Press;
  • Margaret Marsh. Anarchist Women 1870-1920. Temple University Press;
  • Sharon Presley and Crispin Sartwell. Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius. State University of New York Press;

Thursday, November 22, 2012

Başkaldırının Gayri Resmi Tarihi



CulDe suc
Pamuk tarlalarında ska, rock stady ve reggae ile birlikte duyuldu blues. Kara Afrika’nın hüznü, bu mavi tonlu müziğe yansıdı. 1930’larda Amerika kıtasına ulaştığında “Şeytan icadı” olarak görüldü. Kilisenin güdümündeki kimi bağnaz Amerikalılar’a göre blues müzisyenleri, Afrika dinlerini yaşatmaya çalışan büyücülerdi. Blues ustaları bu savların karşısına çıkma gereği duydular. Yerleşik düzene ilk başkaldırıyı, şeytanı öncü olarak seçmekle yaptılar. Sonraları rock’n roll’a kaynaklık eden blues, itilip kakılan alt kültür insanını hedef seçti. Aslına bakılırsa, yerleşik değerlerin, burjuva kültürünün dindar insanı zaten dinleyici kitlesi olamazdı.

50’li yılların gençliği tarihin en büyük acılarını çocukluğunda yaşayan, Hiroşima ve Nagasaki gerçeğine tanıklık eden bir kuşaktı. Sıcak savaşların peşi sıra nükleer tehlike gündemdeydi. Endişe ve korku en yoğun duygulanmalardı o sıra.

Bu gençlik savaşa karşıydı, savaşın en derin izlerini taşımaktaydı. Akademik değer yargılarına da karşıydılar. Çünkü savaşların nedenini akademik tartışmalara bağlıyorlardı. Böylece ortaya yerleşik düzenin tüm değer yargılarını, alışkanlıklarını, düşünce biçimlerini reddeden bir kuşak çıktı. Bu reddediş, devrimci bir yön taşımayan, safça bir iyiniyeti doğurdu ve kendi idolünü yarattı: Elvis Presley.

Elvis Presley ya da zamanın entelektüellerinin aşağılayıcı tanımlamasıyla Elvis Pelvis, kalçalarını sallayarak yaptığı garip şovlarla bir anda “Sosyolojik bir mit” halini aldı. Çok da içi boş bir mit değildi Elvis. Gitar, ritm gitar, bas ve davuldan oluşan klasik rock’n roll dörtlüsünü Beatles’dan yaklaşık 10 yıl önce kullanmıştı.

Bu sıralar Beatniklerin mesihi sayılan Jack Kerouac (ki o dönemin en sıkı yazarıydı), otostopla Amerika’yı boydan boya gezmekte ve çağın en ünlü “hobo”su olmak üzeredir.

Veee…60’lara gelindiğinde İngiltere’de Beatles fırtınası esmektedir. Bu, “kolejli çocuklar” görüntüsündeki medya ilahları, kısa sürede tüm dünya müziğini etkilerler. Rock müziğe dair ilk etkin çıkış ise hırpaniliğin kitabını yazan Rolling Stones tarafından gerçekleştirilir. Artık müziğin içine distorsiyonlu gitar girmiştir. Uzun yıllar önce şeytana ruhunu satan Robert Johnson’ın ardından, bu serseriler de şeytana sempati duymaya başlarlar.

Amerika cephesinde Kerouac’ın izinden giden Beat Kuşağı yerini çiçek çocuklarına bırakmaya başlamıştır. Elden ele dolaşan kitaplar yine Walt Whitman ve Allen Ginsberg şiirleri, Hermann Hesse ve Jack Kerouac’ın yapıtlarıdır. Greatfull Dead bu kavmin favori grubudur. Onbinlerce kişi, grubun konserleriyle Amerika’yı baştan başa katetmektedir.

Bob Dylan ile protest rock Yeni Dünya’da tam bir patlama yapar. (Oysa İngiltere konserlerinde ıslıklanmaktadır Dylan. Çünkü protest müziğe elektrikli gitarı sokmuştur ve hala eski kıtada gözde enstrüman akustik gitardır.)

Çiçek çocukları güzel insanlardı. Olağanüstü doğal giyim tarzları ve pasifist tepkileriyle bir döneme imza attılar. Tepkiselliklerine tutarlı bir politik yaklaşım katmadıkları için Woodstock konserleriyle hippyliğin cenazesi kaldırılmış oldu. Artık, uyuşturucuya tapınan “savaşma seviş” deyimini terminolojilere sokan bu sevimli kitle sahneden çekilmişti. İngiltere’de Beatles’tan kendini sıyıran John Lennon, sol söylemlerle aydın kesimin ilgisini çekmekteydi. Din, cinsellik ve TV ile uyutulan, kendisini akıllı, sınıfsız ve özgür sanan insanlara bir hiç olduklarını hatırlatmaktaydı Lennon. Yaşamın onurlu gerçekliğini “İşçi sınıfı kahramanı” olmakta görüyordu. Lennon bir başlama noktasıydı ve …başkaldırı başladı!

Golden Era of Rock (Rock’ın Altın Çağı) 70’li yıllardır. Lirini bir köşeye bırakıp gitara sarılan müzik tanrısı, henüz synthesizer ile tanışmamıştır. 68 kuşağı, artık eski çiçek çocukları kadar iyimser ve pembe düşler içinde değildir. Soğuk savaş rüzgarlarının estiği, Çekoslovakya işgalinin yankılarının sürdüğü 70’li yıllar, radikal ve sert politik olaylara sahne olur. Gençlik bu sert, acımasız yaşantıdan nasibini alır ve başkaldırının ruhu canlandırılır. Kapitalizmin yoz değer yargılarına ve burjuvazinin yerleşik düzenine karşı kitlesel bir çıkış yaşanır. Müzik artık daha bir elektrikleşmiş, ritmlerde sertlik başlamıştır. Pink Floyd bu ortamda bayraklaşan grup olur. Pink Floyd’un yanısıra, teatral rock’ı şovları ve görsel efektleriyle birleştiren Genesis, senfonik rock’ın öncüleri Moody Blues, Jethro Tull ve Yes, hard rock’ta Deep Purple, Who, Led Zeppelin ve Uriah Heep dönemin gözde gruplarıdır. Bu arada daha entelektüel bir dinleyici kitlesine sahip olan Byrds ve Renaissance da başkaldırının ateşleyicileri arasındadırlar.

60’ların simgelerinden Bob Dylan rock çizgisine kaymış ve hala çok popülerdir. Bu arada Kanada’lı ozan-şarkıcı Leonard Cohen ve Amerikalı protest şarkıcı Joan Baez giderek daha çok sevilmektedirler.

70’ler rock müziğin anti-tezinin de doğuşuna sahne olur. The Clash ve Sex Pistols’ın öncülüğünde anti-rock bir akım olan Punk filizlenmeye başlar. (Nitekim 70’lerin ikinci yarısında rock’ın isyankar misyonunu punk taşıyacaktır.) Bu arada Amerikalı garaj grupları ve New Wave akımı da ilk ürünlerini vermeye başlar.

Rock elbette 60’ların pasifist pembe görüşlerinden daha radikal bir tepki olarak çıkmıştır. Bir başkaldırının, yaşamı ve toplumsal baskıları, yerleşik düzenin yoz değerlerini sorgulamanın müziği olmuştur. Ama bütün bunlara dayanarak bir yaşam felsefesi olduğu çıkarımını yapamayız. Rock siyasal bir düşünce ya da teori değildir. Tepkiseldir ancak ciddi ve kalıcı çözümler üretme kaygısı taşımaz. Doğal olarak toplumsal değişimlere ayak uydurmuş ve kendi bünyesinde değişimler yaşamaya başlamıştır.

80’li yıllar daha az kitap okunan, şiirlerin rafa kaldırıldığı yıllardır. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakar kadroları demokratların yerine geçer. İngiltere’de demir cadı Thatcher iktidarı ele geçirir. Kapitalizmin tüm dünyayı sarmalamasıyla birlikte kitle iletişim araçları rock müziğe eskisi kadar yüz vermemeye başlar. Bu ortamda kılık değiştirmiş, kişilik erozyonuna uğramış, yeni bir rock müzik piyasaya çıkar. Köken olarak hard rock’a dayansa da hard rock’ın taşıdığı lirizmden çok uzak yeni bir tür olan metal müzik hortlatılır. Milliyetçi İngiliz grubu Iron Maiden, neo-faşist KISS (SS ayrı yazılmalı) ve ırkçı söylemin yeni ağzı WASP (White Anglo Saxon Protestans) popülerdir. Rock müziğin eski tarzının en popüler grubu ise yine bir sağcı gruptur: Queen.

80’ler müzik endüstrisinin de canavarlaştığı yıllardır. Yüreğimizin parçası saydığımız LP ‘ler, yerini yavaş yavaş CD denilen garip UFO’lara bırakır. Müzik elektronikleşmiş, synthesizer, prophet ve bilgisayar kullanımıyla artık DJ’ler bile müzisyenliğe soyunmuştur. TV izlemek, çılgınlık derecesine ulaşmış, müzik artık video-clip’lerle anılmaya başlamıştır. Ve müzik tanrısı klavye kullanmaya başlamış, gitarını çatı katında örümcek ağlarının arasına terketmiştir.

Çiçek çocuklarının doğallığı, rock ruhunun bilinçli tepkiselliği yok olmaya yüz tutmuş durumdayken, ürkünç görüntüleri, metal aksesuarları ve kara giysileriyle sokaklarda dolaşan gruplar türer. Alt kültür insanı olmaları dışında, eski gençlik grupları ile (hippyler, hobolar, modlar, punklar…vs.) en ufak bir benzerlikleri yoktur. Kitap okumayı anlamsız bulurlar, çok gerekirse Stephen King romanları ya da korku dergileri okurlar. Anarşist olduklarını sanacak kadar anarşizm ve felsefeden habersizdirler.


Medyanın uzağında başkaldırının sesi derinden derine sürmektedir aslında. Hard rock’ın sosyalist grubu Rush, IRA’nın açık destekçisi U2, Amerikan rock’ının yeni sol sesi Talking Heads, nitelikli ürünler ortaya koyarlar. İşsizlerden kurulu UB40, Bob Marley’in mirası üzerine popüler bir reggae sound’u yakalar.

Bu arada değinmediğimiz türler de vardır. Metal’e aptalca bir tavırla çıkan Acid, güzel vücutlu kızların tingildek müziği House, 70’lerde Georgio Moroder’in hortlattığı, Bee Gees’in popülerleştirdiği, düzeysizliğin ritmi Disco gibi türler gelip geçer müzik piyasasından…

Üstünde durulmaya değer iki tür görebiliyoruz. Birincisi daha önce kısaca değindiğimiz Punk akımı. Orjinal tipleri ve boyalı saçlarıyla punklar toplumun insani değerlere duyarsızlığını dile getirirler. Amatörlerin müziği diye adlandırılır punk. Oysa elektronik müziğe tapınıldığı sıralarda onurlu bir tavır olarak ortaya çıkıp alternatif bir kültür sunarlar. Komünal yaşantı ve uçuk tiplemeler geçitidir punk. Patti Smith ve Sex Pistols ile ivme kazanır. The Clash hala dinlenmektedir.

İkinci tür ise çağa ayak uydurmuş ve klavye kullanımının öne çıktığı new wave’dir. Depeche Mode, Eurythmics ve Human Leauge bu yeni dalgayı ayakta tutar. Aydın kitle için 80’lerin tek sürükleyici grubu vardır: Dire Straits. Knopfler biraderlerin birşeyler anlatma derdi, grubun müzikalitesi ile birleşmiş ve dönemin en güzel albümleri ortaya çıkmıştır.

80’lerin sonunda, böğüren vokalistlerin gürültüsü metale siyah bir alternatif çıkar: Rap. Ritm&Blues, Soul dönemlerinden sonra ilk zenci hegemonyasına neden olur rap. Varoşlardan gelen işsiz güçsüz zencilerin birbiri ardına inanılmaz bir hızla sıraladığı kelimelerin, plak kaydırma ve tek düze ritmle müzikleştirilme çabasıdır. Başkaldırı ruhunu sürdürmektedir ancak bu protest tavrı müzikal çöplük haline getirmeyi başarırlar.

90’larda tam bir müzik curcunası izliyoruz. Rap, hip hop ve metalin can çekişmesi, pop müziğin video klip erotizmiyle pazarlanışı, rock müzikte eskiyi arayış ve new wave‘de tekrarlar. Kirlenmeden kalan tek tür ise new age olur. Enstrümantal yapısını çağın dışında bir lirizmle oluşturan new age hiç bir zaman geniş kitlelerin müziği olmaz. Ama Andreas Vollendwider, Vangelis, Kitaro, Tangerine Dream, George Winston, Yanni, Enya…gibi bestecileriyle her daim dinlenebilirliğini korur.

90’lı yıllar her şeyin ambalajlar içinde sunulduğu bir dönemdi. Şiir ve genelinde yazın önemsenmemeye başlandı, tüm sanat dalları popülerliğe verilen tavizlerle yaralandı. Yaşanan her şey biraz plastik, biraz teknolojik. Bu ortamda techno adı verilen yeni bir ucube boy verdi. Teknoloji ve eğlence nevrozuna yakalanan 90’ların gençliği bu yeni türe sarıldı. Bu dönemde az da olsa ilaç mahiyetinde grup ve sanatçılara rastlıyoruz: Radiohead, Massive Attack, Dream Theater, Nick Cave…

2000’li yıllar yeni bir başkaldırının müjdecisi olacağa benzer. Gençlik yeni bir doğallık furyasına tutulmak üzere. Okumak yeniden önemsenmeye başlandı. Akustik gitarın hikmeti anlaşılmakta ve eski özlediğimiz rock, yeni kılığıyla dönüyor.

Not: Bu yazıda, 70 yıllık bir dönemi özet olarak ele almanın güçlüğünden dolayı yer bulamayan bir çok sanatçı ve grup olduğunun farkındayım. Müzik tanrısı beni bağışlasın.

Thursday, November 15, 2012

Bir 12 Eylül mektubu: 40 bin Alevi’ye kan kusturdum!


12 Eylül döneminin Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin imzasını taşıyan bir mektupta yer alan ifadeler kan dondurdu. Küçüktiryaki, "Türkiye’de Alevi-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim, 40 bin Alevi’ye kan kusturdum” dedi.

TBMM Komisyonu’na gönderilen belgeler arasında,12 Eylül döneminin Emniyet Genel Müdürü Küçüktiryaki’nin imzasını taşıyan bir mektup da yer aldı. Kenan Evren’in resmi arşivinde bulunan mektupta Küçüktiryaki “Türkiye’de Alevi-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim” diyor. 

“Yavuz Sultan Selim’den sonra en büyük Alevi Kızılbaş düşmanıyım”
Vatan
gazetesinden Şebnem Hoşgör’ün haberine göre, Cumhurbaşkanlığı’nın, talep üzerine TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na gönderdiği, darbe dönemlerine ilişkin bilgi ve belgeler arasından, 12 Eylül dönemine ilişkin, tüyler ürperten itiraflar içeren bir mektup da çıktı. Kenan Evren’in resmi arşivinde tutulan mektupta, 12 Eylül döneminin Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin, “Yavuz Sultan Selim’den sonra en büyük Alevi Kızılbaş düşmanıyım”, “Malatya il merkezindeki 40 bin Alevi’ye kan kusturdum”, “Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevi soykırımını devlet adına başlatan benim” ifadeleri dikkat çekiyor.

Komisyon Başkanı Nimet Baş, 20 Ekim’de İstanbul’da basına kapalı bir şekilde görüştüğü Küçüktiryaki’ye bu mektubu sordu. Baş, görüşme sırasında hakkındaki tüm işkence iddialarını reddeden Küçüktiryaki’nin yüzüne, altında imzası bulunduğunu anımsatarak mektubu okudu. Yöneltilen sorulara, “bilmiyorum”, “duymadım” diye yanıt veren Küçüktiryaki’ye Nimet Baş'ın “Rahatlıkla konuşmanızı gerektirecek bir yazı okumak istiyorum size. 7/10/1980 tarihinde Cumhurbaşkanlığı makamına ulaşan, altında sizin imzanız olan bir belgeyi okumak istiyorum. Sizin kendi ifadeleriniz” diyerek okuduğu mektup şöyle:
ABD TAVSİYESİYLE ATANDIM: Beni Emniyet Genel Müdürü yapan, Başbakan Süleyman Demirel değildir. Ben, beni keşfeden Amerikan Hükümetinin Ankara temsilcilerince tavsiye üzerine bu göreve atandım.
ALEVİ SOYKIRIMINI DEVLET ADINA BAŞLATTIM: Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevi-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim. 1976 yılının Ocak ayında Malatya Beylerderesi olayından sonra, Malatya il merkezindeki 40 bin Alevi Kızılbaş’a kan kusturdum.
DÜŞMANLIĞIMI İSPAT ETTİM: Yavuz Sultan Selim’den sonra en büyük Alevi Kızılbaş düşmanı benim, bunu ispat ettim ve ispat etmeye de devam edeceğim. Ben, Beylerderesi olayları sırasında yanımda Malatya İl Jandarma Komutanı Albay olduğu hâlde ‘Malatya’daki tüm Alevi-Kızılbaş köyleri ortadan kaldırılmalı’ dedim. Benim sözlerimi Mayıs 76 tarihli Halkın Kurtuluşu adlı dergi yazdı.
AKSU ALEVİ KASABI: Şu anda Emniyet Genel Müdürüyüm. 76 yılında ben Malatya’da Valiyken Malatya Emniyet Müdürü olan - ki o da en az benim kadar Alevi-Kızılbaş kasabıdır- Abdülkadir Aksu’yu yardımcım yaptım. Ankara’da Alevi-Kızılbaşların oturduğu “Kurtarılmış Bölge” adlı semtlere kan kusturan Reşat Akkaya’yı Ankara Emniyet Müdürü yapan benim. Sıkıyönetim Komutanının emriyle görevden alındı. Zannedilmesin ki, pasifize oldu, gölgede kalarak gerçek Ankara Emniyet Müdürü yine o olacaktır.
KİMSE YERİMDEN SÖKEMEZ: Beni hiçbir kuvvet yerimden söküp atamaz, ne Başbakan ne Cumhurbaşkanı ne de bir başkası. 1981 seçimlerinde Adalet Partisi’nden Malatya milletvekili adayıyım. Beni silah kaçakçılığıyla suçlayanlara şunu söylemek isterim ki; ben, Bulgaristan üzerinden gelen komünist silahlarla Alevi kasaplığı yürütmüş adamım.
İmzalı mektubu reddetti
Komisyon Başkanı Nimet Baş'ın “Kenan Evren’in resmi arşivinde tutulan Cumhurbaşkanlığı belgelerinden okuyorum” diyerek açıklama yapmasını istediği Küçüktiryaki, imzalı mektubu, “Haberim yok, bu mektup benim değil. Ben Eskişehirliyim. Eskişehir’de böyle şey yoktur. Alevi-Sünni hikayesi yoktur” diyerek reddetti. Baş komisyon üyelerine, söz konusu mektubun, 1979 yılında bir senatörün odasında yapılan arama sonucu elde edilmiş bir belge olduğu bilgisini iletti.

DAL’ı duymamış!
Küçüktiryaki ile yapılan görüşmenin diğer çarpıcı diyalogları, komisyon tutanaklarına da yansımıştı. BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in Ankara Emniyeti’nde DAL adlı bir bölüm olduğunu ve 12 Eylül’de burada işkence yapıldığını hatırlatması üzerine Küçüktiryaki şunları söylemişti:

Söylemiş olduğunuz şeyleri ilk defa duyuyorum. Ben Emniyet Genel Müdürlüğü’nde çok az kaldım. Benim kaldığım müddette Türkiye’nin her yerinde sıkıyönetim vardı. Bizim Emniyet Genel Müdürü olarak görevimiz orada sadece lojistikti... Böyle bir şey varsa, ya benden evveldir, ya benden sonradır. Ama burada Emniyet Genel Müdürünün filan hiçbir dahli yok, tamamıyla sıkıyönetimin komutasında bir teşkilat oldu o zaman.
O zaman Ankara’da sıkıyönetim komutanı var, komutan yardımcısı bir general var. Onun için, ne bize ne emniyete ne şuna buna, hiçbir şekilde bir şey intikal etmezdi, edemezdi zaten çünkü tamamıyla ayrıydık.
"Emniyet müdürü olduğunuzdan emin misiniz?"
Küçüktiryaki Meclis komisyonunun sorularını Dolmabahçe’de yanıtlamıştı. Eski emniyet müdürü 12 Eylül döneminde işkence yapılmadığını söylemişti. Küçüktiryaki, BDP’li Önder’in “İşkenceyle ilgili soruları ısrarla sorumluluğunuz altındaki bir birimde işkence yapılıyor olması -insanlık adına soruyorum, elinizi vicdanınıza koyun- hiç mi kulağınıza gelmedi?” sorusunu “Hiç gelmedi” diye yanıtladı.

Komisyon başkanı Nimet Baş, Küçüktiryaki’nin Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemde yazılmış resmi bir yazıyı okudu ve yazıda geçen DAL grubunu sordu. Eski Emniyet Müdürü “Hayır efendim böyle bir oluşum yok” dedi. Küçüktiryaki’nin o döneme ilişkin soruların çoğuna hatırlayamadığını söylemesi, işkence iddialarını yalanlaması üzerine BDP’li Önder “Siz, Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığınızdan emin misiniz?” demişti.

Monday, November 12, 2012

"The old and the new"

“eisenstein, griffith’in paralel-alternatif denen kurgu anlayışını eleştirirken ötesine geçmeyi de önerir. griffith’de özel yaşamlar paralel ve kesişen sekanslar halinde örgütlenerek birbirleriyle buluşup birbirlerini iterler, karşılıklı geçişlerle ivmelenerek konumlardan başka konumlara, bireyselden kollektife, kişiselden politiğe geçişi sağlarlar. böylece, özel yaşamlar politik kariyerlerden ve yaşantılardan ayrı tutularak kişisel ile politik alanlar arasındaki sınırlar korunur. oysa, eisenstein tüm ‘aşma’ doktrinine rağmen, diyalektiğin eski’den yeni’ye çarpıcı sıçramalarla geçişini kendi sinematografisinin merkezi haline getirir. istediği bir ‘düşünce’ sinemasıdır –yalnızca ‘bilinçlendirme’ peşinde değildir; bilinçlenme ve farkına varma anlarını abartarak (atraksiyonlar kurgusu diyordu buna) seyirciyi ‘düşünme’, ‘hissetme’ ve ‘coşku’ yaşantılarına yükseltmeyi önerir. formülü, ‘beyne yumruk gibi inen’ bir sinemadır.”
(*) alıntı: ulus baker’in körotonomedya’daki “yılmaz güney sinemasının bir özelliği üstüne” başlıklı şu yazısından.
(*) video: eisenstein, “staroye i novoye” (“eski ile yeni”).

Sunday, November 11, 2012

ATEŞE DÜŞEN KAR TANESİ “Kötü” Mahallenin Çocukları




Mehmet Faraç

Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...

Evin arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Arkadakiler “Yumma” diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi...  Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler...
Orada tüm doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar vardı...
Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Urfa’da, Süryani Kralı Kara Agbar’ın mezarının hemen aşağısında garip ve de çok gizemli bir mahalle vardı... Tepelerde, adeta birer şark çıbanı gibi duran kayalıklar ve insan bedenindeki kurşun yaralarını andıran mağaralar üzerine kurulmuştu o mahalle...
Sanki Taş Devri’nden bir köşe düşmüştü oralara ve tarihe parende attıran bir zaman makinesinin dişlileri takılıp kalmıştı o yakada!..
Yalnızlığın resmini mi çizmek ister birisi, manzara işte orası!.. Hani teneke parçalarını elmaslarla süslü bir vitrinin tam ortasına koyduğunuzda ucube bir tablo çıkar ya karşınıza; eski ile yeninin çatıştığı o mahalle, işte öylesine yaşamsal çarpıklıklar içerirdi kendi bağrında...
Eski zaman adamlarının yüz hatlarında destanlar taşıdığı o mahallede, bin yaşındaymış gibi gelirdi bize yaşlı insanlar!..
Derdik ki o zaman, işte o adamlardır bizi birbirimizin içinde, çalılara yuva kurmuş serçeler gibi dayanışma içinde tutan!..
Şerre rağmen hayır!..
Biz orada, ekmek peşindeki babaların biçare çocuklarıydık... Yaşamın her anını ateşe düşmüş bir kar tanesi gibi yaşardık!.. Tırnaklarımızı çatlatan taşları bile hayra yoran, yaz sıcağında nefes aldırmayan kara sineği mahlukat sayan!..
Yaşamın bir çizgi filmin hayalleri kadar bulutları andırdığı bir coğrafyada, şerre rağmen “her şeyde hayır vardır” diyen!..
İşte o yüzden, çaresizlik ve yoksulluğumuza karşın yüreğimize barış çivisi çakan hoşgörümüz yüzünden; karnımız doymuşsa o gün; bize çok uzak olan yarınları hiç düşünmezdik!..
Sanırdık ki dünyanın her tarafı böylesine çelişkiliydi... İnsanın tek eğlencesinin kendi hayalleri olduğu bir mahallede, yaşamın ufku ne kadar derin olabilirdi ki?..

Anne diyen diller!..
Ben o mahallede gözlerine çapak düşmüş bir sabinin mağrurluğuyla gözümü açtığımda sabaha; betonarme evimizin çevresinden yükselen çocuk seslerine odaklanırdım...
Farklı hançerelerden çıkan ses zenginliği, yüzümü gizemle saran sabah yellerini andırırdı!..
Evin arkasındakilerle ön cephesinde oynayan çocukların dilleri farklıydı çünkü...
Arkadakiler “Yumma” diye seslenirlerdi burunları hızmalı, allı yeşilli giyinen annelerine... Ön cephedekiler “Aney” ya da “Daye” derlerdi...  Arka cephede Araplar otururdu Kötüler Mahallesi’nde, ön cephede Kürtler...
Orada tüm doğallıkları ve içtenlikleriyle birbirinde zerre kadar fark görmeyen çocuklar vardı... Farklı kültürdeki insanları ulus yapan bir milletin kavgasız çocukları...
Bizler yaşamını Suriye sınırındaki mayınlı arazilerden hayvan ticareti yaparak geçiren dedemin adeta bir kasrı andıran çardaklı evinin önünde toplanırdık her gün...
Dile gelmeyen acı!..
O evin ön cephesindeki küçük meydanın tam orasında, bir elektrik direğinden sarkan sararmış bir ampulün ışığında bir araya gelirdik düşlerimizi anlattığımız akşamlarda!..
Yırtık ayakkabılarımızın altında çiğnenen toprak, kardeşliğimizin bin yıllık kilimine dönüşür ve bizler onun üzerinde çatışmasız yaşardık!..
Şimdi düşünüyorum da, uzaydan mı gelmişti o çocuklar yoksa başka bir diyardan mı?..
İnanın aklımıza gelmezdi, yüzünde yoksulluğunu taşıyan Mahmut neyin nesidir diye...
Ya da kapkara teninin ardında lekesiz bir masumiyet barındıran İsmail?.. Onun Arap olduğunu sormak kimin zihninden geçerdi ki?..
Ben söyleyeceğim ve belki de siz inanmayacaksınız... Bir gün olsun, evet bir gün olsun; kimse kimseye Kürt müsün, Arap mısın diye sormadı, geri kalmışlık ve cehaletin ortak kader olduğu o mahallede...
Orada hiçbir zaman, kimse kimseye kültürel kaygılarla yan bakmadı ve kimse bir başkasına farklı dilleriyle acı bir laf etmedi...
Bizler çocuktuk yalnızca... Ne etnik kaygılarımız vardı ne de bir bölünmüşlük, kamplaşma ya da ötekileştirme hissiyatımız!..
İnsan, önemsemediği, hatta bir zenginlik olarak gördüğü farklılıklar için kavga edebilir miydi ki?..

Aynı toprağın taşı!..
Yoktu birbirimizden farkımız, yoktu sorgulayacak niçinimiz ve de çatışacak gerekçemiz!..
Hepimiz bir araya geldiğimizde, Urfa şivesinin o yürek yakan vurgularıyla konuşur, aynı candan düşmüş kardeşler gibi dertleşir, Frenk suyu sürdüğümüz kuru ekmeği mutlulukla paylaşırdık...
Aynı giyinirdik hepimiz, yoksulluğumuzu yaratan güzergâhlarda!..
Ceplerimiz harçlıksız, dizlerimiz yamalı ancak dillerimiz kavgasız...
Büyüklerimiz birbiriyle anlaşırdı farklı dillerde. Analarımız aynı hamuru sererdi tezek ateşinin ısıttığı sacın üstüne...
Babalarımız ekmeğini, bizler oyuncağımızı taştan çıkarırdık!..
Mayınla havaya uçan canlarımız aynı toprağa düşerdi Suriye sınırında...
Aynı taşlardan gülleler yapan çocuklar, aynı ülkenin toprağına savururlardı taş misketleri!..
Kamyon lastiğinden ürettiğimiz çemberler aynı ellerde çevrilirdi kardeşlik sokaklarında!..
Yüreğe düşen öfke!..
Büyüdük, geliştik ve ilerledik... Dünyaya bakışımız, ekmekle ve ihanetle kavgamız değişti ama insana bakışımız değişmedi...
Zaman yılları geride bıraktı ve biz geçmişimizde kalan barışımızla yürüdük çoluk çocuğa karışana kadar!..
Peki ne oldu çok sonraları, üç dinin bile kardeşçesine yaşadığı topraklara?..
Niçin dinler barış içindeydi de diller kavga etmeye başladı?.. Aynı sokakta çember çeviren çocuklar niçin pusular kurdular birbirilerine...
Aynı toprağa misket savuran çocuklar neden kurşun sıkmaya başladılar kardeş tenine...
Urfa’nın ya da o coğrafyanın toprağına kan bulaştırdı birileri!.. Dile kavga, yüreğe öfke koydu kimileri!..
Nifak öylesine derinlere ekildi ki barış; filiz verecek toprak bile bulamadı!..
O coğrafyanın aynı topacı döndüren çocukları, entrikaların çevrildiği kaotik topraklarda birbirilerini anlayamaz oldu...

Bu kavga niye?..
Ötekileştirme insanlığa çelme taktı, etnik şiddet bir bubi tuzağına dönüştü...
Evet, o coğrafyada önce siyaset değişti, sonra insan... Barışı bir ademoğlunun yaslandığı baston gibi kavrayanlar, şiddete sırt vermeye başladı!..
Bu yüzden dil kavgası ekmek kavgasının önüne geçti...
Peki, ben sizi durup dururken mi Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ne, barışın çocuk olduğu günlere götürdüm?..
BDP’nin “İki dilli hayat” kampanyasını duyunca aklıma Kötüler Mahallesi geldi... Zihnim beni dillerin aynı nağmeleri hesapsızca mırıldandığı bir coğrafyanın eski günlerine götürdü!.. Oturup düşündüm, hoşgörünün bazen topaç, bazen bir çemberin çevresinde döndüğü sokaklarda barışın frenine kim bastı?..

Ve biz 30 yılda bu kavganın içine nasıl geldik?..

Saturday, November 10, 2012

Tanrısız Bir Aziz: Albert Camus



Esin Coşkun

Kimileri onu, insanın sosyal ve siyasal alandaki tavrının adalet düşüncesinden hareketle olması gerektiği yönündeki düşünceleri, herkes için görece bir özgürlük istemesi ve ilkçağ değerlerine duyduğu yakınlıktan dolayı bir hümanist, gizli bir ahlakçı ya da doğa tutkunu olarak yorumlar. Ama belki de o sadece nasıl "Tanrısız bir aziz" olunacağının yolunu arıyordu ve kendisinden önce geliştirilen felsefi düşünceler onu tatmin etmiyordu.
1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Albert Camus'nün, yayımlanan ilk eseri Tersi ve Yüzü'nden itibaren tüm romanlarına yansıyan ve Sisyphos Söyleni ve Başkaldıran İnsan adlı denemelerinde büyük bir açıklıkla ortaya koyduğu felsefi düşünceleri, onun ölüm gerçeği karşısında yaşamın anlamını sorguladığı ve ölüme rağmen nasıl yaşamak gerektiğini bulmaya çalıştığı zorlu bir süreç olarak karşımıza çıkar.

"Yaşam, tüm anlamsızlığına rağmen sürdürülmelidir"
Camus, düşüncelerinin başlangıcı olarak Sisyphos Söyleni'nde (1942) intihar sorununu ortaya atar. Ona göre, "gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar." İntihar sorunsalından hareketle yaşamın yaşanmaya değip değmediğini cevaplamaya çalışırken, bir yandan da intiharın "absurde" karşısında bir çözüm olup olamayacağını araştırır. Yani kendine intiharı değil, "absurde" kavramını hareket noktası olarak almıştır. Onun "absurde" olarak adlandırdığı felsefi düşüncesinin özü, tek gerçek olan ölüm karşısında insan yaşamının anlamsızlığıdır. Absurde, insan bilincinin dünyanın sessizliğiyle karşılaşması sonucu doğar. Yani dünya yaşamın anlamını bulmaya çalışan insan bilincinin sorularını yanıtsız bırakır. Buna karşılık ölüm, hayattaki tek gerçeklik olarak ortaya çıkar. Mantıksal sonuç, bir gün nasıl olsa yok olunacağına göre yaşamanın anlamsız olduğudur.
Ancak Camus bu noktada durur ve yaşamın tüm anlamsızlığına rağmen yaşanması gerektiğine karar verir. İntihar, absurde karşısında bir çözüm değildir. Ve Camus, ölüm karşısında umudu/aşkınlığı da kabul etmez; Tanrıyı yadsır. Yadsımasının temelinde ölüm ve kötülük fikriyle Tanrı fikrinin bağdaşmaması vardır. Tanrı ve ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına ve intihar da bir çözüm teşkil etmediğine göre insan yaşamaya devam etmelidir; ama nasıl? Bu noktada Yunan mitolojisinin trajik kahramanı Sisyphos karşımıza çıkar. Sisyphe, Tanrıları aldatmış ve onlar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kaya dağın tepesine geldiğinde aşağı doğru yuvarlanır ve Sisyphos onu tekrar çıkarır. Bu durum bu şekilde devam edip gidecektir. Camus, Sisyphe'yi absurde bir kahraman olarak yorumlar. Ona göre Sisyphe'nin durumu hem trajiktir, hem de durumunda metafizik bir mutluluk vardır. O, Tanrılara başkaldırmış ve yazgısını (kayayı) sahiplenmiştir. Camus bundan dolayı mutlu bir Sisyphos hayal etmemiz gerektiğini söyler.

"Başkaldırı, kölenin efendisine hayır demesiyle ortaya çıkar"
Bu eserde Camus'nün "nicelik ahlakı"yla tanışırız. Camus, insanın kendi yazgısını sahiplenip yaşayabildiği kadar çok yaşaması gerektiğini öne sürer; intihar etmeden ve aşkınlığa sapmadan. Absurde durumun devam edebilmesi için insan bilinci ve dünyanın karşıtlığının devam etmesi gerekir. Bu karşıtlığı oluşturan taraflardan birinin ortadan kalkması absurde'ün ortadan kalkmasıdır. Ancak, absurde'ün farkına varan kişi bundan vazgeçemez. Camus, insanın kendiyle, başkalarıyla ve dünyayla yabancılaşmasının absurde duyguyu oluşturduğunu söyler. Yabancı (1942) adlı romanı, Mersault karakteri çevresinde, absurde düşünce ve duygunun, absurde insanın ve nicelik ahlakının somut örneklendirilmesi olarak karşımıza çıkar. Sisyphos Söyleni'nde absurde kahramanlar olarak Don Juan, oyuncu, fatih ve "yaratıcı" sanatçıyı (romancı) ortaya atar. Bunlar, yaşamı olabildiğince fazla yaşamak ve kendi bilinçlerinde yeniden şekillendirmek yeteneğine sahip oldukları için absurde kahramanlar olarak sunulurlar. Ancak, Camus'nün daha sonra geliştireceği "başkaldırma felsefesi" temelinde ele alındığında, onun asıl olumlu kahramanı "yaratıcı" sanatçıdır. Dünyaya ve yaşama bir anlam bulmaya çalışan, dünyayı değişik biçimde şekillendirebilen, insanın ihtiyacı olan birlik duygusunu yaratabilen romancılar onun olumlu başkaldırısının kahramanlarıdır. Bu bağlamda Kafka ve Dostoyevski'yi felsefi düşüncesine en yakın yaratıcı sanatçılar olarak kabul eder. Ve ona göre gerçek başkaldırı tarihi Marquis de Sade, Dostoyevski ve Nietzsche ile başlar.
Camus, Sisyphos Söyleni'nde absurde dünya karşısında insanın yaşama devam etmesi gerektiğini öne sürerken önemli bir sorunu yanıtsız bırakmıştır. Felsefi görüşlerinin sonucunda belirsiz bir nicelik ahlakı ortaya çıkmış ve görüşleri "nihilizme" kapı aralamıştır. Ancak, daha sonra gelen Başkaldıran İnsan (1951) adlı felsefi denemesi onu nihilizmden uzaklaştırarak, olumlu bir başkaldırı ve yaşam felsefesine ulaştırır.
Başkaldıran İnsan, cinayet sorunundan hareketle başlar ve başkaldırının tarihini ilkçağlara kadar götürür. Başkaldırı, Camus'ye göre kölenin efendisine "hayır" demesiyle ortaya çıkar. Kölenin belli bir sınırı ifade eden "hayır"ı, içinde "evet"i de barındırır. Köle, haksızlığa uğradığını düşündüğü için hayır demiştir ve bununla birlikte haklı olduğu bilinci uyanmıştır. Ancak hayır demek yeterli değildir. Hayır diyen kişinin eyleme de geçmesi gerekir. Ama başkaldıran kişi güçten, dayanaktan yoksundur. Bu durumda başkaldırısının kaynağına inancı koyar; haklı olduğu inancını ve adalet duygusunu. Yani Camus, başkaldırının kaynağını "adalet" gibi olumlu bir değere dayandırır ve bu şekilde her değerin yoksanması olarak ortaya çıkan nihilizmden ve bilinçsiz saldırganlık olan anarşizmden ayrılır.

"Romantikler, kötülüğü yeniden kurmaktan başka bir şey yapmazlar"
Camus iki tür başkaldırıdan bahseder; metafizik başkaldırı ve tarihsel başkaldırı. Metafizik başkaldırı, Tanrının yadsınmasıdır. Sisyphos Söyleni'nde olduğu gibi Yunan mitolojisinin başka bir kahramanı, Prometheus, ilk başkaldıran olarak ortaya çıkar. Prometheus, kendi gücünün bilincine varmış ve Tanrılara başkaldırmıştır. Tanrı karşısında insanın düştüğü durumu protesto eder. İlkçağlarda Lucretius ve Epicuros'ta metafizik başkaldırının izini sürse de Camus metafizik başkaldırının Batı'da esas olarak Hıristiyanlık ile başladığını ifade eder. Metafizik başkaldırmada kişi ölüm, adaletsizlik, kötülük gibi olumsuzlukların nedeni olarak Tanrıyı görür. Yani kaynağında din ve Tanrı vardır. Bunların olmadığı yerde metafizik başkaldırı da olmaz. Ve başkaldırı, 18. yüzyıl sonlarında Sade ile başlar. Dostoyevski ve Nietzsche'yle devam eder.
Sade'ın romanlarında ilan ettiği "sınırsız özgürlük" istemi, Tanrının ve başkalarının yoksanması, sadece kendi varlığının tanınması ile sonuçlanır. Sade'ın başkaldırısı, kötülüğü ve cinayeti yayan olumsuz bir başkaldırıdır ve "cinayet cumhuriyeti"yle sonuçlanır. Camus'ye göre Sade'ın isteği gerçekleşmiştir; artık cinayet polise mal olmuştur. Sade gibi romantiklerin başkaldırısı da olumsuz başkaldırıdır. Tanrıyı yadsıyan ve kötülükle savaşmak için yola çıkan romantikler, iyiliği terk edip kötülüğü yeniden kurmaktan başka bir şey yapmazlar.
Camus'ye göre başkaldırıyı olumlu bir değere yönelten ilk başkaldırı Ivan'ın başkaldırısıdır. Dostoyevski'nin Ivan'ı, Tanrı yerine adalet kavramını koyar. Ona göre, ölümsüzlüğün olmadığı yerde erdem, erdemin olmadığı yerde yasa yoktur. Mantıksal akıl yürütmesinde "Tanrı yoksa her şey mubahtır" sonucuna ulaşan Ivan, erdem ve cinayet arasında sıkışarak, Tanrı egemenliği yerine insan egemenliğini geçirir. Bu başkaldırı, özünde adalet duygusunu barındırdığı için başkaldırının temellerini oluştursa da, Tanrı adaletinin yerini alacak olan insan adaleti, Camus'nün deyimiyle, "Paul'den Stalin'e varıncaya kadar, Sezar'ı seçmiş papalar, yalnız kendi kendilerini seçen Sezar'ların yolunu açmış olacaklardır."

"Nietzsche, en çok haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişidir"
Tanrının öldüğünü ilan eden Nietzsche, onun yerine "üstün insan"ı geçirir. Üstün insan yeryüzünden çıkacaktır ve bu yüzden Nietzsche yeryüzünü aşan her şeye "hayır" der. Ona göre, insanın yaratıcı olabilmesi için öncelikle bütün değerleri yıkması gerekir. Asıl başkaldırı burada başlar. Hıristiyanlığın ve köleliğin bütün değerlerini yıktıktan sonra yerine insani değerleri geçirir, üstün insanı koyar. Bir değer önermesi bakımından Nietzsche'nin başkaldırısı olumlu bir başkaldırıdır. Ancak, kendinden sonra gelen kuşaklar onun mirasını çarpıtmış, öldürmeye ve yıkıma varan "nihilizm"in yolunu açmıştır. Bu bakımdan Nietzsche, Camus'ye göre en çok haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişidir.
Metafizik başkaldırı, Tanrının öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Tarihsel başkaldırı, metafizik başkaldırının eyleme geçmiş şeklidir ve Tanrı öldükten sonra yerini tarih alır. Tarihsel başkaldırı kendini "devrim"de somutlar. Devrimler yoluyla insan, tarihin tanrısı olmaya yönelir. Bu bağlamda, 1789 Fransız Devrimi'yle birlikte tarihsel başkaldırı başlamıştır. Camus, tarihsel başkaldırının özünde insan öldürme ve daha da ileri giderek kral ve Tanrı öldürmeyi bulur. Saint-Just, Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme'sinden yola çıkarak 16. Louis'yi öldürtür. Kral, Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir, ona dayanarak yönetir ve adalet uygular. Saint-Just, kralı öldürmekle bir ilkeyi öldürmüş olur. Tanrı yasasının yerini doğa yasası alır, kral egemenliğinin yerini halk egemenliği.

"Tarihte ortaya çıkan devrimler başkaldırının özünden sapmıştır"
Camus'nün tarihsel başkaldırısının asıl hedefi komünizmdir. Faşizme de yer vermesinin nedeni, hem Mussolini hem de Hitler'in Nietzsche ve Hegel'e dayandırdıkları görüşleridir. Onlar, dünyanın hiçbir anlamı olmadığı, tarihin gücün rastlantısallığından başka bir şey olmadığı görüşünden hareket ederler. Devlet terörünü meşrulaştırırlar. Ancak, nihilist ahlak üzerine kurulu faşizm ve nazizm evrensel değildir, bu bakımdan komünizmden ayrılır. Komünizm, dünya imparatorluğu fikrinden hareket eder.
Camus'ye göre, Marks tarihsel diyalektik konusundaki görüşlerini Hegel'in tarih felsefesinden alır. Hegel'in köle-efendi toplumu, Marks'ın proletarya diktatörlüğüyle sonuçlanır. Tanrının yerini tarih almış; eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla, tarihin sonundaki cennet vaadiyle ortaya çıkan komünizm, tümlüğü gerçekleştirmek adına özgürlüğü askıya almış ve insanları kölelikte eşitliğe götürmüştür. Sonucu, Tanrı egemenliği yerine diktatörlerin egemenliği ve devlet terörüdür. Camus, Başkaldıran İnsan'da "kibar katiller"den bahseder. Bunlar, 1905 yılında Rusya'da ortaya çıkan ve bir dizi bombalı suikast düzenleyen Rus yıldırıcılarıdır. Kalyalev ve arkadaşları adalet, özgürlük ve devrim için Büyükdük Sergey'i öldürmek isterler. Bombayı atmakla görevlendirilen Kalyalev, Büyükdük'ün arabasında çocuklar da olduğu için eylemi gerçekleştirmez. Ama daha sonra Büyükdük'ü öldürür ve yakalanır. Hiçbir şekilde inancından ödün vermeyen, ne Tanrıya sığınan ne de af dileyen Kalyalev kendini ülkesi, halkın özgürlüğü ve gelecek kuşaklar için feda eder. Camus, Rus yıldırıcılarının başkaldırısını bir değer yarattığı için olumlu bulur. İnsan hayatına karşılık insan hayatı sunulmuş, tarih ve yoksayıcılık aşılmıştır.
Camus'nün metafizik başkaldırı ve tarihsel başkaldırı incelemesi onu olumsuz başkaldırıya götürür ve Camus bu tür bir başkaldırıyı reddeder. Ona göre, tarihte ortaya çıkan devrimler başkaldırının özünden sapmıştır. Onun öngördüğü başkaldırı, absurde'e ve kötülüğe karşıdır ve insanı intihardan alıkoyar. Başkaldırma düşüncesinde, sınırlı bir özgürlük istemiyle birlikte, herkes için iyilik ve adalet, ölüme ve öldürmeye karşı olma vardır. Descartes'ın "düşünüyorum öyleyse varım"ı, Camus'de "başkaldırıyorum öyleyse varız"a dönüşür. Camus bu tür bir başkaldırıyı sanatta ve sendikacılıkta bulur. Sanat, özellikle de roman, insanın istediği birlik düşüncesini "yaratma"yı başardığı ve bunu yaparken de nihilizm ve cinayetten uzaklaştığı ölçüde başkaldırının kaynağında yer alır. Sendikacılıkta ise, birey ve toplum arasında bir denge kurulmuştur, birbirlerini ortadan kaldırmaya yönelmezler.
Camus, Arthur Koestler ile birlikte yazdıkları İdam adlı kitabın kendisine ait "Giyotin Üzerine" adlı bölümünde, Başkaldıran İnsan'ın temel düşüncelerinden biri olan ölüm cezasını tartışır; faydasız ve suç arttırıcı olduğunu öne sürer. Ölüm cezası ona göre toplumsal bir cinayettir; bu cinayette devlet ve toplum suç ortaklığı eder. Buradan da hem Veba'da (1947), hem de Düşüş'te (1956) üzerinde durduğu insanın "suçsuz olmadığı" görüşüne ulaşır. Ona göre, bir insanı öldürmekle bir insanın ölümüne seyirci kalmak arasında bir fark yoktur. Düşüş'ün kahramanı cezalı-yargıç Clamence, kendisiyle yüzleştiğinde suçun kendi dışında değil, kendisinde olduğunu anlar. Aynı şekilde Veba'daki Tarrou, idama mahkûm edilen bir sanığın duruşmasını izlediğinde, yargıç olan babasına bu toplumsal suçtaki rolünden dolayı sırt çevirecek ve aynı zamanda kendisinin de bu suçtaki rolünü kavrayacaktır. Ona göre, böyle bir suça seyirci kalan hiç kimse masum değildir. Gerçekten masum olmak istiyorsak, insanları sevmemiz ve kötülükle savaşmamız gerekir. Tarrou, gittiği her yerde kötülükle savaşarak "Tanrısız bir aziz" olmaya çalışır.

"Ölüm, hayatın değerini anlamamızı sağladığı oranda değerlidir"
Veba, Oran kentinde başlayan veba salgınına karşı insanın mücadelesini konu alır. Veba hastalığı romanda dünyadaki kötülüklerin simgesi olarak sunulmuştur. Rahip Paneloux vebayı, insanların şimdiye kadar işledikleri günahların bedeli olarak görür ve hak edilen bir ceza olarak yorumlar. Tanrısız Dr. Rieux ise, vebayı bir kötülük olarak kabul eder ve kötülükle savaşılması gerektiğini düşünür. İnsanları sever ve onlara yardım etmeye çalışır. Bir hümanist ve ahlakçı olarak karşımıza çıkar. O ve arkadaşları dayanışma içinde vebayla savaşır ve başarılı olurlar. Ancak Dr. Rieux, bu başarının geçici olduğunu ve vebanın bir gün tekrar ortaya çıkacağını bilir. Ve bir şeyin daha bilincindedir; bir gün ölümle birlikte yok olacağımız halde yaşadığımız sürece kötülükle savaşmamız gerektiğinin.
Camus'nün 1948 yılında yayımlanan Sıkıyönetim adlı eseri de Veba'yla benzerlik gösterir. Burada tarihsel kötülük konu edilmektedir. Veba ve sekreteri ölüm, Cadiz şehrini ele geçirir. Bu kötülüğe karşı Diego'nun insan sevgisinden kaynaklanan başkaldırısı yükselir.
Camus'nün olumsuz başkaldırıyı örneklediği en önemli eseri Caligula (1938) adlı oyunudur. Caligula, Sade'ın "cinsellik" ve "cinayet" bağlamında geliştirdiği "sınırsız özgürlük" fikrinin ve nihilizmin açık bir eleştirisi olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda, Tanrının yerine insanı geçirmekle sonuçlanan başkaldırının saptığı yanlış yolu gösterir.
Aslında Camus, yayımlanan ilk kitabı Tersi ve Yüzü'nde (1937) ortaya attığı düşüncelere bütün kitaplarında sadık kalmıştır. 1958 yılında ikinci baskısı yapıldığında, bu kitabın düşüncelerinin temelini oluşturduğunu doğrular. Sonraki kitaplarında yer alan; Akdeniz'in tabiatına duyduğu hayranlık ve tabiat sevgisi, aşk ihtiyacı, yaşam ve ölüm ikileminden kaynaklanan yaşam sevgisi, bu dünya insanın sahip olabileceği tek dünya olduğu ve tek gerçek olan ölüme ve yaşamda sürekli karşılaşılan felaketlere rağmen insanın yaşama aşkıyla mutlu olmaya çalışması gibi kavramlar ilk filizlerini Tersi ve Yüzü'nde verir. Hayat ve ölüm, mutluluk ve mutsuzluk, tarih ve tabiat, gençlik ve ihtiyarlık, iyilik ve kötülük hayatın iki yüzünü işaret eder. Ve ölüm, hayatın değerini anlamamızı sağladığı oranda değerlidir. Bu yüzden Camus "Mutlu Ölüm"den bahseder.
4 Ocak 1960 tarihinde bir trafik kazasında ölen Camus'yü ve eserlerini anlayabilmek için onun hayatını, yaşadığı dönemi, dönemin siyasi ve askeri olaylarını göz önünde bulundurmak gerekir. İki dünya savaşı, faşizm ve komünizm, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği, tabiatına hayran olduğu, sık sık geri döndüğü Cezayir, Cezayir'in kanlı ayaklanmaları ve özgürlük mücadelesi, ayrıca gençlik yıllarında yakalandığı tüberküloz Camus'nün eserlerine damgasını vurmuştur. Bir umut olarak gördüğü komünizm onun en büyük hayal kırıklığıdır. O, insan ve tabiat sevgisine inanmış, bu yaşamda insanın hak ettiği mutluluğa ve barışa ulaşabilmesi için inancının temeline herkes için görece bir özgürlük, adalet ve ahlak fikrini yerleştirmiştir. Bu bakımdan Camus, tam bir hümanist ve tam bir ahlakçıdır.

Thursday, November 8, 2012

Tommaso Campanella (1568-1639)




Tommaso Campanella (1568-1639), düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır. Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu günlere rastlar. Daha XIV. ve XV. yüzyıllarda, katolik Kilisesinin katı dogmalarına, büyük ve haksız zenginliğine, derebeylik düzeninin kötülüklerine karşı, çeşitli tarikatların önderliğinde, yer yer baş gösteren ayaklanmalar Avrupa'yı baştan başa saran bir nitelik kazanmıştı. Bir yandan Kilisenin, bir yandan da kral kuvvetlerinin bastırıp ortadan kaldırdığı bu tarikat ayaklanmaları, başka başka yerlerde, başka adlarla yeniden örgütlenip harekete geçiyordu. İşte, Bohemya'da uzun süre etkin olan Picard'lar ya da Adamist'ler! İşte, İtalya, Fransa ve Almanya'da «insanın bu dünyada mutlu olmasını» isteyen Beggard'lar! İşte, İngiltere'deki Wyclif'çiler, orta Avrupa'daki Hus'cular! Bütün bu tarikatlar, dinsel yenilikler yanında, daha haklı bir toplumsal düzen kurma çabası içindeydiler. Hus'cuların bir kolu olan Taborit'ler, dinsel törenlerin bir çoğunu atmakla kalmıyor, din reformunu mal ortaklığına dayanan toplumsal bir devrimle tamamlamak istiyorlardı.

İşte, Campanella bu toplumcu görüşten, bu devrimci ilkelerden yola çıkar ve «Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim» der. Ne yazık ki, ufukta beliren bu yeni sabahı göremiyecektir. Ama, onun adı felsefe ve sosyal doktrinler tarihinde, bir müjdeci olarak, yaşamış ve yaşayacaktır.

Campanella, İtalya'da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekâsı ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquino'lu ermiş Augustinus'un «Şomma Theologica»sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor: «Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum... Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor...»
Dinsel konulardan az zamanda bıkan Campanella, felsefeye veriyor kendini. Büyük İtalyan filozofu Telesio'da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio, Aristoteles'in bütün bir çağı etkileyen felsefesine karşı tabiat felsefesini savunuyordu. Bu amaçla da Academia Telesiana adıyla bir felsefe derneği kurmuştu. Telesio'nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır.

Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio'yu düşmanlarına karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat'tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa'nın emriyle Cosenza'dan ayrılıp Stilo'ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini arttırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden «bu dar ve karanlık hapis-evinden» kaçıyor. On yıl, İtalya'yı baştan başa dolaşıyor. Venedik'te Galile'yle, daha bir çok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya'nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo'ya dönüyor.

Campanella'nın hayat dramı burada başlıyor. 1600'lerde bütün güney İtalya, İspanya'nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan enkizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak.

Yurdunu İspanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen Campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyor. Pietro Giannone «Napoli Tarihi» adlı eserinde bu ayaklanma için şunları söylüyor: «Campanella yeni düşünceleri, özgürlük ve cumhuriyet tasarılarıyla az kalsın Calabria'nın altını üstüne getirecekti. Krallıkları yeni bir düzene sokmaya, toplumları yönetecek anayasalar koymaya kadar ileri götürmüştü işi.» Anlaşılan, Campanella, sonradan hapiste yazacağı Güneş Ülkesi'nin toplum düzenini daha o zamandan tasarlamış, politik ayaklanmayı, daha önceki sapkın tarikatların yaptığı gibi, toplumsal bir reformla tamamlamaya kalkmıştı.

Papa Paulus V, Urbanus VII, Bacon ve Richelieu gibi astrolojinin özel etkilerine inanan Campanella, yıldızlardaki birtakım belirtilere bakıp, dünya yüzünde, özellikle Napoli krallığında ve Calabria'da devrimler olacağını söylüyordu. Dinsel ve toplumsal alanda gerekli saydığı yenilik düşüncelerini birçok manastır rahiplerine benimsetmişti. Giannone'ye bakılırsa, üç yüzü aşkın rahip bu ayaklanmaya katılıyor. Bir çok vaiz halkın arasına girip «Özgürlüğe kavuşmak, parayla insan kanı akıtan, yoksulları ezen kral adamlarının işkencelerine son vermek için birleşmeye» çağırıyorlar onu. Napoli'li birçok soylularla birlikte bir hayli piskopos da bu ayaklanmayı destekliyor. Bu ara, bir Türk donanmasının yardımı da sağlanıyor.

Ama, ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen Campanella bir kulübede yakalanarak Napoli'ye götürülüyor. Atıldığı hapisevinde korkunç işkencelere uğruyor. «Atheimus triumphatus» adlı eserinin önsözünde Campanella çektiği işkenceleri şöyle anlatıyor:«Elli hapisevine girdim çıktım. Yedi kez, tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp, sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. Kırk saat sonra beni öldü sandılar, işkenceyi durdurdular. İşkencecilerimden bazıları, daha da canımı yakmak için, asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da, «Yaman adam, doğrusu» demekten kendilerini alamıyorlardı. Hiç bir şeyle sarsamadılar, alt edemediler beni, bir tek söz bile alamadılar ağzımdan.1 Tam altı ay süren bir hastalıktan, bir mucizeyle kurtulduktan sonra, bir çukura attılar beni. On beş ay kaldım orada. Sonra yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana: «Öğrenmediğin şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?» diye sordular. Ben de: «Bildiklerimi öğrenmek için, sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım» diye karşılık verdim. Üç Düzmeci adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa, ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos'un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneş'te, Ay'da ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristoteles'e karşı çıkmakla suçladılar beni. Bütün bunlardan ötürü, beni tıpkı Jeramiah gibi, havasız, ışıksız bir çukura tıkadılar.»

Campanella'nın hapislik hayatı yirmi yedi yıl sürüyor. Böylesine uzun bir işkence hayatına Campanella gibi ruh ve kafaca sağlam, inançlarında sarsılmaz bir insan dayanabilirdi ancak. Nitekim işkencecilerine karşı başı hep havada kalıyor, onlardan ne bağışlanmasını istiyor, ne de yardım bekliyor. İstediği tek şey, kitap, kâğıt ve kalem; yani, kafasını beslemek ve kafasının ürünlerini dışarıya saçmak.

Campanella'nın hapis hayatı 1626'da sona eriyor. İspanya kralı Philip III'ün ölümünden sonra (1621), papa Urbanus VIII ‘in beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma'ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa'ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis XIII.'den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris'te dominiken manastırında sessiz ve rahat, geçiriyor. 1639'da, yetmiş bir yaşında ölüyor.

Campanella,hemen hepsi Lâtince olan sayısız eserler yazmıştır. Felsefe tarihinde Campanella'nın adı, Aristoteles felsefesinin düşmanı ve deneysel yöntemin öncüsü olarak anılmaktadır. Bacon'dan önce, fizik alanında, gözlem olmadan, varsayımlar deneylemeyle kontrol edilmeden sağlam hiç bir bilgiye varılamaz, diyen o olmuştur (G. Fonsgrive), Calabria'lı filozof, her şeyden önce, felsefeyle tanrıbilimi birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürüyor. Ona göre, felsefe duygu ve akıl yoluyla varılan tabiat bilgisidir, İncil'se imanla tabiat-üstü dünyasını tanımayı amaç edinmiştir. Tabiatı öğrenmek, günlük yaşayışımızda ondan faydalanmak anlamına geldiği halde, tanrıbilim sadece ruhun kurtuluşuyla ilgilenmektedir. Onun için, felsefe, tabiatın sırlarına yönelmiş bir araştırma olarak, Kutsal kitapların baskısından kendini kurtarmalıdır. Çünkü, bu kitapların böylesi bilgiyle hiç bir ilişkisi yoktur. Ayrıca felsefe, kendini insandan (örneğin, Aristoteles'ten) gelen her türlü otoriteden de kurtarmalıdır. (Bruna Widmar)

Felsefe eserlerinin değeri ne denli büyük olursa olsun, Carnpanella'dan bugüne kalan, adını ölümsüzleştiren şey, hiç şüphe yok ki, Güneş Ülkesi'nde dile getirdiği toplumsal bir düzen düşüncesidir. İlk defa Utrecht'de 1643'de basılmış olan Güneş Ülkesi, (Civitas Solis), Platon'un Devlet'i ve Thomas More'un Utopia'sıyla aynı düşünce çizgisi üzerinde, insanoğlunu mutlu bir yaşayışa kavuşturma yolundaki isteklerin en temiziyle yazılmış eserlerin başında gelir.

Güneş Ülkesi, Campanella'nın, günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü filozofça bir devlet tasarısıdır. Campanella bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağı, insanın kendinden başkasını düşünmemesinde, dünya malının benim senin diye bölüşülmesinde buluyor. Ona göre, insanlar, genel yarar kaygusundan uzak oldukları sürece, kendi dar çevrelerinde, kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa, toplum halinde birleşen insanların amacı genel yarar olmalıdır. Özel çıkarları kaldıralım, toplum yararından başka bir şey kalmaz ortada. Bencil davranışlar, eninde sonunda, toplum güçlerinin çatışmasına yol açar. Oysa bu güçlerin genel yarara yönelmesi, güçler arasında tutarlı bir denge yaratır. Onun için, Güneş Ülkesi'nde her şey devletin, genel yararın buyruğu altındadır.

Ama, denilecektir ki, özel mal mülk olmazsa, insanları nasıl çalıştırırız? Campanella buna, insanlarda dayanışma bilinci, topluma yararlı olma isteği yaratarak, diye cevap verecektir. Tarih bize Romalıların, yoksulluklarına rağmen, yurtları uğruna seve seve savaşa atıldıklarını göstermiyor mu? İlk Hıristiyanlar zamanında, kazançtan, mal mülk düşüncesinden uzak, dünyadan elini eteğini çekmiş, topluluk uğrunda kendi çıkarlarını, sevgilerini, hattâ canlarını bile hiçe sayan rahipler aynı özgecilik örneği vermiyorlar mıydı bize? Bugünkü toplumda bile, kardeşçe çalışma, çıkarsız yarışma örnekleri görmüyor muyuz? Şimdilik devede kulak olan bu örnekler niçin bir gün genelleşmesin? Ayrıca şu da var: Güneş Ülkesi'nde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış, bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp, yüz kızartıcı bir şeydir orada.

Campanella filozofça devlet tasarısında, mal mülk ortaklığı yanında, kadın ortaklığını da ele alıyor. Kendinden önce, Platon da devlet içinde anlaşma, kaynaşma yaratır diye, kadın ve çocukların ortak olmasını savunmuştu. Ne var ki, Platon, bu ortaklığı yalnız yöneticiler için öngörüyordu. Campanella ise, bu ortaklığı bütün toplum için istiyor. Şunu unutmamak gerekir ki, kurmacı Platon'dan önce, kadın ortaklığı Heredotus'un da belirttiği gibi bazı İskit kabilelerinde varmış. Bu kabilelerde kadınlar ata biner, avlarda, savaşlarda erkeklere eşlik ederlermiş. Yunan tarihçisine bakılırsa bu ortaklığın amacı, kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almakmış.

Öte yandan, Lykurgos Yasaları evlilik için birtakım yaş sınırları koymakta ve güçsüz düşen yaşlı erkeklere, aile yuvalarını bozmamak için, karılarını zaman zaman, evlenmeden çoluk çocuk sahibi olmak isteyen bekâr erkeklere sunma hakkı tanımaktadır.

Görülüyor ki, Campanella, soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önem dolayısıyla kadın ortaklığını benimserken, Platon'un düşüncelerinden faydalandığı kadar, antik çağ uluslarının yasalarından da esinlenmiştir.

Campanella, yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş Ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanıyordu. Aşağıda «Altın Çağ» adlı şiiri bunun sağlam bir kanıtıdır.

ALTIN ÇAĞ

Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden
Niçin bir kez daha olmasın?
Her şey dönüp dolaşıp
Gelmiyor mu eski yerine?
Düşündüğüm, öğütlediğim gibi benim
Paylaşsaydı insanlar
Yararları, mutluluğu ve ahlâkı
Cennet olurdu dünya...
Uyanık, temiz sevgiler gelirdi diyorum
Azgın, kör sevgiler yerine
Yalan dolan, bilgisizlik yerine
Gerçek bilgi gelirdi
Ve kardeşlik zorbalığın yerine.

Campanella'nın çağdaşı Rossi adında bir yazar şöyle yazıyor: Campanella'ya otuz beş saat boyunca yaptıkları işkence öylesine vahşiceydi ki «kıçının bütün kan damarları kopmuş, açılan yaralardan durmadan kanlar boşanıyordu. Bununla beraber, dişlerini sıkıp işkenceye öylesine dayandı ki, ağzından, bir filozofa yakışmayacak tek kelime bile alamadılar.»