Saturday, December 29, 2012

Semin Görgün/“Moskova Göz Yaşlarına İnanmıyor” (İki Diktatörlük altında)


 Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında-Stalin ve Hitler’in Mahkûmu, çev: Gün Zileli, Kasım 2012, İmge Kitabevi Yayınları

 Yıllar önce Vladimir Menshov’un  yönetmenliğini yaptığı “Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor” (1979) adlı filmini seyretmiştim. Çok güzel bir filmdi. Ama burada bu filmden söz edecek değilim. Sadece, Margaret Buber-Neumann’ın 7 yıllık (1937-1945) anılarını okumayı bitirip kitabın kapağını kapattıktan sonra filmin adı yıllar öncesinden gelip zihnimde yeniden yankılandı: “Moskova Göz Yaşlarına İnanmıyor.”
Kitap, 1 Mayıs törenlerine hazırlanan Moskova’nın kalabalıkları arasında çaresizce ve umutsuzca oradan oraya savrulan bir kadının görüntüsüyle başlar (görüntüsüyle diyorum, çünkü tasvirler film gibi görsel bir etki yaratmaktadır zihninizde). Kocası, ünlü Alman komünisti Heinz Neumann üç gün önce, Komintern görevlilerinin kaldığı Lux Hotel’de, GPU görevlileri tarafından tutuklanıp götürülürken, göz yaşlarını tutamayan karısı Margaret Buber-Neumann’a, önce ağlamamasını söylemiş, sonra da GPU’cuları takmadan geri gelip onu son kez kucaklarken şöyle demiştir: “Ağla o zaman. Ağlamak için yeterince sebep var.” (s. 35)
Acaba şimdi o hangi hapishanededir? Lubyanka’da mı, Butirki’de mi, Sokolniki’de mi, Lefortogo’daki askeri hapishanede mi? “Nyet” tir yanıt. “Burada yok.” Dilini doğru dürüst bilmediğiniz bir ülkede hiç yalnız başınıza kaldırınız mı, bir adres sormak bile ne kadar zordur. Ya hapishane kapıları? O yabancı eller, göz yaşlarınıza da, dilinizin dönmediğine de inanmaz.
Küçük bir kız çocuğu düşünün. Annesi gece yarısı alınıp götürülmüştür. “Annem neden gece yarısı alınıp Prag’a götürüldü?” diye göz yaşları içinde sormaktadır dadısına, Hilde’nin küçük kızı Svetlana. Dadısı, ona gerçeği söylemek istememiş, bütün çocuklara yapıldığı gibi yalan söylemiştir annesinin nereye götürüldüğü hakkında. Moskova küçük Svetlana’nın göz yaşlarına da inanmaz.
Başta Almanya olmak üzere Baltık ülkelerinden ve başka birçok Avrupa ve Asya ülkesinden komünistler, faşizmden ve burjuva diktatörlüklerinden kaçarak, “işçi sınıfının ideal ülkesi” “sosyalist anavatan” Sovyetler Birliği’ne sığınmışlardı ve Stalin’in 1934-1939 Büyük Temizlikleri sırasında, Sovyetler Birliği’nde yaşayan komünistlerle birlikte bu sığınmacı komünistler en büyük darbeyi yemişlerdi.
Lux Otel’de GPU her gece operasyonlar düzenliyor, düzenlenen “Alman gecesi”nde Alman komünistlerini, “Polonya gecesi”nde Polonya komünistlerini tutukluyordu. Moskova’daki GPU bodrumları, Hitler’den kaçıp Sovyetler Birliği’ne sığınan Alman komünistlerinin ve anti-faşistlerinin mezarı olmuştu. Kitapta uzun bir giriş yazısı yer alan (“İçindekiler” bölümünde ismi geçtiği halde, yayınevi yazarın adını “Giriş” yazısının altına yazmayı ihmal etmiştir) Nikolaus Wachsmann’ın belirttiği gibi, “KDP (Alman Komünist Partisi) politbürosunun temsilcileri, Stalin rejiminde, Hitler rejimi altında olduğundan daha fazla kurban vermişlerdir.” (s. 15)
Sefalet içinde geçen bir yıldan sonra (bütün yaşama ve geçim araçları ellerinden alınmıştır ve pasaportlarına Komintern tarafından el konduğundan ülkede kalma izinleri bile ancak 5’er gün uzatılmaktadır) Margarete Buber-Neumann da tutuklanır. Butirki’de yüzden fazla yabancı kadının kapatıldığı bir koğuşa konur.
Yüksek sesle konuşmak yasaktır bu koğuşta, sadece fısıltıyla konuşulabilir. Naris denen, birleştirilmiş tahta yataklarda öyle bir sıkışıklık vardır ki, ancak bütün koğuş anlaşmaya varabilirse herkes birden bir tarafından öbür tarafına dönebilmektedir. Kötü beslenme, haşerat, kötü muamele, ceza hücresine atılma, vb. vb., bir hapishanede olması gereken her şey fazlasıyla vardır burada. Neden tutuklandığını bile bilmeyen yarı yarıya çıldırmış kadınlarla doludur içerisi. Moskova onların göz yaşlarına da asla inanmaz. Ve yangılanmadan, özel komisyonların verdiği beşer onar yıllık cezalarla Sibirya’ya ve daha da ötesindeki yerlere, ağır çalışmaya gönderilirler. Birçoğu gönderildikleri bu yerlerden dönemeyecektir.
Beş yıl ceza aldıktan sonra Kazakistan’daki Karaganda çalışma kamplarında iki yıl ağır çalışma koşullarında yaşayan Buber-Neumann, günün birinde aniden alınıp yeniden Moskova’ya gönderilir. Moskova aynı Moskova’dır. Butirki ise değişmiştir. Ya da belki sadece bir bölümü değişmiştir: Alman komünist kadınların konduğu koğuş. Tertemiz çarşaflar, iyi beslenme, iyi muamele, haşarattan arınmış bir ortam. Ne olmaktadır? Herkes şaşkınlık içindedir. Bu değişikliğin anlamını herkes birbirine sormaktadır.
Bunun nedenini öğrenmeleri için çok fazla zaman geçmesi gerekmeyecektir. Kitabın arka kapağına da konan şu paragrafı okuyalım: “Orada bizi Stolipin tipi, eski ve sıradan bir mahkûm vagonu beklemekteydi. Uzaktaki Beyaz Rusya İstasyonu’nu fark ettim. Buradan trenler Polonya’ya ve batıya giderdi. Betty zor ayakta duruyordu. ‘Bizi Almanya’ya götürüyorlar diye fısıldadım. ‘Bu istasyondan başka hiçbir yere gidemezsin.” (s.178)
Yıl 1940’tır, savaş çıkmıştır bir yıl önce ama Sovyet-Alman paktı halen yürürlüktedir. Bu paktın gizli bir maddesine göre, GPU, Alman komünistlerini Gestapo’ya teslim etmektedir. Teslim işlemlerinin yapıldığı yer o sırada Alman işgali altında bulunan, Polonya-Sovyet sınırındaki Brest-Litovsk Köprüsü’dür:
“Erkekler geldi ve ardından bir grup GPU’lu köprüyü geçti. Onların bir süre sonra geri döndüğünü gördük, GPU’lu grup daha da büyümüştü. SS subayları da onlarla birlikteydi. SS komutanı ve GPU şefi birbirlerini dostça selamladılar. Rus, Almandan bir baş daha uzundu. GPU şefi parlak deri bir çantadan bazı kâğıtlar çıkardı ve bir isim listesi okumaya başladı. Yalnızca ‘Margarete Genrichovna Buber-Neumann’ adını duyabildim. Bizim gruptan bazıları protestoya girişip GPU’luyla tartışmaya başladı. Bunlardan biri, Macaristanlı
bir Yahudi sığınmacıydı; diğeri ise 1933 yılında, Nazilerle, bir Nazinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışmaya karışmış Dresdenli genç bir işçiydi. Sovyet Rusya’ya kaçmayı başarmıştı. Olaya ilişkin yargılamada, arkadaşları, bilerek ya da daha doğrusu onun Sovyetler Birliği’nde güvenlikte olduğunu düşünerek bütün suçu üzerine yıkmışlardı. Ona ne yapılacağı belliydi.
 “Köprüden geçtik. Protestoda bulunan üç kişi itile katıla diğerleriyle
birlikte gitmeye zorlandılar. Direnmenin hiçbir yararı yoktu, kaderlerine boyun eğdiler.” (s. 181)
 Bu seferki göz yaşları, ihanete uğramanın yarattığı büyük hayal kırıklığının ürünüydü. Ne Moskova ne de başkaları bu göz yaşlarını gördü. Hatta tarih bile görmedi. Alman komünistlerinin ve anti-faşistlerinin, Avusturyalı militan anti-faşist işçilerin örgütü Schutzbund üyelerinin Moskova tarafından Hitler’e teslim edilmesi olayı, Soğuk Savaş öncesindeki Sovyetler Birliği-Batı ittifakı nedeniyle hep görmezden gelinmiştir. Bu olayı çok az  batılı tarihçi irdelemiştir.  İhanete uğrayanların göz yaşlarına sadece Moskova değil, Batı da inanmamıştır.

Ravensbrück

Ravensbrück, Almanya’daki toplama kamplarından biridir. Esasen kadınları barındıran bir kamptır bu, daha sonraları erkek barakaları da eklenecektir. Bu kampta, komünistler, muhalifler, “toplum dışı”lar, Yahudiler, Yahova Şahitleri, Polonyalılar, Çingeneler vb. kalmaktadır. Margarete Buber Neumann da kamptaki mahkûmlardan biridir. Nazilerin hukuk dışı tutuklamanın bahanesi olarak uydurdukları “ihtiyati tutuklama” kararıyla belirsiz bir süre için buraya atılmıştır.

Burada Nazilerin sadistçe sayısız uygulamalarını olayların akışı içinde ortaya koyar Buber-Neumann. Aynı zamanda Nazilere karşı direnen kadınların kahramanca dayanışma örneklerini de. Kafka’nın sevgilisi Milena Jesenska’yı Buber Neumann’ın en yakın arkadaşı olarak görürüz burada. 1936 yılında Çekoslovak Komünist Partisi’nden atılan Milena, Nazilere karşı anti-faşistlere yardım eden bir gazeteci olarak tutuklanmıştır. Nereden nereye? Kafka’yla birlikte adeta biz o zamanki gençlerin de sevgilisi olan Milena’ya böyle bir ölüm kampında rastlayacağım hiç aklıma gelir miydi? Kızını ve Prag’ı özleyen Milena’nın hayatı bu ölüm kampında sona erdi. Margarete Buber-Neumann, dışarı çıktıklarında birlikte dolaşacakları, birlikte kitap yazacakları hayalleri kurdukları sevgili arkadaşının ardından çok göz yaşı döktü. Ama göz yaşlarına kimse inanmamaktadır artık.
 Bu kampta ortalama seksen kişi ölmektedir çeşitli nedenlerle (hastalık, ceza hücresinde donma vb.). Bu rakama, çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu, her gün kamyonlarla gaz odalarına gönderilen ve bir süre sonra aynı kamyonların, o kurbanların takma dişlerini, takma bacaklarını ve sefil giysilerini geri getirdikleri binlerce kadın ve çocuk dahil değildir. Bu kampta doğup besinsizlikten ölen ya da geç kürtajlarda analarıyla birlikte daha yer yüzüne gelmeden boğazlanan bebekler de dahil değildir.
 Zulmün hangisini anlatsam acaba. Artık gerçekten zorluk çekiyorum.
 1945 Nisan’ında bir gün kampın içinde İsveç Kızıl Haç’ının kamyonları görünür. Bu, Nazilerin sonudur. Artık onların işi bitiktir. Kitabın en sevinçli, en şenlikli bölümleridir buradaki anlatımlar. Buber-Neumann, anlattıklarıyla bizlere özgürlüğün sevincini son derece canlı bir şekilde yaşatır. İnsanın özgürlüğü, özgürleşmeyi etinde kemiğinde hissetmesi böyle bir şeymiş demek. Ve artık emirler, komutlar, tehditler, beşerli sıra ollar, “davai, davai”ler, kırbaç sesleri, ceza hücrelerinin karanlıkları, boyun eğmeler, yerlerde süründürülmeler, korkular sona ermiştir: “Eğik bel kemiği doğrulmaya başlamıştı.” (s. 319)
 Ve toplama kampından çıktıktan sonra yeni bir kaçış başlar. Sovyet orduları Ober’dedir ve ilerlemektedir. Margarete Buber-Neumann’ın en büyük korkusu yeniden Rusların eline geçmektir. Kitabın yaklaşır son yüz sayfası bu kaçışın soluk kesen bir öyküsüdür.
 Sonunda ana-baba evine, yirmi beş yıl önce büyük devrimci umutlarla ayrıldığı köyüne ulaşır Margaret Buber-Neumann. Ve annesinin sesi: “Gerçekten geldi mi? Geldi mi gerçekten?” (s. 393)
 Analar göz yaşlarına inanır.
 Semin Görgün
13 Aralık 2012

Bu yazı, 29 Aralık 2012 tarihli Yurt gazetesinin kültür eki’nde, “Anılar Göz Yaşlarına İnanır” başlığıyla ve son derece kritik bazı paragrafları çıkartılarak yayımlanmıştır. Aşağıda yazının tamamı bulunmaktadır. Yurt gazetesinin çıkarttığı paragraflar bold olarak gösterilmiştir.  

Thursday, December 27, 2012

Meral beni Munzur'a çağırdı...' (HALİL DALKILIÇ)

Dêrsim katliamında kadınların çığlık çığlığa uçurumlardan kendilerini attığı o günlerde, O'nun çocuk aklı ve gözleri olanları algılayamayacak kadar saftı. Zira vahşet denen şeyin bir insanlık uğraşı olduğunu henüz bilemeyecek çocuk çağlarındaydı. O günlerde Dêrsimlilerin çığlıkları göğün en yüksek katına ulaştığında feryatlarını başkaları duymadı bile. Aylar ve yıllar yaşanmadan, zaman başka tarihlere sıçradı. Çığlık atanlar ve çığlık atmaya mecbur bırakanlar haricinde sanki o anları insanlığın kalan kısmı yaşamadı, duymadı, görmedi; bîhaber es geçti. Onbinler kırımdan geçirilip kalanlar bilinmez yad ellere sürüldüğünde, kankırmızılaşan Munzur'un da takati kalmamıştı; yüklenip feryadı başka diyarlara ulaştırmaya.
Ne olduysa Dêrsim'e oldu; kim öldüyse Dêrsim'de öldü...
Ve ne kaldıysa da Dêrsim'de kaldı; sessiz, soluksuz ve lal...
Kürt coğrafyasında hafıza
acının eşanlamıdır...
Olanı, biteni ve yiteni Dêrsimliler unuttu belki ama Dêrsim unutmadı. On yıllar da geçse aradan, yeniden ama yeniden vurdu yüzüne herkesin. Feryatlar arşa yükselirken, başkalarının es geçtiği o anlar
ve yıllar, tek tarihi oldu Dêrsim'in.
Kürt coğrafyasında hafıza, acının eşanlamıdır. Hatırlamak acı verir, acı çektirir. Dêrsim ise acının ta kendisidir. Görenin görmeyenin, tanıyan ve tanımayanın hiç düşünmeden ve çekinmeden "benimdir" diyebildiği vazgeçilmez ve çekici bir acı. Ne onunla ne de onsuz misali yürek yakan bir kara sevda...
Can yakan bu sevda öyle bir şey ki; Munzur Bava gibi sırra kadem bassa da, hep var olan, var bilinen; her yerde, her dağda, her vadide, her canlıda kendisini hissettiren, cana can olan bir yaşam iksiri.
Gulê Ana da bir Dêrsim kadınıydı; hep acı çeken ama hep sevgi sunan. İnsana olan sevgisini, insanın insana çektirdiği acıyla büyüten. Yani acıdan sevgi damıtan; insandan kaçan Munzur Bava'nın insana ab-ı hayat sunduğu gibi...
Munzur'un sırrı
Dêrsim'e hayat olur...
Yolda yürürken kendi kendine gülümsedi. O an, Arnhem kentinin, üzerine basıp yürüdüğü o sokak taşlarından ve yabancısı olduğu o insan kalabalığının oluşturduğu soğuk atmosferden koptu. Yürüyor, gözleri dalgın dalgın etrafı seyrediyor ama O, orada değil. Gözlerinin önünde beliren bir ışık onu kendine çekiyor. Her adımını attıkça, gözlerini odakladığı ışık kümesi de ondan uzaklaşıyor. Ve birden göz kamaştıran ışığın içinde Meral'in nurlu yüzü görünüyor.
"Cîgeram, çila zerê çê min!" (Ciğerim, evimin ışığı)
"Anne!" dedi Meral de; "Ne zaman geleceksin?" 
Gulê Ana, nur deryasında peri gibi gülümseyen kızına doğru adımını attıkça, Meral, O'ndan uzaklaştı. Aralarındaki mesafe ne uzadı ne de kısaldı...
Munzur'un hikayesi gibi...
***
Munzur, İbrahim peygamberin çobanı imiş. Bir gün karşısına iki kurt çıkmış ve ondan bir koyun istemişler. Munzur temiz, Munzur pak. Rızalık gerek. Onlara koyun veremeyeceğini, bunun için koyunların sahibinin rızasını almaları gerektiğini söylemiş. Kurtlar da, 'o zaman git koyunların sahibinden bir koyun istediğimizi söyle' demişler ve o geri dönene kadar da sürüye karışmayacaklarına dair yemin etmişler. Munzur, İbrahim peygambere durumu anlatmış. İbrahim peygamber de, 'madem ki yemin etmişler; git söyle hangisini beğeniyorlarsa, onu alsınlar' demiş. Kurtlar, sürünün içinden bir koyun beğenir ki, o da Munzur'un sahibi olduğu tek koyun imiş. Yedi senedir kısır olan koyun ise iki yavruya gebe imiş. Koyunu alan kurtlar uzaklaşmışlar. Daha sonra doğuran koyunun her iki kuzusunu alıp, koyunu da serbest bırakmışlar.
Ancak koyun tekrar sürüsüne döndüğü anda sürünün yarısının rengi siyah olurken, diğer yarısınınki ise beyaz olmuş. Şaşıran İbahim peygamber gözlerine inanamamış. Koşarak Munzur'a, 'Lazê mi, bu keramet sana nasıl geldi' demiş. Fakir Munzur ise ürkmüş ve yüzü dağa doğru koşmaya başlamış. Koşarken her bastığı yerden bembeyaz süt gibi sular fışkırmış. Bu su, ikisinin arasından akmış ve İbrahim peygamber ona ulaşamamış. Munzur ise kırkıncı adımını attığı ve yine süt gibi suyun fışkırdığı yerde kaybolup, sır olmuş...
O gün bu gündür Munzur, yaşamın sırrı olup Dêrsim'e can verir olmuş... Ve bugün de hakikatin arayışçıları Munzur Bava'nın sırrının peşinde Munzurlar'da hakikatin izini sürer durur.
***
Birden büyük kızı Derman'ın, "Anne kahve içelim mi şurada?" diye kolundan tutmasıyla irkilip kendine geldi. Göz göze gelmeleriyle, içinde Meral'in nur yüzünün belirdiği ışık birden gözünün önünden kayboldu. Adeta 'ben neredeyim' dercesine irkildi. Çarşıda birlikte dolaştığı kızlarına ve çevresine bakındı. Uykudan uyanmış gibi çevresine şaşkın gözlerle baktığında, kendisini soğuk bir insan akıntısının içinde hissetti. Ne Meral, ne Munzur, ne kırk gözeler ne de nur...
Yüz ifadesi o kadar huzurlu ki... Yanağına süzülen damlaların döküldüğü gözlerde çaresizlik karışımı bir gülümseme...
Bir hayale dalmış olduğunu anladı... Ve kızlarına dönerek acılı bir tebessümle, "Meral beni çağırdı" dedi. Gözleri tekrar doldu...
Heqo çê to bivêso...
Çocuğunun yasını tutmanın ne olduğunu Kürtlerden başka bilen, onlar kadar yaşayan var mı acaba? Çağımızda yaşamın diyalektiği bizde tersine işliyor. Her canlıda olduğu gibi; doğar, büyür ve yaşar diye olmuyor bizde. Doğar ama büyümeden ölüyor bizimkiler. Yalnızca çocuklar, ana ve babalarının, yaşlılarının ölümüne tanıklık etmiyor artık. Çocuklarının yasını tutanlar, büyüklerinin yasını tutanlardan daha fazla oldu bizde.
Çocuklar ana babalarını değil; ana, baba hatta yaşlılar çocuklarını, torunlarını gömüyor, onlar için ağıt yakıyor; "Heqo çê to bivêso..." ya da "Xwedêyo mala te bişewite..." (Ey Tanrı evin yansın)
Oysa yaşlılarımız gençlere ve çocuklara seslenirken, "cîgeram" ya da "ez qurban" diye söze başlar. Kürt kültüründe büyüğe saygı ve sevgi tartışılmaz ama yaşlılar, gençleri ve çocukları canlarından daha değerli tutar; "ez qurban!.." der ve onların varlığını kendi varlıkları olarak içselleştirdiklerinden "omediya min..." (umudum) diyerek, tüm umutlarını onlara bağladıklarını gösterirler.
Gulê Ana da kızı Meral ve oğulları Deniz ve Yaşar'a "cîgeram" derdi. Ama her üçünün de ardından ağıt yaktı; "Heqo çê to bivêso..."
'Wan'ı Diyarbekir'den
daha fazla seviyorum'
Meral ve Deniz, Gulê Ana için nasıl 'omed' idiyseler, onların sevdaları ve kavgaları da Gulê Ana için umut olmuştu. Bu sevdayı ve kavgayı paylaşan herkes de... Meral ve Deniz için yüreği nasıl yandıysa, aynı umudun yolcuları için de yüreği aynı derinlikte yandı; "cîgeram..."
Wan depremi sonrası çok üzülmüş. Deprem mağdurlarının görüntülerini izlediğinde, kızı Derman'a, "Ben Wan'ı Diyarbekir'den daha fazla seviyorum. Wan, Diyarbekir'i geçti, daha fazla sahip çıkıyor mücadeleye" deyip ağlamış.
Umut da hafıza gibi acı taşıyıcısıdır bizde. Her umudumuzda acı vardır. Artık hafızamız ortaklaştığı için; umutlarımız da, acılarımız da bir oldu bizim. Gulê Ana'nın ciğeri herkese yanar; dağ başlarında düşen canlara da, yokluktan güç bela başını sokabildiği derme çatma evinin yıkıntıları altında yitip giden Wanlılara da...
Wanlıların her baharda yere göğe sığmaz rengarenk Newroz coşkusu, O'na Xizir'ın hikayesini hatırlatırmış. Biri karada diğeri ise denizde darda kalanlara yoldaşlık yapan Xizir ile musahibi Xidir İlyas, her baharda bir kırmızı gülün gölgesinde buluşup birlikte hakk muhabbeti yaparlarmış...
Gulê Ana da, umutsuzluğun derinleştirildiği demlerde Wanlıların o görkemli coşkularıyla herkesin umudunu büyütmesini izlerken, aynen Xizir'ın darda kalanların imdadına yetişmesine sevindiği gibi sevinirmiş.
Deprem yıkıntıları içinde çıkan yoksul Wanlıların cansız bedenlerini seyredip ağlarken ise, darda kalan Dûzgin Bava'ya her sonbaharda dört dağ keçisi götüren boynu bükük kız kardeşi Karsniye gibi yüreği yanarmış...
Meral, Deniz ve
Yaşar'la Gazik'te...
Meral'in haberini duyduğu zaman, her gün baktığı çiçekleri aniden solmuş. Yaşamdan vazgeçmiş çiçekler ama Gulê Ana yaşama küsmemiş. Yirmi yıldır her yalnız kaldığında gözlerinin önünde belirir olmuş Meral. O'nu hiç yalnız bırakmamış. Son günlerinde ise daha sık görüşür olmuşlar. Artık her defasında sanki yakın zamanda buluşacaklarmış gibi daha bir sabırsızlıkla sorar olmuş, "Anne ne zaman geliyorsun" diye.
Gulê Ana son günlerinde, artık hastalığını bile hissetmez olmuş. Yüzündeki gerginlik ve stresli halinden eser kalmamış.
Son gün çarşıda birlikte dolaştığı kızları, Gulê Ana'yı evine bırakırken de onlara yine, "Meral beni çağırdı" diye tekrarlamış... Derin derin bakışmışlar...
Evde kızları yanından ayrıldıktan sonra, dinlenmek için oturduğu yerde dalmış. Huzur içinde öylesine ardına yaslanmış. Göz kapakları son kez kapandığında, Meral yine bir nur deryası içinde önünde belirmiş; "Anne kalk gidelim."
O da sanki tüm hazırlıklarını yapmış bir yolcu gibi, "Cîgeram, haydi gidelim" demiş ve el ele nur deryasına dalıp gitmişler...
Gulê Ana ile "omediya min" dediği üç kuzusu yıllar sonra Dêrsim'de buluştu. Bedenleri Gazik'te yan yana uzanıp toprak olurken; Gulê Ana ise, şimdi çocuklarına Dêrsim'e hayat veren Munzur'un sırrını anlatıyor; Dûzgin Bava'dan Haskar ve Jel'i seyre dalarak...
Ve geride kalan hakikat yolcuları için umut diliyor; "Ya Xizir!"...

Sunday, December 23, 2012

Mari'nin muhteşem dönüşü


Mari'nin muhteşem dönüşü
16/12/2012
Haber: KARİN KARAKAŞLI 

Tesadüf diye bir şey yok. Hayatla kurduğumuz bağda yaydığımız ve aldığımız enerjiler var. Sürekli titreşiyoruz. Duygularla, düşüncelerle, bizden bağımsız taşıdığımız kodların yüküyle, bireysel tercihlerimizle titreşiyoruz. İnsan kırılgan ve değişken bir varlık. Ruh hali de sürekli değişen renklerde ve şiddette ışınlar yayıyor çevreye. Bir ortama girdiğinizde oradaki enerjiyi, o enerjini iyi ya da kötü ağırlıklı muhtevasını hemen hissedebilirsiniz. Ve korku ya da arzularınız yeterince güçlüyse, emin olun korktuğunuz ya da arzuladığınızı kendinize doğru çekersiniz. Bunun adı da tesadüf olur. 
Benim kendi tabirimle sevgili ölülerim var. Allah şahit, onlar çoğu yaşayandan daha yakın ruhuma. Her şeyimi bilirler, ben de onlar aracılığıyla hakikate, kısmen ve bazen de olsa yaklaşabilmiş hissederim kendimi. Bu sevgili ölülerimden biri, Cumhuriyet tarihinin önemli kadın heykeltıraşlarından Mari Gerekmezyan. 
Yasak aşk ve Ermenilik 
Onun ismine kaçınılmaz olarak önce Bedri Rahmi’nin resim sanatını anlatan kapsamlı bir kitabın dipnotlarında rastladım. Kaçınılmaz olarak diyorum, çünkü Bedri Rahmi’nin bir dönem şiirini ve resmini onsuz anlatmak mümkün olmuyordu. Bir Leitmotiv misali seri tablolara ve en güzel aşk şiirlerine sinmişti. Ama Bedri’yi Mari’siz anlatabilme çabası da sonsuzdu çünkü iki sanatçı arasında dillere destan bir aşk vardı. Ve bu aşk yasaktı. 
Dile düşen hiçbir şey, yaşayanların hakikati olmaz. Birbirlerinde kadın-erkek iki âşık olma dışında iki sanatçı olarak derin iz bırakan bu isimlerden Mari Gerekmezyan, birkaç koldan unutuşa terk edildi. Altı yıldır sanatçının hayatıyla ilgili her bilgi kırıntısını toplamaya çalışan akademisyen yazar Sevengül Sönmez’in de isabetle vurguladığı gibi, bütün bu imalı dedikoduların hedefi olması dışında, Ankara ’da resim heykel sergilerine katılıp üst üste ödüller aldığı yıllarda bu kez ismine dönemin gazeteleri de yer vermedi. Ermeni olması hasebiyle fazlasıyla dışarlıklı kaldı, kerelerce dışlandı. 
Ne hazindir ki, göze aldığı aşk yüzünden bizzat kendi ailesi de onu dışlayacaktı. Onca emek verdiği, hizmet ettiği Ermeni toplumu da onu ancak dedikodular kadar tanıyacaktı. Sonra olan oldu. Mari Gerekmezyan’ın her koldan yalnızlaştırılmış hayatı, yakalandığı tüberküloz menenjit sonrası 1947’de henüz 34 yaşındayken son buldu. İstikbal vaat ediyordu eleştirmenlere göre ama o istikbali yaşamak kısmet olmadı. 
Herkese gerekli bir ruh 
Oysa sanatının felsefesini yapacak denli azimli, sorumluluk sahibi bir heykeltıraştı. Sanatını sorguladığı bir makalede rastlantısal güzelliklere itibar etmeyerek “Sanatçı, tıpkı bir dalgıç gibi kendi benliğinin derinliklerine dalmalı, orada aramalı, incelemeli, gerekirse kanayışını dahi seyrederek koparmalı, çiğneyip atmalı bazılarını, çünkü o derinliklerde sadece inci ve mercan bulunmaz… Ocaktan çıkan demire benzer, cehennemden gelen sanatçıdır bizim sanatçıdan anladığımız” diyordu. O cehenneme kendisi de defalarca inmiş olmalıydı. Yanmadan yaratmak, acıdan geçmeden hazza varmak mümkün müydü? 
Ama biz onun ateşini ve közünü de külünü de bilemedik. Ta ki bugüne kadar. İşte güzelim heykelleri depolara kaldırılan, hatıraları silinen Mari Gerekmezyan birkaç gündür yeniden aramızda. Getronagan Ermeni Lisesi’nin 125. kuruluş yıldönümü çerçevesinde, okul, hayatının son dört yılında burada resim öğretmenliği yapan ve pek çok yeteneği akademiye kazandıran idealist öğretmenine ithafen bir görsel sanatlar sergisi açtı. Tarihi okul binasının sergi katında, farklı disiplinlerden işlerin yanı sıra Gerekmezyan’ın son anda bulunan bir büstü de yer alıyor. 
Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet Eyüboğlu’nun paylaştığı bilgilerle kamuoyuna ilk kez mal olan Mari Gerekmezyan’ı yıllar önce hikâye kahramanım kılmıştım. Onun sanattaki inadını da Bedri Rahmi’yi göze alışını da birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan yaratıcılık ve aşkın iki yüzü olarak selamlayarak kurgulamıştım hayatını. Benim Marim ölüm döşeğinde öyküsünün içinden şöyle seslenmişti dünyaya: “Cehennem, ihtiyaç duyulmama hissidir benim için. Cennetse ihtiyaç duyulmaya ihtiyaç duymama hissi. Kendi cennetime gidiyorum nihayet… Yine de unutturamazlar beni, kalkar boşluğum konuşur yerime. Ve kimsenin rahatsız olmayacağı kadar uzun zaman geçtiğinde, belki bir gün, beni de hatırlarlar…” 
Çok sonraları Getronagan Okulu’na geldiğimde, bu okulun merdivenleri ve koridorlarında, yemekhane ve sınıflarında onun da dolaşmış olduğunu öğrendiğimde şu tesadüf tanrısının oyunlarına bir kez daha gülümsedim. Okulun deri kaplı öğretmen kayıt defterinde siyah-beyaz vesikalığı yanında dolmakalemli el yazısıyla 1947 tarihi ve vefat dolayısıyla görevinin son bulduğu bilgisi düşülmüştü. 8 Aralık Cumartesi günü okulun dört bir yanı onun resimleriyle kaplanmış, koca salon hıncahınç dolmuşken o hatırlanma gününün geldiğini anladım. O artık hepimize gerekliydi. 
Gündemin yapay başlıklardan sulandırılmasından mı sıkıldınız, asıl meselelerin girdabında zerre müdahale şansınız olmadan boğulmaktan mı usandınız, bir kere de seçim hakkınızı kullanın. Mari Gerekmezyan’ı tanımak için kendinize zaman ayırın. Dahası 125 yıllık bir Ermeni okulundan geçin. Orada hayatta kalmanın, varlığını sürdürmenin ne demek olduğunu kavrayın. İstanbul da hayat da genleşsin, güzelleşsin bir süreliğine. Paylaşalım hazinemizi. Mari’nin ismini yok sayıldığı her yere koyalım. Gazetelere, sergilere, kitaplara, hayatın tam ortasına. Ruhunu birlikte şâd edelim. O da bize bir süreliğine huzur versin, ilham ve güzellik bahşetsin. 
Sonra nasılsa yine üzülürüz.

Tuesday, December 11, 2012

Cumhuriyet tarihinde bir ilk: Süryani kilisesi

 12/12/2012
 
İstanbul Yeşilköy’deki Süryani cemaatinin kilise talebini inceleyen Büyükşehir Belediyesi ilk kez bir kilise için onay verdi. Cumhuriyet döneminde ilk kez bir kilise sıfırdan inşa edilecek.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Beyoğlu Meryem Ana Kilisesi Vakfı’nın kilise talebini kabul ettiğini açıkladı. İstanbul’daki süryani nüfusu 17 bin. Kilisenin yapılacağı arazi Büyükşehir Belediyesi’ne ait, ancak vakıf  arazinin kendisine ait olduğunu savunuyor. İnşaat, Anıtlar Kurulu’nun onayının ardından başlayacak.

Sunday, December 9, 2012

Albert Camus'ün Kırılgan Defterler'i


Fransız düşünür, romancı, deneme ve oyun yazarı Albert Camus’nün Defterler adlı eserinin ilk iki cildi İthaki Yayınları’nca dilimizde ilk kez kitaplaştırıldı. 1957 Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Albert Camus’yü Türk edebiyatı okuru en çok Yabancı, Veba, Düşüş ve Sisifos Söyleni gibi ünlü eserleriyle tanıyor. Yazarın, Defterler adlı eseri roman ve denemelerinin dışında bir izlekte kaleme alınmış. Bu kitap serisi bir günceler-notlar toplamı olmasının yanında, okuyuculara yazarın yaşamı ve eserlerinin oluşum süreçleri hakkında çarpıcı bilgiler sunmasıyla da dikkat çekiyor. Defterler 1 ve 2, bir düşünür ya da sade bir insan olarak Camus’yü irdelemek ve düşüncelerinin altyapısını anlayabilmek isteyenler için belki de en uygun eserler.
Kara Camus!
Albert Camus denince akla ilk gelen sözcüklerden birisi de varoluşçuluk’tur. Belli bir dönem içinde bu akımın önemli savunucusu ve kuramcılarından birisi sayılmıştır o. Varoluşçuluk ile ilgili, ilk kitapta kısa bir metin bulunmakta. Diyor ki:
“İtalyan müzelerinde, idam mahkûmlarının idam sehpasını görmemesi için rahibin onların yüzüne tuttuğu boyanmış küçük perdeler. Varoluşsal sıçrama, bu küçük perdedir.” Buna benzer pek çok düşünce ‘kırıntısı’ var ilk kitapta. Sadece varoluşsal sorunlar değil elbet, aşk, edebiyat, gerçek, tarih, ölüm ve dil... Camus gerçek bir derin umutsuz; onu okurken rastlanacak yüzlerce ilginç saptama, okuma notları ve Camus’nün şahsına münhasır bir dille kâğıda geçirdiği ‘modern dünyanın çelişkileri’ olarak kalıyor zihinlerde.
Camus, çalkantılı yaşamı boyunca farklı siyasal ve felsefi konumlarda yer almış ancak her seferinde aynı ilkeye vurgu yaparak ciddiyetsizliğin uzağında durabilmiştir; şöyle diyor yazar: “İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm.” Belki de bu alıntı, onun bir düşünür-yazar olarak, eserlerini yazma gerekçelerinden en önemlisidir... 
Camus, Defterler adlı kitabının orijinalini 1935’ten, bir trafik kazasında yaşamını yitireceği 1960 yılına dek kaleme almış ve esere kendisi tarafından Defterler adı verilmiş. 
Ciltler hâlinde okuyucularına ulaşarak tamamlanacak olan Defterler’in ilk kitabında Camus’nün tuttuğu günlüklerin Mayıs 1935-Şubat 1942 zaman aralıklı bölümlerini okumak mümkün. 
Günce aynı zamanda bir itiraftır diye geçiyordu ki içimden, kitaptaki şu sözlere takıldı gözlerim: “Vicdan rahatsızsa, itiraf kaçınılmaz olur. Kitap bir itiraftır...” Yazarın annesine olan sevgisinden Veba’sındaki karakterlerin ‘boş’ hareketlerine dek yüzlerce itirafının kitabı haline gelmiş bu günlükler. Rahatsız! bir kitap...
Defterler’in ilk cildi olan kitapta bir iki cümlelik aforizmaların yanında sayfaları bulan monologlar ve ilginç mektuplar da bulunmakta. Her sayfada ayrı bir şaşırtmaca var. Bir yerde “Bir umutsuza mektup” yazıyor Camus, bir yerde Nietzsche’nin gözüyle savaş’ı irdeliyor. Bir bakıyorsunuz anlamsız, kimilerine göre bomboş bir cümle sayfanın ortasında. Ben en çok da dipnotlara takıldım ilk kitapta; Camus’nün hangi yapıtları dikkatle okuduğunu ve önemsediğini biraz da dipnotlardan takip edebildim.
Defterler 2’de Ocak 1942’den başlıyor ilk günlük. Mart 1951’e kadar tutulan notlar var bu kitapta. İkinci yapıt ilkine oranla daha politik bir dile sahip. II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş, psikolojik çöküntü, yaşamın anlamsızlığı, iç karartıcı günler... Hepsi Camus’de birikiyor ve izdüşümleri Defterler’e yansıyor.

Kitapta Albert Camus’nün Andre Gide ve Nietzsche ilgisi daha da belirginleşiyor sanki. Öyle ki, Nietzsche ile açılış yapıyor yazar: “’Beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar.” Evet, ama... Mutluluk düşleri kurmak ne kadar da zor. Bütün bunların ezici ağırlığı. En iyisi sonsuza dek susmak ve geri kalana yönelmek,” diyor...
Elyazmalarının aslına bağlı kalınarak çevrilen bu ikinci defterde Camus, düşünsel temellerini oluşturan “saçma”, “başkaldırı” ve “yabancılaşma” kavramları üzerine, sayısız ipucunun verildiği cümlelerle sık sık eğiliyor. Saçmalık onun için adeta ‘iyi bir ruh hali’, örneğin:
“Saçma dünya sorununu ortaya koymak: ‘Hiçbir şey yapmadan umutsuzluğu kabul edecek miyiz?’ diye sormak demektir. Dürüst hiç kimsenin evet yanıtı vereceğini sanmıyorum” Ya da: “Saçma. ‘Sen’ aracılığıyla ahlakı yeniden oluşturmak. ‘Hesap vermek’ zorunda olacağımız başka bir dünya olduğuna inanmıyorum. Ama, şimdi bu dünyada-sevdiğimiz bütün insanlara verilecek hesabımız var,” gibi.

Defterler dizisinin ikinci cildinde Albert Camus’nün gözden geçirmediği daktilo edilmiş bir nüsha bulunuyor. Bu nüshayı Madam Albert Camus ve Roger Quilliot, yazar tarafından kısmen düzeltilmiş daha eski bir elyazması ve daktilo örneğinden faydalanarak düzeltmişler. Metnin ilginç bir özelliği de, hâlâ hayatta olan bir insanın sağlık durumunu içeren on sekiz satırlık bir bölümün yayın dışı tutulması.
Albert Camus’nün (Mart-Mayıs 1946) Kuzey Amerika ve (Haziran-Ağustos 1949) Güney Amerika yolculuğunun hikâyesi, gerçek bir yolculuk güncesi oluşturduğu için, bu bölümler Defterler’in dışında tutulmuş. Bu yolculuk günceleri daha sonra kitaplaşacak, sanırım.

Kadir Aydemir

Thursday, November 29, 2012

Voltairine de Cleyre



Voltairine de Cleyre (17 Kasım 1866—20 Haziran 1912) ABD’li anarşist. Emma Goldman’ın sözleriyle “Amerika’nın yetiştirdiği en yetenekli ve keskin zekalı anarşist.” Erken ölümünün, bugün diğerleri gibi tanınan bir anarşist olmasını engellediği kabul edilir.[1]

Konu başlıkları

  • 1 Hayatı
  • 2 Siyasi görüşleri
    • 2.1 Anarşizm (Önadsız)
    • 2.2 Doğrudan Eylem
    • 2.3 Feminizm
    • 2.4 Anti-militarizm
  • 3 Eserleri
  • 4 Kaynakça
  • 5 Okumalar

6 Bkz.

Hayatı

Michigan’da küçük bir kasaba olan Leslie’de doğdu, babasının ailenin geçimini sağlayamaması nedeniyle küçük yaşta zorunlu olarak Katolik manastırına verildi. Bu deneyim onun üzerinde Hıristiyanlıktan çok ateizmin etkili olmasına neden oldu. Sarnia’da (Ontario, Kanada) bulunan Manastır’da geçirdiği zaman hakkında Cleyre şöyle demiştir: “Ölüm Gölgesi Vadisi gibiydi, ve o boğucu günlerde ihmalin ve batıl inancın yakıcı cehennem ateşinin bedenimde bıraktığı beyaz yara izleri var.” Voltairine de Cleyre buradan Huron Michigan Limanı’nı yüzerek ve 17 mil yol yürüyerek kaçma girişiminde bulundu, ailesinin arkadaşları ile karşılaşması ardından babasına haber verilerek geri gönderildi. Yeniden kaçan Cleyre bu defa bir daha geri dönmedi.
Ailesinin, Abolitionist hareket (ABD’de köleciliğin kaldırılmasını savunan grup) ve Underground Railroad hareketi(ABD’li kölelerin bu ülkeden özgür ülkelere kaçmalarını sağlayan grup)ile bağları, bitmek bilmez amansız yoksulluk, ismini felsefeci Voltaire’den alan Cleyre’in yetişkin yaşlarında radikal söylemlere sahip biri olmasında ciddi katkıları oldu. Manastır eğitimi ardından, Cleyre seküler özgür düşünce hareketine katılarak entelektüel çevreye dahil oldu, burada dersler verdi ve bu hareketin gazetesine, makaleleri ile katkılarda bulundu.
1880′lerin ortalarında ve sonlarında, içinde bulunduğu özgür düşünce hareketi zamanında, de Cleyre özellikle Thomas Paine, Mary Wollstonecraft ve Clarence Darrow’dan etkilendi. Düşüncelerinden etkilendiği diğer isimler ise Henry David Thoreau, Big bill Haywood ve sonraları Eugene Debs’dir.
Haymarket eylemcilerinin 1887 yılında asılarak idam edilmeleri ardından anarşist olduğu kabul edilir. Otobiyografik makalesinde “O zamana kadar mahkemelerde Amerikan yasalarındaki adalet esasına inanıyordum” diye yazmıştır, “Bu olaydan sonra bir daha asla böyle düşünmedim.” diyecektir.
De Cleyre mükemmel bir konuşmacı ve yazar olarak tanınır – biyografi yazarı Paul Avrich’e göre, o “yazınsal alanda diğer tüm Amerikan anarşistlerinden daha büyük bir yetenektir” ve anarşist ideallere adanmış yorulmak bilmez bir savunucu olarak [Goldman’a göre ] “imanlı şevki giriştiği her işe damgasını vurmuştur.”[2] De Cleyre’in esin kaynaklarından biri Dyer D. Lum’dır; “onun öğretmeni, güvendiği kişi, yoldaşı”, idi, fakat Lum 1893 yılında intihar etti.
Voltairine’in ölümünden birkaç gün sonra gerçekleştirilen anma töreni için basılan el ilanı.
12 Temmuz 1890′da Harry adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi, babası özgür düşünce çevresinden James B. Elliot idi; fakat de Cleyre, Elliot ile birlikte yaşamayı reddettiğinde Harry ondan alındı.[3]
Tüm hayatı boyunca hastalıklarla ve depresyonu ile mücadele etti, en az iki kez intihar girişiminde bulundu ve 19 Aralık 1902′de bir süikast girişiminden kurtuldu. Saldırgan Herman Helcher adında Cleyre’nin eski öğrencilerinden, akıl sağlığını yitirmiş biriydi, Cleyre süikast girişiminin hemen ardından Helcher’i affetti. Bu konuda “Akıl sağlığının yerinde olmamasından kaynaklanan bu eylemi nedeniyle onu hapishaneye göndermek medeniyete hakaret olurdu” diye yazmıştır. Saldırı ona, konuşmasını ve konuya yoğunlaşmasını olumsuz etkileyecek kronik kulak ağrısı ve boğaz enfeksiyonu bırakmıştır.
Voltairine de Cleyre, Chicago-Illinois’de St. Mary Nezaret Hastanesinde hastalığı septik menenjit nedeniyle 20 Temmuz 1912 yılında öldü

Siyasi görüşleri

Anarşizm (Önadsız)

Voltairine de Cleyre’nin siyasi görüşü tüm hayatı boyunca sürekli değişime uğramıştır, son olarak anarşizmin (önadsız) önemli savunucularından biri oldu, bu düşüncede –tarihçi George Richard Esenwein’e göre- “komünist, kollektivist, mutualist, bireyci gibi niteleyici isimler kullanılmaz.” Bazıları için, [anarşizm (önadsız) ]farklı anarşist ekollerin birarada varolmasına tolerans gösteren bir tutumu ifade eder. [4]
Uzun yıllar de Cleyre, Amerikan bireyci anarşist gruplar içinde bulundu. Erken dönemde bireyciliğe bu bağlılığı kendisi ile Emma Goldman arasında yaptığı ayrımdan anlaşılabilir. “Bayan Goldman bir komünist, ben bir bireyciyim. Onun isteği mülkiyet hakkını yoketmek, ben ise onu savunuyorum. Ben mücadelemi ayrıcalık ve otoriteye karşı yürütüyorum, ki bu sayede mülkiyet hakkı, bireye uygun olan asıl hak, yokedilebilir. Goldman’a göre kooperatifler rekabetin yerini tamamen alabilir; ben ise rekabetin şu ya da bu şekilde herzaman olacağını iddia ediyorum, ve bunun böyle olması son derece istenen bir şeydir.” [5]
Goldman ve de Cleyre, kendi aralarındaki bu olumsuz tutuma rağmen entelektüel açıdan birbirlerine saygı duymaktaydılar. 1894 tarihli Emman Goldman’ın Savunması ve Mülksüzleştirme Hakkı adlı makalesinde de Cleyre mülsüzleştirme hakkını destekleyen bir yazı yazmış, fakat bununla birlikte yine de tarafsız kalmaya devam etmiştir. Makalesinde “Bir insanın en küçük duyarlı bir parçasının bile tüm New York şehrinin mülkiyet haklarına değer olduğunu düşünmüyorum… Yiyecek ve giyecek rüyası ile, hapishaneden uzakta, açlıktan ve soğuktan ızdırap çekmek ya da Timmermann ve Goldman’ın yanında yer alarak mülkiyet kurumlarına aleni eylemlere girişme kararının size kaldığını söylüyorum.” diyecektir.
De Cleyre son dönemde bireyciliği reddetme noktasına geldi. 1903 yılında “Çalışan sıradan işçilerin yapabileceği en iyi şeyin, paranın gücünden kurtulmak için, kendi işkollarını örgütlemek” ve “işveren – işçi ayrımı yerine elbirliği ile birlikte üretmek” gerektiğini dile getirmiştir. (“Neden Bir Anarşistim”). 1912 yılında Paris Komünü’nün başarısızlığının kaynağı olarak [özel] mülkiyetin korunmasını gördüğünü söylemiştir. “Komün Yükseliyor” adlı makalesinde, ona göre “Komünün düşmesinin başka nedenleri olmasına rağmen, asıl nedeni gerekli olduğu anda Komün taraftarları Komünist değildi.” Onlar siyasi zincirlerini, ekonomik zincirlerini bertaraf etmeden kırmaya kalkıştılar…” [6] “Sosyalizm ve Komünizm, her ikiside belli bir düzeyde ortak çaba ve yönetimi gerektirir ki bu tamamen Anarşizm ideali ile tutarlı olmaktan çok, daha fazla kontrolü sağlar; Bireycilik ve Mutualizm mülkiyete dayanarak, özel polis gücünün gelişimine önayak olur ki benim özgürlük anlayışımla uyuşmayan bir durumdur. “Bir Anarşist Olmak” adlı yazısında, “Kendimi yalın haliyle ‘Anarşist’ sıfatından başka bir şeyle tanımlamıyorum” diyecektir.
Voltairine’nin bireyciliği reddetmesinde komünizmi kabul etmesinin bir rolü olduğu hakkında çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Rudolf Rocker ve Emma Goldman böyle bir iddiayı öne sürmüşlerdir, fakat aralarında biyografi yazarı Paul Avrich’in bulunduğu başkaları buna itiraz ettiler. [8] Anarşist yazar Iain McKay, de Cleyre’nin 1908 paranın olmadığı ekonomi savunusunun, komünizm olduğunu dile getirmiştir.[9]

Doğrudan

Voltairine de Cleyre’nin 1912 tarihli doğrudan eylem savunması’na bugün yaygın biçimde atıfta bulunulur. Bu makalesinde, de Cleyre, Boston Çay Partisi’ni (Boston Tea Party) bir doğrudan eylem örneği olarak ele alır; ona göre “doğrudan eyleme her zaman başvurulmuştur, ve bugün bizzat onu lanetleyenler tarafından tarihte tasvip edilmiştir.”

Feminizm

1895 tarihli Seks Köleliği adlı konferansında, de Cleyre güzellik idealini kadınların bedenlerine zarar verdiği için ve çocuklara uygulanan sosyalleşme etkinliklerini doğal olmayan cinsiyet rolleri yarattığı için eleştirir. Makalenin başlığı bundan da bahsedilmiş olmasına rağmen hayat kadınlarına atıfla kadın ticaretini anlatmaz; aslında burada konu edilen medeni yasaların kendi karılarına tecavüz eden erkeklere karşı hiçbir bağlayıcılığının olmamasıdır. Bu tür yasalar “her evli kadını; efendisinin ismini alan, efendisinin ekmeğine ve emirlerine tabi, efendisinin zevklerine hizmet eden zincirlenmiş köleye dönüştürür.”

Anti-militarizm

De Cleyre savaş zamanları dışında tutulan orduya şiddetli şekilde karşı çıkmıştır, çünkü hazır ordunun varlığı ona göre savaşları daha olası hale getirmektedir. 1909 tarihli makalesi “Anarşizm ve Amerikan Geleneği”nde, barışı gerçekleştirmek için “her barışçıl insan, orduya desteğini çekmelidir, ve savaş isteyen herkes bunun maliyetini ve riskini üstlenmelidir; insan-öldürme mesleğini icra edenlere ne ücret ne de barınma sağlanmalıdır.” diyerek anti-militarist tutumunu ifade etmiştir.

Eserleri

Konuşmalarının biraraya getirildiği, Bir Mayıs:Haymarket Konuşmaları 1895-1910 (The First Mayday:The Haymarket Speeches) Libertarian Book Club tarafından 1980 ve 2004 yıllarında basıldı. The Voltairine de Cleyre Reader ise AK Press tarafından yayınladı. 2005 yılında konuşmalarının ve makalelerinin toplandığı iki koleksiyon daha SUNY Press tarafından Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius, diğeri University of Michigan Press tarafından, Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind adı ile yayınlandı.

Kaynakça

1] Presley, Sharon. Exquisite Rebel: Voltairine de Cleyre.

  • 2] People & Events: Voltairine de Cleyre, PBS American Experience
  • 3] Ibid.
  • 4] Esenwein, George Richard “Anarchist Ideology and the Working Class Movement in Spain, 1868-1898″ [p. 135]
  • 5] Voltairine de Cleyre, “In Defense of Emma Goldman and the Right of Expropriation”
  • 6] DeLamotte Eugenia C. Gates of Freedom: Voltairine de Cleyre and the Revolution of the Mind University of Michigan Press (September 15, 2004) pp 206
  • 7] Voltairine de Cleyre, “Anarchism,” Selected Works of Voltairine de Cleyre, New York: Mother Earth, 1914, p. 107.
  • 8] Presley, Sharon. Exquisite Rebel: Voltairine de Cleyre.
  • 9] McKay, Iain, “The legacy of Voltairine De Cleyre”, Anarcho-Syndicalist Review, #44 (Summer 2006)

Okumalar

  • De Cleyre, Voltairine. Selected works of Voltairine de Cleyre. Mother Earth Pub. Association. (1914)
  • Avrich, Paul. An American anarchist : the life of Voltairine de Cleyre. Princeton University Press. (1976)
  • A. J. Brigati. The Voltairine De Cleyre Reader. AK Distribution;1. (2004)
  • Eugenia C. Delamotte. Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind. University of Michigan Press;
  • Margaret Marsh. Anarchist Women 1870-1920. Temple University Press;
  • Sharon Presley and Crispin Sartwell. Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius. State University of New York Press;

Thursday, November 22, 2012

Başkaldırının Gayri Resmi Tarihi



CulDe suc
Pamuk tarlalarında ska, rock stady ve reggae ile birlikte duyuldu blues. Kara Afrika’nın hüznü, bu mavi tonlu müziğe yansıdı. 1930’larda Amerika kıtasına ulaştığında “Şeytan icadı” olarak görüldü. Kilisenin güdümündeki kimi bağnaz Amerikalılar’a göre blues müzisyenleri, Afrika dinlerini yaşatmaya çalışan büyücülerdi. Blues ustaları bu savların karşısına çıkma gereği duydular. Yerleşik düzene ilk başkaldırıyı, şeytanı öncü olarak seçmekle yaptılar. Sonraları rock’n roll’a kaynaklık eden blues, itilip kakılan alt kültür insanını hedef seçti. Aslına bakılırsa, yerleşik değerlerin, burjuva kültürünün dindar insanı zaten dinleyici kitlesi olamazdı.

50’li yılların gençliği tarihin en büyük acılarını çocukluğunda yaşayan, Hiroşima ve Nagasaki gerçeğine tanıklık eden bir kuşaktı. Sıcak savaşların peşi sıra nükleer tehlike gündemdeydi. Endişe ve korku en yoğun duygulanmalardı o sıra.

Bu gençlik savaşa karşıydı, savaşın en derin izlerini taşımaktaydı. Akademik değer yargılarına da karşıydılar. Çünkü savaşların nedenini akademik tartışmalara bağlıyorlardı. Böylece ortaya yerleşik düzenin tüm değer yargılarını, alışkanlıklarını, düşünce biçimlerini reddeden bir kuşak çıktı. Bu reddediş, devrimci bir yön taşımayan, safça bir iyiniyeti doğurdu ve kendi idolünü yarattı: Elvis Presley.

Elvis Presley ya da zamanın entelektüellerinin aşağılayıcı tanımlamasıyla Elvis Pelvis, kalçalarını sallayarak yaptığı garip şovlarla bir anda “Sosyolojik bir mit” halini aldı. Çok da içi boş bir mit değildi Elvis. Gitar, ritm gitar, bas ve davuldan oluşan klasik rock’n roll dörtlüsünü Beatles’dan yaklaşık 10 yıl önce kullanmıştı.

Bu sıralar Beatniklerin mesihi sayılan Jack Kerouac (ki o dönemin en sıkı yazarıydı), otostopla Amerika’yı boydan boya gezmekte ve çağın en ünlü “hobo”su olmak üzeredir.

Veee…60’lara gelindiğinde İngiltere’de Beatles fırtınası esmektedir. Bu, “kolejli çocuklar” görüntüsündeki medya ilahları, kısa sürede tüm dünya müziğini etkilerler. Rock müziğe dair ilk etkin çıkış ise hırpaniliğin kitabını yazan Rolling Stones tarafından gerçekleştirilir. Artık müziğin içine distorsiyonlu gitar girmiştir. Uzun yıllar önce şeytana ruhunu satan Robert Johnson’ın ardından, bu serseriler de şeytana sempati duymaya başlarlar.

Amerika cephesinde Kerouac’ın izinden giden Beat Kuşağı yerini çiçek çocuklarına bırakmaya başlamıştır. Elden ele dolaşan kitaplar yine Walt Whitman ve Allen Ginsberg şiirleri, Hermann Hesse ve Jack Kerouac’ın yapıtlarıdır. Greatfull Dead bu kavmin favori grubudur. Onbinlerce kişi, grubun konserleriyle Amerika’yı baştan başa katetmektedir.

Bob Dylan ile protest rock Yeni Dünya’da tam bir patlama yapar. (Oysa İngiltere konserlerinde ıslıklanmaktadır Dylan. Çünkü protest müziğe elektrikli gitarı sokmuştur ve hala eski kıtada gözde enstrüman akustik gitardır.)

Çiçek çocukları güzel insanlardı. Olağanüstü doğal giyim tarzları ve pasifist tepkileriyle bir döneme imza attılar. Tepkiselliklerine tutarlı bir politik yaklaşım katmadıkları için Woodstock konserleriyle hippyliğin cenazesi kaldırılmış oldu. Artık, uyuşturucuya tapınan “savaşma seviş” deyimini terminolojilere sokan bu sevimli kitle sahneden çekilmişti. İngiltere’de Beatles’tan kendini sıyıran John Lennon, sol söylemlerle aydın kesimin ilgisini çekmekteydi. Din, cinsellik ve TV ile uyutulan, kendisini akıllı, sınıfsız ve özgür sanan insanlara bir hiç olduklarını hatırlatmaktaydı Lennon. Yaşamın onurlu gerçekliğini “İşçi sınıfı kahramanı” olmakta görüyordu. Lennon bir başlama noktasıydı ve …başkaldırı başladı!

Golden Era of Rock (Rock’ın Altın Çağı) 70’li yıllardır. Lirini bir köşeye bırakıp gitara sarılan müzik tanrısı, henüz synthesizer ile tanışmamıştır. 68 kuşağı, artık eski çiçek çocukları kadar iyimser ve pembe düşler içinde değildir. Soğuk savaş rüzgarlarının estiği, Çekoslovakya işgalinin yankılarının sürdüğü 70’li yıllar, radikal ve sert politik olaylara sahne olur. Gençlik bu sert, acımasız yaşantıdan nasibini alır ve başkaldırının ruhu canlandırılır. Kapitalizmin yoz değer yargılarına ve burjuvazinin yerleşik düzenine karşı kitlesel bir çıkış yaşanır. Müzik artık daha bir elektrikleşmiş, ritmlerde sertlik başlamıştır. Pink Floyd bu ortamda bayraklaşan grup olur. Pink Floyd’un yanısıra, teatral rock’ı şovları ve görsel efektleriyle birleştiren Genesis, senfonik rock’ın öncüleri Moody Blues, Jethro Tull ve Yes, hard rock’ta Deep Purple, Who, Led Zeppelin ve Uriah Heep dönemin gözde gruplarıdır. Bu arada daha entelektüel bir dinleyici kitlesine sahip olan Byrds ve Renaissance da başkaldırının ateşleyicileri arasındadırlar.

60’ların simgelerinden Bob Dylan rock çizgisine kaymış ve hala çok popülerdir. Bu arada Kanada’lı ozan-şarkıcı Leonard Cohen ve Amerikalı protest şarkıcı Joan Baez giderek daha çok sevilmektedirler.

70’ler rock müziğin anti-tezinin de doğuşuna sahne olur. The Clash ve Sex Pistols’ın öncülüğünde anti-rock bir akım olan Punk filizlenmeye başlar. (Nitekim 70’lerin ikinci yarısında rock’ın isyankar misyonunu punk taşıyacaktır.) Bu arada Amerikalı garaj grupları ve New Wave akımı da ilk ürünlerini vermeye başlar.

Rock elbette 60’ların pasifist pembe görüşlerinden daha radikal bir tepki olarak çıkmıştır. Bir başkaldırının, yaşamı ve toplumsal baskıları, yerleşik düzenin yoz değerlerini sorgulamanın müziği olmuştur. Ama bütün bunlara dayanarak bir yaşam felsefesi olduğu çıkarımını yapamayız. Rock siyasal bir düşünce ya da teori değildir. Tepkiseldir ancak ciddi ve kalıcı çözümler üretme kaygısı taşımaz. Doğal olarak toplumsal değişimlere ayak uydurmuş ve kendi bünyesinde değişimler yaşamaya başlamıştır.

80’li yıllar daha az kitap okunan, şiirlerin rafa kaldırıldığı yıllardır. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakar kadroları demokratların yerine geçer. İngiltere’de demir cadı Thatcher iktidarı ele geçirir. Kapitalizmin tüm dünyayı sarmalamasıyla birlikte kitle iletişim araçları rock müziğe eskisi kadar yüz vermemeye başlar. Bu ortamda kılık değiştirmiş, kişilik erozyonuna uğramış, yeni bir rock müzik piyasaya çıkar. Köken olarak hard rock’a dayansa da hard rock’ın taşıdığı lirizmden çok uzak yeni bir tür olan metal müzik hortlatılır. Milliyetçi İngiliz grubu Iron Maiden, neo-faşist KISS (SS ayrı yazılmalı) ve ırkçı söylemin yeni ağzı WASP (White Anglo Saxon Protestans) popülerdir. Rock müziğin eski tarzının en popüler grubu ise yine bir sağcı gruptur: Queen.

80’ler müzik endüstrisinin de canavarlaştığı yıllardır. Yüreğimizin parçası saydığımız LP ‘ler, yerini yavaş yavaş CD denilen garip UFO’lara bırakır. Müzik elektronikleşmiş, synthesizer, prophet ve bilgisayar kullanımıyla artık DJ’ler bile müzisyenliğe soyunmuştur. TV izlemek, çılgınlık derecesine ulaşmış, müzik artık video-clip’lerle anılmaya başlamıştır. Ve müzik tanrısı klavye kullanmaya başlamış, gitarını çatı katında örümcek ağlarının arasına terketmiştir.

Çiçek çocuklarının doğallığı, rock ruhunun bilinçli tepkiselliği yok olmaya yüz tutmuş durumdayken, ürkünç görüntüleri, metal aksesuarları ve kara giysileriyle sokaklarda dolaşan gruplar türer. Alt kültür insanı olmaları dışında, eski gençlik grupları ile (hippyler, hobolar, modlar, punklar…vs.) en ufak bir benzerlikleri yoktur. Kitap okumayı anlamsız bulurlar, çok gerekirse Stephen King romanları ya da korku dergileri okurlar. Anarşist olduklarını sanacak kadar anarşizm ve felsefeden habersizdirler.


Medyanın uzağında başkaldırının sesi derinden derine sürmektedir aslında. Hard rock’ın sosyalist grubu Rush, IRA’nın açık destekçisi U2, Amerikan rock’ının yeni sol sesi Talking Heads, nitelikli ürünler ortaya koyarlar. İşsizlerden kurulu UB40, Bob Marley’in mirası üzerine popüler bir reggae sound’u yakalar.

Bu arada değinmediğimiz türler de vardır. Metal’e aptalca bir tavırla çıkan Acid, güzel vücutlu kızların tingildek müziği House, 70’lerde Georgio Moroder’in hortlattığı, Bee Gees’in popülerleştirdiği, düzeysizliğin ritmi Disco gibi türler gelip geçer müzik piyasasından…

Üstünde durulmaya değer iki tür görebiliyoruz. Birincisi daha önce kısaca değindiğimiz Punk akımı. Orjinal tipleri ve boyalı saçlarıyla punklar toplumun insani değerlere duyarsızlığını dile getirirler. Amatörlerin müziği diye adlandırılır punk. Oysa elektronik müziğe tapınıldığı sıralarda onurlu bir tavır olarak ortaya çıkıp alternatif bir kültür sunarlar. Komünal yaşantı ve uçuk tiplemeler geçitidir punk. Patti Smith ve Sex Pistols ile ivme kazanır. The Clash hala dinlenmektedir.

İkinci tür ise çağa ayak uydurmuş ve klavye kullanımının öne çıktığı new wave’dir. Depeche Mode, Eurythmics ve Human Leauge bu yeni dalgayı ayakta tutar. Aydın kitle için 80’lerin tek sürükleyici grubu vardır: Dire Straits. Knopfler biraderlerin birşeyler anlatma derdi, grubun müzikalitesi ile birleşmiş ve dönemin en güzel albümleri ortaya çıkmıştır.

80’lerin sonunda, böğüren vokalistlerin gürültüsü metale siyah bir alternatif çıkar: Rap. Ritm&Blues, Soul dönemlerinden sonra ilk zenci hegemonyasına neden olur rap. Varoşlardan gelen işsiz güçsüz zencilerin birbiri ardına inanılmaz bir hızla sıraladığı kelimelerin, plak kaydırma ve tek düze ritmle müzikleştirilme çabasıdır. Başkaldırı ruhunu sürdürmektedir ancak bu protest tavrı müzikal çöplük haline getirmeyi başarırlar.

90’larda tam bir müzik curcunası izliyoruz. Rap, hip hop ve metalin can çekişmesi, pop müziğin video klip erotizmiyle pazarlanışı, rock müzikte eskiyi arayış ve new wave‘de tekrarlar. Kirlenmeden kalan tek tür ise new age olur. Enstrümantal yapısını çağın dışında bir lirizmle oluşturan new age hiç bir zaman geniş kitlelerin müziği olmaz. Ama Andreas Vollendwider, Vangelis, Kitaro, Tangerine Dream, George Winston, Yanni, Enya…gibi bestecileriyle her daim dinlenebilirliğini korur.

90’lı yıllar her şeyin ambalajlar içinde sunulduğu bir dönemdi. Şiir ve genelinde yazın önemsenmemeye başlandı, tüm sanat dalları popülerliğe verilen tavizlerle yaralandı. Yaşanan her şey biraz plastik, biraz teknolojik. Bu ortamda techno adı verilen yeni bir ucube boy verdi. Teknoloji ve eğlence nevrozuna yakalanan 90’ların gençliği bu yeni türe sarıldı. Bu dönemde az da olsa ilaç mahiyetinde grup ve sanatçılara rastlıyoruz: Radiohead, Massive Attack, Dream Theater, Nick Cave…

2000’li yıllar yeni bir başkaldırının müjdecisi olacağa benzer. Gençlik yeni bir doğallık furyasına tutulmak üzere. Okumak yeniden önemsenmeye başlandı. Akustik gitarın hikmeti anlaşılmakta ve eski özlediğimiz rock, yeni kılığıyla dönüyor.

Not: Bu yazıda, 70 yıllık bir dönemi özet olarak ele almanın güçlüğünden dolayı yer bulamayan bir çok sanatçı ve grup olduğunun farkındayım. Müzik tanrısı beni bağışlasın.