Thursday, December 27, 2012

Meral beni Munzur'a çağırdı...' (HALİL DALKILIÇ)

Dêrsim katliamında kadınların çığlık çığlığa uçurumlardan kendilerini attığı o günlerde, O'nun çocuk aklı ve gözleri olanları algılayamayacak kadar saftı. Zira vahşet denen şeyin bir insanlık uğraşı olduğunu henüz bilemeyecek çocuk çağlarındaydı. O günlerde Dêrsimlilerin çığlıkları göğün en yüksek katına ulaştığında feryatlarını başkaları duymadı bile. Aylar ve yıllar yaşanmadan, zaman başka tarihlere sıçradı. Çığlık atanlar ve çığlık atmaya mecbur bırakanlar haricinde sanki o anları insanlığın kalan kısmı yaşamadı, duymadı, görmedi; bîhaber es geçti. Onbinler kırımdan geçirilip kalanlar bilinmez yad ellere sürüldüğünde, kankırmızılaşan Munzur'un da takati kalmamıştı; yüklenip feryadı başka diyarlara ulaştırmaya.
Ne olduysa Dêrsim'e oldu; kim öldüyse Dêrsim'de öldü...
Ve ne kaldıysa da Dêrsim'de kaldı; sessiz, soluksuz ve lal...
Kürt coğrafyasında hafıza
acının eşanlamıdır...
Olanı, biteni ve yiteni Dêrsimliler unuttu belki ama Dêrsim unutmadı. On yıllar da geçse aradan, yeniden ama yeniden vurdu yüzüne herkesin. Feryatlar arşa yükselirken, başkalarının es geçtiği o anlar
ve yıllar, tek tarihi oldu Dêrsim'in.
Kürt coğrafyasında hafıza, acının eşanlamıdır. Hatırlamak acı verir, acı çektirir. Dêrsim ise acının ta kendisidir. Görenin görmeyenin, tanıyan ve tanımayanın hiç düşünmeden ve çekinmeden "benimdir" diyebildiği vazgeçilmez ve çekici bir acı. Ne onunla ne de onsuz misali yürek yakan bir kara sevda...
Can yakan bu sevda öyle bir şey ki; Munzur Bava gibi sırra kadem bassa da, hep var olan, var bilinen; her yerde, her dağda, her vadide, her canlıda kendisini hissettiren, cana can olan bir yaşam iksiri.
Gulê Ana da bir Dêrsim kadınıydı; hep acı çeken ama hep sevgi sunan. İnsana olan sevgisini, insanın insana çektirdiği acıyla büyüten. Yani acıdan sevgi damıtan; insandan kaçan Munzur Bava'nın insana ab-ı hayat sunduğu gibi...
Munzur'un sırrı
Dêrsim'e hayat olur...
Yolda yürürken kendi kendine gülümsedi. O an, Arnhem kentinin, üzerine basıp yürüdüğü o sokak taşlarından ve yabancısı olduğu o insan kalabalığının oluşturduğu soğuk atmosferden koptu. Yürüyor, gözleri dalgın dalgın etrafı seyrediyor ama O, orada değil. Gözlerinin önünde beliren bir ışık onu kendine çekiyor. Her adımını attıkça, gözlerini odakladığı ışık kümesi de ondan uzaklaşıyor. Ve birden göz kamaştıran ışığın içinde Meral'in nurlu yüzü görünüyor.
"Cîgeram, çila zerê çê min!" (Ciğerim, evimin ışığı)
"Anne!" dedi Meral de; "Ne zaman geleceksin?" 
Gulê Ana, nur deryasında peri gibi gülümseyen kızına doğru adımını attıkça, Meral, O'ndan uzaklaştı. Aralarındaki mesafe ne uzadı ne de kısaldı...
Munzur'un hikayesi gibi...
***
Munzur, İbrahim peygamberin çobanı imiş. Bir gün karşısına iki kurt çıkmış ve ondan bir koyun istemişler. Munzur temiz, Munzur pak. Rızalık gerek. Onlara koyun veremeyeceğini, bunun için koyunların sahibinin rızasını almaları gerektiğini söylemiş. Kurtlar da, 'o zaman git koyunların sahibinden bir koyun istediğimizi söyle' demişler ve o geri dönene kadar da sürüye karışmayacaklarına dair yemin etmişler. Munzur, İbrahim peygambere durumu anlatmış. İbrahim peygamber de, 'madem ki yemin etmişler; git söyle hangisini beğeniyorlarsa, onu alsınlar' demiş. Kurtlar, sürünün içinden bir koyun beğenir ki, o da Munzur'un sahibi olduğu tek koyun imiş. Yedi senedir kısır olan koyun ise iki yavruya gebe imiş. Koyunu alan kurtlar uzaklaşmışlar. Daha sonra doğuran koyunun her iki kuzusunu alıp, koyunu da serbest bırakmışlar.
Ancak koyun tekrar sürüsüne döndüğü anda sürünün yarısının rengi siyah olurken, diğer yarısınınki ise beyaz olmuş. Şaşıran İbahim peygamber gözlerine inanamamış. Koşarak Munzur'a, 'Lazê mi, bu keramet sana nasıl geldi' demiş. Fakir Munzur ise ürkmüş ve yüzü dağa doğru koşmaya başlamış. Koşarken her bastığı yerden bembeyaz süt gibi sular fışkırmış. Bu su, ikisinin arasından akmış ve İbrahim peygamber ona ulaşamamış. Munzur ise kırkıncı adımını attığı ve yine süt gibi suyun fışkırdığı yerde kaybolup, sır olmuş...
O gün bu gündür Munzur, yaşamın sırrı olup Dêrsim'e can verir olmuş... Ve bugün de hakikatin arayışçıları Munzur Bava'nın sırrının peşinde Munzurlar'da hakikatin izini sürer durur.
***
Birden büyük kızı Derman'ın, "Anne kahve içelim mi şurada?" diye kolundan tutmasıyla irkilip kendine geldi. Göz göze gelmeleriyle, içinde Meral'in nur yüzünün belirdiği ışık birden gözünün önünden kayboldu. Adeta 'ben neredeyim' dercesine irkildi. Çarşıda birlikte dolaştığı kızlarına ve çevresine bakındı. Uykudan uyanmış gibi çevresine şaşkın gözlerle baktığında, kendisini soğuk bir insan akıntısının içinde hissetti. Ne Meral, ne Munzur, ne kırk gözeler ne de nur...
Yüz ifadesi o kadar huzurlu ki... Yanağına süzülen damlaların döküldüğü gözlerde çaresizlik karışımı bir gülümseme...
Bir hayale dalmış olduğunu anladı... Ve kızlarına dönerek acılı bir tebessümle, "Meral beni çağırdı" dedi. Gözleri tekrar doldu...
Heqo çê to bivêso...
Çocuğunun yasını tutmanın ne olduğunu Kürtlerden başka bilen, onlar kadar yaşayan var mı acaba? Çağımızda yaşamın diyalektiği bizde tersine işliyor. Her canlıda olduğu gibi; doğar, büyür ve yaşar diye olmuyor bizde. Doğar ama büyümeden ölüyor bizimkiler. Yalnızca çocuklar, ana ve babalarının, yaşlılarının ölümüne tanıklık etmiyor artık. Çocuklarının yasını tutanlar, büyüklerinin yasını tutanlardan daha fazla oldu bizde.
Çocuklar ana babalarını değil; ana, baba hatta yaşlılar çocuklarını, torunlarını gömüyor, onlar için ağıt yakıyor; "Heqo çê to bivêso..." ya da "Xwedêyo mala te bişewite..." (Ey Tanrı evin yansın)
Oysa yaşlılarımız gençlere ve çocuklara seslenirken, "cîgeram" ya da "ez qurban" diye söze başlar. Kürt kültüründe büyüğe saygı ve sevgi tartışılmaz ama yaşlılar, gençleri ve çocukları canlarından daha değerli tutar; "ez qurban!.." der ve onların varlığını kendi varlıkları olarak içselleştirdiklerinden "omediya min..." (umudum) diyerek, tüm umutlarını onlara bağladıklarını gösterirler.
Gulê Ana da kızı Meral ve oğulları Deniz ve Yaşar'a "cîgeram" derdi. Ama her üçünün de ardından ağıt yaktı; "Heqo çê to bivêso..."
'Wan'ı Diyarbekir'den
daha fazla seviyorum'
Meral ve Deniz, Gulê Ana için nasıl 'omed' idiyseler, onların sevdaları ve kavgaları da Gulê Ana için umut olmuştu. Bu sevdayı ve kavgayı paylaşan herkes de... Meral ve Deniz için yüreği nasıl yandıysa, aynı umudun yolcuları için de yüreği aynı derinlikte yandı; "cîgeram..."
Wan depremi sonrası çok üzülmüş. Deprem mağdurlarının görüntülerini izlediğinde, kızı Derman'a, "Ben Wan'ı Diyarbekir'den daha fazla seviyorum. Wan, Diyarbekir'i geçti, daha fazla sahip çıkıyor mücadeleye" deyip ağlamış.
Umut da hafıza gibi acı taşıyıcısıdır bizde. Her umudumuzda acı vardır. Artık hafızamız ortaklaştığı için; umutlarımız da, acılarımız da bir oldu bizim. Gulê Ana'nın ciğeri herkese yanar; dağ başlarında düşen canlara da, yokluktan güç bela başını sokabildiği derme çatma evinin yıkıntıları altında yitip giden Wanlılara da...
Wanlıların her baharda yere göğe sığmaz rengarenk Newroz coşkusu, O'na Xizir'ın hikayesini hatırlatırmış. Biri karada diğeri ise denizde darda kalanlara yoldaşlık yapan Xizir ile musahibi Xidir İlyas, her baharda bir kırmızı gülün gölgesinde buluşup birlikte hakk muhabbeti yaparlarmış...
Gulê Ana da, umutsuzluğun derinleştirildiği demlerde Wanlıların o görkemli coşkularıyla herkesin umudunu büyütmesini izlerken, aynen Xizir'ın darda kalanların imdadına yetişmesine sevindiği gibi sevinirmiş.
Deprem yıkıntıları içinde çıkan yoksul Wanlıların cansız bedenlerini seyredip ağlarken ise, darda kalan Dûzgin Bava'ya her sonbaharda dört dağ keçisi götüren boynu bükük kız kardeşi Karsniye gibi yüreği yanarmış...
Meral, Deniz ve
Yaşar'la Gazik'te...
Meral'in haberini duyduğu zaman, her gün baktığı çiçekleri aniden solmuş. Yaşamdan vazgeçmiş çiçekler ama Gulê Ana yaşama küsmemiş. Yirmi yıldır her yalnız kaldığında gözlerinin önünde belirir olmuş Meral. O'nu hiç yalnız bırakmamış. Son günlerinde ise daha sık görüşür olmuşlar. Artık her defasında sanki yakın zamanda buluşacaklarmış gibi daha bir sabırsızlıkla sorar olmuş, "Anne ne zaman geliyorsun" diye.
Gulê Ana son günlerinde, artık hastalığını bile hissetmez olmuş. Yüzündeki gerginlik ve stresli halinden eser kalmamış.
Son gün çarşıda birlikte dolaştığı kızları, Gulê Ana'yı evine bırakırken de onlara yine, "Meral beni çağırdı" diye tekrarlamış... Derin derin bakışmışlar...
Evde kızları yanından ayrıldıktan sonra, dinlenmek için oturduğu yerde dalmış. Huzur içinde öylesine ardına yaslanmış. Göz kapakları son kez kapandığında, Meral yine bir nur deryası içinde önünde belirmiş; "Anne kalk gidelim."
O da sanki tüm hazırlıklarını yapmış bir yolcu gibi, "Cîgeram, haydi gidelim" demiş ve el ele nur deryasına dalıp gitmişler...
Gulê Ana ile "omediya min" dediği üç kuzusu yıllar sonra Dêrsim'de buluştu. Bedenleri Gazik'te yan yana uzanıp toprak olurken; Gulê Ana ise, şimdi çocuklarına Dêrsim'e hayat veren Munzur'un sırrını anlatıyor; Dûzgin Bava'dan Haskar ve Jel'i seyre dalarak...
Ve geride kalan hakikat yolcuları için umut diliyor; "Ya Xizir!"...