Friday, October 30, 2015

Demokrasi ve yolsuzluk: bir eşitlik felsefesi – Alain Badiou

Şüphesiz Sarkozy gibi kişilerin devletin başına gelmesini istememenin nedenlerinden biri [Sarkozy’nin başkan olduğu] 2007-2012 yıllarında bu kişilerin etkinliklerini sarmalayan sağlığa zararlı üçkağıtçılık atmosferidir. Fakat Sosyalistler yeniden iş başına geleliberi de gündem Cahuzac meselesi ve hükümet çalışanları ile iş dünyası arasındaki müphem bağlantılar oldu. Ve görünüşe göre Hollande gerçekten de CAC 40’ın [Paris Borsası] adamlarını ayrıcalıklı muhatapları saymakta.
Aslında yozlaşma, İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan’ın peşinden Mitterand ile hücum eden neoliberal kapitalizmin karşı-devrimci dalgası ile, Fransız politikasının 1980lerden beridir tekrarlanan bir teması olmuştur, ki Mitterand tek tarihsel hasmı olan komünizmin bütün eğilimlerinden kurtulduğunu sanmaktaydı.
Bu yeni bir soru mudur? Güncel midir? Demokrasinin karşılaştığı tehlikeler içinde yozlaşmanın rolü nedir? 2002’de erdemli-Jospin’i (güya)-yozlaşmış-Chirac’ın karşısına koymak modaydı. Bu ikilinin ikisinin de başkanlık seçiminin ilk aşamasında ağır sıkıntı yaşamasını ise ne methiyeler ne de suçlamalar önleyebildi.
Ama şüphe yok ki bu soruyu daha gerilerden —ve daha yukarılardan ele almalıyız.
Devrim’in tehlikeye düştüğü 1793’ten başlayalım. Saint-Just sormuştu: ‘ne terör ne erdem isteyenler ne isterler?’ Göz korkutan bir soru, gerçi Termidorcular buna yeterince açık bir yanıt vermişlerdi: yozlaşma isterler. Sağlıklı dozda bir kişisel zenginleşme, mali spekülasyon ve yanlış yönlendirmenin normal sayılmasını isterler. Devrimci diktatörlük karşısında ‘liberté’ [serbesti] yani kendi işlerini sürdürme ve bu işleri devlet işleriyle karıştırma hakkı isterler. Böylece, loş kombinasyonların ‘terörist’ ve ‘liberticide’ [serbesti öldüren] yollarla bastırılması karşısında, sadece kamusal değerlerin dikkate alınmasını gerektiren erdemli zorunluluk karşısında katı bir tutum almışlardı.
Montesquieu demokrasinin herkese küçük bir parça yetki vermekle özel çıkarlar ve kamusal değerler arasında sürekli bir karışıklık yarattığını zaten belirtmişti. Bu tipteki hükümetlere gereken mizaç olarak erdemi savundu. Seçme hakkından başka hiçbir garanti altına alınmamış böyle bir hükümette bulunan kişiler, bir şekilde kendilerini unutmak ve ellerindeki gücü kendi kişisel jüisansları [hazları] için veya egemen çevrelerin (yani, genel olarak, zenginlerin) jüisansları [hazları] için kullanma temayüllerini mümkün olduğunca bastırmak zorundaydılar.
Gerçekte bu fikir Plato’ya kadar gider. Demokratik sistemin radikal eleştirisinde Plato böyle bir rejimin maddi arzuların anarşisine uyum sağlaması gerektiğini belirtmişti. Sonuç olarak demokratik bir hükümet herhangi bir hakiki fikre hizmet etmekte yetersizdir, çünkü kamu yetkisi eğer arzuların ve tatminlerin hizmetinde, yani nihai olarak (en geniş anlamıyla) ekonominin hizmetinde çalışıyorsa, o zaman yalnızca iki kritere itaat edecektir: zenginlik, yani soyut bir ortalama için bu arzunun en istikrarlı tatmininin sağlanması; ve kanaatler, yani arzu nesnelerinin belirlenmeleri ve bu nesneleri kişinin kendi mülkiyetine alabilmesi gerektiğine dair kuvvetli inanç.
Fransız devrimciler demokrat değil, cumhuriyetçiydiler —bu terimin etkin, şiddetli anlamında, yoksa bugünkü mutabakata dayalı şüphe götürür anlamında değil, yani en sağdan en sola ‘cumhuriyetçi paktta’ ifade bulan anlamdan yoksun bir terim olarak kullanılışındaki gibi değil. Devrimciler ‘yolsuzluk’ sözcüğü ile hükümet gücünün hususi çıkarlara hizmet eden iş taleplerine ve kanaatlere esir edilmesi pratiğine işaret etmişlerdi. Bugün biz —hatta ekonomik krizle birlikte iyice— bir hükümetin birincil hedeflerinin ekonomik büyüme, yaşam standartları, pazarda bolluk, yükselen hisse senetleri, kapitalin akışı ve zenginlerin daimi refahı olduğuna öyle ikna olmuşuz ki, devrimcilerin ‘yolsuzluk’ sözcüğünden ne kastetmiş olduklarını anlamıyoruz aslında. Bu sözcük, şu veya bu kişinin yetkili konumundan faydalanarak kendini zenginleştirmesi olgusundan ziyade, politik eylemin doğal amacının (ister kolektif ister özel olsun) zenginleşmek olduğuna dair genel kavrayış veya kanaati ifade etmekteydi. 1792-1794’ün devrimcilerinin ‘yolsuzluk’ dedikleri şeyin en basit versiyonuyla, şüphesiz, sonradan Restorasyon sırasında, lider Guizot ünlü ‘Enrichissez-vous!’ [kendinizi zenginleştirin] sloganından daha kabul edilebilir bir slogan bulamadığında karşılaşırız.
Peki ya bugünkü düsturumuz farklı mıdır? Bugün tecrübe ettiğimiz, en saf ve en kaba kapitalizmin ürkütücü ve küreselleşmiş restorasyonu değil midir? Neredeyse bütün dünya çapında ekonominin durumunun seçmenin ruh halini belirlediği, dolayısıyla her şeyin, en azından sıradan yurttaşları, oy kullanırlarsa veya size oy verirlerse, iş dünyası için (en küçükten en büyüğüne kadar) işlerin daha iyi gideceğine inandırma kapasitesine dayandığı; ‘büyümeye dönüş’ün hayaline dair beklentileri yükseltme kapasitesine dayandığı; böylece politikanın öznelerin çıkarlarını karşılayan bir şeyden ibaret olduğu varsayımına dayandığı apaçık değil midir?
Yozlaşma, bu açıdan bakarsak, böyle işleyen bir demokrasiye tehdit oluşturmaz. Bu onun tam olarak özüdür. Politikacıların bireysel olarak (terimin günlük anlamında) yozlaşmış olup olmadıklarının, bu özsel yozlaşma üzerinde neredeyse hiçbir nüfuzu yoktur. Yani Jospin ve Chirac bu anlamda tamamen aynıdırlar ve bugün görünüşe göre aynı karşılaştırmayı Sarkozy ve Hollande arasında da yapmalıyız.
Marx, Avrupa’da temsili demokrasinin şafağında, bu yolla seçilen hükümetlerin tam olarak —onun deyişiyle— ‘kapitalin gücüne dayalı’ olduklarını söylemişti. Fakat bugün bu söz o zaman olduğundan çok daha geçerli! Eğer demokrasi temsilse, biçimini ilk ve öncelikli olarak genel sistemden alır. Diğer bir deyişle, seçimli demokrasinin temsiliyeti, mutabakata dayalı olarak bugün ‘market sistemi’ olarak yeniden adlandırılan kapitalizmi temsil edişi kadardır. Bu onun kuruluşsal yozlaşmışlığıdır ve hümanist düşünür Marx’ın Aydınlanmış bir filozof olarak böyle bir ‘demokrasi’nin karşısına geçişsel bir diktatörlük olarak proletarya diktatörlüğünü koyması sebepsiz değildir. Bu güçlü bir terim de olsa, temsil ve yozlaşma arasındaki diyalektiğin güçlüklerini açıklığa kavuşturuyor. Dahası, ‘proletarya diktatörlüğü’ ifadesinden vazgeçilmesinin komünizmin herhangi bir eğilimine yarar getirdiği bugün hala kanıtlanmış değildir. Öğretmenim olan büyük filozof Louis Althusser ve onun öğrencisi Étienne Balibar, bu vazgeçişe karşı çıkmakta belki de yanılmıyorlardı. Ne de olsa bu vazgeçiş tarihsel olarak, demokrasiye samimi bir dönüştense, komünistlerin zayıflığının bir kanıtı veya gözden kaybolmalarının işareti olarak görülmüştür.
Esas mesele demokrasinin tanımında yatıyor. Eğer Termidorcular ve liberal [serbestici] devamcıları gibi demokrasinin özel mülkiyetin sınırsız hak sahipliğine, belirli grup ve birey çıkarlarının özgür etkinliğine dayandığına ikna olmuşsak, o zaman demokrasinin er ya da geç, her çağda, en umutsuz yozlaşmanın uçurumuna düştüğünü görebiliriz. Fakat hakiki demokrasi bütünüyle farklı bir şeydir. Fikir karşısında, politik Fikir karşısında eşitliktir. Örnek olarak, bunun anlamı uzun zamandır devrimci veya komünist Fikirdir. İnsanlığın yansız bakışının özgürleştirici bir politika ile bedenlenebileceği Fikridir. Demokrasiyi genel yozlaşma ile özdeşleştiren Fikir, bu yolla yıkılır.
Tek bir partinin despotluğu (ki buna yanlış olarak totalitarizm denilmiştir) demokrasinin düşmanı değildi, ki komünist Fikrin ilk dizisini tamamlamıştı. Söz konusu tek gerçek soru, bu Fikrin ikinci dizisini açmak, çıkarlar arası oyunlar karşısında bürokratik terörizmden daha başka araçlarla galip gelmesini sağlamak, ama bunu yaparken kapitalin gücüne dayalı demokrasiyi desteklememektir. Yani gereken, diktatörlük (proletarya diktatörlüğü) terimi için yeni bir tanım ve yeni bir pratiktir. Hatta belki —ki bu da aynı şey— ‘erdem’ sözcüğünün yeni bir politik kullanımıdır.
Bu ve bazı başka temaları bu yıl yayınlanacak ‘Komünizmin Yeniden Uyanışı’ adlı bir kitapta ele alacağım. Çünkü inanıyorum ki hazırlanmamız gereken gezegensel olay —düşüncede ve eylemde— kesin olarak budur. Yalnızca bu olay insanlığın ve market-üstü-demokrasinin tarihini yozlaşmanın bataklığından çıkarabilir.

Les Lettres Françaises N°112 –  Şubat 2014
http://www.les-lettres-francaises.fr/2014/02/n112-les-lettres-francaises-de-fevrier-2014/
Fransızcadan İngilizceye çeviren David Broder
http://www.versobooks.com/blogs/1521-democracy-and-corruption-a-philosophy-of-equality-by-alain-badiou
İngilizceden Türkçeye çeviren Işık Barış Fidaner

Wednesday, October 28, 2015

Sunuş / Sanat Piyasası ve Sanatın Özerkliği


Avrupa'da modern sanat piyasasının örgütlenmesi, sanatın kurumsallaşmasını izleyen bir süreç. Bu kurumsallaşmanın başlıca etapları:
- Sanat tarihinin doğuşu, Vasari (1550), Winckelmann (1764);
- Akademinin kurulması, Floransa (1563), Paris (1648);
- Sanatın sanayiden ayrılması ve "Güzel Sanatlar"ın (beaux arts) icadı (1752);
- Estetiğin yazılması, Baumgarten (1750);
- Saraylarda düzenlenen Salon sergilerinin kamuya açılması;
- Eleştiri türünün ortaya çıkması, Diderot (1759);
- Kamusal, evrensel/ulusal müzelerin kurulması, Uffizi (1584), Louvre (1792).

Piyasanın Doğuşu
Sanat piyasası 17. yüzyılda Hollanda'da yükselir. "17. yüzyılda ticari gelişmenin etkileri Hollanda'nın yalnız ekonomik hayatında değil, Avrupa'da ilk defa olmak kaydıyla, sanat alanında da hissedilir; çünkü pazarın gücünün (o zamana kadar baskın güç olan) himaye sisteminden daha etkili olduğu anlaşılır. Ressamların çoğu, ürünlerini ya simsarlar aracılığıyla, ya da doğrudan sundukları anonim bir pazar için üretmeye başlarlar."[1] Hegel, sanat piyasasının doğuşuna yol açan ve aristokrat olmayan yeni bir koleksiyoner sınıfın ortaya çıkmasını, Estetik: Güzel Sanatlar Üzerine Dersler kitabında şöyle açıklıyordu: "Karada dövüşen yiğit askerler, gözüpek denizciler dışında [Hollanda'da] yaşayan herkes kentliydi; ticaretle uğraşan, varlıklı ve rahat hayat tarzlarına rağmen gösteriş düşkünü olmayan, sade, orta sınıf burgher'lerdi... Bu duyarlı ve doğuştan sanata yatkın olan insanlar güç sahibiydi; ... hayatları doyurucu ve rahattı, ve resimlerden, bu hayatın zevkine varmak için yararlanmak istediler."[2]
Sanat piyasasının doğuşuyla birlikte sanatçılar, sarayın ve kilisenin denetiminden, aristokratik himaye sisteminden, ve sipariş üzerine çalışmaktan kurtuluyor, lonca sisteminin katı eğitim ve çalışma disiplinini terk ediyorlardı. Ne var ki, yukarda sayılan sanat kurumları hâlâ monarşilerin yönetimindeydi ve kapitalist piyasa henüz hayata tam olarak nüfuz etmemişti. Sanat kurumlarının monarşilerden kamuya devrolması 19. yüzyılın sonunu bulacaktı. Metalaşmanın entelektüel hayatı kuşatması da aynı zamanlara rastlıyor. Bu gelişmeyi Marx Komünist Manifesto'da şöyle saptıyor: "Burjuvazi o zamana kadar onurlandırılan ve huşuyla bakılan bütün mesleklerin kutsallık halelerini söküp aldı. Doktoru, avukatı, şairi, bilim-adamını ücretli işçisi yaptı... [entelektüeller] bir iş buldukları sürece yaşarlar ve emekleri sermayeyi artırdığı sürece iş bulurlar. Azar azar kendilerini satmaları gereken bu işçiler, ticari her ürün gibi birer metadırlar; dolayısıyla, rekabet koşullarındaki ve piyasadaki bütün dalgalanmalara açıktırlar."[3]

Galeri
Modern sanat piyasasının hücrelerini oluşturacak galeriler 19. yüzyılın sonlarına doğru Paris'te ortaya çıkar. Galeriler, sanatçıların hem ekonomik bağımlılıklarından, hem de estetik koşullanmalarından kurtulup özerkleşmesindeki en etkin araçlar olmuştur. İlk kez açtıkları kişisel sergilerle deha kültünü yerleştirmişler; yayınladıkları katalog, dergi ve kitaplarla, düzenledikleri toplantılar ve kurdukları ilişkilerle yeni bir sanat tarihinin ve eleştiri yazınının ortaya çıkmasına öncülük etmişlerdir. Çağdaşı oldukları sanatı müzeleştirebilmeyi başarmışlardır. Birtakım kolektifler, koloniler bünyesinde örgütlenen modernist ve avangard sanatın üslendiği çatıyı oluşturmuşlardır. En önemlisi, sanatın kapılarını ardına kadar açmış, tabloları malikânelerin kuytularından vitrinlere taşımışlardır. Öteden beri etkin olan müzayedelerin gücünü önemli ölçüde kırmış, sanatı, gözden çıkarılan terekelerin pazara çıktığı mezat ortamından kurtarmışlardır. Sanatçıların esaret hissettikleri parayla muhatap olmalarının önüne geçmişlerdir. Kısacası, kapitalistleşmeyle başlayan ve sanatı, bilimin ve etiğin yanında üçüncü bir modern bilgi rejimi olarak örgütleyen kurumsallaşma sürecine noktayı koymuşlardır. Sanatın 'serbest'leşmesini ve liberalleşmesini sağlayan bu gelişme, onun özerkleşmesinin maddi koşullarını sağlamakla birlikte, aynı zamanda çevresinde yeni bir hegemonya oluşturmuştur.

Özerkleşme
Sanatın, yukarda değinildiği üzere kurumsal anlamda özerkleşmesiyle, estetik anlamda özerkleşmesi özdeş değildir. Kurumsal özerkleşme, estetik özerkleşmeyi destekler ama aynı zamanda ona karşıttır. İlki sanatı modernliğe bağlar, ikincisi onu modernlikten söker. Dolayısıyla “estetik modernizm” olarak anılacak, sanatın ontolojik anlamda özerkleşme süreci, modernliğe karşıttır. Başka deyişle, sanatın modernleşmesinin sonucu olan modernizm, modernliğe karşıttır. Çünkü, 19. yüzyıl başındaki romantik "bilgi devrimi"yle (Isaiah Berlin) uyanan modernizm, modernliğin icadı olan akla, faydaya, gerçekliğe, düşünceye karşıdır. Hayal gücüne, oyuna, düşlere, eyleme dayanır. Modern bilgi sistemini nihai anlamda tanımlayan Kant'a göre, sanatın rasyonalitesi, rasyonel olmamasıdır. Ona göre sanat, faydası ve amacı olmayan bir etkinliktir; bilgisi kendine özgüdür; başka dile çevrilemez ve dışardan yönetilemez. O nedenle, sanatın içkin özerkliği, sanatı rasyonelleştiren bütün kurumlara ve rejimlere karşıdır. 19. yüzyıl sonunda, Baudelaire'in eleştirileriyle yetkinleşen modernizmin bağrında yükselen avangard, o nedenle sanatın bütün modern kurumlarını, müzeyi, akademiyi, hatta bizzat sanatı reddeder; anti-art’tır. Tabii en başta da piyasayı reddeder, onun arkasındaki para ekonomisini ve bu ekonominin egemenlerini reddeder. Piyasa, sanatın özerklik mücadelesinin ve özgürlük vaadinin baş düşmanıdır. Ve bu düşmanlık, avangard estetiğin en belirleyici damarlarından biridir. Avangard sanatçılar, sanatlarını paranın ve piyasanın egemenliğinden sökmek için neler yapmazlar ki? Sanatı nesnelliğinden ve temsiliyetinden sökerek birtakım kavramlara, olaylara, ilişkilere, deneyimlere indirgerler (Art & Language, Beuys, Kaprow); hayalî/sahte ekonomiler ve paralar tasarlarlar (Broodthaers, Sisco/Hock/Avalos, Duchamp); çöpten, boktan, hava-cıvadan sanat üretirler (Kounellis, Manzoni, Duchamp); sanatı bir boşluğa, yokluğa çevirirler (Klein); sanatlarını imha etme olayını sanatsallaştırırlar (Tinguely); hatta giderek paraları ateşe verirler (K Vakfı)...

 
K Vakfı bir milyon sterlin yakıyor, 1994

Küreselleşme ve Özerkliğin Sonu
1980'lerde yükselen küreselleşmenin, modernliği baştan aşağı parçalayan bir tarihsel dönüşüm olduğu, gün geçtikçe daha kesin bir manzara arz ediyor. Modernliğin parçalanması, sanatın modernlik boyunca inşa ettiği özerkliği de giderek siliyor. Modernizm ve avangardla birlikte sanatın hem kurumsal hem estetik anlamda kazanmış olduğu özerklik donanımı da çözülüyor. Öyle ki, Arthur Danto, Donald Kuspit, Fredric Jameson ve daha birçok tarihçi ve filozof  bu sürecin "sanatın sonu" olduğunu öne sürüyor. Modernizm dinerken, çağdaş sanat doğuyor.
Özerkliğin sona ermesinin başlıca sorumlusu gene piyasa. Yani, yüzyıl kadar önce sanatın özerkleşme mücadelesinin başlıca odaklarından olan piyasa, şimdi bu mücadeleyi tersine çeviriyor:
Kültürün özelleştirilmesiyle birlikte, küresel şirketlere (korporasyonlara) dayalı yeni bir himaye sistemi gelişiyor. Zamanımızda çağdaş sanatın bienaller gibi, fuarlar, müzeler, vakıflar gibi en etkin ortamları küresel şirketlerin yönetiminde örgütleniyor. Ve bu şirketlerin, "kurumsal yönetim", "kurumsal kültür", "kurumsal iletişim" makinelerine eklemleniyor. Sanat ve kültür yönetimiyle ilgili çağdaş disiplinler bu gelişmenin türevleri. Hayatla birlikte sanat da finansallaşıyor. Bunun sonucunda kendileri de birer küresel şirket gibi örgütlenen büyük müzayede evlerinin piyasa üzerindeki egemenliği %50'nin üzerine çıkıyor. Baudrillard'ın daha 1972 yılında belirttiği gibi, sanat en "ideal müzayede nesnesi" haline geliyor[4] ve spekülasyonun gözdesi oluyor.
Sanat piyasası giderek şişiyor ve yayılıyor. 2012 yılı itibariyle, müzayedelerde bir esere bir milyon doların üstünde para harcayabilen, 63 ülkeden yatırımcı var. Dünya üzerinde, 1600'ü Çin'de olmak üzere 3000 müzayede evi var. 2010 yılında dünyadaki sanat satışlarının toplamı 52 milyar dolar. Bunun üçte ikisi çağdaş sanatın payı. Bu pay Etiyopya veya Yemen'in gayri safi millî hasılasına eşit.[5]
Finans dışında sanatın en yaygın olarak araçsallaştırıldığı ortam, iletişim. Bir "iletişimsel kapitalizm" veya "semiyo-kapitalizm" çağında yaşıyoruz. Ve çağdaş kapitalizmin sembolik iktidarının en etkin bileşeni sanat. Zamanımızda "marka", bir şirketin en değerli varlığı sayılıyor ve markalandırmanın en güçlü dili de sanat. Her türlü lüks kadar, kentsel dönüşüm girişimleri, küresel rekabet içindeki metropoller de sanatla markalanıyor. Detroit gibi post-endüstriyel harabelerin tekrar ayağa kaldırılmasında sanata bel bağlanıyor. Balkanlar’da yaşandığı gibi, "post-sosyalist" yeni kimliklerin/öznelerin imal edilmesinde, küresel ‘açık toplum’ların örgütlenmesinde sanat devreye giriyor. "Sanatın Balkanlaştırılması"nın mimarı, bölgeyi vakıf ağıyla ve çağdaş sanat merkezleriyle donatan küresel spekülasyon devi George Soros.[6]
Guattari zamanımızda kitle imha silahlarının yerini iletişim silahlarının aldığından bahsediyor.[7]Bugün Türkiye'nin de müdahil olduğu, Ortadoğu'daki dinsel ve etnik farklılıklara dayalı, kültüralist "yeni" bir coğrafya kurmaya yönelik savaşlar, gerçekten de öncelikle bir iletişim-enformasyon ve istihbarat savaşı. O nedenle sanat da savaşın iletişim ortamlarından birine dönüşüyor. Depo ve Salt galerilerinde süren Suriye etkinlikleri boşuna değil.
Özerkliğe meydan okuyan bir diğer gelişme, sanatın üretime, üretimin sanata dönüştürülmesi gayretleri. Üstelik bu, özerkleşme adına yapılıyor. Özellikle yeni yeni yükselen, entelektüel emeğin yoğunlaştığı "yaratıcı endüstri" alanında, çalışanların kendi iş süreçlerinin yönetiminde artık sanatçılar gibi özerk ve yaratıcı oldukları iddia ediliyor. Böylece emek, 'sanatsallaştırılarak' bütün güvencelerinden sökülüyor, sömürü azamileştiriliyor. Bugün bu koşulları inceleyen ve bunlara direnen güçlü bir "prekarite" hareketi var.[8]

Jean Tinguely, Homage to New York: A Self-Constructing and Self-Destroying Work of Art (New York’a Hürmetlerle: Kendi Kendini İmal ve İmha Eden bir Sanat Eseri), 1960.

Özerkleşmenin parçalanmasına koşut olarak sanat, piyasaya karşı mücadelesini, avangard estetiği besleyen bu temel etkinliğini, terk ediyor. Hatta Andy Warhol 1975'te "para yapmak sanattır" diyor ve ekliyor: "en müthiş sanat, ticarettir".[9] Böylece sanatçı giderek, bir iş adamı, ya da Donald Kuspit'in tabiriyle bir "estetik işletmeci" kimliğine bürünüyor. Sanatçılar, özerklik davası bir yana, avangard yıllarında romantizmle, ütopyalarla, devrimle, komünizmle, anarşizmle, erotizmle, ölümle geliştirdikleri bağları terk ediyorlar. Piyasayla ve egemenlerle uzlaşıyorlar. Warhol, İran Şehinşahı Pehlevi ve Şahbanu Farah Diba'yla ahbaplığından onur duyuyor. Bugün de, küresel sanat piyasasının kültleri Damien Hirst, Jeff Koons, Murakami, Abramoviç gibi sanatçılar, şeyhlerle, oligarklarla, spekülatörlerle iç içe değiller mi? İstanbul'da bienal sanatçılarını piyasanın oligarkları ağırlamıyor mu?
Sanatın piyasalaşması, sanatın meta olarak dolaşıma ve değişime girmesinden ibaret değil. Hatta zamanımızda bu mesele tamamıyla ikincil. Öncelikli olan, sanatın piyasanın sembolik sisteminin bir teknolojisi haline gelmesi; süregelen bilgi ve iktidar rejimiyle eklemlenmesi; Guy Debord'un "yoğunlaşmış sermaye" olarak tanımladığı "gösteri"lere soğurulması; parayla olan ontolojik karşıtlığını terk etmesidir.[10]
Piyasanın zamanımızdaki iktidarı, sanatı satmasından değil, anlamlandırmasından kaynaklanıyor. Art & Language grubundan Mel Ramsden'in belirttiği gibi, "Bu varoluş kipinde sanatçı, medya piyasasında bir fiyata dönüşüyor."[11] "Estetik değer ve fiyat aynı diyalektiğin parçası oluyor".[12]Dolayısıyla, paranın gücünü kırmak amacıyla yaratılmış gayri maddi, kavramsal, "ilişkisel" (Bourriaud), anlamsız işler de sonunda parayla anlamlandırılıyor. Zihnimizin ve duyularımızın da özelleştirildiği "entelektüel mülkiyet" çağında, piyasa sonunda kendisine direnen estetiği de teslim alıyor. Hakikaten dehşet verici bir çıkmaz... Debord'un belirttiği gibi, ne yapsanız sonunda "gösteri"ye mal oluyor. Ama bu kez de sanat, işgal hareketlerine, devrimci ayaklanmalara, özgürlük eylemlerine kaynıyor. Gezi'de olduğu gibi...


[1] Michael North, Hollanda Altın Çağında Sanat ve Ticaret, çev. Taciser Ulaş Belge (İstanbul: İletişim-SanatHayat, 2014) s. 119.
[2] G.W.F. Hegel, Asthetik, der. F. Bessenge (Berlin: 1955) s. 803-804, aktaran M. North, a.g.e., s. 13-14.
[3] Karl Marx, "Manifesto of the Communist Party", The Revolutions of 1848 içinde (Londra: Pelican+NLR, 1973), s. 70.
[4] Jean Baudrillard, "Müzayede  Nesnesi Olarak Sanat Yapıtı", Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri içinde (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2004) s. 130-146.
[5] Don Thompson, The Supermodel and the Brillo Box (New York: Macmillan, 2014) s. 17,18.
[6] Octavian Esanu, "Çağdaş Sanat Aslında Neydi? Neoliberalizm Döneminde Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi ve Soros Çağdaş Sanat Merkezleri", Çağdaş Sanat Nedir? içinde, çev. Nursu Örge (İstanbul: İletişim-SanatHayat, 2013) s. 95-122.
[7] "Körfez Savaşı ve Yugoslavya'daki savaş, gelmekte olan bir şeylerin laboratuvarı... '90'larda olan, iletişim silahlarının yerini aldığı kitle imha silahlarının sona ermesi." Felix Guattari, Chaosophy (Los Angeles, Semiotext(e), 2009) s. 30.
[8] Bkz. Sanat Emeği: Kültür İşçileri ve Prekarite, der. Ali Artun (İstanbul: İletişim-SanatHayat, 2014).
[9] Aktaran, Donald Kuspit, The End of Art (Cambridge University Press, 2004) s. 148.
[10] Bkz. Ali Artun, "Sanat Para Simbiyozu", e-skop, 25 Nisan 2015.
[11] Aktaran, Malcolm Bull, "The Decline of Decadence", New Left Review, (Temmuz-Ağustos 2015), s. 94.
[12] Olav Velthius, Talking Prices: Symbolic Meanings of Prices on the Market for Contemporary Art (Princeton University Press: 2007) s. 178.

Sunday, October 25, 2015

FRIDA KAHLO DRESSED AS A BOY

000fridman000fridman000.jpg
 
Frida Kahlo is about seventeen in these family photographs taken by her father, Guillermo Kahlo, circa 1924. Each member of the family adopts a pose reflective of their station, but it is Frida who holds our attention—she stares directly at the camera daring us to look away.
There is a game being played. Frida is dressed as a boy in shirt, tie and three-piece suit, she is playing a role, flouting convention. Frida is also challenging the viewer’s notion of gender.
Being used to seeing photographs or paintings of Frida Kahlo in her colorful, theatrical dress, these simple family portraits are beautiful, seductive and potent. Frida had been learning from her father the tricks of photography and how best to use the camera to project an image. With this knowledge, Frida is measuring herself against the camera’s gaze—she is not fazed, has no fear, and seems certain of her own powerful image, even at this age.

003fridmanboy003.jpg
 
004fridman004.jpg
 
002fridman002.jpg
 
00fridman001.jpg
 

Tuesday, October 20, 2015

Michel Foucault’nun Mültecilere İlişkin (1979) Daha Önce Çevrilmemiş Röportajı

MICHEL FOUCAULT | Tüm bu sorunlar yüzbinlerce ve hatta milyonlarca insanı içeren bir soruna, halk göçüne yol açmaktadır. Ve bu halk göçleri mevcut koşullar yüzünden daha da acı dolu ve trajik hale gelmekte ve kaçınılmaz olarak ölümler ve cinayetler eşliğinde ilerlemektedir. Korkarım ki Vietnam’da olanlar yalnızca geçmişte yaşananların bir sonucu değil, geleceğin de bir habercisi niteliğindedir.
“Mülteci sorunu 21. yüzyılda gerçekleşecek büyük göçün habercisidir.”
Toplumsal belleğin zayıflığıyla kavrulduğumuz şu günlerde bunun enternasyonel bir dert olduğunu unutuyoruz. Özellikle kolonileştirme zulümlerinin devamında gelen zorunlu göç, iltica ve sığınma hareketleriyle beraber ortaya çıkan “modern insanlık ayıpları”nın nasıl kapatılamayacağının etkin bir tasvirini ve sebeplerini 1979’da Foucault’nun dediklerinden hatırlatmak zorunda kaldığımız zamanlar bunlar.
Vietnam’dan Suriye’ye ve Filistin’e, Kamboçya’dan Kürdistan’a kurduğumuz köprünün halatlarını faşizan devletleşmelerin ve omursuz kapitalizmin bizlere verdiği derslerden örüyoruz. Bu tarihi halatlarının kopması ise göçmen, mülteci ve asimile halkların kendi tarihlerini yazacak özgürlükçü ve eşitlikçi iradeyi bulmalarından geçiyor. Günün birinde Foucault’nun endişelerinden bertaraf olana kadar dediklerine kulak veriyoruz.
Michel Foucault ile mülteciler üzerine yapılmış ’79 tarihli aşağıda yer alan Japonca röportaj daha sonra İngilizce ve Fransızca olarak da yayınlandı. Bu röportajı Esen Kara çevirisiyle sizlere sunuyoruz.
Fraksiyon
Çeviri: Esen Kara
Uno: Vietnamlı mültecilerinin yaşadıkları sorunun kaynağı sizce tam olarak nedir?
Foucault: Vietnam, bir yüzyıldan fazladır; Fransa, Japonya ve ABD gibi militer güçler tarafından sürekli olarak işgal edilmiştir. Eski Güney Vietnam’ın, eski Kuzey Vietnam tarafından işgali ise halen devam etmektedir. Kuzey Vietnam’ın güneyi şu anki işgali bundan öncekilerden şüphesiz farklıdır; fakat unutmamak gerekir ki, Güney Vietnam’daki iktidarın asıl menşei halen kuzeyde ikamet etmektedir.
Bir yüzyıldır devam eden bu işgaller süresince, halk arasında büyük çatışmalar meydana gelmiştir. Sayısız işbirlikçi arasında sömürgecilerle ticaret yapan tüccarlar ve işgal dönemlerindeki kamu çalışanları da bulunmaktadır. Tarihteki tüm bu uzlaşmazlıklar sebebiyle, halkın bir kısmı zan altında bırakılmış ve kaderine terk edilmiştir.
Kuzey ve Güney Vietnam’ın birleşmesine yönelik geçmişteki destek arayışı ve bunun doğrudan sonucu olarak bugün yaşanan mülteci sorunu için çözüm gereksinimi arasında net bir çelişki görülmektedir.
Devlet, ne kendi halklarına ne de başka ülkelerin halklarına mutlak bir ölüm-yaşam hakkı uygulamamalıdır. Devletin böyle bir hakka sahip olduğu fikrini reddetmek demek, Vietnam’ın Birleşik Devletler tarafından bombalanmasına karşı gelmek veya şu an hali hazırda mültecilere destek olmak demektir.
Kamboçyalı mültecilerin sorunları Vietnamlı mültecilerinkilerden farklı görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Kamboçya’da olanların modern tarihte emsali yoktur. Devlet; kendi halkını, daha önce tanık olmadığımız büyüklükte bir katliamdan geçirmiştir. Geride kalanlar, hayatta kalmış olsalar da, baskıcı ve sert bir askeri rejimin iktidarına maruz kaldılar. Bu sebeple oradaki durum Vietnam’dakinden farklıdır.
Öte yandan, Güneydoğu Asyalı mülteciler için dünyanın dört bir yanında örgütlenen dayanışma hareketlerinin, tarihi ve politik farklılıkları öncelikli olarak almamaları önemlidir. Bu, mülteci sorunuyla ilgili tarihi ve politik analizleri göz ardı edeceğimiz anlamına gelmez; fakat acil bir durumda öncelikli olarak yapılması gereken tehlike altındaki insanları kurtarmak olmalıdır.
Çünkü şu anda 40,000 Vietnamlı ölümle burun buruna gelerek Hindiçin sahillerine ya da adalara çıkıyor. 40,000 Kamboçyalı, ölüm tehlikesine rağmen, Tayland’dan geri püskürtüldü. 80,000’den fazla insan için ölüm artık gündelik hayatın bir parçası. Dünya devletleri arasındaki güç dengeleri üzerine, veya mültecilere yardım etmenin getireceği politik ve ekonomik zorluklar üzerine geliştirilen hiçbir argüman bu insanları ölüme terk etmeyi haklı çıkaramaz.
1938 ve 1939’da Yahudilerin Almanya ve Orta Avrupa’dan kaçtıkları sırada hiçbir ülke onları kabul etmedi ve pek çoğu öldü. Aradan kırk yıl geçtikten sonra bile hala 100,000 insanı bilerek ölüme mi göndereceğiz?
Bu soruna küresel bir çözüm bulabilmenin yolu, mülteci sorununu yaratan devletlerin –bu durumda öncelikle Vietnam– politikalarını değiştirmesidir. Peki size göre bu tür genel bir çözüm nasıl mümkün olabilir?
Kamboçya’daki durum Vietnam’dakinden çok daha trajik; fakat yakın gelecekte bir çözüm bulabilmek için hâlâ umut var. Kamboçya halkının da kabul edeceği bir hükümetin oluşturulmasıyla yaratılacak bir çözümden bahsedebiliriz. Vietnam’daki durum ise daha karmaşık. Hali hazırda bir siyasi iktidar oluşturulmuş durumda. Fakat bu iktidar; halkın, kendisini zaten istemeyen bir kısmını dışlıyor. Devletin neden olduğu böyle bir durumda bu insanlar Vietnam’da kalmaktansa deniz yolundan kaçarak belirsiz bir hayatta kalma mücadelesini seçmek zorundalar. Bu durumu değiştirmesi için Vietnam’a baskı yapılması gerektiği aşikârdır. Fakat baskı yapmak tam olarak ne anlama geliyor?
Mülteci problemi üzerine Cenevre’de yapılan BM toplantısında, katılımcı ülkeler Vietnam’a öneri ve tavsiyeler verme yoluyla baskı uygulamıştır. Bunun sonrasında Vietnam hükümeti biraz geri adım attı. Hayatlarını tehlikeye atarak bilinmeze kaçmaya çalışan insanları kaderlerine terk etmek yerine, potansiyel göçmenlerin toplanacağı transit merkezlerin oluşturulmasına yönelik teklifte bulundu: bu durumda göçmenler sığınacakları bir ülke bulana dek bu merkezlerde haftalar, aylar, hatta belki yıllar süresince kalabilecekler. Fakat bu öneri, garip bir biçimde akla toplama kamplarını getiriyor.
Mülteci meselesi geçmişte de pek çok kez gündeme geldi. Şayet Vietnam durumunda yeni bir tarihi boyut varsa bu ne olabilir?
Soykırımlar ve etnik katliamlar 21. yüzyılda çok sık meydana geldi. Bence yakın gelecekte bu tür olaylar daha farkı biçimlerde kendini tekrar edecektir. Bunun öncelikli sebebi son yıllarda diktatörlük rejimine sahip devletlerin sayısının azalacağı yerde artmış olmasıdır. İnsanların politik olarak kendilerini ifade etmeleri bu ülkelerde imkânsız olduğundan ve direnmek için gerekli olan güce sahip olmadıklarından, diktatörlük baskısı altındaki halklar içinde bulundukları cehennemden kaçmayı tercih edeceklerdir.
İkinci olarak, geçmişlerinde koloni olan devletlerin sınırları değişmemiş ve bunun sonucunda da etnik kimlikler, diller ve dinler karışık halde kalmıştır. Bu durum ciddi gerilimlere yol açmaktadır. Bu ülkelerde, halklar arasındaki düşmanlıkların patlamaya yol açması ve büyük çapta yer değiştirmelere ve devlet aygıtlarının çöküşüne neden olması ihtimali mevcuttur.
Üçüncü olarak ise, üçüncü dünyanın ve gelişmekte olan ülkelerin iş gücüne ihtiyaç duyan gelişmiş ülkeler Portekiz, Cezayir ya da Afrika’dan göçmen ithal ettiler. Fakat teknolojik evrim sebebiyle artık bu tür bir iş gücüne gereksinimi kalmayan bu gelişmiş ülkeler göçmenleri geri yollama derdine düşmüştür. Tüm bu sorunlar yüzbinlerce ve hatta milyonlarca insanı içeren bir soruna, halk göçüne yol açmaktadır. Ve bu halk göçleri mevcut koşullar yüzünden daha da acı dolu ve trajik hale gelmekte ve kaçınılmaz olarak ölümler ve cinayetler eşliğinde ilerlemektedir. Korkarım ki Vietnam’da olanlar yalnızca geçmişte yaşananların bir sonucu değil, geleceğin de bir habercisi niteliğindedir.

(Röportaj, Michel Foucault en 1979 : «Les hommes réprimés par la dictature choisiront d’échapper à l’enfer başlığıya Libération‘de 18 Eylül  2015’de ve Libération.fr‘de 17 Eylül 2015’de yeniden yayınlanmıştır. Japonca’dan Fransızca’ya Ryôji Nakamura tarafından 1994 yılında, Fransızca’dan İngilizce’ye Felix de Montety tarafından 2015 yılında çevrilmiştir. Stuart Elden, Steve Leggy ve Mike Hefferman’a yorumları ve düzeltmeleri için teşekkür ederiz.)
Kaynak: http://progressivegeographies.com/


Sunday, October 18, 2015

PROUDHON : ANARŞİZMİN BABASI

Pierre-Joseph Proudhon Fransız ekonomist ve düşünür. Kendini “anarşist” olarak adlandıran ilk kişidir ve ilk “anarşist düşünür” olarak nitelenir.Proudhon-children
Proudhon’un temel düşüncesi, adalettir. Ancak adalet düşüncesi, bireysel sınırları aşmakta, toplumsal yaşamı kapsamaktadır. Yalnız onun sözünü ettiği adalet, daha çok, tanrısal adalet olarak belirmektedir.
“Toplumları yöneten bu adalettir, siyasal yaşamın merkezi de odur.”
Proudhon, bu adaletin gereklerinden hareket ederek özel mülkiyete karşı çıkar. Mülkiyet insanların zararınadır; çünkü işsizliği, üretim fazlasını, iflasları, yıkımları o doğurur. Proudhon, bir yandan özel mülkiyete karşı çıkarken bir yandan da, kolektif mülkiyet kavramını eleştirir. Ona göre, liberal rejimde güçlüler zayıfları sömürmekte, komünist rejimde ise zayıflar güçlüleri ezmektedir. Öyleyse mülkiyet olmamalıdır.
Proudhon’a göre, birbirlerinin özgürlüklerine saygılı insanlar arasındaki tek ilişki özgür biçimde yapılmış bir sözleşmenin getirdiği zorunluluklara dayanan ilişkidir. Kendi hukuk kurallarına göre kurulmuş olan ve bireylerin yetkisini aşan devlet her türlü meşru temelden yoksundur. Zaten otorite demek baskı demektir; üstün iktidar demek, mutlak iktidar demektir. Bu böyle kabul edilince otoritenin savunucuları ister tutucu olsunlar ister sosyalist bunun o kadar önemi yoktur.
“Mülkiyet, zayıfın güçlü tarafından sömürülmesidir. Komünizm, güçlünün zayıf tarafından sömürülmesidir.”
Proudhon “insanın insan tarafından yönetilmesi köleliktir” der ve ekler “parti olmamalı, otorite olmamalı, bunların yerine insanın ve yurttaşın mutlak özgürlüğü olmalı”. Bu sözler Proudhon’un anarşizmini açık saçık ortaya koyan örneklerdir.
Proudhon’un iddialı anarşizmi, mülkiyet konusunda yazdıklarından da anlaşıldığı gibi temelsiz değildir. Anarşi “pozitif”tir. Bu anarşide “özgürlük, düzenin kızı değil, düzenin anasıdır”.
Proudhon yaşamın temel kuralı olarak karşıtlığı, uzlaşmazlığı alır. Proudhon “karşıtlık çözümlenmez” der. Ona göre devlet, birbirine karşı toplumsal güçlere egemen olmak için bütün özel girişimleri yok etmeye çalışmaktadır. Oysa her türlü dış müdahaleden, koruyucudan kurtulmuş bir toplumda denge kurulabilir. Pozitif Anarşi iktisadın siyasete üstünlüğü ile sağlanacaktır, hükümet iktisadi organizma içinde eriyip yok olacaktır.
Proudhon, ailenin, törelerin ateşli savunucusudur. Törelerin dokunulmazlığı, evliliğin kutsallığı, ailenin düzeni söz konusu olduğunda tutucudur. “Aile kurumuna yapılan her saldırı adalete karşı, halka, özgürlüğe ve devrime bir saldırıdır” der. Burjuvaziyi, ahlakı elinde tuttuğu için değil, onu özünden ayırdığı için eleştirir ve aileyi küçük düşürdüğü için suçlar.
Öte yandan adalete olan sarsılmaz inancı onu şiddete dayanan bir devrim önermekten de alıkoyar. Pozitif Anarşizm barışçı bir evrimciliği öngörür. Proudhon “kendi olanaklarımız ölçüsünde adaleti gerçekleştirerek bu evrimi hızlandırmak bizim elimizdedir” der.
Etkisi derin ve uzun süreli olan Proudhon “Anarşizmin babası” ve en etkili temsilcisi sayılır. Proudhon’un bireysel özerklik savunusu hala etkisini duyurmaktadır. Marksçılığa karşı çıkanlar için Proudhon’un düşünceleri dayanak olmuştur. Proudhon, sentezin karşısına dengeyi, zorlamanın karşısına özgürlüğü koyarak Karl Marks’tan ayrılır.
Kaynak: Gelişim Yayınları, Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi

Wednesday, October 14, 2015

Duyuru'nun Duyurdukları

“Bu bir manifesto değildir. (…) Manifestolar, vizyonlarının gücüyle kendi halklarını yaratan peygamberler gibi iş görür. Günümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz kılıyor, (…) mantıkları ve pratikleri, sloganları ve arzularıyla, bu çokluklar yeni bir dizi ilke ve hakikatin duyurusunda bulunuyorlar. Bu ilke ve hakikatler, birbirimizle ve dünyamızla nasıl bir ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmemizde bize nasıl yardımcı olabilir? Bu çokluklar, isyanlarında, duyurudan inşaya geçişin bir yolunu bulmalıdır. ”

Negri ve Hardt, yeni kitapları Duyuru’yu böyle tanımlayarak başlıyor. Arap Baharı eylemlerinin devrim olup olmadığı tartışmaları sürerken 2011 yılı dünyanın değişik yerlerinde kendine özgü ama birbirine selam gönderen mücadeleler yılı oldu. Kitabın yazarları, önceki çağın eylem biçimlerinden farklı olan bu mücadelelerin benzeşen ve ayrışan yanlarının yanı sıra, eylemlerin öznel figürleri ve ortak özelliklerden yola çıkarak geleceğe dönük kurucu olabilecek ilkeler üzerine fikirlerini bizimle paylaşarak ufuk açıcı bir çalışma yapmış. 

Yazarlara göre, bu mücadelelerin her biri tekil ve özgün yerel koşullara göre şekilleniyor. On yıl önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin göçer niteliklerinin aksine, bu hareketler kısmen ulusal toplumsal meselelere kök salmaları nedeniyle oldukları yerde eyleyen hareketler. Buna rağmen birçok ortak özellik de taşıyorlar. Bunlardan en görüneni, kamp kurma ya da işgal stratejisi. Merkezî ve hiyerarşik yapıları kabul etmeyerek kendine özgü bir iç örgütlenmelerinin olması, farklı düzeylerde olsa da ortak çıkar adına mücadele etmeleri, özel mülkiyet düzenine karşı oldukları kadar kamu mülkiyeti düzenine ve devlet kontrolüne karşı çıkıyor olmaları da diğer önemli özelliklerinden.

Neoliberalizmin zaferi ve krizi, ekonomik ve politik hayat koşullarımızı derinden değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda yeni öznellik figürleri ortaya çıkardı. Yazarlara göre, bu “öznel figürlerin” karşı çıktıkları öznellik halleri, aynı zamanda hareketlerin üzerinde yükseldiği toplumsal zemini de oluşturuyor. Yazarlar, başlıca dört öznel figürü,  “borçlandırılan”, “medyalaştırılan”, “güvenlikleştirilen” ve “temsil edilen” olarak tanımlıyor.

Borçlandırılanlar  

Negri ve Hardt a göre, finans ve bankaların egemenliğinde olduğumuz bu dönemde, borçlu olmak toplumsal yaşamın genel kuralı haline geldi. Öznelliğimiz artık borç (kredi) temelinde şekilleniyor. Borç alarak hayatta kalıyor ve borçlar karşısındaki sorumluluğumuzun ağırlığı altında hayatımızı sürdürüyoruz. Borçlarımız bizi kontrol ediyor.

Günümüzde kapitalist çalışma ilişkileri de değişmiştir. Kapitalist üretimin ağırlık merkezi fabrika duvarlarının dışına çıkmış, tüm bir toplum fabrika haline gelmiştir. Bu kaymayla beraber sermayedar ile işçi arasındaki aslî ilişki de değişmiştir. Sermaye sahibi, servetini aslen kâr değil, kira yoluyla ediniyor, bu kira çoğu zaman finansal araçlarla garanti altına alınıyor. Tam burada, üretim ve sömürü ilişkisini sürdürmenin ve kontrol etmenin bir silahı olarak borç devreye giriyor. Sömürü bugün, asıl olarak, eşit veya eşitsiz de olsa, emek-ücret mübadelesine değil, borç temeline, yani nüfusun yüzde 99’unun yüzde 1’e tabi oluşuna –iş borçlu, para borçlu, itaat borçlu– dayanıyor.

Borç aynı zamanda, işçilerin kendilerini birer üretici değil tüketici olarak görmesine neden oluyor. Borçla tüketenler üretici olduklarını fark etmedikleri için böyle yaşamayı kendi bireysel tüketimlerinin sonucu olduğunu düşünüp duydukları suçluluğu yaşam biçimine dönüştürüyor. Yeni bir yoksul-yoksun figürü doğuyor ve bu yalnızca işsizler, düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan oluşmuyor; düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de kapsıyor. Borçluluğun böyle genelleşmesi bir esaret ilişkisine dönüşe işaret ediyor. Bugünün yeni yoksulları, özgürler, ama borçları yüzünden bu kez finans yoluyla hükmeden efendilerin mülkü haline gelmiş durumdalar.

Bu nedenlerle Negri ve Hardt’a göre bir öznel figür olarak ortaya çıkan borçlandırılanlar, borcun reddi yoluyla isyan etmekte. Son otuz yıl yoksulların kişisel ve kolektif borç boyunduruğuna karşı sayısız mücadelesi ile geçti. Bu eylemlerden, Wall Street’in İşgali, Wall Street küresel borç toplumunun en uç simgesi olduğu için ilk akla gelen. Yazarlar, Zuccotti Park’a akan yakın tarihli borç protestolarının iki koldan beslendiğini söylüyor. Bu kollardan biri, bağlı ülkelerin egemen ülkelere olan borçlarına yoğunlaşan kol – 1976’da Peru’da, 1977’de Mısır’da,1989’da Venezuella’da, 2011’de Arjantin’de patlak veren halk isyanlarına kadar uzanıyor. Diğer kol ise, metropollerdeki ırkçılığa karşı öfkenin ifadesi olarak hepsi polis şiddeti nedeniyle patlayan hareketlerden, 1992 Los Angeles, 2005 Paris, 2011 Londra ayaklanmalarından oluşuyor.

Medyalaştırılanlar

Teknolojik gelişmenin sonucu olarak yaşadığımız çağ bir enformasyon çağı haline gelmiş durumda. Yazarlara göre, bu durumun yarattığı çok başka bir sorun var: Bugünün medyalaştırılan özneleri, enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından mustarip. Yanı sıra medya ve iletişim teknolojileri giderek daha fazla, her üretici pratik için merkezî önem kazanıyor. Özellikle egemen ülkelerdeki birçok işçi için, sosyal medya onları hem işlerinden özgür kılıyor hem de işlerine zincirliyor. Akıllı telefonlarla nereye giderseniz gidin yine de çalışıyorsunuz. Medyalaştırma, iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesinde ana etken oluyor. Bunun sonucu olarak bugün, yabancılaşmadan değil, medyalaştırılmadan söz etmek gerektiğini söylüyorlar. Yabancılaşmış işçinin (bireyin) bilinci bölünmüşken, medyalaştırılan işçinin bilinci ağ ortamına tâbi kılınmış ve özümsenmiştir. Medyalaştırılanın öznelliği paradoksal olarak ne aktiftir ne de pasif, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler.
Medyalaştırılmanın dışına çıkmanın yolu, ilk önce medyanın bize hakikat diye sunduklarına inanmamakla, medyanın ağına kapılmamayı becermekle mümkün. Negri ve Hardt, enformasyon sağlamaya odaklı projeleri önemli bulmakla birlikte, bunun kendi hakikatimizi yaratmak için yeterli olmadığını söylüyor. Bilgi sağlamaya yönelik projeler tek başına insanları harekete geçiremez. Bu bağlamda, özellikle fiziksel bedenlerin bir araya gelmesinin önemli olduğunun altını çiziyorlar. Nitekim 2011’de kampçılar, fiziksel birliktelik içinde, ortak kararlarla, kendi sloganlarını, davranış biçimlerini yaratarak kendi hakikatlerini de yarattılar. Birlikte oluş halinde, politik duygulanımları ifade etmek yeni bir hakikat vücuda getirir. Hakikat oluşturmak, kolektif bir dil edimidir aynı zamanda ve bu hakikat verili dili doğrudan değiştirebilir. Sözgelimi, işgal hareketlerinden doğan, % 1’e karşı % 99 söylemi, sosyal eşitsizlik gerçeğinin kamusal düzlemde tartışmalarını kökten değiştirmiştir. Aynı şekilde 2001’de Arjantinlilerin attığı “Hepsini atın gitsin!” sloganı da.

Güvenlikleştirilenler

Gelişen güvenlik teknolojileri nedeniyle, hemen her yerde sürekli bir biçimde hakkımızda enformasyon üretiliyor ve gözetleniyoruz. Bir gözetim toplumunda yaşamayı kabul etmek için dışarısının daha tehlikeli olması gerekir. Korku güvenlik toplumunun ana öğesi olarak her alanda işlev görüyor.
En önemli korkulardan biri, işsiz kalmak, yaşamı sürdürme araçlarından yoksun bırakılmaktır. Yanı sıra, güvenlikleştirilen birey bir dizi ceza ve dış tehlike korkusuyla yaşar. Yönetici güçler ve onun polisi karşısındaki korkudan daha önemlisi, tehlikeli ötekiler ve bilinmeyen tehditlerden kaynaklanan genelleştirilmiş bir toplumsal korkudur.

Güvenlikleştirilen birey, genelleştirilmiş bu korkuyla sürekli bir istisna durumunda yaşar ve gelişir. Böyle bir durumda hukuk kurallarının, geleneksel alışkanlıkların ve ilişkilerden kaynaklanan bağların normal işleyişi her şeye hükmeden bir güç tarafından askıya alınmıştır. Bu bir tiranlık biçimidir ve bütün tiranlıklar gibi bizim gönüllü köleliğimiz üzerine inşa edilmiştir.

Negri ve Hardt’a göre, bugünkü her tür güvenlik rejimi –hapishaneler dahil– Marks’ın kapitalizm öncesi İngiltere’sinde mülksüz ve aylak sınıflara yönelik  “kanlı yasalar”a reva gördüğü rolü yerine getirmektedir. Hapishane bir bakıma “artık nüfusun” deposudur, ama “özgür nüfus” için de korkutucu bir derstir.
Negri ve Hardt, güvenlik rejimini reddetme yolları üzerine düşünüldüğünde en anlamlı görünenin kaçış yolları bulmak olduğunu söylüyor. Güvenlik rejimi, somut ve soyut korku üzerine kuruludur, bizi çaresiz ve güçsüz bırakmaya odaklıdır. Bu güçsüz bırakılma hissini, somut, fizikî birliktelik içinde kendi gücünün farkına varmanın ortadan kaldırabileceğini 2011 Şubat’ında Tahrir Meydanı’nda kampçıların bize gösterdiğini söylüyorlar: Göstericilerin üzerine atlar ve develerle yüründükten birkaç gün sonra, insanlar çok basit ve yalın bir biçimde sadece, “Artık korkmuyoruz!” diyordu.

Temsil Edilenler  

Hepimiz sürekli olarak diktatörlük rejimlerinden demokrasiye giden uzun bir tarihsel eğrinin ortasındaymışız gibi düşünüyoruz. Dünyanın pek çok yerinde otoriter rejimler sürse de, hem kapitalist hem de demokratik olduğu iddia edilen temsilî hükümet biçimleri giderek yaygınlık kazanıyor ve genel bir iyi olarak algılanıyor.
Oysa 2011 mücadelecileri temsil edilmeyi reddediyor. Onları anlamak için, aslında temsilin demokrasinin bir aracı olmadığını ve hatta tam tersine demokrasiye engel olduğunu görmemiz gerekiyor. Önceki yüzyılda, sendikalar, politik partiler ve sivil toplum kuruluşları yoluyla politik eylem yapma imkânı ve yolları vardı. Bugün gelinen noktada, seçildiklerinde yapacakları karşısında hiçbir, güç, hak ve yetkiye sahip olmayan bireylerin demokrasi adı altında oy verme eylemine indirgenmiş bir temsil edilen figürü var. Biz dâhil pek çok ülkedeki seçim sistemlerinin kayda değer bir temsili içermemesi bir yana, seçim kampanyalarının finansın, zenginliğin ve medyanın gücüyle kotarılması karşısında yoksulların bir güç oluşturması artık neredeyse imkânsız. Bu nedenle temsil edilen figürü, borçlandırılan, medyalaştırılan ve güvenlikleştirilen figürleri bir araya getirip egemenlere tâbi konuma sokup çürütüyor.

Negri ve Hardt’a göre, bu bağlamda iki yüzyıldan fazladır hükmünü süren Cumhuriyetçi anayasalar da artık miadını doldurmuş olup politik ve anayasal tartışmanın temsil bağlamında yeniden açılması gerekmektedir. Bu tartışma, insanların ortak olanla nasıl ilişki kurabileceği ve karar alma süreçlerine doğrudan nasıl katılabileceği yönünde olmalıdır. Yazarlar, egemen güçler bu krize çözüm için öneri geliştiremezken, 2011 mücadelelerinin, esasında kurucudan çok bozucu hareketler olmalarına rağmen önemli, kurucu anayasal anlamlar taşıyan yeni ilkeler de ortaya koyduklarını vurguluyorlar. 

2011 kampçılarının bu yöndeki özelliklerinden biri, oldukça yavaş işleyen, açık ve yatay topluluklar (meclisler) olarak karar alma süreçlerini işletmeleridir. Her meclis kendi koyduğu kurallara göre işliyor; görüş bildirme ve karar alma konularında kendi tekniklerini geliştiriyordu. Meclis biçimi bir tarz yasama gücünü yaratmanın aracı olarak kullanılıyordu. Buradaki ilginçlik, hızlı veya yavaş olmaları değil, zamanlarına hükmetmelerini sağlayan politik özerklikleridir. Önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin katı ve tüketici ritminden farklı ve yeni bir özelliktir bu. Burada karar veren bir merkez yoktur, yaygın bilgi ve uzmanlıkla desteklenen yavaş ve karmaşık bir karar alma süreci vardır. Hareketler söylem ve eylemleriyle, politik yaşamın temsil-seçim gibi mevcut biçimlerine yönelik eleştiriyi toplumsal eşitsizliğe karşı protestoyla birleştirmişlerdir. Bu karar alma süreçlerinin bir tür federalizme eğilim gösterdiklerini belirtiyor yazarlar. Toplumsal alanın tamamına yayılmış ve soyut, merkezî bir birime özümlenmemiş, çeşitli politik güçler arsındaki basit, açık, yaygın bir ilişki olarak tanımlıyorlar bu federalizmi.

Hareketlerin üzerinde durulması gereken deneyimlerinden biri de, klasik bir anayasal mesele olan azınlıklar konusudur. Temsilî demokrasilerin çoğunluk yönetimleri içinde hangi azınlıkların korunacağı meselesi etik ve politik bir seçim gerektirir. 2011 hareketlerinde, yatay demokratik meclisler oybirliği beklentisi ve arayışı içinde değildi. Çoğunluğun kararları farklılıkların birleştirilmesi yoluyla yürürlüğe kondu. Yani meclislerinin işi, farklı görüş, istek ve arzuları olumsal olarak birbirine bağlama yollarını bulmaktı. Böylelikle azınlıklar ayrı tutularak değil, sürece katılma yoluyla güçlendirilerek korunur oldu. Böyle bir işleyiş hoşgörü anlayışımızı da kökünden değiştirecektir.

Bir Sonraki Adım ve Sol

2011 hareketleri ne kadar güzel ve görkemli olursa olsun, kendi başlarına egemen iktidarları alaşağı etmek için gerekli güce henüz sahip değil. Büyük başarılar bile sıklıkla çabucak trajik biçimde sınırlı bir etki bırakıp silinip gidebilir. Ve iktidar devrildiğinde ne istiyorsun sorusuna bir cevap bulmak gerekir. Askerî bir cunta mı? Bankalar için yeni bir kurtarıcı mı?
Hareketler henüz öngörülemeyen durumlar için zemin hazırlıyor. Eşitlik, özgürlük, sürdürülebilirlik ve ortak olana serbestçe erişim dâhil, ileri sürdükleri ilkeler, köklü bir toplumsal kopuş olayında üzerine yeni bir toplum inşa edebilecekleri iskeleyi oluşturuyor. Yanı sıra hareketlerin deneyimlediği politik pratikler gelecek politik eylemler için bir kılavuz hizmeti de görüyor.
Geleneksel politik düşünürlerin ve soldaki örgütçülerin bazıları 2011 yılındaki mücadeleler dalgasından hoşnut kalmadılar ya da en azından kuşku duydular. Sokaklar dolu ama Sol’un camileri-kiliseleri boştu. Negri ve Hardt’a göre, boşalması da yetmez, kapılarına kilit vurulmasına ihtiyacımız var. Bu hareketler liderlerden yoksun olmalarına rağmen değil, tam da bu sayede güçlü. Onlar çokluklar gibi yatay olarak örgütleniyor ve her düzeyde demokrasi konusundaki ısrarları bir erdem olmaktan ziyade güçlerinin bir anahtarı. Sabit bir ideolojik çizgi içinde özetlenemeyen ya da disiplin altına alınamayan konumları, bu hareketlerin bir eksikliği değil; aksine tam da bu sayede bu denli geniş bir alana yayılabildiler. Burada insanlara ne düşünmeleri gerektiğini söyleyecek parti kadroları yerine, tam tersine, bazen birbirleriyle çelişebilen ancak genellikle yavaşça bütünlüklü bir bakış açısı geliştiren çok çeşitli görüşlere açık tartışmalar mevcut.
Etkili politik projeler örgütlemenin tek yolunun liderler ve merkezî yapılar olduğunu düşünmek acıklı bir politik hayal gücü eksikliğidir. 2011 mücadeleleri dalgasına can veren çokluklar örgütsüz değildir. Aslında örgütlenme sorunu bu hareketlerin, en önemli tartışma ve deneyim konularıdır. Bir meclis nasıl çalıştırılır, politik anlaşmazlıklar nasıl çözülür, demokratik olarak bir politik karar nasıl alınır? Tüm bunları bizzat pratiklerinde tartışıyor ve yaşıyorlar.

Naime Narin
Duyuru
Antonio Negri – Michael Hardt
Çev: Abdullah Yılmaz
Ayrıntı Yayınları, 2012
Kaynak: AltÜst Dergi

- See more at: http://www.kavramveduyum.com/2013/03/duyurunun-duyurduklar_2.html#sthash.oTRcDNHK.dpuf