Tuesday, April 29, 2014

Anarşistlerin ve Marksistlerin hatırlaması gereken 1 Mayıs tarihselliği

Tarihsel olarak 1 Mayısın 1886’da başlatılan 8 saatlik iş günü talepleri ile bir mücadele günü olarak sembolleştiğini ve işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir yere sahip olduğunu herkes bilir ancak bilinmeyen veya görmezden gelinen tarihsel bir gerçeklik vardır ki o da 1 Mayısın anarşist kökenleridir.

1 Mayıs 1886 Amerika’da ülke çapında yaklaşık 350.000 işçinin katıldığı grevlerin örgütlenmesinde ve mücadelenin genişlemesinde anarşistlerin yadsınamaz bir payı vardır. Sol literatürde ’’Chicago şehitleri’’ veya ’’Haymarket şehitleri” olarak anılan 8 devrimcinin (August Spiess, Adolph Fischer, Michael Schvvab, George Engel, Albert Parsons, Louis Lingg, Samuel Fielden ve Oscar Neebe) hepsi anarşistti ve 1 Mayıs öncesinde ve sonrasında örgütlenen grevlerin oluşumunda önemli rollere sahiptiler.

Yaygın kanının aksine anarşistler tarihsel olarak işçi mücadelesi ile yakından ilgilenmişlerdir. Central Labour Union içerisinde anarşistlerin önemli bir ses olması Amerika’daki sendikal harekete düşünsel olarak nasıl etkileri olduğunu anlayabilmemiz açısından güzel bir örnektir. Hatta Chicago sürecinde sendikalar içerisinde anarşistlerin esas güç olduğunu söylemek tarihsel olarak yanlış olmacaktır.

Haymarket direnişinin bastırılmasından sonra 8 anarşist tutuklandı ve yargılandı. 20 Ağustos 1886’da idam kararı açıklandı ve dört anarşist (Parsons, Engel, Fischer ve Spiess) 11 Kasım 1887 günü idam edildi. Louis Lingg ise bir gün önce hücresinde gizlice intihar etti. Geriye kalan 3 anarşist ise yedi yıl sonra serbest bırakıldılar. 1889’da Paris’te düzenlenen Enternasyonal’de Amerikan delegasyonunun önerisi ile 1 Mayıs uluslararası mücadele günü olarak Haymarket şehitleri anısına kabul edildi.

Anarşistler bu tarihsel gerçekliği özellikle Türkiye’deki marksist solun bunu görmezden gelmesine inat yıllar boyu vurgulamışlardır. Son 10 yıl içerisinde anarşizmin küçük burjuvalık, örgütsüzlük, liberalizm gibi etiketler ile daha az anılır olmasına rağmen anarşizmi hâlâ karşı devrimci olarak gören düşüncelerin hiçte azınlıkta olmadığını kolaylıkla gözlemleyebiliriz. (İnsan Metin Çulhaoğlu’nun haber solda yazdığı 17 Ekim 2013 tarihli “Anarşizmin bir asalak olarak portresi” adını taşıyan yazısını hatırlamadan edemiyor! )

Marksist solun çoğu zaman 1 Mayısın anarşist kökenlerine dair olan önemli ayrıntıları görmezden gelmek istemesi bir yana 1 Mayısın “8 saatlik iş günü talebi” de sadece marksistler tarafından değil anarşistler tarafından da tekrar üzerinde düşünülmesi gereken bir talep olarak karşımızda durmaktadır.

Hem marksist sol, hem de anarşistler işçi algısını daima kolektif bi üretimin ütopyasında coşkuyla çalışacak bireyler olarak hayal etmişlerdir. Marksistler için “fabrika işçilerin olacak” söylemi devlet temelli bir sistem ile şekillenirken, anarşistler için bu kollektif üretim biçimi sendikalar, komünler ve kooparatifler olarak kendini göstermiştir. “Devrimden sonraki gün” devrimi yapanların fabrikalarda büyük bir heyecan ile üretime devam edeceklerine dayanan bu inanç maalesef anarşistler açısından bile işçi denilen öznenin özgür karar verme sürecine darbe vuracak eylemleri doğurabilmiştir.

1936’da anarşizmin en büyük pratiklerinden biri olarak gösterebileceğimiz İspanyol anarşist hareketi ve Paris Halk cephesi marksistler ve anarşistler tarafından kurgulanmış “işçi” profilinin gerçekliğini yeniden sorgulamamız için incelenmeye değerdir. Michael Seidman İspanyol devrimine ve işçi kavramına yeni bir bakış açısı getirdiği “Workers against work: labor in Paris and Barcelona during the popular front” (İşçiler Çalışmaya karşı) eserinde işçilerin gerek Madrid hükümetine gerekse CNT’ye (İspanyol devrimindeki anarşist sendika) karşı greve gitmelerinden hatta CNT’nin adalet bakanı Juan Garcia Oliver tarafından çalışmayanların veya greve gidenlerin gönderildiği çalışma kamplarından bahseder. Gerek 1936 devrimi öncesinde, gerekse devrimin Katalan bölgesinde güç kazandığı 3 yıl içerisinde işçilerin talepleri marksistlerin veya anarşistlerin hayal ettiği gibi kollektif bir üretimin parçası olmak değil “daha az iş, daha çok tatil” fikri üzerinden şekillenmiştir

Gerçek anlamıyla CNT’nin 1936’da 1.5 milyonu aşan bir üye kitlesine sahip olmasındaki temel unsur işçilerin “daha az iş, daha çok ücret ve daha çok tatil” taleplerini iyi anlaması ve iktidarı bu talepler aracılığıyla baskı yapması olmuştur.

Bu yazıda İspanyol devriminin uzun analizine girişebilmemizin imkânı yok ancak tarihsel olarak İspanyol devrimi bize büyük bir soru sormak zorunda olduğumuzu gösteriyor: “Peki devrimin gerçek sahipleri olan işçiler üretime karşı direnirlerse hayal edilen devrim gerçekleşmiş midir?’’

İşte tam bu noktada 1 Mayısın 8 saatlik iş günü talebini tıpkı İspanyol devrimini radikal bir okumayla gözden geçirdiğimiz gibi gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ortodoks Marksistler çoğu zaman işçilerin çalışmama isteğini bir yozlaşma olarak okuma eğlimindedirler ve bu davranışların işçi bilincine sahip olamamaktan geldiğini düşünürler. Ancak işçilerin çalışmaya karşı isteksizlikleri tam da çalışmanın ve fabrikanın kapitalizm gibi bireyi yok eden bir otorite biçimi olmasından kaynaklanmaktadır.

Anarşist anlamıyla 1 Mayıs 1886 kolektif üretimin heyecanını yaşacağımız ve fabrikaları kutsayacağımız bir gün olmaktan ziyade çalışmaya karşı direnmenin günü olarak selamlanmalıdır. Tarih boyunca işçiler Marksistlerin veya bazı anarşistlerin düşündüğü gibi çalışma arzusuyla dolmamışlar veya fabrikalar sözüm ona onların olunca kolektif üretimin parçası olmak istememişlerdir.

1 Mayısın anarşistler tarafından unutulmuş kökenin de bu nokta olduğunu düşünüyorum. 1 Mayıs çalışma denilen ve “devrimci” bir kutsamayla önümüze sunulan lanete karşı direnişin günüdür. 1886’da Amerika’da ve 1936’da İspanya’da işçiler çalışmanın ve fabrikanın da kapitalizm gibi bir tahakküm olduğunu tanımlamasalar da güdüsel olarak bu unsurlara karşı direniş göstermişlerdir. 1886’da işçiler daha az çalışmak için direnişe geçtiler umuyorum ki 8 saatlik iş günü talebi çalışma denilen tahakkümün olmadığı bir dünya özlemiyle yeni bir dünya tutkusunda birleşecek ve umarım bizler 1 Mayısı çalışmanın lanetine karşı bir direniş olarak selamlayarak mücadelemize devam edeceğiz. Sözlerimi August Spies’in idam kararına verdiği cevap ile noktalamak istiyorum :

“Eğer bizi asarak … tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurda, burda veya orada, arkanızda, -ve önünüzde, ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”

Meriç Aytekin

Kaynak: Kaos GL
 

Friday, April 25, 2014

Dedeler, Torunlar, ‘Bizim Ermeniler’ ve Lobiler – I *

Özge L. İspir
“Ver Ermeni’yi bana onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeni’yi de öldürürsem benim sayım tamam olacak. Cennete gideceğim. Ver onu bana da sevabıma gir.”  Yaşar Kemal- Yağmurcuk Kuşu                                               
                                                     
 Ermenilerin “yokluğunu” öğrendiğimde okula gitmeyecek kadar küçüktüm. Annemin kuşaklar boyu molla tedrisatından yetişme ailesi ile babamın seküler ailesi arasındaki kültür çatışması olmasaydı ve bir gün sokakta oynarken molla olan dedem beni yanına çağırıp dini bilgiler sınavına çektikten sonra diğer dedemi kastedip müstehzi bir ifadeyle “Git o Ermeni dölü dedene söyle sokakta oynamana izin vereceğine sana biraz Allah-kitap öğretsin” diyerek bir el hareketiyle yanından kovmasaydı, muhtemelen daha geç öğrenecektim. Eve gelip “Ermeni dölü ne demek?” diye sorduğumda ertesi gün tebdil-i kıyafet Allah-kitap eğitimine yollanınca çocuk aklımla Ermeni’nin na-mütedeyyin demek olduğunu kodlamış olmalıyım ki evimize gelen ve na-mütedeyyin gördüğüm misafirlere “Sen de mi Ermeni dölüsün?” diye sormaya başlayınca tüm aileme şok etkisi yapan gaflarımı engellemek için annem Ermeni’nin ne demek olduğunu açıklamaya karar verdi; “Ermeniler de bizim gibi Allah’a inanıyorlar. Tek farkları Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmiyorlar, Hz. İsa’ya inanıyorlar. Saadet babaanne eskiden Ermeniymiş” diyerek büyükbabaannem Saadet hanımın eskiden Ermeni olduğunu söyledi.

Aynı evde yaşayıp, kardeşlerimle birlikte onun odasında yatmamıza rağmen babamın babaannesi Saadet hanımı ilk kez o zaman farkettim. Daha önce farketmemiştim çünkü hiç konuşmayan, ortalıkta hiç görünmeyen, evde hiç dolaşmayan adeta bir “görünmez nine”ydi. İlginçtir, evin tek Ermenisi, seküler ailenin tek namaz kılan kişisiydi çünkü söylenene göre Müslüman olmuştu. Onu odasının dışında görebildiğimiz zamanlar abdest almaya çıktığı zamanlardı. Öz oğlu olan dedem, onu her gördüğünde Ermeni döllüğünü hatırlayıp morali bozuluyor diye oğluna görünmemek için bir odaya kapanmak zorunda kalmış, uğraş olarak biz küçük torunların bakımını üstlenmiş; sesini hiç duymadığım, kendisini hiç görmediğim, namaz kılmasına rağmen aslında hiçbir zaman Müslüman olmadığını ise öldüğü gün aile büyüklerinin “Müslümanlığı kabul etmedi ki, hangi usüle göre gömecez?” konuşmalarından anladığım büyükbabaanne Saadet Hanım.
Nüfusu babasının ilk eşinde olan ve en büyük hayali babası gibi hakim olmak olan dedem, okuldan hakim olarak mezun olmasına aylar kala babası ve öz annesinin bir tapu meselesi yüzünden yaptığı resmi nikahla öz annesinin nüfusuna geçince fakülte yönetimi tarafından çağrılmış ve “senin annen Ermeni imiş, seni hakim yapamayız” denilerek okuldan atılmış (1). O da bütün akrabaları ve arkadaşlarını toplayarak hıncını alabileceği tek kişi olan annesinin karşısına geçmiş ve “Müslüman olacaksın!” diye diretmiş. Direnci ve dikbaşlılığı ile zamanında kendisine “Müslüman olacaksın!” diye silah doğrultan kocasını bile pes ettiren Saadet Hanım, yıllar sonra oğlunun diretmesiyle karşılaşmış; çok sevdiği oğlunun baskısına rağmen sadece “La ilahe illallah” demiş ve “Muhammedun Resulullah” demeyi reddetmiş. Ana-oğulun arasındaki tüm ipler o gün kopmuş. Saadet Hanım oğluyla arası düzelsin diye Müslüman numarası yapıp göstermelik namazlara başlasa bile ne arayı düzeltebilmiş ne de gördüğü sembolik şiddetten kurtulabilmişti. Ailemin sırlar albümüyle rafa kalkan bu olay biz torunlara “deden annesini çok sevdiği ve ondan ayrı kalamadığı için okulu yarım bıraktı” diye anlatılagelmişti.
Büyükbabaannem kendisi, hikayesi ve Ermeni Soykırımı ile ilgili bir kaç olay dışında hiçbir şey anlatmadı. Dedemi defalarca sıkıştırıp sorunca ise gönülsüz anlatmak zorunda kaldı. Dedemin anlattığına göre Ermenileri soykırımla kesmiştik. Fakat bu “biz”, bizim aile değil, öznesiz, meçhul ve soyut bir “biz”di. Ermenilere öyle vahşetler uygulanmıştı ki, anlatmak yetmezdi. Mesela kavurmalarını alabilmek için bile Ermenileri kesen marabaları vardı ve sonra öldürdükleri Ermenilerin malları ile çok zengin olmuşlardı. Müslüman erkekler yakaladıkları Ermeni kadınlara tecavüz ettikleri için kadınlar topluca intihar etmek zorunda kalmışlardı. Bizim aile ise bunların hiçbirine katılmamış, aksine soykırım sırasında Ermenileri saklamıştı.
BgtVG0RCIAEbO_g
Dedem ve annesi Saadet Hanım
Saadet Hanımın babası Toros Bey, Çüngüş’te yüzlerce dönümlük üzüm bağı, tarlaları, dükkanları; Harput’ta ise fabrikaları ve atölyeleri olan çok zengin Diyarbekirli bir Ermeniydi. Ermeni soykırımı sırasında zorbalığıyla meşhur Gülbey (2) tüm malını gasp edince Toros Bey, adaleti, gücü ve nüfusuyla ünlü büyükdedem Süleyman İspir’e sığınmış, ondan yardım istemişti. Büyükdedem onları saklamış, ortalık yatışınca sağ salim gitmelerini sağlamıştı.
Müslüman olmadan önce adı Sara olan büyükbabaannem Saadet Hanıma gelince; o tam bir Bey kızıydı. Kolej bitiren, dört dil bilen, piyano çalan, sofraya oturduğunda bir bardak suyu bir dikişte bitirmeyi bile kabalık olarak gören ve en az üç yudumda bitiren bir terbiyeye sahip bir hanımefendi idi. Babası Toros, büyükdedeme o kadar saygı duyuyordu ki kızıyla evlensin diye Sara’yı ona emanet etmişti .
Yaşarken gördüğü sembolik şiddet yüzünden bir odaya kapanan büyükbabaannem, öldükten sonra adeta sultan olmuştu. Dört dil biliyordu ama “dilsiz”di. Piyano çalıyordu ama kocaman kuyruklu piyanosu parçalanmış bir halde mahzende fare yuvası olmuştu. Sofra adabı dillere destandı ama “yoruluyor” diye sofraya çok az gelir, yemekleri, sütü vs. odasına giderdi.
Hikayeyi, soykırım sırasında sakladığımız aileden dinlemeye karar verdim. Dedeme defalarca soy isimlerini ve şu an nerde olduklarını sormama rağmen ekşimiş bir yüz ifadesi ve “boşver onları” cevabından başka bir şey öğrenemedim. Soy isimlerini bulmak zor olsa da her biri Halep, Beyrut, Moskova, Erivan, Lyon, New York ve California’ya dağılmış “diaspora” aile fertlerini bulmak çok kolay oldu. Saadet Hanımın California’da yaşayan ve ilk kuşak aile arasında yaşayan tek kişi olan en küçük kardeşi Sarkis Toughmanian ile görüştüğümüzde (2003 yılında vefat etti)  bana anlattıkları, benim bugüne kadar dinlediklerime benzemiyordu.
Diasporanın Bozduğu  Romantik Masal
Bls6RvcCIAAL9VH
Süleyman İspir
Büyükdedem Süleyman İspir, Harput ve Diyarbekir sancaklarının bürokrat eşrafından bir Ağır Ceza hakimiydi. Diğer bürokratlarla birlikte bir gün Harput İttihat ve Terakki sekreteri Resneli Nazım tarafından çağrılmış ve İstanbul’dan gelen emirle uzun zamandır zemini hazırlanan, önde gelen “büyükbaş” Ermenilerin sürgünlerinin ve mallarına el koyma planının pürüzsüz, prosedürlere ve hukuka uygun yürütülmesi için yardımı istenmişti. Sarkis Toughmanian’ın tahmini, muhtemelen o telaş ve yağmada her bürokrat yağmalamak için bir “büyükbaş”ı kendisine seçmiş, Süleyman İspir de hem Harput hem Diyarbekir’den tanıdığı Toros Toughmanian’ı gözüne kestirmişti. Mallarının büyük kısmı zaten Gülbey tarafından gasp edilen, yeğenleri ve kardeşleri öldürülen Toros Toughmanian’a gidip hükümetin bu kararından bahsetmiş ve “Sizleri geri döneceğinizi söyleyerek göndermeyi planlıyorlar fakat yalan söylüyorlar. Sizi ölüme göndereceğiz. Değil dönüşünüz, gidişiniz bile meçhul. Elimde bir sürü yetki var. Kalan malını benim üstüme yaparsan seni ve aileni ortalık yatışana kadar saklar, sonra da Müslüman kimliğiyle sağ salim kaçırırım” diye pazarlık yapmış. Kabul etmek veya öldürülmek seçenekleri arasında kalan Toros Toughmanian, büyükdedeme Harput’taki kösele fabrikasını, kalenin tam karşısındaki kale hamamını ve bir pasaj vermiş (3) ve karşılığında soykırım ve yağma yatışana kadar 1 seneden fazla evimizde saklanmışlar. Sonra Sara hariç tüm aile, büyükdedemden aldıkları Müslüman kimlikleri ile kaçmışlar. Sara’yı neden bıraktınız diye sorduğumda olayı hatırlamayacak kadar küçük olan Sarkis, kolektif aile hafızasını aktardığında dedemden dinlediğim “biz Ermeni kadınları sakladık” masalı da yerle bir oluyordu:
“Evinizde saklandığımız sırada bir gece yarısı, aynı zamanda akrabanız da olan bir İttihat ve Terakki paşası (Tevfik Paşa) ‘Şikayet ettiler, bu evde Ermenileri saklıyormuşsunuz’ diyerek eve baskın yapmış. Ev halkı dil döküp paşayı bizleri teslim almaması için ikna etmeye çalışırken biz de mahzenden çıkıp salona dizilmiş, paşanın kararını bekliyormuşuz. O sırada sizin aileden bir kadın, ablam Sara’yı kolundan tutup öne çıkarmış ve paşaya göstererek ‘kimseye acımıyorsan bu kıza ve karnındaki günahsıza acı’ demiş. Bizimkiler, büyükdedenin ablam Sara’yı hamile bıraktığını orda öğrenmişler.”
Resim
Toughmanyan Ailesi (Sarkis Toughmanyan solda oturan)
Büyükdedem Süleyman İspir, Ermeni Soykırımı sırasında diğer bürokratlar gibi makamının verdiği avantajla “elini kirletmeden” temiz bir şekilde malına mal ekleyip Ermeniler’den aldıkları para ve mal rüşveti karşılığında “evinde Ermeni saklayanlar”dan olmuş, zorla gasbettiği kadını “saklayıp kurtararak” aklanan mütecavizlerden olmuştu.
Aslında Süleyman İspir hiçbir zaman yaptıklarını “kurtardım sakladım” diye anlatmamıştı. Bunu yapması imkansızdı çünkü onun dönemi ve nesli için yaptığı suç olmadığı gibi, bunu anlatacağı jenerasyon olayların şahidi, ortağı ve sorumlusuydu.
Bunu yapması, herkes vatan-millet-din adına gemiyi batırmak ve gemidekileri yağmalamakla uğraşırken ve olanlara şahitken, onun çıkıp gemiyi kurtarmak için kaptanla işbirliği yaptığını iddia etmesi kadar abesle iştigal sayılabilirdi. Büyükdedem Süleyman İspir’in kendisini aklamak gibi bir gailesi yoktu. Çünkü herkesin ortak olduğu bu olayda yapılan suç değil, vatanperverlikti.
Bu “sakladık-kurtardık” masalı, Ermeni Soykırımı’nın suç olduğunu anlayan ve nasıl bir vahşet olduğunu idrak eden sonraki jenerasyonun masalıydı. Çocukları ve torunları onun yaptıklarını sorgulamamak, rasyonalize etmek, meşrulaştırmak ve dedelerinin yaptığının sorumluluğunu almayıp aklanmak için bu kolektif yalanı dolaşıma sokmuşlardı. Bu yüzden anlatılarda muallak bir “biz” vardı. Bu biz hem Ermenileri katletmiş, kadınlara tecavüz etmiş ve mallarını gasp etmişti hem de Ermenileri saklamış, kadınları kurtarmış ve yapılanlara çok üzülmüştü. Her iki durumda da gizli özne “biz”in kullanılmasının sebebi suç ortaklığını açık etmek, ama bunu bütün normalliği içinde yapmaktı.
Gerek Türkiye siyasetinin, gerekse Kürt Özgürlük Hareketi’nin Ermeni Soykırımı’nı ele alışını inceleyeceğim bu uzun yazıda, tam bir Türkiye metaforu olan kendi ailemin ve Türkiye Ermenisi metaforu olan büyükbabaannemin örneğini vermemin, Ermenileri savunur gibi yaparken, aslında onlara ne yaptığımızı anlatması açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Yokluğun Varlığıma…
Ermeni Soykırımı, yeni bir devlet yaratabilmek için milli sermayeden yoksun olunduğunu farkeden İttihat ve Terakki’nin hem gayrı Müslimlerin sermayesine el koyarak Sünni sermayeyi yaratmak hem de Balkanlar’da kaybedilen topraklar yerine Ermenilerin yaşadıkları topraklara göz dikerek burayı millileştirmek için hazırladığı soykırımdır. Osmanlı’nın katı merkeziyetçiliği yüzünden servet biriktiremeyen ve sadece köylü kalan (Türk-Kürt-Çerkes) Sünni nüfusun da halklar ve kitleler halinde ortak olup yer aldığı ve İttihat ve Terakki’nin tekelinden çıkardığı bir cinayet-tecavüz-yağma silsilesidir. Ermeni halkı tarihten kazınarak yok edilirken, toprakları ve malları Sünniler tarafından bölüşüldü; beğenilen Ermeni kadınlara tecavüz edilerek zorla el kondu (4).
Soykırım sonrası inkar devleti ve inkar toplumunda yaşamaya mecbur edilmiş hayatta kalan Ermeniler, Talin Suciyan’ın “İnkar Habitusu” (Denialist Habitus) diye tanımladığı şiddet ortamında hayatta kalabildiler. İnkar, soykırımın devamıdır. Soykırımın maddi-manevi şiddeti, inkarla birlikte sembolik şiddete bürünerek devam eder. İnkar habitusuyla çepeçevre sarmalanan Ermeniler hayatta kalabilmek için kendi tarihlerini, yaşadıklarını ve geçmişlerini inkar etmek zorunda bırakıldılar ve inkar etmek sağ kalabilmenin ilk koşulu oldu. Tarihsizleştirildiler, entelektüelsizleştirildiler, muhalefetsizleştirildiler. Kendilerini korumak ilk amaçları oldu ve sahip oldukları tarihi ve entelektüel birikimleri diğer kuşaklara aktarmaları engellendi. Temsiliyet, hak, siyaset, katılım gibi tüm mekanizmaları ellerinden alındı. Türkiye dışında da seslerini duyurabildikleri bir devlet ve muhatap bulamadılar ve ASALA ortaya çıktı (5).
ASALA’nın eylemleriyle gündem olan Ermeni meselesi (6), Taner Akçam’ın 1992 tarihli kitabı ve Agos’un yayın hayatına başlamasıyla birlikte sınırlı -genellikle akademik- çevrelerde konuşulmaya başladı. 2000’lerde öznesini ve izleyicisini sol liberallerin oluşturduğu kişiler konferanslar düzenlemeye başladılar. Çerçevesini ve önceliğini Ermenilerin değil de konuşanların hassasiyetlerinin belirlediği biçimde Ermeni Soykırımı konuşulmaya, romanlaştırılmaya ve anlatılaşmaya başladı. Ama bu öyle bir şekilde gerçekleşti ki, ortaya konan tüm konuşmalar ve anlatılar inkarın devamı, fakat yumuşatılmış versiyonuydu. Hrant Dink’in 2007’de öldürülmesi ise ortasınıf kitlelerin  Ermenileri ve Ermeni Soykırımını “keşfetmesi” açısından bir milat oldu.
Kna Merir Egur Sirim **
Öldürüldüğü güne kadar hakkında pek az şey bildiğimiz, 301’den yargılanırken çok az insan ve bir grup ÖDP’li dışında kimsenin destek vermediği, “tehdit ediliyorum” dediğinde hiç haber değeri taşımayan ve görmezden gelinen Hrant Dink, öldürüldükten sonra bir vicdan aklama nesnesine dönüştürülerek ilahlaştırıldı ve birden bire bugüne kadar davaları ve uğradığı tehdit hakkında tek kelam etmeyen yazar-çizer kesimin “Arkadaşı” veya “Hrant abi”si olurken, ortasınıf kitlelerin “Ahparig”i oluverdi. Maruz kaldığı şiddet karşısında sessiz kalarak öldürülmesine giden yolda büyük sorumluluğumuz olan Hrant Dink’in ölüm yıldönümü anmalarında rol dağılımı değişti ve Hrant Dink’e yapılanlara sessizlikle onay veren bizler, maktülün kimliğini çalarak ve kardeşleşerek cinayeti normalleştirdik.
Hepimiz Ermeni idik fakat bu sadece, kolayca arkadaş-ahparig diye tepeden gasp edebileceğimiz, romantize edebileceğimiz, hakkını savunmamıza gerek olmayan, çünkü “ölü” olan Ermeniler için geçerliydi. Keza Hepimizin Ermeni olduğu aynı tarihlerde Ermeni cemaatinin uğradığı tehditler, zorluklar hiç umrumuzda olmadı. Hrant’ın her biri bir medya aygıtını kullanma fırsatına sahip Arkadaşları, sadece Hrant’ın arkadaşı olarak Ermeni olmayı tercih ettiler. Kitleler anmadan anmaya Hrantlaştılar, Ermenileştiler.
Şüphesiz Hrant Dink’in öldürüldükten sonra bu kadar sahiplenilmesinde ve sembolleşmesinde diaspora Ermenileriyle girdiği tartışmalar ve diasporaya karşı Türkiye’yi savunmasının -veya savunmak zorunda bırakılmasının- rolü büyüktür. Bunun Türkler’in hem Ermenilere ve soykırıma bakışında hem de “iyi Ermeni” anlayışında metonomik bir tutum içerdiğini düşünsem de, bu başlı başına ayrı ve uzun bir tartışma yazısıdır (7).

* Ayşe Özdemir’e, ebediolur.blogspot.com ‘a , Hazal Halavut’a ve Talin Suciyan’a fikir ve önerileri için, Nadin Kitapçıyan’a Ermenice yardımı için teşekkürler.
** Anlamı “Öl ki seni seveyim” olan Ermenice deyim. Գնա մեռիր, եկուր սիրեմ
YARIN:  Yeni bir inkar biçimi olan soykırım anmaları soykırımı nasıl aklıyor ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin “devletleşen” söylemi.
NOTLAR:
1- Bu olayın, yakın zamanda ortaya çıkan ve Gayrımüslimlerin numarayla kodlanarak fişlenmesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Dedemin nüfusu öz annesine geçince muhtemelen dedem de numaralandırılmış ve hemen okula bilgi verilmişti.
2- Benim anlatılarda Gülbey diye dinlediğim bu kişi Güllü Ağa olarak da bilinir. Musa Anter Hatıralarım isimli kitabında da (S.131)  kendisinden bahseder. Gülbey’in soy isimleri Güldoğan olan torunları hala Diyarbekir’de yaşarlar.
3- Hamam tarihi eser olarak sit alanına dahil edildi. Geri kalan mallar muhtemelen ya satıldı ya da benzeri bir şekilde elden çıkarıldı/başka bir şeye çevrildi. Bu konuda sahih bilgi veremiyorum.
4- Yazıyı daha fazla uzatmamak ve odağı fazla dağıtmamak için Süryanileri, Rumları ve soykırımın detaylı ekonomi-politiğini yazamadım. Soykırım uzun bir süreçle gelişen ve 1800’lü yıllarda başlayan Ermeni katliamlarıyla başladı. Soykırımın sürecini ve ekonomi-politiğini daha detaylı incelemek isteyenler Uğur Ümit Üngör’ün, Ümit Kurt’un, Taner Akçam’ın, Vahan Dadrian’ın ve Çağlar Keyder’in kitaplarıyla Sait Çetinoğlu’nun yazılarını inceleyebilirler.
Soykırım sürecini özetleyen Uğur Ümit Üngör:
https://www.youtube.com/watch?v=y6_InAhUmmM&noredirect=1
Yaratılan milli sermayeye “ünlü” bir örnek olarak Eczacıbaşı’nın servetinin hikayesi aşağıdaki linktedir.
http://www.hayastaninfo.net/selcuk-uzun/4000-selcuk-uzun-ermeni-soykirimi-ermeni-mallerinin-gaspi-ve-malta.html
5-  Ermenilerin soykırım sonrası yok edilişlerinin ve ancak cemaat olabilecek kadar az sayıda kalışlarının etkisiyle çok daha zorlu yaşadıkları “İnkar Habitus”u aslında (38 sonrası) Aleviler başta olmak üzere Kürtler gibi ezilen hakları da kapsayan bir kavram. Tarihsizleştirilme,muhalefetsizleştirilme ve entelektüelsizleştirilme ise memleketin hepsini kapsayan genel bir  politika. Talin Suciyan’ın İnkar Habitusu kavramının daha genel ve tüm ezilen halklar üzerinden okunması daha faydalı olur. Türkçe çevirisi olmadığı için İngilizce bilmeyenlerden özür dileyerek İngilizce linki paylaşıyorum http://www.armenianweekly.com/2013/11/11/examining-the-denialist-habitus-in-post-genocidal-turkey/#
6- Seyhan Bayraktar’ın 1975-2005 tarihlerinde medyada Ermeni meselesini incelediği araştırmasında, Ermeni meselesinin, Ermeniler ve dış etkenler sayesinde gündem olup konuşulabildiğini belirtiliyor. Ermeni Soykırımı’nın Türkiye’de gündem olup konuşulabilmesinin sebebi Diaspora Ermenilerinin bu konudaki gayretleri ve çalışmalarıdır (Politics of Memory: Changes, Continuities and breaks in the discourse about the Armenian Genocide in Turkey)
7- Burda bir parantez açıp Van’daki Vartan (Ermenice zafer) Otel’i ve sahibi Victor Bedoian’ın akıbetini hatırlatmayı elzem görüyorum.
Ermeni Soykırımı sırasında Van’dan kaçan bir Ermeni’nin torunu olan Victor Bedoian, dedesinin topraklarına yıllar sonra dönerek otel açtı. Vanlı bir Müslümanın torunu olan ve dedesi “Hacı” Hüsamettin Altaylı’nın Van’da sahip olduğu 7 kilisenin ve köylerin açıklamasını yapamayan Fatih Altaylı, “Ermeniler Van’ı ele geçiriyor” provokasyonuyla Victor Bedoian’ı hedef gösteren bir haber yazdı. Vartan Otel’in camları Büyük Birlik Partisi il teşkilatı tarafından taşlanarak yere indirildi. Turizm Bakanlığı, Bedoian’ın işletme belgesini elinden aldı ve otelin üç yıldızı polis zoruyla bir gecede söküldü. Bir diaspora Ermenisi olan Victor Bedoian uğradığı tehditler sonucu canını kurtarmak için oteli satarak ABD’ye dönmek zorunda kaldı. “Bu toprakların gelip dibine gömülmek için gözümüz var” demediği ve talepleri çok açık olduğu için hiçbir “aydın” tarafından görülmedi, duyulmadı, hiç gündemleşmedi ve yeterince “ölü” olmadığı için sahiplenilmedi.

Monday, April 21, 2014

1915'te Ermeni aydınların sürgünü

24 Nisan 1915′te  tutuklananlardan bir grup

Ermeni aydınların sürgünu, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı içerisinde iken başkent İstanbul'daki Ermeni toplumunun önde gelen insanları tutuklandı ve tehcir edildi. Tutuklular, 24 Nisan 1915 tarihinde Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın emriyle Ankara yakınlarındaki iki merkeze taşındı. 27 Mayıs 1915 tarihinde Tehcir Kanunu'nun kabulü ile birlikte daha sonra sürdürülen bu aydınların çoğu öldürüldü.[1][2][3] 24 Nisan, Ermeni tehcirinin başlangıç günü olarak kabul edilmekte ve Ermenistan'da ve Ermeni toplulukları tarafından "Ermeni Soykırımını Anma Günü" olarak anılmaktadır.

Önde gelen sürgünler

Toplam 2,234 kişi sürgün edilmiştir.[4][5] Aşağıdaki listede sürgün edilen tanınmış Ermenilerden bazıları verilmektedir:[6][7][8][9][10][5][11][12][13][14][15][16][17][18][19]
  • Krikor Zohrab - Yazar, avukat, şair, hukukçu, siyasetci, profesör. - Öldürüldü[13][16][15]
  • Tlgadintsi - Yazar, öğretmen. - Öldürüldü[13]
  • Rupen Zartaryan - Yazar, şair, siyasetci. - Öldürüldü[13][16]
  • Yeruhan - Yazar, şair. - Öldürüldü[13][16]
  • E. Agnouni (Haçadur Malumyan) - Gazete editörü ve 1908 yılında Jön Türklerin devrimde önemli bir rol oynadı. - Öldürüldü[13][19]
  • Rostom Rostomyants - Tüccar ve halk figürü. - Öldürüldü[9]
  • Parunak Feruhan - Bakırköy yönetimin başı, kemancı - Öldürüldü[10][19]
  • Diran Kelekyan - Yazar, üniversite hocası ve ünlü Türk gazetesi Sabah'ın sahibi - Öldürüldü[12][13]
  • Vartkes Serengülyan - Siyasetci - Öldürüldü[12][19]
  • Hovhannes Kiliçyan - Kitapçı - Öldürüldü[12]
  • Daniel Varujan - Şair, yazar - Öldürüldü[5][13][16]
  • Ruben Sevag - Doktor, şair, yazar. - Öldürüldü[5][13][16]
  • Garabed Paşayan - Doktor, yazar, Osmanlı parlamentosunun eski milletvekili, Ermeni Ulusal Meclisi üyesi - Öldürüldü[13]
  • Nazaret Dağavaryan - Doktor, yazar. - Öldürüldü[12]
  • Keğam Parseğyan - Yazar, gazeteci, oğretmen. - Öldürüldü[13]
  • Ardaşes Harutunyan - Yazar, gazeteci. - Öldürüldü[12][16]
  • Mihran Aghasyan - Şair ve müzisyen. - Öldürüldü[12][15]
  • Boğos Danyelyan - Avukat - Öldürüldü[9]
  • Dikran Çöküryan - Yazar, ressam öğretmen ve yayıncı. Vostan gazetesi editörü. - Öldürüldü[12][16]
  • Smpad Pyurat - Yazar, halk figürü, şair, Ermeni Millet Meclisi üyesi. - Öldürüldü[13]
  • Siamanto - Yazar, şair, siyaesteci, Ermeni Ulusal Meclisin üyesi - Öldürüldü[5][12][13][16]
  • Komitas Vardapet - Muzisyen, Papaz - Kurtuldu (Delirmiş)[12]
  • Hagop Terzyan - Ezaneci - Öldürüldü[9]
  • Haig Tirakyan - Siyasetci - Öldürüldü[9]
  • Harutyun Şarigyan - Siyasetci, avukat. - Öldürüldü[13]
  • Serovpe Noradungyan - Sanasaryan profesoru - Öldürüldü[9]
  • Şavarş Krisyan - Yazar, ilk Osmanli gazeteyi kurulan - Öldürüldü[13]
  • Levon Krişciyan - Profesör, şair - Öldürüldü[9][15]
  • Aram Andonyan - Yazar - Kurtuldu[12]
  • Hovannes Kimpetyan - Şair - Öldürüldü[13][15]
  • Yenovk Şahen - Aktör, tiyatrocu - Öldürüldü[9]
  • Levon, Mihran, ve Kevork Kayekciyan kardeşleri - İş adamlar - Üçü birden öldürüldü[7][10][19]
  • Harutyun Jangulyan - Siyastetci, yazar. - Öldürüldü[12][19]
  • Melkon Gurciyan (Hrant) - Yazar, profesör, gazeteci - Öldürüldü[12][16]
  • Harutyun Kalfayan - Bakırköy belediye başkanı - Öldürüldü[12]
  • Hampartsum Boyaciyan - Siyasetci, doktor, 1908 sonrası Ermeni Ulusal Meclisi'nde Kumkapı delegesi, Osmanlı Parlamentosu'nda Adana Mebusu. - Öldürüldü[13]
  • Vramşabuh Samuelov - Tüccar ve bankacı - Öldürüldü[9]
  • Armen Doryan - Fransiz şair, gazeteci. - Öldürüldü[13][19][15]
  • Jak Sayabalyan (Paylag) - 1901-1905 tarihlerin ​​arasında Konya İngiliz Konsolosun tercümani, bir buçuk yıl sonra konsolos yardımcısı. Başkentte 1909'dan sonra, gazeteci - Öldürüldü[12][19]
  • Gigo (Krikor Torosyan) - Gazeteci (Gigo gazeteyi bulan) - Öldürüldü[12][19]
  • Hampartsum Hampartsumyan - Yazar - Öldürüldü[13]
  • Karekin Çakalyan - Öğretmen - Öldürüldü[13]
  • Yervant Odyan - Yazar - Kurtuldu[12]
  • Mihrdat Haygazn - Vatansever, eğitimci ve Ermeni Ulusal Meclisi üyesi. - Öldürüldü[9]
  • Abraham Hayrikian - Türkolog, Ardi üniversite yönetmeni ve Ermeni Ulusal Meclisi üyesi. - Öldürüldü[12]
  • Mgrdic Hovanesyan - Ôğretmen - Öldürüldü[9]
  • Aristakes Kasparyan - Avukat, işadamı, Ermeni Ulusal Meclisi üyesi - Öldürüldü[9]
  • Pyuzant Keçyan - Editör, gazete Piuzantion'un sahibi, tarihçi - Kurtuldu (Delirmiş)[12]
  • Onnik Mağazaciyan - Kumkapı Progresif Dernek Başkanı - Öldürüldü[10]
  • Sarkis Minasyan - Droşak baş editörü 1909 sonra öğretmen, yazar ve Osmanlı başkentinde siyasi aktivist; Ermeni Ulusal Meclisin üyesi - Öldürüldü[13]
  • Haçik İdareciyan - Öğretmen - Öldürüldü[9]
  • Krikor Hürmüz - Yazar, gazeteci - Öldürüldü[12][19]
  • Zareh Mumciyan - Tercuman - Öldürüldü[7][19]
  • Nerses Zakaryan - Vatansever, eğitimci, Ermeni Ulusal Meclisin üyesi. - Öldürüldü[9]
  • Aris Israelyan - Öğretmen ve yazar. - Öldürüldü[12]
  • Nerses Papazyan - Azadamard gazetenin editörü, eğitimci ve din adamı - Öldürüldü[13][19]
  • Parseğ Şahbaz - Avukat, gazeteci, köşe yazarı - Öldürüldü[12]
  • Mihran Tabakyan - Eğitimci, yazar - Öldürüldü[13]
  • Krikor Yesayan - Fransız ve matematik öğretmeni, tercuman. - Öldürüldü[10]
  • Vahan Kehyan - Eğitimci ve zanaatkâr - Öldürüldü[7]
  • Stepan Miskiciyan - Doktor - Öldürüldü[7][9]
  • Sarkis Parseğyan - Eğitimci - Öldürüldü[13]
  • Zabel Esayan - Romancı, şair, yazar, çevirmen ve öğretmen - Kurtuldu[13]\
  •  
  • Vikipedi, özgür ansiklopedi
  •  

TİHV Raporu: "Üç ayda 4 kişi yargısız infazla öldürüldü"

CHP İnsan Hakları İhlal Raporu'nda ocak, şubat ve mart aylarında dört kişinin yargısız infazla öldüğü ve yedi kişinin de yaralandığı öne sürüldü.
A.A. |A.A.
21.04.2014 Pazartesi
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu tarafından açıklanan raporda ocak, şubat ve mart ayları insan hakları ihlallerine değinildi. Tanrıkulu, raporda "Son üç ay içinde dört kişi yargısız infazla ölmüş, yedi kişi de yaralanmıştır. İş cinayetlerindeki dramatik tablo bu üç ay boyunca da devam etmiş ve en az 54 işçi yaşamını yitirirken 258 işçi de yaralanmıştır.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı verilerine göre bu süreçte asker intiharları sekiz, faili meçhul cinayet sayısı ise ikidir." değerlendirmesinde bulundu.
Açıklanan raporda üç ayda 16 işkence vakasında 40 kişinin mağdur olduğu ve gözaltında bir kişinin yaşamını yitirdiği vurgulandı. Ayrıca cezaevlerinde 6 kişinin hayatını kaybettiği ve 112 kişinin de işkence veya kötü muameleye maruz kaldığı iddia edildi.
Raporda, bedenini ateşe veren bir kişinin de yaşamını yitirdiği, üç kişinin de bu şekilde yaralandığı ve iki kişinin de cezaevinde intihar girişiminde bulunduğu kaydedildi. Ocak, şubat ve mart aylarını kapsayan süreçte başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak kategorilerindeki ihlallerin 2013'tekiyle paralel bir biçimde devam ettiği savunulan raporda ayrıca şunlar da ifade edildi:
"Haziran 2013'te Gezi Parkı eylemlerinden itibaren her türlü temel hak ve hürriyeti rafa kaldıran ve Türkiye'nin pek çok yerinde fiilen Olağanüstü Hal uygulamalarını yürürlüğe sokan AKP iktidarı 2014 yılının ilk üç ayında da hak ihlallerinin aynı hızda sürdürücüsü olmuştur. İfade özgürlüğü bakımından ise AKP hükümeti adeta gemi azıya almış, Twitter, YouTube gibi milyonlarca kullanıcısı olan sosyal medya mecraları kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesinin Twitter yasağına karşı verdiği karara rağmen başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP'nin yetkilileri bu karara saygı duymadıklarını beyan etmiş ve yasağın sürmesi için yeni yollara başvuracaklarının işaretlerini vermişlerdir."
Toplu gösteri ve yürüyüş hakkı kapsamında gerçekleştirilen muhtelif etkinliklere de müdahaleler devam ettiği kaydedilen raporda, Berkin Elvan'ın yaşamını yitirmesi öncesi ve sonrasında gerek hastane önünde gerekse sokaklarda toplanan yurttaşlara müdahalelerde bulunulduğu ve 771 kişinin bu kapsamda gözaltına alındığı belirtildi.
Ayrıca raporda, 15 Şubat, 8 Mart, 21 Mart gibi belirli günler dolayısıyla gerçekleştirilen toplu gösterilere yönelik müdahalelerin devam ettiği açıklandı.

Thursday, April 17, 2014

‘Kürtler her şeyi biliyor’

Batman’da panelde konuşan Agos Gazetesi Genel yayın Yönetmeni Rober Koptaş, en büyük Ermeni katliamlarının Kürt illerinde yaşandığını belirterek, “Kürtler herşeyi biliyor” dedi.


46 küstah adam

‘İTTİHATÇILARIN PLANI, ERMENİLERİ BİTİRMEKTİ’

Batman Kültür Sanat Derneği (Bart) ve Batman Mazlum Der şubesi tarafından Belediye konferans salonunda, ‘Dünden bugüne Ermeniler’ konulu panel düzenlendi. Panel'e konuşmacı olarak Agos Gazetesi Genel yayın yönetmeni Rober Koptaş ve Yazı İşleri Müdürü Natali Avazyan davet edildi.  Bazı nedenlerden dolayı Natali Avazyon panele katılamadı. STK temsilcileri ve vatandaşların katıldığı panelde Koptaş, 1915 olayları ile sürdürülen barış sürecine ilişkin konuşma yaptı. Koptaş, “Ne yaşandı ne oldu Ermenilere, başlarına ne geldi, Kürtler çok iyi biliyor. Çünkü büyük ölçüde olaylar memleketin batısı biraz daha göz önünde olduğu için bu bölgelerde daha ziyade yaşandı. İttihatçıların planladığı şey Ermenileri bitirmekti ve katliamlar saldırılar dediğim şeyler daha çok Kürt İllerinde, Ermeniler ile Kürtler'in yoğun olarak yaşadığı, bazı yerlerde Nüfus olarak eşit olduğu yerlerde yaşandı. Bu saldırılar sırasında, saldıranlar büyük ölçüde Kürt'tü. Kürtleri toplu bir etnik grup olarak suçlamadan söylüyorum. Sadece bir tespit olarak söylüyorum. Yaşlılar anlatıyor. Anlattılar yıllar yılı. Biliyorlar konuşuyorlar ve özellikle son 30 yılda yaşadıkları acılardan dolayı muhtemelen bir empati geliştirdikleri için, bir duygudaşlık geliştirdikleri için Ermenilerle, Ermenilere karşı ciddi bir sempatide olduklarını gözlemliyorum. Mesela Kürtlerin üzerinde kalacak ihale. Bu soykırım suçu gibi bir şey var. Aslında bir anlamda Barış ta, çözüm süreci de bunu daha rahat konuşmak için imkan sağlıyor. Günlük hayatta rahatlamak, siyasette rahatlamak inşallah olur, arzuluyoruz, güçlü bir ihtimal olarak ta önümüzde görünüyor. Olursa o zaman daha özgür fikirler, daha baskıdan azad edilmiş şekilde bu konular genel olarak yeni bir tarih olması eleştirilebilecek” dedi.

Wednesday, April 16, 2014

Birleşik Krallık, Fransa, Kürdler/Kürdistan

16 Nisan 2014 Çarşamba 23:59
Büyük Britanya ve Fransa, Kürdlerin/Kürdistan’ın tarihinde çok önemli iki devlettir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, dünyaya nizam veren iki önemli gücün Büyük Britanya ve Fransa olduğu görülmektedir. Kürdistan’ın Kürdlerin bölünmesi, parçalanması, paylaşılması bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu, Kürdlerin, Kürdistan’ın iskeletini parçalayan, beynini dağıtan bir durum ortaya koymuştur. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa, bunu şüphesiz Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir.
Bugün her iki devlette de, yani Birleşik Krallık ve Fransa’da, dikkate değer bir süreç yaşanmaktadır.
Bu iki devlette, Kürdler, parlamentoda bir salonda, Kürd/Kürdistan sorununu anlatabilmektedir. Bu, son birkaç yıldır yaşanan bir süreçtir. Bu toplantılara, İngiliz veya Fransız parlamenterlerin çok azı, bazen bir parlamenter katılmaktadır. Kürd/Kürdistan sorununa duyarlı basın da katılmaktadır ama Kürdlerin bu toplantıları Fransız basınında veya İngiliz basınında çok az yer almaktadır.
Son yıllarda Birleşik Krallık parlamentosunda, Fransız parlamentosunda gelişen bu süreç, olumlu yönleri olan bir süreçtir. Bu süreç, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bu salonlarda Kürdlere, Kürdistan’a ilişkin yapılan konuşmaların, tartışmaların hatırlanmasını gündeme getirmektedir. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma nasıl gerçekleşti? Konuşmalar, tartışmalar, operasyon kararları vs…
Bu emperyal güçlerin bölgedeki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle birlikte aldıkları kararların en önemli yönü parçalanma, paylaşılma durumunun Kürd insanlarının beyinlerinden siliniyor olmasını sağlamasıdır. Artık, Irak Kürdistan’la birlikte Irak olmaktadır. İran Kürdistan’la birlikte İran olmaktadır. Suriye, Kürdistanla birlikte Suriye, Türkiye, Kürdistan’la birlikte Türkiye olmaktadır. Bu sınırların beyinlere kazındığı, bunun çok doğal olduğu şeklinde bir anlayışın gelişmesi de sağlanmıştır.
“Her türlü milliyetçilik kötüdür”, “her dile bir devlet gerekmez” şeklindeki devletçi anlayışlar bu ortamda filizlemiş, gittikçe güçlenmiştir. Böylece ‘ya Türkleşeceksin, Türk olacaksın, ya da yok edileceksin’ milliyetçiliğiyle, ‘kendi dilimle, kültürümle yaşamak istiyorum, ırkçı saldırılara karşı Kürd dilini- kültürünü gün ışığına çıkarmak istiyorum’ anlayışı, bilinçli olarak aynı kefeye konulmuş, Kürtlerin kafasının bulanması sağlanmıştır. “Her dile bir devlet gerekmez” denirken, “dünyada üç binden fazla dil var” denmekte, Sibirya’daki veya Afrika içlerindeki 300-400 kişilik kabilelerle en az 40 milyon nüfusa sahip olan Kürdler aynı kefeye konulmaktadır.
Bu tür gelişmelerden, operasyonlardan sonra Kürdlerin çoğu bölünmeyi, paylaşılmayı doğal saymaktadır. Halbuki bu, Kürdlerin, Kürd ulusunun, Kürdistan’ın beynini dağıtan, iskeletini parçalayan bir durumdur. Bugünlerde Güney Kürdistan’la Güneybatı Kürdistan arasında kazılan hendek Kürdlerde yoğun bir tepkinin, protestonun oluşmasını getirmiştir. Hendeğin, Kürdlerle Kürdleri böldüğü konuşulmaktadır. Halbuki Türkiye-Irak sınırı da, Türkiye-Suriye sınırı da, Türkiye-İran sınırı da Kürdlerle Kürdleri bölmektedir. Ve bu sınırlar dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla, iz tarlalarıyla, gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla korunmaktadır. Kürdlerin birbirlerinden tecridi derinleştirilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır. Ahmedê Xanî’nin 17. yüzyılda şiddetle karşı çıktığı, mirleri bu yönden eleştirdiği bu durum bugün Kürdlerin çoğu tarafından doğal karşılanmaktadır. Belki hendek olgusu Kürdlerin bilincinin açılmasına, bölünmenin, parçalanmanın, paylaşılmanın beyinlere yerleşmesine, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da 40 milyonu aşkın Kürd ulusunun neden statüsüz bırakıldığının fark edilmesine, bu yönde bir bilincin gelişmesine vesile olur.
Kürdlerin, Kürdistan’ın bir kısmının da Kafkasya’da, Ermenistan’da, Azerbaycan’da olduğunu unutmamak gerekir. 1923-29 arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan belleklerde yaşamaktadır.
Kürdlerin, Kürdistan’ın, ulusların kendi geleceğini tayin hakkının en çok konuşulduğu bir dönemde bölündüğünü, parçalandığını, paylaşıldığını da unutmamak gerekir.
Kürdlerin, Kürdistan’ın 1920’lerdeki bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, bu, Kürdlerin ve Kürdistan’ın üçüncü bölünüşüdür. Bu, Kürdlerdeki bir zaafa işaret eder. Hasım güçler onun o zaafından yaralanarak onu bölüyor, parçalıyor ve paylaşıyor ve onu kendi çıkarları doğrultusunda seferber ediyor.
Avrupa’nın Kürdlere Borcu Büyüktür
Son yıllarda, Birleşik Krallık’ta ve Fransa’da parlamentoların bazı salonlarının Kürdlere açılması, Kürdlerin o salonlarda toplantılar yapması iyi bir gelişme… Bu, 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürdlere, Kürdistan’a ilişkin neler olup bittiğinin anlaşılmasına da yol vermelidir. 1920’lerde Kürdlerin başına bu lanetli çorap nasıl geçirilmiştir? Bu konulara ilişkin olarak parlamentolarda ne gibi konuşmalar yapılmış, ne gibi kararlar alınmıştır? Operasyonlar nasıl gerçekleştirilmiştir?
1945’te, Birleşmiş Milletler döneminde, dünyanın her tarafında siyasal bakımdan büyük değişiklikler olduğu halde Kürdistan’da neden hiçbir şey değişmemiştir? 1920’lerde kurulan ve Kürdlere statü vermeyen bu statüko, 1945’ten sonra, Birleşmiş Milletler döneminde de nasıl korunabilmiştir?
Bütün bunların incelenmesi, araştırılması önemli olmalıdır ve bunlar İngiliz ve Fransız milletvekilleri tarafından yapılmalıdır. Parlamento salonlarının Kürdlere açılması önemlidir ama bu yetmez. İngiliz ve Fransız milletvekilleri de bu ilişkileri araştırmak durumundadır.
Bugün, Kürdler, Kürdistan, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da 40 milyonu aşkın nüfusa sahip olmasına rağmen statüsüzdür. Mart 2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesi sonunda kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ayrıca değerlendirmek gerekir.
Türk, Arap ve Fars yönetimleri Kürdlerin ulusal taleplerine karşı soykırıma varan operasyonlar düzenlemektedirler. Bütün bunların nedeni Birleşik Krallığın ve Fransa’nın 1920’lerdeki emperyal politikalarıdır. Bu politikalarından dolayı, başta Birleşik Krallık ve Fransa olmak üzere Avrupa’nın Kürdlere borcu büyüktür.
Zaaf Belirtileri
Yukarıda Kürdlerdeki zaaflardan söz edilmişti. Bu zaafların sürüp gittiği inlenebiliyor. Kürdler geçmişte yaşananlardan ders almayan bir halk olarak görülüyor.
Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde hala iki ordunun varlığını sürdürmesi, tek bir Kürdistan ordusunun kurulamaması çok önemli bir zaaftır. Kürdler birbirlerine taviz vermelidir. Kürdlerin birbirine verdiği taviz, netice olarak Kürdleri büyütür. Ama Kürdler birbirlerine taviz vermedikleri zaman Kürdlere düşman güçlere çok ağır tavizler vermek durumunda kalabiliyorlar. Bu da Kürdlerin onurunu zedeliyor.
PYD’nin Güneybatı Kürdistan’da, “burada benden başka hiçbir örgüt faaliyet yürütemez” anlayışı bir zaaftır. Orada öbür Kürdlerle organize bir şekilde faaliyet yürütmek önemli olmalıdır.
Güney Kürdistan, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Güneybatı Kürdistan’la Rojava’yla anlaşmalıdır. Her iki taraf da birbirlerinin varlığını tanımalı, birbirlerini güçlendirici yönde politikalar geliştirmelidir. Kürdlerin, Kürdistan’ın Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki genel çıkarları bunu gerektirir.
Kürdlerde, Kürdlerin/Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin gelişmesi önemli olmalıdır. Böyle bir bilincin gelişmesi durumunda, herhangi bir parçada, hükümetlerle, şu veya bu nedenlerle giriştikleri ilişkilerde, öbür parçalardaki Kürdlere, Kürd örgütlerine, daha az zarar verme bilincinde olurlar.