Sunday, September 30, 2012

Hakikat şimşeği

Devletin sevgiden korkması ne kadar hazin, değil mi?

Hakikat şimşeği
İsmail Beşikçi.



Ayrımcılığa ve şiddete karşı çıkmak, sözün hakkını savunmak, her gün verilen bir sınav. Görmemeyi, bilmemeyi tercih edenlerin yanında, hayatını hakikati ortaya çıkarmaya adayanlar, hayatı bizzat bu adanmışlıktan bilenler de var. Onlardan ikisi bu yıl, kendisi bu yolun en büyük temsilcilerinden Hrant Dink adına verilen, Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün dördüncüsünün sahibi oldu. Türkiye ’den İsmail Beşikçi ve Rusya ’dan Uluslararası “Memorial” Topluluğu adına Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov’a verilen ödüller, farklı zaman ve mekânların o hep aynı hikâyeyi ve bitmeyen mücadeleyi gözler önüne serdi.
Henüz Kürt sözcüğü telaffuz bile edilmez ve bir halk tamamen inkâr edilirken araştırmalarıyla Kürt sorununun köküne inen İsmail Beşikçi, bu geçmişten aldığı güçle Ermeni ve Kürt sorununun nasıl da birbiriyle ilişkili olduğunu anlattı. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Yakındoğu halklarının, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’ni Türk esasına göre yeniden düzenleme hedefi çerçevesinde imha edildiğini belirten Beşikçi, bu hedef doğrultusunda pürüz olarak görülen Ermenilerin tehcir adı altında imhaya, Rumların sürgüne, Süryaniler ve Kürtlerin Türklüğe ve Alevilerin Müslümanlığa asimilasyona uğradığını vurguladı. O sakin ve tatlı üslubu, söylediklerinin gerçek payını daha da bileyledi sanki. O konuştu, bizler hiçbir tarih dersinde dinlemediğimiz, öğrenmeye hep çok geç kaldığımız bir “tabular ünitesi”ni, gözümüzün önünde açılmış bulduk: “Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların aradığı fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz Rum-Pontus sürgünleri başladı, savaşın ilk yılı içinde Ermeni sorunu ‘halledildi’. Geriye kalan iki sorun da, Cumhuriyet döneminde, İttihatçıların devamı olan yönetimlerce sistematik bir şekilde yaşama geçirildi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar üzerinde, büyük bir yağma gerçekleşti. Bu şekilde, Osmanlı ekonomisi, Türk ekonomisi millileşmiş oldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin çok önemli bir boyutu budur. Bugün, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürt bölgelerinde Kürt ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır... Bu süreçte, Kürtlerin durumunu iki safhada ele almak gerekir. İttihatçılar, daha sonra Kuvayı Milliye (Kemalistler), Ermenilerle, Süryanilerle olan sorunları Kürtleri tetikçi olarak kullanarak çözdü. Devlet güçlenince, Lozan’la birlikte uluslararası garanti gerçekleşince Kürtlerin inkârı-imhası başladı.”

Sevgiden korkmak 


Bu kadar yalın, bu kadar sade… Ve nasıl da tehlikeli değil mi? Onu dinlerken, sahici araştırmaların, anlayış yaratan yayınların neden hedefe konulduğunu da tersten sağlamayla anlıyor insan. Nitekim ifade özgürlüğünün tehdit altında olduğunu vurgulayan Beşikçi’nin verdiği örnekler bu açıdan çok çarpıcı. “Geçmişte Behice Boran, Oya Baydar, bugün Pınar Selek , Müge Tuzcuoğlu bu baskıyı yaşayanlardan…”
Kürt sorununu muhatap taraflardan anlamak üzere yola çıkan, gözaltında ağır işkencede çalışmasına el konulan, dahası yıllar yılı Mısır Çarşısı patlamasının o korkunç komplosuyla kuşatılan Pınar Selek, sorunlarına eğildiği insanları nesne konumuna terk etmeyen bir sosyolog. Sokak çocuklarını bir sanat atölyesiyle hayata kazandıran, travestileri seks işçiliğinden döndüren, eylemini sözüne ekleyen bir genç kadın. Tıpkı yedi aylık tutukluluktan sonra ilk kez 24 Eylül’de Diyarbakır ’da hakim karşısına çıkacak Müge Tuzcuoğlu gibi. Mart 2012’den beri tutuklu bulunan Müge Tuzcuoğlu köyleri yakılıp yıkılan ve Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru çocuklarla ilgilenen bir antropolog. Tuzcuoğlu 8 Mart 2012’de “ KCK operasyonu” kapsamında 13 kişi ile birlikte tutuklandı. Cezaevinden yazdığı mektupta, travma yaşayan çocuklarla kurduğu bağ, aslında devlet nezdinde esas suçunu ortaya koyuyordu: “Bir genç kadın, sevgilisine bile anlatmadığı acılarını, anılarını paylaşabildi benimle. Küçücük bir erkek çocuğu ilk bana âşık oldu. Birisi, aldığı bursla, bana dünya güzeli bir hediye aldı. En iyi üniversiteyi kazanacaklarına dair söz verdiler, sırf ‘bak bu koşullara rağmen kazanmışlar’ desinler diye. Sevgilileriyle ilk beni tanıştırdılar ne kadar kıskandığımı bile bile... Bilmiyorum farkında mıydılar, Karadenizli ablaları için ‘özgürlük’ demekti bu sözleri, paylaşımları. Çünkü bu kadar zor ve direnç gerektiren hayatlar içinde küçük de olsa özgürlük alanları açmıştık kendimize.”

Tüyler ürpertici benzerlikler 


Şimdi de gelin Pınar Selek’in savunmasında anlattığı haliyle travesti ve sokak çocuklarıyla kurduğu bağa bakalım: “Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, ‘alacağımı aldım’ deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi. Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekânda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi…”
Benzerlik nasıl tüyler ürpertici değil mi? Devletin sevgiden korkması ne kadar hazin, değil mi? Uluslararası Memorial Topluluğu adına ödülü alan topluluğun İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov’un konuşması da SSCB’den Rusya’ya yakın tarihin insan hakları seceresini gözler önüne sererken, Türkiye’yle benzerlikleri açısından tüyler ürperticiydi. Çeçenistan’daki savaşı ifşa eden Anna Politkovskaya, askeri suç mağdurları ve dışlanmışları savunan avukat ve gazeteci Stanislav Markelov ile Çeçenistan’da yaşananları dünyaya duyuran aktivist Natalya Estemirova’nın öldürüldüğünü anımsatan Cherkasov, “Biz kendi tarihimizi ve çağdaş yaşamımızı herkesin pek hoşuna gitmeyecek bir açıdan –kaba ve kitlesel insan hakları ihlallerinin tarihi olarak ve Direnişin tarihi olarak görüyoruz. Bizler tarihi ve çağımızı farklı insanların kaderi üzerinden görüyoruz. Bu trajediyi bir istatistiğe dönüştürmeme bakımından önemlidir. Biz anlıyoruz ki trajik geçmişin yadsınması her zaman şu andaki şiddeti ve gelecek suçları planlamayı haklı çıkarmak için kullanılmaktadır” dedi.
Bombaların patladığı, canların yandığı bugünlere bir gecenin konuşmalarından baktım. Hakikatin gücü gecenin karanlığını yardı şimşek gibi. O şimşekten hiç korkmadım.

Thursday, September 27, 2012

Evlilik ve bekarlık üstüne düşünceler | Francis Bacon

Kadın kocasının gençlikte sevgilisi, orta yaşlılıkta yoldaşı, yaşlılıkta da bakıcısı…

Karısıyla çocukları olan bir kimse bunları alınyazısının eline tutuk vermiş sayılır, girişeceği hayırlı hayırsız her büyük işte karısıyla çocukları bir engeldir. En büyük işlerin, topluma en değerli hizmetlerin, hem sevgilerini hem de varlıklarını kamu yararına adayan evlenmemiş ya da çocuksuz kimselerce başarılmış olduğu, iyi bilinen bir gerçektir. Oysa, çocukları olan kimselerin, en değerli varlıklarını bırakacakları geleceği en çok düşünmeleri gerekir gibi gelir bize. Ama bekâr olmakla birlikte gelecekle ilgili kaygıları kendilerinden öteye geçmeyen insanlar da vardır.
Birtakımları da karılarıyla çocuklarını bir yük olarak görürler. Daha başkaları, birtakım budala pinti zenginler, daha da zengin görünmek için, çocuklarının olmayışıyla böbürlenirler; belki de bir yerde birinin “falanca çok zengin adam,” dediğini, bir başkasının da sanki çocuğu olmak zenginliğe gölge düşüren bir şeymiş gibi, “evet ama başında bir sürü çocuk var,” diyerek karşı çıktığını işitmiştir.
Evlenmemenin en yaygın nedeni, özellikle bencil, garip huylu kişilerde, özgür kalma isteğidir, çünkü böyleleri hiçbir sınırlamaya gelemezler, nerdeyse uçkurlarıyla paça bağlarını bile kendilerine vurulmuş birer zincir gibi görürler. Evlenmemiş adamlar arasından arkadaşların en iyisi, efendilerin en iyisi, uşakların en iyisi çıkar, ama en iyi uyruklar çıkmaz, çünkü böyleleri kolayca kaçıverirler, kaçakların hemen hemen hepsi bu türdendir.
Evlenmemek din adamlarına uygun düşer, çünkü hayırseverlik önce bir havuzu doldurmak zorunda kalırsa, çevresindeki toprakları kolay kolay sulayamaz. Yargıçlarla devlet görevlilerinin evlenip evlenmemesi önemli değildir, gerçekte bunlar kolay etki altında kalan rüşvete yatkın kişilerse, uşaklarının bu konuda bir karıdan beş kat daha çok kötülüğü dokunabilir. Askerlere gelince, komutanların askerleri yüreklendirmek için yaptıkları konuşmalarda onlara çoğunlukla karılarıyla çocuklarından söz ettiklerini görmüşümdür. Bence Türkler arasında evliliğin hor görülmesi, onların sert askerlerini daha da bayağılaştırır.
Karısıyla çocukları olan kimse bir bakıma insanlık okulundan geçer; evlenmemiş kimseler, olanakları kolay tükenmediği için daha yardımsever davranmaları gerekirken, tam tersine daha acımasız daha katı yürekli olurlar (zorba engizisyoncuları andıracak ölçüde), çünkü acıma duyguları öyle kolay kolay depreşmez. Ağırbaşlı yaradılışta kimseler, alışkanlık gereğince, güvenilir, çoğunlukla da iyi birer koca olurlar, tıpkı Odysseus için dendiği gibi: “Vetulam suam praetulit immortalitati.”1 Erdemli kadınlar, erdemlerinden kendilerine bir pay çıkarmak istercesine çoğunlukla gururlu, çalımlı olurlar.
Kadında erdem ile yumuşak başlılığın en önemli koşulu, kocasının akıllı bir adam olduğuna inanmasıdır; kocasını kıskanç bulan kadın hiçbir zaman bu inançta değildir. Kadın kocasının gençlikte sevgilisi, orta yaşlılıkta yoldaşı, yaşlılıkta da bakıcısı olduğundan, erkek ne zamap olsa evlenmek için bir gerekçe bulabilir, ama erkek ne zaman evlenmelidir sorusunu, “genç adam için erken sayılır daha yaşlı adam için de artık geçtir,” diye yanıtlayan kişi2 bilgeler arasında anılır. Kötü kocalara iyi kadınların düştüğü sık sık görülen bir durumdur. Kadın açısından bu, kocanın arada bir tutabilecek iyiliğini daha değerli kılmak için söylenegelen bir şeydir belki; belki de kadınların gösterdikleri sabırdan dolayı kendilerine bir övünç payı çıkarmalarındandır; ama bu kötü kocaları kendi gönülleriyle, dostlarının öğütlerine kulak asmadan seçmişlerse, yaptıkları bu çılgınlığı ele güne belli etmemek içindir sabırları.
Notlar
1 “Yaşlı karısını ölümsüzlükten yeğ tuttu.” Plutarkhos, Moralia. Güzel büyücü Kalypso, gönlünü kaptırdığı Odysseus’a, yanında kalırsa kendisine ölümsüzlük, sonsuz gençlik armağan edeceğini söylemiş, onu kandırmak için diller dökmüş, ama Odysseus Ithaka’ya dönmek uğruna bütün bu armağanları tepmişti.
2 Eski Yunan’ın yedi bilgesinden biri diye anılan Thales’i (İ.Ö. 640-545) demek istiyor Bacon. Annesinin kendisini zorla evlendirmek isteklerine Thales’in, bir süre “çok erken”, sonra da “çok geç” diye karşı koyduğu söylenir.

Monday, September 17, 2012

TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum





Fikret Başkaya

fikret_baskaya_kTürkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “ özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek, devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri,  kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba, hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’  devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür.


Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının bir önemi yoktur. Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir, birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç ödemeye zorlanır. Fakat “büyüme-yayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması, imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma, kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit, varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem, tarz, vb. ithal etme yoluna gitti.  Bu “ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin üstündeki yamaydı... Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin, kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek, Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.

Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini ‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size: “artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık, yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu, sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre...  Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar. Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını anlamak, sözünü ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum, dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir. İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular da mâlûm olduğuna göre...
Hırsızın kabahati...

Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor. İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar,  “konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “ Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince, “biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını verince, ben de  “kırgın olmakta haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık ve  haysiyet mücadelesine girişseler, TC yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı. Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...

Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu? Kaldı ki, hiç bir gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu “yenilik”  “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor. Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç verici manzaraya bir bakın. Toplum  ne hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın, “hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz? Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi... Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...

Sunday, September 16, 2012

Hrant Dink ödülü İsmail Beşikçi'ye verildi





page hrant-dink-odulu-ismail-besikci39ye
Hrant Dink Vakfı, her yıl Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül tarihinde verilen Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü bu yıl sosyolog-yazar İsmail Beşikçi'ye ve Rusya'dan Uluslararası “Memorial” Topluluğu'na verildi.
4. Uluslararası Hrant Dink Ödül töreni Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleşti.
Majak Toşikyan tarafından Hrant Dink için bestelenen oratoryonun ilk defa seyirciyle buluştuğu geceye orkestraya Surp Lusavoriç Korosu, Kevork Tavityan, Aylin Ateş ve Petro eşlik etti. Sunuculuğunu Mert Fırat’ın üstlendiği ödül töreninin jürisi ise Ahmet Altan, Tim Garton Ash, Emma Bonino, Lydia Cacho, Rakel Dink, Costa Gavras, Nilüfer Göle, Alexander Iskendaryan ve Etyen Mahçupyan tarafından oluşmuştu.
Hrant Dink Vakfı tarafından yapılan açıklama;
hrant-dink-vakfi-logo
Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün dördüncüsü, 15 Eylül Cumartesi akşamı, İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen törenle verildi. Ödülü Türkiye’den İsmail Beşikçi, Rusya’dan Uluslararası “Memorial” Topluluğu adına Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov aldı.
Gecenin açılışını Zuhal Olcay yaptı. Mert Fırat’ın sunuculuğunu yaptığı törende, açılış konuşmasını, ödül komitesi adına, komite başkanı Ali Bayramoğlu yaptı. 58. doğum gününde, Hrant Dink’in adının ve ödüllerinin, bir kez daha, ayrımcılık ve şiddetten arınmış, özgür, adil ve temiz bir dünya için çalışan, risk alan, ezber bozan kişilerle buluştuğunu dile getiren Bayramoğlu, ödülün kurumsallaşması konusunda özel olarak çalışıldığına ve ödül sahiplerinin açık adaylık süreci ve uluslararası jürinin 2 turlu oylaması sonucunda belirlendiğine dikkat çekti.
Açılış konuşmalarının ardından, Majak Toşikyan (Cenk Taşkan) tarafından Hrant Dink için bestelenen, sözleri Bercuhi Berberyan’a ait 1 saatlik oratoryodan 4 bölüm ilk defa seyirciyle buluştu. Koro ve orkestra şefliğini Hagop Mamigonyan’ın üstlendiği oratoryoyu Lusavoriç Korosu, Kevork Tavityan, Aylin Ateş ve Petro seslendirdi.
Ödüllere geçilmeden önce “Işıklar” adı altında, dünyanın dört bir yanında ve Türkiye’de, attıkları önemli adımlarla geleceğe dair umudu çoğaltan kişi ve kurumların selamlandığı bir video gösterildi. “Işıklar” arasında Batı Şeria’daki “Bil'in” adlı Filistin köyünün direnişi, Romanların hakları için çalışan Macaristan’daki Romedia Vakfı, İngiltere’de ırkçılıkla mücadele eden NEFRET DEĞİL ÜMİT inisiyatifi, Ermenistan’daki LGBTT haklarını savunan “Pink Armenia”, şiddet mağduru çocuklarla çalışan Bosna Hersek'ten Masa Mirkovic, insan hakları ticaretiyle mücadele eden Mumbai’den Triveni Acharya, göçmen çocukların topluma entegrasyonu için çalışan Lübnanlı Amerikalı Mark Kabban, sağlık projeleri geliştiren Amerika’dan Dr. Benjamin LaBrot ve Uganda’dan James Kityo ile, Türkiye’den Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi, Bianet’in “Bu benim kararım” kampanyası, LGBTT Aileleri İstanbul Grubu, Yalnız Değilsin Van Kampanyası ve Türkiye’deki “Dışarıda Deli Dalgalar” inisiyatifi anıldı.
Gecenin sonunda, ödül sahipleri, Ümit Kıvanç’ın hazırladığı filmler eşliğinde açıklandı. Türkiye’den 2012 Uluslararası Hrant Dink Ödülü sahibi İsmail Beşikçi’ye ödülünü, jüri üyeleri Rakel Dink ve Etyen Mahçupyan verdi. Beşikçi, Kürt sorununun toplumsal ve siyasi çözümü için kafa yorduğu, yaşamının uzunca bir bölümünü tehdit altında geçirmesine rağmen, sözünü sakınmadığı, toplumun sorunlarıyla yüzleşmesi için araştırmalar yaptığı, mücadele ettiği ve toplumu dönüştürdüğü için ödüle değer görüldü. Beşikçi, Yakındoğu üzerine yaptığı konuşmasında, Yakındoğu’daki halkların yaşadıkları sorunların “devlet yöneticilerinin “özür”leriyle halledilecek sorunlar olmadığını” belirtti ve sorunun çözümüne yönelik “Yakındoğu’daki bütünselliği kavrayan tarihsel ve toplumsal araştırmalar önemli olmalıdır. Tarihsel ve toplumsal bilinç ancak böyle gelişir. Bu bilinç geliştikçe hem halklar, uluslar, hem de halk veya ulus içindeki farklı kesimler birbirlerini daha iyi anlamaya, birbirlerine bilinçli bir şekilde zarar vermemeye çalışırlar.” dedi.
2012 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nun diğer kazananı “Memorial” Topluluğu adına ise ödülü Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov aldı. “Memorial” topluluğu kurulduğu 1990’lardan beri tarihle yüzleşme konusunda çalışıyor. Özellikle Stalin dönemi uygulamalarıyla ilgili sistematik arşivleme çalışmaları, tarihteki insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak konusundaki katkılarından dolayı ödüle değer görüldü. Memorial, toplumun sadece geçmişteki değil hâlâ devam eden insan hakları ihlalleriyle de yüzleşmesini sağlıyor. Silahlı çatışma noktalarındaki ihlallere dikkat çekiyor, kamuoyunu bilgilendiriyorlar. Göçmen ve mülteci hakları için çalışıyor, göçmen bürolarının devletin değil mültecilerin haklarını savunur hale gelmesi için mücadele ediyorlar. "Tarihimiz, devletin tarihi değil insanların tarihidir ve genellikle insan haklarının ihlali tarihidir. Bu yüzden, tarih üzerine çalıştığımız zaman insan haklarını öğreniyoruz. Böylece, günümüzde daha az insan hakları ihlali olacaktır..." diyorlar. Topluluk, idealleri uğrunda mücadele edenlere cesaret veriyor ve insan haklarını savunurken risk alıyor. Tarihe olan bakış açılarıyla herkese ilham veriyor.
Ödülün bu yılki jürisinde Ahmet Altan, Tim Garton Ash, Emma Bonino, Lydia Cacho, Rakel Dink, Costa Gavras, Nilüfer Göle, Alexander Iskandaryan ve Etyen Mahçupyan bulunuyor.
Önceki yıllarda Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü kazananlar, Alper Görmüş, Amira Hass, Türkiye Vicdani Ret Hareketi, Baltasar Garzón, Ahmet Altan ve Lydia Cacho.
Ödül töreni, www.hrantdink.org ve www.hrantdinkodulu.org adreslerinden naklen yayınlandı. Geceye dair tüm detaylar, törenle eş zamanlı olarak vakfın ve ödülün Facebook ve Twitter hesaplarında 3 dilde (Türkçe, İngilizce ve Ermenice) yer aldı.

Röportaj ve iletişim için:

Çiğdem Mater cigdemmater@gmail.com 0532 291 1211
Hrant Dink Vakfı Tel: + 90 212 240 33 61 – 62
Halaskargazi Cad. Sebat Apt. No 74/1 Faks: + 90 212 240 33 94
Osmanbey – Şişli e-mail: s.tekir@hrantdink.org" rel="nofollow" target="_blank"> odul@hrantdink.org
34371 İstanbul www.hrantdinkodulu.org
besiki-hrant-dink-odulu
Beşikçi'ye ödülünü Rakel Dink takdim etti. (Gelawej)

Friday, September 14, 2012

Sineklerin Tanrısı’nın Alegori Sanatı

Beelzebub (şeytanların başı)… Eski Filistin’de tapılan bir tanrıdır, İbranice ‘Ba-al-z-bub’ yani ‘Sineklerin Tanrısı’ manasındadır. Zamanla Hristiyan kaynaklarda “şeytan” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
‘Sineklerin Tanrısı’ kitabının öyküsü ıssız adaya düşen çocukların kurduğu medeni (!) dünyaları. Aslına bakarsanız kitabın adı ile öykünün uyumsuz görünen bu birleşimi daha bir çekici hale getiriyor bu kitabı. İşte kitaptaki alegoriler kitabın adı ile birlikte başlıyor hemen. Ballantyne’in Mercan Adası’nın modern bir uyarlamasını okuduğunu sanan okuyucu sayfalarda ilerledikçe giderek daha çok güçlenen şeytanın bu ıssız adada nasıl hüküm sürdüğünü görerek sayfaların arasında adeta kayboluyor.
Yazar William Golding’ in İkinci Dünya Savaşı deneyiminin etkisi daha en başta hissediliyor. Öykü savaştan kaçırılan çocukların uçaklarına yapılan bir saldırı sonucu ıssız bir mercan adasına düşmeleriyle başlar. Ardından Ralph ve Domuzcuk (ki gerçek adını bilmiyoruz) tanışırlar. Ardından şeytanminaresini üfleyerek diğer çocukları da alana -daha sonradan toplantı alanı olacak olan- çağırırlar. İlk toplantıda ancak şeytanminaresini elinde tutanın konuşacağı kararı alınır. Bu alegorik olarak ‘demokrasinin, düşünce özgürlüğünün’ ilk işaretidir. İlk bakışta görülen belli bir kültür birikimine sahip insanlar değerlerini ,başıboş kalsalar, dahi korumakta olduklarıdır. İlk insanların topluluk halinde yaşamaya ilk başladıklarında demokrasinin mi yoksa gücün mü etkili olduğu her zaman tartışılmıştır. Toplum Sözleşmelerinin bir yansıması Golding’in kaleminde ortaya çıkmış denilebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bu çocuklar belirli bir kültür sahibi olarak bu adaya çıkmış çevrelerinden demokrasi kültürünü az çok özümsemiş insanlardır. İlk insanların ise demokrasiyi deneyimleme şansı hiç olmamıştır. Bu noktadan hareketle toplum sözleşmesi oluşturabilecek altyapıya sahip olamayacakları oldukça açıktır.
Sonra Jack sahneye çıkar. Kilise koro öğrencilerinin başkanı sıfatına sahiptir. Düzeni, kuralları seven, baskıcı bir kişiliği vardır. Toplantıda çocuklar bir önder seçmeye karar verirler. Jack kendisinin önder olması gerektiğini söyler. Ancak oylama sonucu çocuklar, büyülü şeytanminaresini bu şekilde üfleyebildiği için Ralph’ın doğuştan lider olduğuna inanarak , Ralph’ı oybirliği ile önder seçerler. Elbette bu Ralph ve Jack arasında içten içe bir yarış da başlatır.
Ralph ve Jack. Her ikisinin de lider ruha sahip olmasının yanında birbirinden ayrılan yönleri de vardır elbette. Jack faşist bir liderin özelliklerini taşır. Ralph ise demokrat bir liderin. Öykü ilerledikçe Jack in bu kişiliği daha da ön plana çıkar. Jack ava çıkmak istemektedir. Ancak canlı bir hayvanı öldürmek hiç de göründüğü kadar kolay değildir. O halde yüzünü boyamaya karar verir; çünkü bunu yaptığında gerçek kimliğinden sıyrılmakta özgürleşmektedir ve bu sayede öldürmek çok daha kolay bir hal almaktadır. Ava çıkan Jack’in başına buyruk hareketleri sonucu , dağdaki kurtulma umutları ateş sönmüş ve bu arada kıyıdan geçen gemi onları görememiştir. Bu durum Ralph ve Jack’in arasının açılmaya başladığı ilk olay olur. Av merakı gittikçe artan Jack ve korodaki çocuklar artık bu avdan cinsel bir haz da almaya başlarlar. Bu, av sahnelerinin birinde dişi domuz üzerinde örneklenmiştir. -Ancak bu cinselliğin bir başka yansıması öykü içerisinde geçmez. Bu anlamda dikkati çeken bir nokta da hiç kız çocuğun adaya gelmemiş olmasıdır. Golding’in bunu özellikle tasarladığını düşünüyorum. Çünkü kız çocukları olsaydı öykünün konusu cinsel ya da duygusal hislere de kayacak ve belki de esas konu olan toplum sosyolojisi önemsizleşecekti. Bu hislerden hiç bahsedilmemiş olduğu varsayımında ise öykü gerçekçilikten uzaklaştırmış olurdu.- Her avlanmayla birlikte daha da güçlenen Jack kendisini yenilmez görmeye başlar.
Adada canavar söylentisi ortaya çıktığında gerekirse onu öldüreceklerini söyler. Canavar söylentisi; Jack’in avcı olması dolayısıyla çocuklar için daha koruyucu gözükmesine yol açar. Faşizmin güçlü bir düşman yaratma ve ona karşı toplumu koruma bahanesiyle, tamamen kontrol altına alma stratejisinin tam bir örneğidir bu durum. Sonunda gerçekten tüm çocukları kendi hakimiyetine alan Jack son olarak da Domuzcuk ve Ralph’ın peşine düşer. Ralph’ı ele geçermek için tüm adayı yakmayı göze alacak kadar da gözü dönmüştür. Diktatörlüğün muhalif seslere sabredememesi burada vücut bulur. Fakat Jack’in farkedemediği olay Ralph’i yakmak isterken yaktığı ateşin aslında tüm adayı yani kendisini de yakacağı gerçeğidir. Buradaki alegori gerçekten çok hoş bir şekilde yerleştirilmiştir. Dikta rejimlerinin muhaliflerden öldürerek kurtulma istekleri aslında hem bugün hem de gelecekte hukukun ve tarihin nezdinde yargılanmaları, kendilerini yakmaları anlamına gelmektedir.
Domuzcuk aydınların simgesi olarak karşımıza çıkar. Parlak ve akılcı fikirler ileri sürer.En başta çocukların sayılması gerektiğini, dağın tepesinde geçen gemilere işaret amacıyla ateş yakmayı, barınak yapılması gerektiğini söyler. Ancak yine oldukça gerçekçi bir gönderme taşıyan biçimde dedikleri ilk başta dikkate alınmaz. Zamanla Ralph tarafından fark edilene kadar sadece dalga geçilen bir figür olarak kalır. Ancak Domuzcuk bir çok fikir ortaya atmasına rağmen hiçbir işe katılmayarak tam bir aydın gibi davranır. Domuzcuk ,Jack in adada en sevmediği karakterdir. Bu durum aydınlık ve şovenist görüşlerin tartışmasının simgesi olarak ustaca yazar tarafından yerleştirilmiş bir unsurdur. Zaten bir süre sonra Jack, Domuzcuk’un gözlüğünü kırarak aydınlığın görmesini engeller. Dünyayı bir nevi karanlıklara iter. Domuzcuk’un ölümü de yine Jack’in yandaşlarından Roger’ın atacağı bir kaya sonucu olur.
Simon, Golding’ in söylediği gibi Hz. İsa’yı andıran bir kişiliğe sahiptir. Herkese yardım eder, çocuklara meyve getirir, Domuzcuk’a kendi etinden pay verir vs. Ayrıca ilahi bir tarzla geleceğe yönelik yorumlar yapar: Ralph’a onun bu adadan kurtulacağını söyler. Yine ‘Bizden başka canavar yok’ diyerek aslında canavarın kendi içlerinde yaşadığını ortaya koyar. Golding’in yorumundan sonra Simon bir nevi Din sembolünün yansıması olarak da görülebilir. Simon, Jack in canavara hediye olarak bıraktığı mızrağın ucuna geçirilmiş, etrafını sinekler saran domuz başını görür. İşte ‘Sineklerin Tanrısı’ oradadır. Ardından canavarı görmeye giden Simon, canavarın gerçek olmadığını, canavar sanılan şeyin aslında ölü bir paraşütçü olduğunu görür. Çocukların yanına inen Simon, o sırada halka yapmış canavarı nasıl öldürecekleri gösteren Jack le birlikte ibadet edercesine dans eden çocukların arasına girer. Ne yazık ki bu büyülü anda çocuklar Simon’ı öldürür. Din artık ölmüştür. Bu ölüm artık her şeyin kuralsız oluşunu,ölümlerin birbirini izlemesini, çocukların öldürmeye alışmasını simgeler. Belki de bu simgeleme Golding’teki dindar bir tutum olarak nitelendirilebilir.
Ralph, öne çıkan bir karakter olmasına rağmen, başlı başına bir olguyu simgelemez. Daha çok demokrasiyle meşruiyet kazanmış bir lider tipidir. Domuzcuk’la iyi geçinir, onun sözlerine önem verir yani aydınlık düşünceye sahiptir. Ralph üzerinden verilmeye çalışılan aslında ideal yönetici tiplemesinin nasıl olması gerektiği olmalı kanımca.
Birkaç sonsöz söylemek gerekirse, Sineklerin Tanrısı yani şeytan, aslında insanın içindedir. ‘Canavar içimizdedir’. Küçük çocuklar dahi medeni dünyanın sınırlarından kurtulduklarında çıkarlarının peşine düşmekte, güce sığınmakta ve daha da kötüsü bir başka insanı öldürebilmektedir. Elbette Domuzcuk ve Ralph gibi son ana kadar doğruları savunan kişiler çıkmaktadır. Ancak insanların çoğu kaçınılmaz biçimde gücün yörüngesindedir. Demokrat liderliğe ve aklın sağduyusuna sahip kişilerin bir toplumdaki oranı tahmin edilemeyecek kadar azdır. Günümüze çok yakın bir zamanda deneyimlenen Hitler Almanyası örneğinden sonra dahi hala toplumlarda bu faşist eğilimler mevcuttur. İnsanın doğuştan kötü taraflarının olduğu kabul edilmelidir. Modern eğitim, bu kötülükleri baskılamalı ve insanın iyi yönlerini ön plana çıkarmalıdır, Aynı zamanda toplumsal refleksin öneminin her bireyce anlaşılması gerekmektedir. Aksi halde Jack ve benzerlerini toplumda kendi ellerimizle yetiştirmiş ve yine kendi ellerimizle onların kölesi olmaya çalışan insanlara dönüşmüş olacağız. ALINTI

Monday, September 10, 2012

Baba zil çalıyor derse girsene..

En uzun tutuklululardan Mustafa Balbay’ın eşi Gülşah ve çocukları Yağmur ile Deniz de nasiplerini fazlasıyla alanlardan bu tutukluluk günleri zulmünden... Yağmur sekiz yaşındayken, Deniz de ilk 29 günlükken tanıştı yıllarca devam edecek bu sürecin başlangıcıyla...


Cumhuriyet - Baba zil çalıyor derse girsene..
En uzun tutuklululardan Mustafa Balbay’ın eşi Gülşah ve çocukları Yağmur ile Deniz de nasiplerini fazlasıyla alanlardan bu tutukluluk günleri zulmünden... Yağmur sekiz yaşındayken, Deniz de ilk 29 günlükken tanıştı yıllarca devam edecek bu sürecin başlangıcıyla...
Bir gece ansızın geliyor 10-15 polis birden... Kapının çalışını, polislerin hızla eve girmelerini, Mustafa Balbay’ı kollarından tutarak oda oda dolaştırıp arama yapmalarını, arama yaparken pek çok şeyin özellikle de çok sevdikleri Atatürk resminin çerçevesiyle kırılmasını derin bir kederle hatırlıyor Gülşah Balbay...
Yağmur o zaman daha sekiz yaşında ve uyuyor... Uyandığında kavramakta zorluk çekiyor pek çok şeyi; bilgisayarını alıyorlar, içinde raporlar aramak için, “Virus varmış, temizleyecekmiş amcalar” diye açıklanmaya çalışılıyor durum, babasına çok düşkün Yağmur’a.
Deniz daha o zaman 29 günlük, pek bir şey fark etmiyor. Zaten beş gün sonra da geliyor Balbay... Ama sekiz ay sonra yeniden aynı sahneler yaşandığında ve gelmesi gecikince hayat zorlaşmaya başlıyor, hem çoçuklar hem Gülşah hem de anne-babası için...
İlk gözaltına alındığında Balbay, kucağında bir bebek, yanında bir çocuk, çekmecelerin hepsi karıştırılmış, ev darmadağınık; çok sevdikleri resmin niye kırıldığı sorulduğunda, “Belki rapor sakladınız” yanıtı bir tiksinti uyandırıyor. Gülşah Balbay da uzun süre evde hiçbir şeye dokunmak istemiyor, ciddi bir travma, bir şok yaşıyor... Günlerce yataktan çıkamıyor, “Bırakın çocukları kendime bir hayrım dokunacak durumda değildim’ diyen Gülşah’ın imdadına annesi yetişiyor. Anne ve babası yanlarına taşınıyor, sıkıntıyı hep beraber daha rahat atlatmak için...
“Destek olan çoktu... Gerek okul yönetimi, gerek gazete büyükleri gerek komşular hep yanımızda oldular. Önceleri gerçekten böyle bir örgütün var olduğunu sananlar, çocuklarını çocuklarımızla oynatmak istemeyenler, bizi dışlayan komşularımız bile sonra yanımızda olmaya başladılar” diyen Gülşah Balbay’a göre pek çok şey geride kaldı, ama hâlâ zorluk yaşadıkları sorunlar da yok değil...
Çok arama yapıldığı için...
Yağmur önceleri çok olumsuz etkilense de durumu kavradıktan sonra hem anneye hem babaya destek olmaya çalışıyor, ama Deniz, durumu bir türlü bildiği bir biçime oturtamıyor. Çok arama yapıldığı için cezaevini havaalanı zannediyor. Görüşlerin sonunda zil çaldığında bazen “Baba zil çalıyor okula gitsene” diyor, bazen de tutup elinden “Haydi hep beraber gidelim” diye kapıyı gösteriyor...
Eskiden görüşler çok kötüydü diye anlatıyor Gülşah: Yağmur’un saçından tokaları çekerek çıkarıyorlardı. Üç kez arama yapılıyor, hırpalanıyorduk. Öyle bir hale geliyorduk ki moral verecek halimiz kalmıyordu ama bunları çok sonra gazetelerde çıkınca öğrendi Mustafa, biz hiç anlatmadık.
Milletvekili olduktan sonra aramalar filan daha rahat oldu, şimdi çok daha iyi davranıyorlar, ama biz tüm yurtseverlerin serbest bırakılmasını istiyoruz. Artık adalet diye bir şeyin olmadığını çok rahat söyleyebiliyorum. Bu o kadar aşikâr ki...
FAHRETTİN KESKİN
DHKP-C davasından ağırlaştırılmış müebbet alan Ufuk Keskin’in babası
Devlete de adalete de güvenim yok
Her anne baba gibi güzel hayaller kuramıyor çocukları için... Evlenecekler, yeni bir hayat kuracaklar... Bunları aklından bile geçiremiyor. 15 yıldır başını her yastığa koyduğunda acaba çocuklarım bugün de hayatta kalabilecekler mi diye endişe ediyor... Çünkü ne devlete ne de adalete güveni kalmış Fahrettin Keskinin... O bir baba, hem de 15 yıldır iki çocuğunun yolunu gözlüyor... Dışarıda 15 yıldır sarılamadığı iki evlat... Ağır müebbet almış iki gencecik yürek... Ufuk Keskin Mayıs 1998den beri cezaevinde bulunuyor. DHKP-C davasından ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Kız kardeşi Yıldız Keskin ise Hayata Dönüş operasyonlarına sayılı günler kala Aralık 2000de gözaltına alındı ve yine ona da ağırlaştırılmış müebbet hapis verildi.
Çocuklarım içeriye alındığından bu yana hayatım, yolum, düşüncem, her şeyim büsbütün değişti diye başlıyor söze Fahrettin Keskin. Oğlum şu anda 36 yaşında. Dışarıdayken, tekvando, karate hocalığı yapıyordu. Bir sabah evimizi bastılar... Kapıyı açtığımda yüzüme dipçikle mi vurdular ne yaptılar bilmiyorum, tüm ön dişlerimi kırmışlar... Çok sonra eşimin uyarmasıyla fark ettim dişlerimin kırıldığını... Ufukun kafasına poşet geçirdiler. Evde resmen karakol kurdular. Evi arayan polislerden biri izin istedi namaz kılabilir miyim diye... Hanım yan odayı gösterdi... Sonra bize dönüp Sizi rahatsız etmeyeyimdedi... Bu nasıl bir vicdansızlıktır...
lum şeker hastası. 15 yıldır aralarında Ümraniye, Bayrampaşa, Edirne, Kırıkkale, Kandıra, Bolunun da olduğu birçok cezaevini dolaştırdılar. Şu anda Bolu F Tipi Cezaevinde kalıyor.
19 Aralık Hayata Dönüşoperasyonlarında iki çocuğum da Ümraniye Cezaevindeydi. Beş gün cezaevinin kapısında sabahladım. Çocuklarımızı öldürecekler diye çok endişelendik. Ufuk bir Edirnede bir de Kandırada kendini ateşe verdi. Kandırada kendini yaktığı zaman hücresine yani devlet malına zarardan 2 yıl görüş cezası aldı. Şimdi bunun cezasını çekiyor. Cezaevine görüşe gitmeden mutlaka arıyorum cezası var mı diye... Ufuk cezaevine girdikten sonra kızım Yıldız ile sürekli görüşüne gidiyorduk. Bu görüşler sırasında kızım defalarca gözaltına alındı. 19 Aralık Hayata Dönüş operasyonuna sayılı günler kala onu da tutukladılar. Kızım şu anda Gebze Kadın Cezaevinde kalıyor.
Bir kızıma, bir oğluma gidiyorum
Elimden geldiği kadar bir oğlumun, bir kızımın görüşüne gidiyorum. Zaman zaman aynı güne denk geliyor. Öyle olunca birine annesi, birine ben gidiyorum. Ben çocuklarım için her zaman korkuyla yaşıyorum. AKP iktidara geldiğinden bu yana 1000in üzerinde kişi hapishanelerde hayatını kaybetti. Benim tek korkum, 2 tane çocuğum cezaevinde. Elim yüreğimde, acaba benim çocuklarım da böyle olaylarla karşılaşacaklar mı diye düşünüyorum. Hep o korkuyu yaşıyorum. Almışlar 2 çocuğumu, canımdan mı korkacağım artık... Hiç şüphe yok, devletin bu davranışıyla hiç şüphe yok. Devlete güvenim yok...
Otogarda sabahlıyorum
Bir benim emekli maaşım var. Başka da bir gelirimiz yok. Ama bizden çok daha kötü durumda olan insanlar var. Her hafta gidecek para bulamıyoruz. Bulamadığınız zaman gitmiyoruz. 3 hafta gidemediğim zaman yol parasını oğluma, kızıma harçlık olarak gönderiyorum. Gidemediğim zaman hayatlarından endişe ediyorum. Öldüler mi sağlar mı?.. Boluya en geç saatteki otobüse biniyorum, gidip otogarda sabahlayıp öyle cezaevine gidiyorum. Önce görüşme öğleden sonraydı. Şimdi sabah 10.45e aldılar. Mecburen gidip orada sabahlıyorum... Biz Karadenizliyiz ve biraz milliyetçi bir aileden geliyoruz. Çocuklarım içeri alındıktan sonra yakın akrabalarım dahil komşularımızdan hiç kimseden destek görmedik. TAYADdan gelip soran olmazsa, içeride ölsek kimsenin haberi olmayacak.
SIRMA EVCAN
Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın ablası
Küçüğümü koruyamadım
Biz yazı dizisini hazırlarken Prof. Dr. Büşra Ersanlı hâlâ cezaevindeydi. Ablası Sırma Evcan, kardeşini koruyamadığı için biraz da burukluk ve suçluluk yaşıyordu. Onların özlemi sona erdi ama Sırma Hanımın yaşadıklarını, gözaltı sürecini ve tutukluluk günlerini kendisinden dinleyelim:
Büşra bir sabah telefonla arıyor; polislerin geldiğini, ifade almak için Muğla Emniyetine götüreceklerini söyledi. Büşra, BDP Parti Meclisi üyesi, partinin Anayasa Komisyonunda... Uzun bir süredir partilerinden tutuklamalar oluyor, ama pek de ihtimal vermiyorum Büşranın tutuklanacağına. Bunları düşünürken, Büşranın İstanbuldaki evinde kalan yeğenim Yıldızdan bir telefon geliyor, polislerin evi aramaya geldiklerini söylüyorlar. O zaman bir korku duydum.
14 ve 12 yaşlarındaki torunlarımla oturuyorum; normal davranmaya çalışıyorum, ama gidişatın iyi olmadığını anlıyorum artık.
Bir süre devam eden şaşkınlık ve anlayamama halinin ardından İstanbula getiriliş ve nihayet Bakırköy Kadın Cezaevine gidiş gelişler başlıyor.
Büşranın çocuğu yok, anne-baba da yok... Görüşçüler arasında küçük dostluklar, dayanışmalar başlıyor. Yeğen Yıldız, Büşranın meslektaşı Dr. Nesrin Uçarlar ve sinemacı ve yazar Melek Taylan’la (Ulagay) bu gerçekten çok üzücü süreci -cezaevine gidiş gelişleri- birlikte geçirdik. En gergin süreci Silivriye götürülme süreci oldu.
Çocukların doğum gününü unuttum
Bu süreçte başka hiçbir şey yapamadım. O bana git tatil yap, çocuklarının yanına git biraz filan diyordu, ama ben çocuklarımın doğum gününü bile unuttum. Galiba Büşranın benim küçük kardeşim olmasının da etkisi oldu. Yani onu koruyamadımgibi bir sorumluluk mudur artık bilemiyorum.

KAPININ  KIRILMASI  KORKUTTU
Büşra’nın üniversitedeki odasının basılması, kapsının kırılması beni çok korkuttu. Hâlâ da anlayabilmiş değiliz kimler, neden yaptı öyle bir şeyi.
Bu süreçte kedileri Mestan ve Fistan da tanınmış kediler oldular. Çok sevgili Aslı Aydıntaşbaş sayesinde. Onlar 16 yaşlarında iki kedi ve Büşra cezaevindeyken ölseler çok kötü olurdu. O nedenle birkaç ay yeğenimiz ve daha sonra da Büşra’nın yardımcısı onlara çok iyi baktı. Cuma görüşlerinden sonra da ben Büşra’nın evine gelip onlarla bir, bazen iki gün kalıyordum hafta sonları. Çok özen gösterdik onlara, onlar da Büşra’yı beklemeye karar verdiler.ALINTI

Saturday, September 8, 2012

"Yılmaz Güney Doğu'ya"

Anlatılması ve dinlenmesi zor bir öykü Yılmaz Güney'inki. Yoksulluk, hapis, sürgün, mücadele ve sinemayla dolu bir öykü. Sinema 28 yıl önce yitirdiğimiz Yılmaz Güney'i anıyor ve arıyor bugünlerde.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
08 Eylül 2012, Cumartesi
O da herkes gibi geldi dünyaya
Kapkara bir üçgenden kapkara bir kare
Ne yazıldı üstüne o kazılacak
Kandan davalar, davadan kanlar
Mahpuslar azatlar azaplar
Voltalar votkalar simitvetsonlar
Curalar bakaralar aşklar
Çocuklar çocuklar halklar...
Can Yücel

Zaman: 9 Eylül 1984
Mekân: Ankara
Askeri darbenin dördüncü yılı. Darbeyi gerçekleştiren "Paşa", Çankaya Köşkü'nde darbenin keyfini kahve içerek çıkarır. Bir adam da kendinden gayet emin bir şekilde sırıtarak Paşa'ya yanaşır ve kulağına bir şeyler fısıldar. Paşa'nın kahve keyfi daha da bir artar: "İyi, iyi... Güzel... Bir hainden kurtulduk... Çabuk televizyona ve gazetelere haber yolla kimsenin haberi olmasın bundan..."
O "hain" dediği ve haberinin duyulmasını istemediği insan Yılmaz Güney'di. Tarih 9 Eylül 1984'tü. Yılmaz Güney sürgünde binlerce insanın derin sessizliği ve sevgi gözyaşları içinde Paris'teki Pere Lachaise Mezarlığı'na uğurlanıyordu.
Harfler/sözcükler/kelimeler/cümleler... Yılmaz Güney için olunca söylenecek, çizilecek, yazılacak o kadar çok şey var ki... Onu yazmak, onu anmak, onu hatırlamak Aslı Erdoğan'ın deyimiyle bir "ayin"dir.
Kimdi bu kara kuru, esmer yüzlü insan?
Onun öyküsü anlatılması ve dinlenilmesi zor bir öyküdür... Onun öyküsünün içinde hüzünler vardır... Onun öyküsünün içinde yoksulluklar vardır... Onun öyküsünün içinde acılar vardır... Onun öyküsünün içinde bitmek bilmeyen hapisler vardır... Onun öyküsünün içinde sevdiği kadınlar vardır... Onun öyküsünün içinde çok sevdiği sineması vardır... Onun öyküsünün içinde sürgünde ölmek de vardır...
Anlatılması ve dinlenilmesi hüzünlü olan Güney'in hikâyesine "unutmamak" ve "hatırlamak" adına baktığımızda asıl adının Yılmaz Pütün olduğunu görürüz. Güney, 1 Nisan 1937'de "sarı sıcaklar"ın yaşandığı, bereketli toprakların bereketi içinde, Adana'nın Yüreğir Ovası'nın Yenice Köyü'nde Vartolu Gûle ile Siverekli Hamo'nun çocuğu olarak dünyaya gelir.
Güney yoksul bir ailenin çocuğudur. Bundan dolayı çocukluğunda birçok iş yapar. Bir konuşmasında söylediği gibi: "Çocukluğuma dair iki şey anımsıyorum: Kürt olmak ve fakirlik..."Çocukluğunda anımsadığı bu iki şey hem yaşamına hem de sinemasına yansıyacaktır.
Güney, 13 yaşındayken Kemal ve And Film adına bisikletiyle film bobinleri taşır Adana'daki sinema salonlarına. O film bobinlerini taşıdığı Adana'nın yoksul sinema salonlarının en arkasında oturur ve bir yandan filmleri, bir yandan da yarın "kendi seyircisi" olacak olan insanların filmleri izlerken ki duygusunu, davranışlarını, tepkisini büyük bir dikkatle izler.
1957'de Ankara'ya gelir. Hukuk fakültesine yazılır. Ancak onun aklı sinemadadır. Adana'da lise yıllarında "Pazar Postası" ile başladığı öykü yazmayı burada da devam ettirir. "Yeni Ufuklar" ve "On Üç" gibi dergilere yazar, o dönemin edebiyatçılarıyla birlikte olur. Öyle ki o yıllarda Özdemir İnce ve Nihat Ziyalan ile Adana'da bir çay bahçesinde konuşurken "10 yıl sonra bütün Türkiye, 20 yıl sonra da bütün dünya beni tanıyacak" der.
1958'de çocukluğundan beri bisikletiyle takip ettiği sinemanın içine girer. Yeşilçam kalıplarına uymayan bir fiziği olmasına ve onun hakkında " Olsa olsa bir arabacı hamal Kürt olur" denmesine rağmen sinemaya yine de girer. 1959 yılında senaryosunu Yaşar Kemal ile birlikte yazdığı "Bu Vatanın Çocukları" adlı filmde ustası olan Atıf Yılmaz'ın yardımcılığını yapar ve küçük bir de rol alır. Bu onun ilk filmidir. Aynı yıl Yaşar Kemal ile "Alageyik"i yazar ve Atıf Yılmaz'ın yönettiği bu filmde ilk kez başrol oynar.
Aslında onun dikkatleri çektiği film "On Korkusuz Adam" filmidir. On kişi arasında hiç konuşmadan, elindeki konyağını içip ara ara şapkasını yukarı hafifçe kaldırıp göz ucuyla "çaktırmadan" bizlere bakar. Bu "çaktırmadan" bakışı dikkatleri çekecektir. Birbiri ardına macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen ve hor görülen bir insanın otoriteye başkaldırısını yansıtır. Bu filmler tanınmasını, benimsenmesini ve sevilmesini sağlar. Filmlerinin gösterildiği sinema salonları dolup taşar. Öyle olur ki Yılmaz Güney'in dayak yediği sahnelerde halk perdeye bazen sandalyeler fırlatır, bazen de "Yılmaz abeee... Yılmaz abeee..." diye bağırıp perdeye kurşun yağdırır.
Pütün soyadını terk eder "Güney" adını alır. Güney adını almasının nedeni "Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi" adlı öyküsünde "Ben kendimden utandım, insanlar ayrıntısız olmalıymış... Bunu orospu dediğim karım söyledi" cümlesinden dolayı komünizm propagandasıyla yargılanıyor olmasıdır. Bu yargılama 1,5 yıllık mahkûmiyet ile sonuçlanır.
Mahkûmiyetinin bir bölümünü sürgünde "Konya Günleri" olarak geçirir. Güney, sürgün dönüşü birçok filmde rol alır.  Filmlerinin gösterildiği Anadolu'daki sinema salonları dolup taşar. Artık o, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ediz Hun gibi "parlak yüzlü starlar" arasında "Çirkin Kral" olarak tanınır.

Güney bu arada Yeşilçam kalıpları dışında filmler de çeker. Yalın, şiirsel ve abartıdan uzak olağanüstü oyunculuğunu gösterdiği "Hudutların Kanunu", "Seyyit Han", "Aç Kurtlar", "Kızılırmak- Karakoyun" gibi önemli filmlerde hem oynar ve hem de yönetmenlik yapar.
1970'lerin başıyla birlikte "toplumsal gerçekçilik" akımı Güney'in sinemasına iyiden iyiye yansır. 1970 yılında "Umut" filmini çeker. "Umut" filminde anlattığı, çocukluğunda yaşadığı ve anımsadığı iki şeyden biridir: Fakirlik. Faytoncu Cabbar'ın "umudu", hepimizin umudu olur. Film büyük bir ses getirir. Hem sinema çevreleri hem de seyirci şaşırıp kalır. Film Sinematek'te gösterildiğinde o dönemin ünlü yönetmenlerinden biri ayağa kalkıp "İşte Türkiye Sineması'nda ilk toplumsal gerçekçi film" diyerek heyecanını, sevincini ve şaşkınlığını dile getirir.
Film halk için de sürprizdir. Çünkü halk yıllar yılı kendisi için savaşan "Çirkin Kral"ın filmlerinden sonra hayatında hiçbir şey değişmese de salondan rahatlayarak çıkardı. Ancak "Umut" filminden çıkanlar bu kez acı gerçekle karşılaştı, çünkü "Umut"ta halk perdede kendini gördü.
Güney, 1971'de "Acı", "Ağıt", "Vurguncular" ve yorgun mavi deniz, martılar ve vapur düdükleri içinde, hep sessiz ve sıcak bakışlarıyla, yüzünde binlerce kederin yaşayan izlerini taşıyan Fırat'ın Çiğdem'e olan saf, utangaç ve mağrur aşkını anlattığı "Umutsuzlar" gibi filmleri çeker ve oynar. Yine 1971'de Nevşehir Cezaevi'ndeyken yazdığı "Boynu Bükük Öldüler" romanı yayınlanır ve ertesi yıl "Orhan Kemal Roman" ödülünü alır.
1972'de Mahir Çayan ve arkadaşlarına "yardım ve yataklık" yaptığı gerekçesiyle askeri cezaevine girer. Güney Dergisi'ni bu yıllarda cezaevinde çıkarır. İki yıl sonra tahliye olur ve "Arkadaş"ı çeker. Film iki eski arkadaşın, özellikle de Azem'in gözünden yozlaşan toplumsal ilişkileri anlatır. 1974'te "Endişe"nin çekimleri sırasında Yumurtalık hâkimini öldürdüğü gerekçesiyle (Bu olay Hâkim Sefa Mutlu'nun kışkırtmaları sonucu yaşanan bir provokasyondu ve devlet de Güney'i tekrar içeri almak için fırsat kolluyordu) bir daha yargılanır. Bu kez 19 yıla mahkûm olur. Bu mahkûmiyet dünya sinemasında pek de yaşanmayacak bir gelişmeye yol açar. Kendisini susturmak isteyenlere inat cezaevini bir okula çevirir. Cezaevinde senaryolar yazıp filmler yönetir. Güney, sinema tarihinde cezaevinde filmler yazıp yöneten belki de tek sinemacıdır.
1978'de yönetmenliğini Zeki Ökten'in yaptığı "Sürü" filminin senaryosunu cezaevinde yazar. "Sürü" tam bir Kürt destanı ve Türkiye panoramasıdır. Doğu'da yaşayan Kürt göçerlerin koyun sürülerini Ankara'ya getirmeleri aracılığıyla Türkiye'deki siyasal, sosyo-ekonomik olayları yansıtır perdeye. Film hem sinema diliyle hem de içeriğiyle "Umut" ve "Yol" ile birlikte sinemamızda aşılamamış bir başyapıttır.
1981'de yönetmenliğini Şerif Gören'in yaptığı "Yol"u da cezaevinde yazar. Film İmralı cezaevinden izne giden ayrı arı sorunları, beklentileri, hayalleri, umutları olan beş mahkûmun öyküsünü anlatır. Kamera beş mahkûmun peşine takılarak hepsinin dramlarını ve ülkedeki gerçeklikleri ayrı ayrı gösterir.
Yol filmi, 1982'de Cannes Film Festivali'nde Costa Gavras'ın "Kayıp/Missing" filmiyle ortak olarak büyük ödülü, Altın Palmiye'yi alır. Yol filminin aldığı bu ödül Türkiye sineması tarihinde yurtdışında alınan en büyük ödüldür. Güney, Yol filmini kendisiyle birlikte Fransa'ya kaçırır, kurgular ve ödülü alır. Film uzun yıllar yasaklanır.
Son filmi "Duvar"ı 1983'te Paris'te sürgünde çeker. Film, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle birlikte hapishaneye dönen Türkiye'yi, çocuk mahkûmların gözüyle anlatır. Duvar filmi yaşamı boyunca çevresini saran duvarların simgesi olarak da görülebilir. Duvar Yılmaz Güney'in dünya sinemasına son armağanıdır.
Takvimler 9 Eylül 1984'ü gösterdiğinde Yılmaz Güney yaşamını yitirir. Sinemanın Çirkin Kralı geride onlarca film bırakarak aramızdan ayrılır.

O yaşamı boyunca sinemayı seven bir Yılmaz Güney'dir... O, Adana'nın yoksul sokaklarındaki yoksul sinema salonlarından sürgün gittiği Paris'te yaşamını yitirdiği 1984 yılının 9 Eylül'üne kadar bulunduğu her mekân ve zamanda, her sevincinde ve her acısında, hapishanede ve dışarıda sinemayı düşünen, hayalini kuran, yazan ve yapan bir Yılmaz Güney'dir... O, dünya sinema tarihinde belki de bir ilk olanı gerçekleştirip cezaevinde filmler yazıp yöneten bir Yılmaz Güney'dir...
O, sinema diliyle, anlatımıyla, şiirselliğiyle, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle sinema dâhisi bir Yılmaz Güney'dir... O, sinema kurallarını, Yeşilçam kalıplarını altüst etmiş, Türkiye sinemasını dünyaya duyurmuş bir Yılmaz Güney'dir... O, kırk yedi yıllık ömrünün neredeyse yarısını hapislerle, sürgünlerle, baskılarla, acılarla geçiren bir Yılmaz Güney'dir... O, iki farklı kişilikle, iki farklı bakışıyla iki farklı Yılmaz Güney'dir... O, içi sevgi dolu, boynu bükük ve alçakgönüllü bir Yılmaz Güney'dir... O, belinde silah taşıyan bir sanatçı ve devrimci bir Yılmaz Güney'dir... O, sevdiği kadınlarla (Nebahat Çehre ve Fatoş Güney) Joaquín Rodrigo dinlerken ağlayan romantik aşk adamı bir Yılmaz Güney'dir... O, yaşamını yitirdikten sonra da adından en çok söz ettiren, "bizler onun paltosunun altından çıktık" diyen sinemacıları etkileyen bir Yılmaz Güney'dir... O, çocuk seslerinin yükseldiği evlerin, bekâr odalarının, öğrenci evlerinin, kahvelerin, çay ocaklarının, mahpusların duvarlarında, boyacı çocukların sandıklarının en görünen yerine fotoğrafı her daim asılı olup ve bulunan -hiçbir sinemacıya nasip olmayacak olan- bir Yılmaz Güney'dir.
Sinema, 28 yıl önce yitirdiğimiz ve şimdi çok uzakta olan; sinemayı seven, öyküler/romanlar/senaryolar yazan, filmler çeviren, acılar çeken, hapisler yatan, sürgünler yaşayan, direnen devrimci/özgürlükçü/romantik sinemacımızı arıyor ve anıyor bugünlerde. Elbette biz de...
* Yazının başlığı Can Yücel'in "Yılmaz Güney Doğu'ya" adlı şiirinden alınmıştır. (KT/YY)

Thursday, September 6, 2012

1819 “Diyarbakır Komünü”


1819 “Diyarbakır Komünü”1819 “Diyarbakır Komünü”
III. Selim’le başlayan merkeziyetçi yapılanmanın aktörleri, “Diyarbakır komünü” gibi zorlu örneklerde pişerek Osmanlı Devleti’nin Yunanistan, Cezayir ve Mısır gibi parçalara bölünmesinin önüne nasıl geçileceğini öğrendiler ve Tanzimat reformlarının temelleri böyle atıldı.
Osmanlı Anadolu’yu yalnızca sömürmüş, tek bir çivi çakmamıştır. Anadolu’ya ne yapmışsa Selçuklular yapmıştır!
Kim bilir kaç kez duydunuz bu ‘kızkaçıran’ lafları. İşin garibi, sözde erkeklerimizin de bu fiyakalı laflar karşısında ürküp kaçmaları.
Öyleyse gelin, Diyarbakır’ın camilerine, hamamlarına değil, zamanın ticaret merkezleri olan hanlarına göz atalım ve bakalım Osmanlılar, İstanbul’un fethinden 100 yıl sonra fethettikleri bu Anadolu şehrine kaç altın çivi çakmışlar?
Prof. İbrahim Yılmazçelik’in değerli araştırması “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır”a (Türk Tarih Kurumu Yay., 1995, s. 89-94) göre Diyarbakır’da bugün ayakta kalmış 3 tane han var: Hasan Paşa Hanı, Deliller Hanı ve Çifte Han; üçü de Osmanlı eseri.
İyi de koca şehirde 3 tane han mı yapmış Osmanlılar? diyeceklere cevabımı hemen doğrultuyorum: Bugün ortadan kalkmış bulunan 17 han ile beraber Osmanlılar Diyarbakır gibi nüfusu 20-30 binlerde seyreden bir şehre tam 20 iş merkezi hediye etmişlerdi. Yaklaşık bin kişiye bir han! Nasıl?
Şimdi geçelim asıl konumuza. Önce tabloyu önümüze koyalım:
19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, iki zıt eğilim arasında gidip geliyordu. 1) Merkezden uzak bölgelerde bağımsızlık ve ayrılıkçılık rüzgârları esiyor, 2) Devlet, merkezî kontrolü yeniden kurmak istiyordu. Böylece biri merkezden uzaklaştırıcı, diğeri merkezîleştirici iki kuvvet çarpışıyor, mücadeleden hangisinin galip çıkacağı bilinmiyordu.
1819 “Diyarbakır komünü” günlerinden kısa bir süre sonra Diyarbakır Ulu Cami’nin avlusundan bir görünüş. Ressam: Jules Laurens, 1847.
Özellikle Rusların Doğu Anadolu’ya inmeleriyle iyice gevşeyen sistemde Kürt emirleri fiilen başlarına buyruk hale gelmiş, giderek İstanbul’u tanımaz olmuşlardı. Nitekim 1802 Ocak’ında tarihlerimize “Diyarbekir İhtilali” diye geçen ciddi bir karışıklık yaşanmış, şehir halkı yeniçerilerle tam 3 gün boyunca cenk etmiştir.
1806-1812 Rus Savaşı’nın hemen ardından harekete geçen Sultan II. Mahmud, bir dizi askerî operasyon düzenleyerek bağımsızlık bayrağını açma eşiğindeki taşrayı yeniden merkeze bağlamayı başaracak, yüzyılın ortalarına gelindiğinde bölgede bağımsız Kürt emirliğinden eser kalmayacaktır.
İşte hikâyemiz bu mayınlı zemin ve zamanda geçer.
1819’da Diyarbakır Eyaleti, Rakka Eyaleti’ne bağlanarak Behram Paşa’nın yönetimine verilmiştir. Behram Paşa, Viranşehir’deki Milli aşiretindendir ve bu aşiretin Diyarbakır ayanından Şeyhzade ailesiyle arası açıktır. Bunun üzerine eski vali Şeyhzade İbrahim Bey’in torunu Mehmed Bey, Müftü Hacı Mesud Efendi, Karacaoğullarından Ömer ve Serdar Beyler ayaklanmanın fitilini ateşlediler. Valinin görevden alınmasını, Diyarbakır’ın yeniden “mütesellimlik” yapılmasını, yani yerel bir yönetici eliyle vekaleten yönetilmesini ve bu görevin de kendilerine verilmesini istiyorlardı. Nihayet bu yazının yazıldığı günden 189 yıl önce, 18 Temmuz 1819’da başlayan isyan 26 Ekim’e kadar tam 101 gün devam etti ve 101 gün boyunca Diyarbakır surları top ve tüfek sesleriyle inledi durdu.
Hatırlatalım: Ramazan ayının 25. gecesi çıkan isyan, vali Behram Paşa’nın, halkı, “Öldüreceğim, keseceğim, evlerinizi yakacağım” diye korkutması üzerine patlak vermişti. Halk, ulema ve eşraf (dikkat: Osmanlı’da bu üçü ittifak etti mi, ciddi bir sorun var demektir) işbirliği yapmış ve korkan vali iç kaleye kapanarak kapıları sımsıkı kapatmıştı. Vali kaçınca yönetim Diyarbakırlıların eline geçmiş ve şehirde renkli sahneler yaşanmıştı.
Mesela vali olduğu zamanlardan beri (1809-1913) şehrin çıkarlarını savunmayı ilke edinen İbrahim Paşa ailesini (Şeyhzadeleri) isyanda başrolde görüyoruz. Gümrük vergisini Diyarbakır esnafının yararına değiştiren, şehrin ticaret yollarını kesen eşkıya ile mücadeleye giren, kişisel servetini şehrin altyapısını düzeltmek uğruna harcayan, hanlar hamamlar yaptıran bir ‘âsi’ portresi vardır karşımızda.
Asıl önemlisi, şehrin, Behram Paşa gelmeden ve isyan sırasında astığım astık… tarzı değil, halkla ve önde gelenlerle istişare edilerek yönetilmiş olmasıydı. Divan, yani danışma kurulu toplanıyor ve kararlarını ortak olarak alıyordu. Ahali, 3 aydan fazla bir süre devletin gönderdiği yardım kuvvetlerini surlardan içeri sokmamış, nihayet bu direniş, merkezî kuvvetlerin ateş üstünlüğü sayesinde çökertilebilmişti.
Gerisini iyi kötü tahmin edersiniz. Elebaşılardan çoğu sürgüne gönderildi. Şeyhzade Mehmed Bey, Karacaoğlu Ömer ve Serdar’ın mallarına el konuldu ve yakalandıklarında idam edilmeleri için ferman çıkarıldı. Ancak bir süre sonra cezaları sürgüne çevrildi, malları ailelerine iade edildi ve 5 yıl sonra evlerine döndüler. Öte yandan isyanı bastıran Behram Paşa ödüllendirileceğine, valilikte ancak 5 ay kalabildi. Sonra görevden alındı. Devletin her şeye rağmen isyancılara müsamahasının altını çiziyorum.
Ariel Salzmann, Diyarbakır olayını Fransa’nın eski rejimin sonlarında yaşadığı ‘bitmemiş devrimler’e benzetir:
III. Selim’le başlayan merkeziyetçi yapılanmanın aktörleri, “Diyarbakır komünü” gibi zorlu örneklerde pişerek Osmanlı Devleti’nin Yunanistan, Cezayir ve Mısır gibi parçalara bölünmesinin önüne nasıl geçileceğini öğrendiler ve Tanzimat reformlarının temelleri böyle atıldı. Devlet adamları, parçalanmaya sürüklenen bölgeleri nasıl toparlayacaklarını bu olaylarda tecrübe ettiler ve taşraya nasıl nüfuz edeceklerinin yolunu yordamını keşfettiler. Böylece Tanzimat dönemindeki arazi kanunları ve idarî düzenlemelerin temelleri bu ‘bitmemiş devrimler’ döneminde atılmış oldu.
Sözün kısası, 1871’in ‘bitmemiş devrim’i olan Paris Komünü’nü Fransa’nın modern devlet yönetimine geçişinde zorunlu bir aşama olarak gören aydınlarımız, nedense Osmanlı’nın ‘bitmemiş devrimi’ olan “Diyarbakır Komünü’nü anlamaya yanaşmadılar ve bunun içindir ki, ne bu topraklara özgü bir tarihin temellerini yakalayabildiler, ne de bu toplumun modernleşme serüvenini anlayabildiler.
Kaybeden kim oldu? Bugün Ergenekon’un ‘fermuar’ından görünen Güneydoğu’yu gözden kaçıracaklar kimlerse onlar elbette. http://www.mustafaarmagan.com.tr/1819-diyarbakir-komunu.html